05 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Tatıl ve atalet


A+ | A-

Zindan-ı atalet yazıları (1)

Ataletin, tevakkufun, rehavetin, gafletin ve hatta sefahetin çokça olduğu yaz aylarına girmiş bulunmaktayız. Tatil kavramıyla özdeşleşen yaz mevsiminde daha bir donanımlı, daha metanetli ve sebatkâr olmak gerekir. Aksi halde bütün bir kış alınan mânevî feyizleri, gayretleri, dereceleri kaybetmek, bir tevakkuf hâline, atalet hastalığına yakalanmak mümkündür.

Tatil, kavram olarak, ara vermek anlamına gelmektedir. Yoğun meşguliyetlerden sonra dinlenip, daha sonraki çalışmaya güç toplamak, daha kuvvetli başlamak anlamındadır. Fakat tatil kavramı veya anlayışı öyle değişik algılanır olmuştur ki, bir yıl çalışmayı, sadece bir hafta veya bir ayda zevk-i sefâ içinde yemek için planlamak gibi bir anlam kazanmıştır. Himmet ve gayelerin yüksek olmadığı, hatta bütün gayesinin nefse hizmet olduğu bir anlayışın neticesinde tatiller sefahete ve gaflete hizmet eder bir kavram haline getirilmiştir. Bırakın tatil sonrası çalışma hayatına güç ve kuvvet kazanmak, tam tersi olan gücü ve kuvveti de bitiren, rehavet ve gevşemeyi netice veren bir anlama bürünmüştür.

Kavramların içinin boşaltılması, maksadından başka anlamlarda kullanılma sebebi, insanın bütün mülâhazalarının arzîleşmesi, dünyevîleşmesi ve maneviyâttan uzaklaşması sebebiyledir.

Bu günkü anlayışla tatil kavramı, maalesef dindar insanları bile etkisi altında bırakmış, o nispette iman ve Kur’ân hizmetlerinde tevakkuf ve ataletler başlamıştır. Oysa insanların maksat ve gayeleri ulvîleşse, büyüse, himmetleri de o nispette büyür. Ulvî gayeler hamiyet-i İslâmiyeyi galeyana getirir. Bu ise, insandaki ahlâkı mükemmelleştirip, insanı kemale taşır. Bediüzzaman bu meseleyi, Divan-ı Harb-i Örfi’de şöyle tesbit eder: “Maksadın büyümesiyle himmet de büyür ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder.” Bundandır ki, büyük zatların himmetleri, dâvâları büyük olduğu için hayatlarında atalet namına bir an bile yaşamamışlardır.

Ehl-i imanın kaybedecek, boşa geçirecek tek bir vakti bile yoktur. Çünkü dünyayı fesada veren, ahlâksızlıklarını yaymaya çalışan, kötülük ve fitne aşılayan insanlar hiç uyumuyorlar, hiç ara vermiyorlar. Üstelik bunların işi tahriptir. Tahrip de kolaydır. Ehl-i tahrip maksadına uygun olarak gecesini gündüzüne katarak çalışmaktadır. O halde, tamir vazifesini yapan, üstelik tamirin zor olduğu ve tamiratçıların sayısının da az olduğu böyle bir zamanda ehl-i imanın tatil yapması, atalete düşmesi gayretullaha dokunur, musîbetlerin celbine sebep olur.

Bu yüzden ehl-i imanın tatillerini ulvî gayelerle süslendirmesi, maksatlı ziyaretler yapması, bir an bile iman ve Kur’ân hizmetine ara vermeden öğrendiği hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştırmayı hedef edinmesi gerekir. Bu gaye ile sıla-i rahimi veya gezilerini gerçekleştirmelidir. Ulvî gayelerle çıkılan yollar, atılan adımlar, yapılan hizmetler insana çok kazandıracak, birini bin yapacak hükmündedir.

İşte atalet hastalığına düşmeye daha müsait olunan yaz mevsiminde bu hastalığı tanımak, kurtuluş yollarını ve reçetelerini öğrenmek noktasında önümüzdeki günlerde de devam edecek, ‘zindan-ı atalet yazılarını’ seri halde yazmayı uygun gördüm. Önce kendi nefsimize bir ders niteliğinde olan bu tesbitleri gazete okuyucularıyla da paylaşmak istedim. Öncelikle atalet kavramını bilmek gerekiyor.

Atâlet, âtıl kökünden gelen bir terim olup, eylemsizlik ve hedefe yönelik adım atamama durumudur. Her şey bir işi başarmak isteği ile başlar. Sonra başaracak bir hedef seçilir ve hedefe yönelik eyleme geçilir. İşte bu sırada insan birçok engelle karşılaşır. Maksadına yürürken devam ile vazgeçmek arasında tereddütler yaşar. Tam bu noktada yavaş yavaş sinsice yaklaşan atalet hastalığına kapılmamak için, zihinde oluşan engelleri tanımak ve bu engellerin hangi düsturlarla aşılabileceğinin bilinmesi gerekir.

Atalet, cehaletten olabildiği gibi, bazen de bile bile yapmamak anlamındadır. Yani kişi yapılması gerekeni bilir, niçin yapılması gerekliliğini de bilir, nasıl yapılacağını, yaparsa kazanacağını, yapmazsa kaybedeceğini de bilir fakat yine de yapmaz ise, işte bu hal atalet halidir.

İnsanı atalete düşüren bir takım engeller vardır. Bunlar, kişinin kendi iç dünyasındaki engeller olabildiği gibi, hariçte de kişi, sistem, imkân gibi engeller olabilir. Fakat insanların ataleti yenme noktasında en zorlandıkları engeller, kişilerin kendi kafalarında oluşturdukları iç engellerdir. Zaten iç engelleri aşmayı bilen bir insan, dış engellere de çok takılmayacaktır. Bu nokta, Peygamber Efendimizin (asm) savaştan döndükten sonra sahabelerine söylediği şu hakikati akla getirmektedir: “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndük.”

İnsanlar, kendi zihin hapislerini aşamadıkları zaman genelde dış engelleri suçlar ve eleştirirler. Atamadığı adımların, bulamadığı imkânların, yapamadığı işlerin sorumlusu olarak ya ailesini, ya sistemi, ya devleti, ya da insanları suçlar. Bu suçlama hâlinin devam etmesi, adavet-i İlâhiyeye, kaderi tenkide kadar gidebilir. Bu yüzden problemlerin çözümü ve hedeflerin önündeki engeller noktasında öncelikli mesele kişinin kendi iç dünyasındaki dinamikleridir. Bunların sağlamlığı da imandan kaynaklanmaktadır. Neticede imandan kaynaklanan hakikî özgüven ile insan maksadına ulaşma yolunda vazgeçmeler, hayal kırıklıkları, küskünlükler, bezginlik ve üzgünlük halleri sergilemeyecektir.

Aşılamayan sınırları daha çok şartlar değil, insanın kendi aklı, hisleri koyar. Bunun böyle olduğuna dair o kadar örnek vardır ki, şartlarının olumsuzluğuna rağmen, başarıya ulaşmış, fütuhat gerçekleştirmiş, buluşlar yapmış insanların sayısı çok fazladır. Bizler başarıyı genelde imkânlar ölçüsünde ortaya çıkan bir netice gibi algılamaktayız. Tarihte nice komutanlar, bilim adamları, dâvâ insanları şartlarının olumsuzluğuna rağmen başarılı olmuşlardır. Çünkü onların himmetleri âlî olduğu için, buna bağlı olarak iç dinamikleri de sağlamlaşmış, ahlâkları da teâlî etmiştir. İmkân ve şartları yerinde olduğu halde nice insan da âtıl bir vaziyette, köşelerinde oturmaktadır. İmkânlara sahip, ama himmet ve inançlarını kaybetmişlerdir.

Atalet, hemen hemen her konuda olabilir. Kariyer edinme noktasında, insânî iletişimi arttırma, aile içi münasebetler, kişinin kendi maneviyâtı, iman Kur’ân hizmeti gibi sayılarını arttırabileceğimiz birçok noktada atalete düşmek mümkündür. Daha doğrusu hayatiyeti sağlayan faaliyet ve hareketi gerektiren her noktada atalete düşmek mümkündür.

Bediüzzaman, Münâzarât adlı eserinde atalet üreten düşünceleri birer düşman olarak addetmiş, bu düşmanlara karşı hangi Kur’ânî düsturlarla mücadele edilmesi gerektiğine dair dersler vermektedir. Biz de sonraki yazımızda, insanda atalet üreten düşüncelerden en önemlisi ve düşman-ı gaddar tâbir edilen yeis konusunu ele alacağız.

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Terör yeniden tırmanırken


A+ | A-

Barzani’nin Türkiye ziyareti, son günlerde hızını arttıran terörle mücadele konusunun, gemi saldırısına odaklanan gündemin içinde yeniden ön sıraya çıkmasına sebep oldu. Zaten her gün gelmeye başlayan saldırı, operasyon ve şehit haberleri halkı kaygıya düşüren bir boyuta ulaştı.

Terördeki bu artışın, bazı kerameti kendinden menkul yorumcuların, özel (!) kaynaklarına dayanarak, mevsim şartlarına bağlanabilecek, “efendim her bahar geldiğinde zaten böyle oluyor” denilebilecek bir durum değildir. Olayların yoğunluğu neredeyse 1994 ateşkesi öncesi hızı yakalamıştır. Üstelik o dönemden farklı olarak, BDP’nin öncülüğünde başlatılan gösterilerle, olay başka bir boyuta da taşınmak istenmektedir.

Son yıllarda ortaya çıkan kirli ilişkiler ağının memleketin kaderini elinde tutabilmek için gerçekleştirdiği çirkin komplolar, kamuoyunu terördeki bu artışın ardında da, PKK’nın içinde yeraldığı veya almadığı, başka hesaplar aramaya yöneltmektedir. Özellikle İskenderun’daki saldırı sonrası bazı siyasetçilerin yaptıkları açıklamalar da aynı yönde oldu.

Bize göre; terörün artışının ardında bir çok sebep bulunmaktadır. Bunların başında demokratik açılımın bölgede oluşturduğu büyük beklentinin karşılanamamış olmasını PKK’nın istismar etme çabası, aynı meyanda İmralı’daki terörist başının açılım paketinden kendisine bir pay düşmediğini görmesi dolayısıyla gelişmeleri baltalama yönündeki talimatları, İsrail’le ilişkilerdeki bozulmanın bu ülkeyi Türkiye’ye karşı girişimlere yöneltmesi, kaset olayı ile başlayan, iktidarın da özellikle anayasa oylaması –gerçi bu durumda Anayasa Mahkemesine takılması ya da en azından bir kısmının takılması büyük ihtimal görünüyor- öncesi yıpratılarak seçim öncesi güçsüzleştirilmesi, Ergenekon benzeri yapılanmaların, ülkeyi sürekli sıkıntı içinde tutma politikalarının bir parçası olarak, gerginlik ve Kürt-Türk kavgası başlatmaya yönelik gayretleri bu sebeplerin yalnızca bir kısmını oluşturuyor.

Kalabalık gruplar halinde sınır ötesinden sınır karakollarına yönelik saldırılar yapılabilmesi, üçlü mekanizma ve ABD ile anlık istihbarat işbirliğinin çok sağlıklı yürümediğini gösteriyor. Anlaşılan o ki, İsrail’den aldığımız insansız uçaklar da sınır güvenliğinin sağlanmasında henüz istenen verimi vermiyor.

Merak ettiğimiz bir husus da; bunca yıldır terörle mücadele veren devletimizin, oldukça merkezi bir yapıya sahip olan terör örgütünün içinden yeterli istihbarat almayı neden başaramadığı ve iletişimini büyük oranda telsiz ve telefonla sağlayan terörist grupların teknik takibinin, her türlü görüşmenin izlendiği, özel hayatın kalmadığı bir dönemde neden yeterli ölçüde yapılarak eylemlerin önceden tesbitinin sağlanamadığıdır.

Büyük şehirlere yönelik intihar bombacısı yoluyla gerçekleştirilecek eylemlerin önceden tesbiti ve önlenmesi yönünde önemli başarılar elde edildiğini memnuniyetle görüyoruz. Aynı başarının Kuzey Irak’tan gelen gruplar ve Güneydoğu’da belli bölgelerde bulunan büyük gruplar açısından da sağlanmasını bekliyoruz.

Terörle mücadelede istihbaratın önemi çok büyük. Bu açıdan hem yeni kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı ve başına getirilen tecrübeli Vali Muammer Güler’in, hem de TİKA’daki başarıları herkesçe takdir edilen ve şimdi MİT Müsteşarı olan Hakan Fidan’ın istihbarat alanında sağlayacakları başarılara çok ihtiyacımız var. Her ikisine de başarılar diliyoruz.

Ama hepsinden de önemlisi; hükümetin her fırsatta sürdüğünü açıkladığı, ama nedense kamuoyunda açılmadan kapandığı izlenimi uyandıran demokratik açılımın mutlaka somut adımlarla sürdürülmesi ve sonuçlandırılması gerek. Hiç kimsenin bu meseleyi yeniden terör boyutuna indirgeyip, insanları daha fazla düşmanlaştıran çatışmalarla sorunu çözeceğini sanmasına izin verilmemelidir. Bölgesinde ve dünyada büyük devlet olma çabasına girişen Türkiye’nin içeride kendi vatandaşlarının barış, huzur ve güvenliğini sağlayamadığı izlenimine asla izin verilmemelidir. Doğusuyla Batısıyla, Güneyiyle Kuzeyiyle bu ülkenin bütün vatandaşlarının birinci sınıf, hür, eşit ve demokratik haklarına sahip insanlar olarak yaşama hakkını sağlamak hem devletin hem de bütün toplumun ilk önceliği olmalıdır.

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Ey Netanyahu! Utan yahu!


A+ | A-

Ey azgın ve saldırgan İsrail’in şimdiki başbakanı Netanyahu! Ey “tank üzerinde Filistin’e girmekten ve Filistinlileri ezmekten mutluluk duyuyorum” diyen Ehud Barak ve Ariel Şaron’un takipçisi! Siz bu dünya üstünde nasıl bir güruhsunuz? Ve hangi dünyadan geldiniz? Amacınız nedir ve hangi akla hizmet ediyorsunuz? Nasıl bir ruh taşıyorsunuz ve adı “vicdan” olan bir duyguyla tanışmadınız mı?

Gazze’yi yerle bir etmek, Filistin’de Müslümanları yok etmek ve bölgede hükümran olmak emeliyle yaptığınız anî ve canî saldırılarınız ne zaman bitecek? O haksız emelinize asla ulaşamıyacağınıza göre; saldırganlığınız ve canîliğiniz sürecek, katliâmlarınızın ardı arkası kesilmeyecek mi?

İnanıyoruz ki, yönettiğiniz ülkede ve temsilcisi olduğunuz toplumda da insanlar vardır. Akıl sahibi, vicdan sahibi ve merhamet sahibi insanlar.. Ama sen ve senin gibi pervasız politikacılar yüzünden bütün bir İsrail bugün dünyada lânetleniyor, kınanıyor. Kendi vatandaşlarından, senin saldırganlığını ve kana doymazlığını onaylamayanları bile, lânetlik bir toplum içinde görünmeye mahkûm ettiğin için, onlara da zulmediyorsun. Çünkü senin insanlık dışı uygulamaların yüzünden onlar da yer yüzünde alnı açık ve başı dik gezemiyorlar.

Sen ve seleflerin olarak işlediğiniz insanlık suçları, dünyalık ve diplomatik tedbirlerle ya da misillemelerle temizlenemez. Zira sizin bu yaptıklarınız geçici cezayı değil, ebedî azabı gerektirir. Seleflerine dönüp bir baksana! Bitkisel hayat yaşayan Şaron, senin aklına ve idrakine bir şeyler fısıldamıyor mu? Kabrin karanlığına ve dehşetli azaplarına mahkûm olan diğer seleflerinle eğer manevî bir irtibat kurabilseydin, aynı zulmünde ısrar edebilir miydin?

Savaşın da bir usûlü, gerektiğinde ve cephesinde yapılırsa bir şerefi vardır. Siz tarih boyunca bu şereften mahrum kaldınız. Orantılı güç kullanılan bir savaşta bulunmadınız. Ya bir zamanlar tamamen zillete düşüp ayaklar altında ezildiniz, yurtsuz yuvasız oradan oraya sürüldünüz. Ya da hile ve desiselerle gasbettiğiniz topraklarda, şimdilerde olduğu gibi saldırgan bir tutum içine girdiniz. Finans kaynaklarını, teknolojiyi elinizde; siyonist ajanları ve Amerika’yı arkanızda tutmanıza rağmen, zilletten ve korkaklıktan bir türlü kurtulamadınız. Gasbettiklerinizi bir gün kaybetmek korkusu iliklerinize kadar işledi.

Sizin korkaklığınızın yanında, yel değirmenlerine kılıç ve kalkanıyla saldıran Donkişot bile şerefli bir kahraman sayılır. Tanklarınızın önünde kahramanca meydan okuyan çocukları ezecek kadar cani, onların attığı taşlara silâhla karşılık verecek kadar korkaksınız. Gazze’yi yok etme hırsıyla havadan ve karadan bombardımana tuttunuz. Çocuk, yaşlı, sivil, asker ayırımı yapmadan canlarına kıydınız. Yetmedi, her türlü ihtiyaçlarına ambargo uygulayarak, onları ölüme terk ettiniz.

Bu ambargonuzun ikinci yılında ambargoyu delmek, masum ve muhtaç insanların imdadına koşmak amacıyla, insanlık adına yola çıkan yardım gemisine hunharca saldırdınız. İçinde tek bir silâh bulundurmayan, tekbirlerle yola çıkan o gemi, yardım malzemelerini ve iyi niyetli kahraman insanları taşıyordu. Çocuklar ve çocuk oyuncakları bile vardı. Ezanlar okunuyor, namazlar eda ediliyor. Masum eğlence programları icra ediliyor, neş’e ve sevinç içinde yol alınıyordu ki, aniden tepelerine indiniz.

Bu ne güzel bir gemi ki, yüzünüzü dünyaya gösteren bir ayna, iç yüzünüzü kaydeden bir röntgen oldu. Bu gemi macerası sonunda ortaya çıkan tabloda, insanlık adına cesaret ve kahramanlık bizde, korkaklık ve alçaklık sizde kaldı. Şehitlik bizde, katillik sizde kaldı. Hak ve adalet bizde, haksızlık ve zulüm sizde kaldı.

Ey Benjamin Netanyahu! Utan yahu, utan yahu!

Neden hâlâ, haksızlığı hak sayarsın? Neden yahu, neden yahu?

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Anlatmalısın!


A+ | A-

Gazze’ye insanî yardım götüren gemilerin baskına uğraması sonrasında gelişen hadiseler Türkiye’nin ve dünyanın gündemini haklı olarak meşgul etmeye devam ediyor. Hatırlanacağı üzere “Mavi Marmara” gemisine baskın düzenleyen İsrail askerleri, ‘barış gönüllüleri’nden 9’unu şehit etmiş, çok sayıda kişiyi de yaralamıştı.

“Rotamız Filistin, yükümüz insanî yardım” sloganıyla yola çıkan gemilerin apaçık bir ‘korsanlık’la İsrail askerlerince işgal edilmesi, insanların bir kısmının katledilmesi ve bir kısmının da ‘esir’ alınması nefretlerin ‘korsan ülke’ye yönelmesine sebep oldu. Neticede ‘esir’ler Türkiye’ye döndü, cenazeler defnedildi ve hadiseyi bizzat yaşayanlar gördükleri ve yaşadıkları ‘insanlık dışı muâmeleyi’ kamuoyu ile paylaşmaya başladılar.

‘Mavi Marmara’ gemisinde çok sayıda gazeteci de bulunduğu için İsrail’in yaptıkları karanlıkta kalmadı, kalmıyor. Hadise hem ‘canlı yayın’la dünyaya duyuruldu, hem de her ‘şahit’ gördüklerini anlatmayı sürdürüyor. İsrail ordusunun saldırdığı ‘Mavi Marmara’ gemisindeki gazetecilerden Ayşe Sarıoğlu’nun anlattıları tüyler ürperten cinsten. Tahmin ediyoruz ki bu ve benzer şahitlikler, İsrail’in başını bundan sonra hukuk önünde de çok ağrıtacak...

Gazeteci Sarıoğlu, “Nasıl yaralanmışlardı? Neler gördün?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Anlatmalı mıyım sizce?”

“Anlatabilirsen...” sorusu üzerine de şöyle devam etmiş: “Yerlerde beyin parçaları vardı. Bir kafatası kemiği gördüm, beyin parçası gördüm. Bağırsakları dışarı çıkmıştı birinin...” (Taraf, 4 Haziran 2010)

Bu anlatılanları, başka gazetelerde yayınlanan fotoğraflarla da destekliyor. Bunca insanlık dışı muamele karşılıksız kalabilir mi?

Muhtemelen diğer ‘şahit’ler de gördüklerini, duyduklarını kamuoyu ile paylaşacak ve böylece İsrail’in işlediği cinayetler daha iyi bilinecek. Silâhsız insanlara bu derece şiddet uygulayan bir anlayış, Filistin’de yaşayanlara ne yapmaz ki? Zaten elinden gelip de yapmadığı bir zulüm olmadığını geçmiş hadiselerde ortaya koydu. Uluslar arası hukukun ‘kullanılmasını yasak’ladığı silâhları ve bombaları ‘cesaret’le kullandı, Gazze’deki insanların üzerine fosfor bombaları attı. Babasına sığınan çocukları da sıkılmadan kurşuna dizmeyi marifet bildi.

Bütün bunlara rağmen hâlâ bazılarının ‘İsrail muhipliği’ yapması insanı gerçekten üzüyor. Utanmasalar ‘hırsız’ın suçunu ‘ev sahibi’ne yükleyecekler. Meselâ bir ‘yazar’ Türkiye’nin “turizm ülkesi” olduğundan dem vurup “İsrail’i protesto gösterileri imajımızı bozuyor. Bunlara son verin” anlamına gelecek sözler sarfetmiş. Bu bakış açısıyla dünya barışı sağlanabilir mi?

Elbette ‘bir adım sonrası’ düşünülerek adımların atılması lâzım. Ama bu tedbir, İsrail’in zulmüne hak verecek noktaya gelirse buna kâinat unsurları bile itiraz eder.

Unutulmaması gereken bir noktayı İHH Başkanı Bülent Yıldırım hatırlatmış: “Muhammed’in ordusu, kâfirlerin korkusu” şeklinde slogan atan protestoculara “Hayır” demiş Yıldırım. “‘Zalimlerin korkusu’ deyin. Çünkü gemimizde Müslüman olmayanlar da vardı, ama onlar bizim safımızdaydı.” (Aktaran: Yıldıray Oğur, Taraf, 4 Haziran 2010)

Hiç unutmayalım: Küfür devam eder, zulüm devam etmez!

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“Kınama yetmez…”


A+ | A-

İsrail’in Pazartesi günü erken saatlerde, Gazze’ye insanî yardım götüren 32 ülkeden 600’dan fazla gönüllünün bulunduğu gemilere uluslar arası sularda saldırıp ağır bilânço bırakmasından sonra sivil toplum kuruluşları, iktidar ve muhalefet partileri saldırıyı şiddetle kınadılar. Ardından dünyadan kınama açıklamaları geldi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, NATO gibi uluslar arası kuruluşlar da saldırıyı kınadılar.

Şili’deki temaslarını yarıda keserek Türkiye’ye dönen Başbakan Erdoğan’ın temaslardan sonra geldiği Meclis’te yaptığı konuşmada da “kınamanın yetmeyeceği”ne dikkat çekmişti.

İsrail’in 3 gün sonra sınır dışı ettiği insanların Türkiye’ye geldiği günde bütün partiler Meclis’te (İktidar önce “iç politika malzemesi yapılıyor" diyerek imzalamasa da) ortak bildiri yayınlayıp sert bir dille İsrail’i kınadı.

Elbette, yapılan yanlışlık karşısında sert tepki göstermek, caydırıcı olabiliyor. Ancak bazı insanlar da vardır ki, ne tepkiden anlar, ne sözden… Zalim İsrail devleti de lâftan, sözden, sert tepkiden anlamayan bir ülkedir.

* * *

60 yıl önce Ortadoğu’nun tam da göbeğine “kanserli ur” gibi kurulan İsrail, o günden bu yana ayakta kalabilmesini Filistinlilere zulüm yapmakta görüyor. Filistinlilerin oturdukları yerleri zorla alıyor, çıkmayanların evlerini başlarına yıkıyor. Bebek, çocuk, yaşlı, kadın demeden insanları dünyanın gözü önünde öldürmekten çekinmiyor. Medenî dünyaca yasaklanan bombaları masum insanların üzerine atmaktan geri durmuyor.

1980 yıllarda hafızalarımızda kalan bir görüntü vardı. İsrail askerleri bir Filistinli genci yakalamışlar, kolunu taşlarla kırmaya çalışıyorlar. Kırılmayınca da geriye doğru çeviriyor, yine olmayınca bu sefer tekmelerle kırıyorlardı. Bu ve bunun gibi zalimlikler İsrail’in 60 yıldır yaptığı zulümlerdir.

Ortadoğu’da Müslüman ülkelerle çevrili bir yerde kurulan 3-4 milyonluk İsrail’in geçtiğimiz sene başında Gazze’de yaptıkları da insanlık adına utanç verici olmuştu. Ancak bu yaptıkları yanlarına kâr kaldı. Dünya yaptırım ve ambargo uygulamadığı için bundan cesaret bularak, katliâmlarını sürdürüyorlar. Uluslar arası sularda sivillere ateş açabiliyor. Sonra da çıkıp, askerlerinin de yaralandığını söyleyerek insanlıkla dalga geçiyor.

İşte İsrail devletinin politikası bu. Bu politikayı göze alarak gerek Türkiye gerekse de medenî dünya -çok geç kalınmış olsa da- “artık yeter” deyip, İsrail’i yola getirecek yaptırımları, yapılabileceklerin en ağırını yaptırmak mecburiyetindedir. İnsanlık adına dünyanın görevidir bu.

* * *

Böyle bir devletin kınamakla, sert sözlerle cayacağını sanmak safdillik olur. Bundan önce de defalarca yaptığı katliâmlardan sonra kınanmış, fakat hiçbir sonuç alınamamış, zalimliklerine devam etmişti.

O zaman yapılacak şey, bütün dünyanın bu zalimliklere, zulümlere, insanlık adına utanç veren görüntülere son vermesi gereklidir. Dünyanın orta çağlardan beri uygulayageldiği, “doğrudan sivil nüfusa, sivil eşyalarına, insanî yardıma ya da barış koruyucu misyonların yanı sıra sağlayacağı önceden tahmin edilen somut ve doğrudan doğruya askerî avantaja oranla aşırı bir şekilde sivil hedeflere zarar vereceği ya da sivilleri yaralayacağı ya da rastlantısal olarak can kaybına yol açacağı bilinen saldırılar da dahil olmak üzere sivillere yönelik yasaklanmış saldırılar” karşısında Lahey yönetmeliklerinde ve Cenevre Sözleşmelerinde yerini bulan Uluslar arası Ceza Mahkemesi derhal harekete geçirilip, başta İsrail Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Millî Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı olmak üzere bu zulümlerde rol oynayan insanları cezalandırmalıdır.

Çünkü İsrail çoktan haddini aşmıştır. Yine bu uluslar arası belgelerde yer alan, “Kızılhaç ve Kızılay amblemlerini taşıyan binalara, malzemelere, tıp birimlerine, ulaşım araçlarına ve kişilere karşı saldırılar; ve askerî hedef olmayan din, eğitim, san'at, bilim ya da hayır amaçlarıyla kullanılan binalara, tarihî anıtlara ve hastanelere saldırılar” yapmıştır. Hem de geçen sene Gazze’de…

Görüldüğü gibi, İsrail sayılan bu suçların tamamını yıllardır işliyor ve işlemeye devam ediyor. Şimdiye kadar dünya devletlerinin ülke çıkarları (!) ve bazı kaygılarla (!) bu suçlar cezalandırılmamış olsa da hiç değilse şimdi bu yapılabilmelidir.

Dünya devletleri büyük bir sınav verecekler. İnsanlık adına da bu sınavdan başarı ile çıkmak için bu ve benzerî yöntemler bir an önce devreye sokulup, İsrail’in cezası kesilmelidir ki, insanlık rahat bulsun…

Özetle, kınamak yetmez, İsrail’e derhal haddi bildirilmeli, gereken cezası da hemen kesilmelidir. Haydi insanlık bu imtihanı kazan…

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Saldırı soruları… (1)


A+ | A-

İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırısıyla eş zamanlı İskenderun’da 6 şehidin verildiği saldırının ardından son dönemde daha da tırmandırılan terör saldırıları ve çatışmalarla şehidler verilmeye devam ediliyor.

Son iki ayda Öcalan’ın “Haziran’da terör olayları artacak” tehdidiyle şehid sayısı 40’a yaklaştığı süreçte, üzerinden günler geçtiği halde hâlâ kayıpları için çelişkili bilgiler verilen İsrail saldırısı üzerinde bir dizi soru işâreti duruyor…

Herkesin sorduğu ve bir türlü cevabının alınamadığı ilk istifham, daha önce mülteci kamplarına baskında bulunup çoğu çocuk, kadın, yaşlı binlerce sivili katletmiş, yine aralarında yüzlece çocuğun bulunduğu beşyüz Filistinliyi hunharca öldürüp beş bininin yaraladığı son Gazze bombalamasında açıkça görüldüğü gibi fosfor bombalarıyla hastaneleri, ambulansları, okulları, yardım depolarını, camileri bombalamış, onca zulüm ve vahşeti yapmış İsrail’in, günler öncesinden “Gazze yardım filosu”na müdahâle edeceği tehdidine rağmen, Ankara’nın hiçbir tedbir almaması…

Gerçekten Ankara, neden “geliyorum!” diyen felâkete bigâne kaldı. Vatandaşlarının güvenliklerini sağlamakla yükümlü olan hükûmet, niçin göz göre göre silâhsız sivil gemileri haydutlukta ve korsanlıkta sâbıkalı İsrail’in insafına bıraktı?

NEDEN TEDBİR ALINMADI?

Sonra Başbakan Erdoğan’ın ta Brezilya’dan “Bu bizim dışımızda bir sivil organizasyondur, hükûmetle ilgisi yoktur” kayıtsızlığıyla paralel olarak İsrail Dışişleri sözcüsünün, “Türk Dışişleriyle temas halindeyiz, Türk hükûmeti filonun arkasında olmadığını, organize etmediğini, katılmadığını ve desteklemediğini söylüyor; bunu bilmek çok güzel” açıklamasının anlamı nedir? Bu durum, şimdi Erdoğan’ın veryansın ettiği İsrail’e pervâsızca saldırma cür’etini vermemiş midir?

Millî Savunma Bakanı, “Böyle bir müdahâleyi beklemiyorduk, kimse beklemiyordu. Çünkü her işin kuralı var. Hava sahanıza bir yabancı ülkenin savaş uçağı girse bile hemen vurulmaz, önce ne olduğu araştırılır” diyor. (Fikret Bila, Milliyet, 3.6.2010) Diyelim ki hükûmet terör devleti İsrail’in yapacağını öngörmedi, göremedi. Peki bile bile 600 insanı taşıyan Türk bayraklı sivil geminin çıkışına izin verildiğine göre en azından bir iki savaş gemisi koruma için eşlik edemez miydi? Helikopterlerle, denizaltılarla, hücumbotlarla saatlerce süren kuşatma ve tâcize karşı, saatler boyu “imdat!” çağrılarına cevap veremez miydi? Yunanistan’la her defasında it dalaşında bulunan savaş uçaklarından bir iki tanesi havalanıp İsrail gemi, uçak ve helikopterlerini uyarıp uzaklaştıramaz mıydı? Bir diğer önemli istifham, yolcu, yaralı ve cenâze sayısında yetkililerin ifâde ettiği tenâkuzlu resmî rakamlar…

Başbakan, “kayıp yok” diyor ama uçakların Türkiye’ye varmasının ardından yetkililer yolcuların ve yaralıların başka ülkelerle karışmış olabilileceğini söylüyor. Saldırıyı yaşayan gazeteciler, katledilenlerin ve yaralanan yolcuların çok daha fazla olduğunu bildiriyorlar. İHH Başkanı, “İsraillilere otuz yaralı teslim ettik, bize yirmi bir yaralı geri verdiler” diye konuşuyor. Aradaki farkın izâhı bir türlü yapılamıyor…

NİKARAGUA KADAR BİLE OLAMIYOR!

Bir başka soru işâreti ise, Başbakan’ın “one minute” çıkışından çok daha sert kınamalar yaptığı halde, anlaşma ve işbirliklerinin sürmesi. AKP iktidarının “büyük bir başarı” saydığı İsrail’in yolcuları ve yaralıları serbest bırakmasını, şehidlerin naaşlarını göndermesini yeterli bulması...

ABD dönüşü basın toplantısında, “İsrail’in gözaltına aldığı 380 kişinin tamamının serbest bırakmaması halinde İsrail’le ilişkilerin köklü bir şekilde gözden geçirileceği” restini çeken Davutoğlu’nun “sükûnet ve itidâl” telkini, bunun göstergesi…

Davutoğlu’nun, Türkiye’nin neler yapabileceğinin sorulması üzerine, “Gerek yok, amaç hâsıl oldu zâten” cevabı, AKP hükûmetinin İsrail’le en üst noktaya vardırdığı İsrail’le işbirliği anlaşmalarını iptale ve hatta askıya almaya pek yanaşmadığını ele veriyor.

Başbakan “sert mesajlar” verip medyaya ve halka karşı İsrail’e veryansın ediyor. Lâkin İsrail’le askerî, savunma sanayii ve ekonomik işbirliklerini devam ettiriliyor…

Yunanistan, Mısır ve İsveç’ten sonra bu yaz Dünya Kupasına ev sahipliği yapacak olan Güney Afrika, saldırıyı şiddetle kınadığını göstermek için İsrail’deki büyükelçisini geri çağırıyor

Nikaragua hükûmeti bile “İsrail’le tüm diplomatik ilişkilerini kestiğini” resmen ilân ediyor. Devlet Başkanı Daniel Ortega adına yapılan açıklamada, “İsrail’in uluslararası sulardaki bu faaliyetinin illegal, saldırının suç olduğu ve uluslararası hukukun ihlâli anlamına geldiği” vurgulanarak katledilenler için “yas tutma” kararı alınıyor…

Ve ne yazık ki Türkiye, Yunanistan, Mısır ve İsveç’in yaptığı gibi büyükelçisini geri çekmenin ötesinde diplomatik tepki ve yaptırım olarak bir şey yapmıyor. Nikaragua kadar bile olmuyor, olamıyor…

Peki neden?

05.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Sıcak yaz


A+ | A-

Meteoroloji, bu yaz mevsimini, son yılların sıcaklık ortalamalarının üzerinde değerlerle geçireceğimiz yönündeki tahminlerini yakın zaman önce deklare etmişti.

Tahminler doğru çıkarsa, önümüzdeki günlerde eskiye göre daha çok terleyip bunalacağız.

Hava durumu için yapılan bu tahminin benzeri, yine yaz dönemindeki siyaset iklimi için de seslendiriliyor. Birbirini izleyen, hattâ eşzamanlı olarak iç içe cereyan eden şok gelişmelerle, son derece “sıcak” bir yaz geçireceğimiz söyleniyor.

Nitekim daha yaza girmeden bunun işaretlerini görmeye başladık. Son haftalarda gerçekleşen baş döndürücü gelişmeler, sıcak yazın habercisi.

Meselâ CHP’de iki hafta içinde olup biten lider ve yönetim değişikliği. Tam bir operasyon.

Ve aynı günlerde terör saldırılarında ve şehit cenazelerinde yaşanan düşündürücü tırmanış.

Ard arda gelen şehit haberleri, alışılmışın tersine, başka şok gelişmelerin gölgesinde kalsa da, neredeyse şehitsiz günün geçmediği bir sürece girilmiş olması, bu durumu hızla değiştirebilir.

Ki, özellikle İskenderun’daki deniz üssüne yapılan ve 6 şehit verdiğimiz saldırı, terörü bir kez daha devlet gündeminin ilk sırasına yerleştirdi.

Evvelâ Başbakan Vekili sıfatıyla Arınç’ın başkanlığında dar katılımlı bir toplantı yapıldı, ardından Başbakanın yönetiminde, ilgili güvenlik birimlerinin en üst düzey yetkilileri bir araya geldi.

Bu, gündemi son olağanüstü gelişmeler olsa da normalde Başbakanın ilgili bakan ve bürokratlarla yaptığı bir istişare toplantısı iken, medya öteden beri devam eden bir alışkanlıkla yine “terör zirvesi” nitelemesini kullanmayı tercih etti.

Halbuki zirve, eşit konum ve statüde bulunan kişilerin bir araya geldiği toplantılar için kullanılması gereken bir kelime. Bakalım, demokrasimiz medyanın bu alışkanlıktan vazgeçeceği günleri görme olgunluğuna ne zaman kavuşacak?

Yeni kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığının, başına getirilen İstanbul eski Valisi Güler’le ve MİT’in de yeni Müsteşarı ile temsil edildiği toplantının ağırlıklı gündemi terördeki tırmanış.

Bakalım, alınacak kararlar bu tırmanışın önüne geçip, emniyet ve asayişi sağlayabilecek mi?

Bu sorunun cevabı, terör saldırıları ve şehadet olaylarındaki artışın, açılımdaki tıkanmanın katmerlenmesi, Apo’ya atfedilen “31 Mayıs vadesi,” hızlanan TSK operasyonları, sevk-idare-tedbir kusur ve noksanları... ile ilgisi olup olmadığı konularındaki istifhamların cevaplarına da bağlı.

Ve ilâveten, bilhassa İsrail ve İran krizleri gibi dış etkenlerle ilgili gelişmelerin serencamına da.

Yeni haftaya, odağında İsrail'in Gazze’ye yardım filosuna düzenlediği kanlı baskının yer aldığı bir gerilimle girmemiz, sıcak yazın o cenahtaki önemli aktörlerinden birine işaret ediyor.

İskenderun’daki terör saldırısının gemi baskınıyla aynı gece içinde gerçekleşmesi ise, yine o adresle bağlantılı kuşkulu değerlendirmelerin yoğun şekilde gündeme gelmesine sebep oldu.

Yazı daha da ısıtacak gelişmelerin adreslerinden biri de yüksek yargı. Ve ilk işaret fişeğini anayasa paketi için yapılması öngörülen referandumun tarihini 12 Eylül olarak belirleyen Yüksek Seçim Kurulu attı. Ardından, paket için ilk görüşmeyi yapmak üzere toplanan AYM geldi.

Ergenekon eksenli gelişmeler de bu hararetli ve gergin gündemin vazgeçilmez maddeleri. Son dalgada, Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay’ın da gözaltına alınması ve bu gözaltıya Alevi çevrelerden yükselen tepkiler, yine hassas sinir uçlarına dokunan yeni risklerin habercisi gibi görünüyor.

Keza 3. Ordu Komutanı ile Erzincan Başsavcısının yargılandığı dâvâ ile ilgili olarak, bazı Yargıtay üyelerine atfedilen ses kayıtları üzerinden devam eden tartışmalar da işin bir diğer boyutu.

Velhâsıl, işaretler, her cenahta sürprizlere açık, gerilimli ve hararetli bir yaz mevsimine girdiğimizi haber veriyor. Dileğimiz, bu hararetin zaten yetersiz olan demokrasimizi daha da buharlaştırıp çoraklaştıracak sonuçlar getirmemesi.

05.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.