Osman ZENGİN |
|
Dinsizliğin belini kıran bir Risâle |
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, kendisinin de bizzat gönüllü alay kumandanı (albay) olarak iştirak ettiği bu vatanın İstiklâl Muharebesi sonrası, ilk Meclis’in açılışında geldiği Ankara’da gördüğü enteresan bir durumdan sonra yazmaya karar verdiği çok mühim bir eseridir Tabiat Risâlesi. Mukaddimeden önce yazdığı bir ihtarda bunu şöyle izah ediyor Üstad: “1338’de (1922) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah,’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!’ O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Nur'un Arabî risalesinde yazdım. Ankara'da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nâdir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları bazı risâlelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor.” Süfyânî dessasların yapmaya başladığı ve ileride de yapacağını hissettiği dinsizliklerine karşı çıkarak ve onların o alçakça inkâr kokan fikirlerini darmadağın ettiği bir eserdir Tabiat Risâlesi. 70’li yılların hemen başındaydı. Ahmed Özdemir, Lütfü Taşçı gibi kardeşlerimizle beraber, Ankara Bahçelievler’deki bir dershanemizde Cumartesi öğleden sonra Ali Vapurlu’nun yaptığı derslere giderdik. O zamanlar 20 yaşın altında birer gençtik. Ali Ağabeyin sıklıkla okuduğu derslerden biri de, Yirmi Üçüncü Lem’a olan Tabiat Risâlesi’ydi. O yıllarda komünist hareketlerin de hızla yayıldığı dönemler olduğu için, inkâr-ı uluhiyete karşı sıklıkla okunuyordu. Hatta yakınlarda Ali Ağabeyle bir araya geldiğimiz bir-iki zeminde bunu dile getirerek, “Eskiden çok okuyordun, şimdi okumuyorsun” falan demiştik. O da, “Artık dinsizliğin beli kırıldı kardeş” demişti. Bu muhaverelerimizi bir-iki yazımızda da belirtmiştik. Şimdilerde Elhamdülillah o dinsizliklerin çoğu zâil olduysa da, yine o fikriyâttakiler cemiyetimizde yok değil. Bilerek veya bilmeyerek yine hata ediyorlar. Hatta, geçtiğimiz aylarda muttalî olduğumuz bir hadise üzerine, yine yazdığımız bir yazıda dile getirmiştik bunu. Coca cola’nın çıkardığı Cappy diye bir meyve suyu var. Onun kutusunun üzerinde yazdıkları küçük bir ibare dikkatimi çekmişti, onu yazmıştık. İbare şöyleydi: “Bu üründeki meyve suyu; cömert meyve ağaçlarının, o ağaçlara kucak açan toprağın, su veren yağmurun ve onlara yaşam veren güneşin sayesinde üretildi. Doğa, ona hak ettiği saygıyı göstermenin, emek harcamanın ve onu sabırla beklemenin karşılığını bize birbirinden güzel, birbirinden olgun, birbirinden tatlı meyvelerini sunarak verdi. Cappy’nin lezzetinin kaynağı olan doğaya, sonsuz teşekkürlerimizle…” Yerinizde durabilirseniz durun, bu; buram buram şirk kokan hezeyanın karşısında. Demek ki, zayıflasa da, bu fikirde olanlar hâlâ mevcut. İşte bu fikirdekilerin hezeyanlarını yerle bir eden Tabiat Risâlesi’ni, Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Tabiat Risâlesi’ni, onun bir hadimi olan Yeni Asya gazetesi, bugün sizlere gazete ile birlikte ücretsiz veriyor. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şeâir ve takiyye |
Bir kısım hocalar, efendiler veya—sözüm ona—âlimler, “İleride hizmet edebilmek için şeâiri terk edebiliriz, gizleyebiliriz, sevmediğimiz kişileri sevdiğimizi söyleyebiliriz” görüşünde. Acaba, müçtehidler, İmam-ı Gazâlî ve Bediüzzaman bu meselelere nasıl bakıyor? Şeâiri, yani farzları, hükümleri, sembolleri yerine getirmek, ihya etmek bizatihî emirdir ve hizmettir. Hizmet edebilmek için—edebileceği şüphelidir, zira ya ömrü yetmez, ya gücü yetmez!—hazır hizmet ve farzlar terk edilmez! Bilâkis, şeâiri ilân etmek gerekir! Sahibüzzaman’ı dinleyelim: Ezan, kamet, cemaatle namaz ve Cuma namazı gibi ibadetler ile Kur’ân-ı Kerim’i yüksek sesle okumak, zikir ve evrâd gibi hususları açıktan yapmak halka duyurmak sevabına noksanlık getirmediği gibi, zekâtın açıktan verilmesi gibi, farz olan hususları açıktan yapmak dinin izzetini göstermek demektir ve açıktan ifası gizlemekten daha sevaplıdır. Hatta İmam-ı Gazali gibi “Hüccetü’l-İslâm” lâkabı ile meşhur olmuş ve her dediği dinde hüccet ve delil olarak görülmüş olan büyük bir allâme “Bazen izhâr, çok defâ ihfâdan daha ziyade efdal olur” demiştir. Çünkü aşikâr yapmakta, ya istifade eder veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefahatte muannit ise değil riya belki gizli yapmaktan çok ziyade efdal olur.1 Takıyye, yani, gizlemek, saklamak neden kaynaklanır ve mahiyeti nedir? Bediüzzaman’ı dinliyoruz: İhfa (gizleme) ve havf (korku); riyâdandır. Farzda riyâ yoktur.2 Yani, farz ibadet ve emirler açıktan ifa edilir, yerine getirilir. Bediüzzaman, iman hizmetini yaparken, bazılarının, her ne gerekçe ile olursa olsun iman hizmetini gizlemesini tasvip etmediğini şu ifadelerle ortaya koyar: Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr etmeleri ve eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri (örtmeleri), gerçi çirkindir.3 Şeair-i İslâmiyeye (İslâm esasları, hükümleri, farzlar, sembollerine) uymak ve ilân etmek esastır. Çünkü, Şer’î meselelerin bir kısmı şahıslara; bir kısım genele bakar. Umuma bakan hususlar şahsî farzlardan daha önemlidir.4 Şeâiri yerine getirmek farz-ı ayndır. Hizmet farz-ı kifayedir. Hizmet için farzlar terk edilmez. Ferâizin terkinde, yüzde doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Şeâirde tehâvün (aşağılık kompleksine kapılma), millî zaafı gösterir. Zaaf ise, düşmanı durdurmaz, cesaretlendirir.5
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman, Şuâlar, 270.; 2- Hutbe-i Şamiye, s. 131.; 3- Şuâlar, s. 429.; 4- Mektubat, s. 385.; 5- Mesnevî-i Nuriye, s. 87. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (9) |
Malatya Hadisesi (22 Kasım 1952)
Suâl: 1950'li yıllarda Demokratları sıkıntıya sokan, Demokratlarla dindarların arasını bozmaya, hatta dindarları Demokratların aleyhine sevk etmeye matuf mürettep bazı hadiselerin vukua geldiği anlaşılıyor? Bunlardan biri, geçen günkü yazınızda temas ettiğiniz—ayrıca Risâlelerde de bahsi geçen—"Ticanî meselesi"dir. Bir diğer vukuat ise, 1952 yılı sonlarında yaşanan—ve yine Risâlelerde zikri geçen—Malatya hadisesidir. Gerek fikir ve siyaset âleminde ve gerekse dinî cemaatler mâbeyninde büyük dalgalanmalara sebebiyet veren bu "Malatya hadisesi" hakkında da bilgi verir misiniz? , Cevap: Tarihçe–i Hayat ve Emirdağ Lâhikası gibi risâlelerde beş–altı yerde bahsi geçen "Malatya hadisesi", 22 Kasım 1952'de meydana geldi. Başbakan Adnan Menderes'le birlikte Malatya'ya giden Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Üzmez isimli lise talebesi tarafından tabanca ile vurularak yaralandı. 20 yaşındaki lise son sınıf talebesi Üzmez, "Allah düşmanı" dediği Yalman'ı, tam da Başbakan Menderes'in yanı başında vurdu. Yalman'a altı el ateş etti. Yalman'ın öldüğü zannedildi. Ancak, yaralı halde kurtuldu ve kısa süre sonra iyileşerek yeniden sağlığına kavuştu. Üzmez, tutuklanarak hapse konuldu. Yirmi yıl cezaya çarptırıldı. Öldürmeye teşebbüs suçundan 10 yıl hapis yattı. Çıktıktan sonra hukuk tahsilini tamamlayarak avukat oldu. Fikir ve siyaset hayatına atıldı. MHP ile MSP arasında gidip geldi. İstanbul'da bir kuyumcu dükkânındaki karşılaşmamızda, siyasetteki idealini şu sözlerle özetledi: "1960'lı yıllarda, Erbakan'ı MHP'nin başına getirtmek için vargücümle çalıştım, ancak bunda muvaffak olamadım." Gençliğinin on yılını hapiste geçiren 1931 doğumlu Üzmez, 2008'de başına gelen bir başka hadise sebebiyle, ömrünün âhirini de hapiste geçirmek bahtsızlığını yaşadı. * * * Henüz bir lise talebesi olan Hüseyin Üzmez, durduk yerde gidip cinayet işlemedi. O, başkaları tarafından bu işe sevk edildi. Gerek Üzmez'in kendisinden dinleyerek ve gerekse o tarihte yaşanan hadise hakkında bilgisi ve hatta dahli bulunan zatlardan (A. Mansur ve M. Cemal gibi) duyup öğrendiğimiz kadarıyla, hadise şu şekilde cereyan ediyor: Büyük Doğucuların Malatya grubu, Başbakan Menderes'le birlikte Malatya'ya geleceği haber alınan A. Emin Yalman'ın vurulup vurulmaması konusunu aralarında müzakere ediyor. Neticede, heyetten vurulması kararı çıkıyor. (Mansur Hoca, kendisinin aleyhte oy kullandığını söyledi.) Bu kararın infazı için de, bir tetikçiye ihtiyaç var. Sonunda, aranan tetikçi bulunuyor: Hüseyin Üzmez. Karar, Üzmez'e iletiliyor. Ancak, Yalman'ın nerede vurulmasının daha uygun olacağı ona söylenmiyor. O da gidip merasim yerindeki Başbakan Menderes'in tam da yanı başında Yalman'a şarjörü boşaltıyor. Yalman, yaralı halde kurtuluyor. Hatta, bir müddet sonra gidip tetikçisiyle hapiste bir görüşmede bulunuyor. Vatan gazetesinin kupüründe de görüldüğü gibi, Üzmez, bu hadisede kullanıldığını ve bu yaptığından dolayı da pişman olduğunu ifade ediyor.
Tutuklamalar başlıyor
Yalman sûikastı hadisesi, ülke genelinde şok etkisi meydana getirdi. Hadiseyi bahane eden ve bu fırsatı ganimet bilen derin odaklar, devletin refleksini dindarların aleyhinde harekete geçirdi. Cevat Rıfat, Necip Fazıl ile Osman Yüksel'in de aralarında bulunduğu Milliyetçiler Derneği, İslâm Demokrat Partisi ve Büyük Doğu Cemiyetinin ileri gelenlerinden 30–40 kişi tutuklanarak cezaevine gönderildi. Bununla da yetinmeyen gizli din düşmanları, emniyet ve adliyenin kuvvetini bu kez Risâle–i Nur ve Nur Talebelerinin aleyhinde de istimal etmeye yeltendi. 20–25 merkezde operasyon yapıldı. Dâvâlar açıldı, bazı kimseler tutuklandı. Bütün bu operasyonlarla yapılmak istenen şuydu: Mısır ve Suriye gibi yerlerde radikal İslâmcıların faaliyetini bahane ederek dinî inkişâfı baltalayan şer odakları benzer bir tatbikatı Türkiye'de de sergilemek istediler. Ticanî meselesi gibi, Malatya hadisesini de bu maksatla kullanmaya yeltendiler. Ancak, gayelerinde muvaffak olamadılar, hedeflerine varamadılar. Çünkü, meydanda "müsbet hareket" dersini telkin ile dindar kitleleri itidâle sevk eden Risâle–i Nur vardı. Şer güçlerin plânları, bu sâyede akim kaldı.
Lâhikalarda bir gezinti
Bu vesile ile, Malatya hadisesinin zikredildiği muhtelif lâhika mektuplarından kısa bir derleme takdim edelim...
Emirdağ Lâhikası, sayfa 401: Halbuki bu otuz sene zarfında beş mahkeme aynı kitaplara beraat vermişler. Hem Malatya meselesi münasebetiyle yirmi mahkeme de alâkadar olmuştular. O yirmi mahkeme "Bir suç bulamıyoruz" demişler. Emirdağ Lâhikası, sayfa 425: Medar–ı ibret ve hayret ve şükrandır ki: ...Adliyeler, beşi kat’î beraat ve umum kitapları suç yok diye iadeye karar vermeleri ve geçen Malatya hadisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar–ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde, yirmi üç mahkeme demişler ki: "Suç bulamıyoruz." Emirdağ Lâhikası, sayfa 373: (Hulûsi Beyin mektubundan) Aziz ve mübarek müşfik Üstadım. ...Malatya seyahatimde oradaki ...Büyük Doğucuların bu fakiri kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine, "Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül müdür?" diye sordum. "Evet" dedikleri için.... Emirdağ Lâhikası, sayfa 321: Kat’î haberlere göre Afyon Mahkemesi "Nurun altı yüz bin fedakâr talebesi var" demesine binaen, Malatya hadisesi bahanesiyle, hiç olmazsa Nur Talebelerinden altı yüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek plânı varken.... Tarihçe–i Hayat, sayfa 577: Üstad Bediüzzaman, İstanbul’daki muhâkemesinin berâetle neticelenmesini müteâkip Emirdağ’a geldi. Bu sıralarda Malatya hâdisesi vukua geliyor, dindarlar aleyhinde bir sürü yalan, iftirâ, tezvir propagandası başlıyor. Tarihçe–i Hayat, sayfa 586: Afyon Mahkemesi tarafından kitaplar serbest bırakılmadan, Malatya hâdisesi münâsebetiyle bâzı vilâyet ve kasabalarda taharrîler yapıldı, mahkemeler açıldı. Ezcümle, Mersin’de, Rize’de, Diyarbakır’da Nurlar ve Nurcular aleyhine dâvâ açıldı. Neticede mahkemeler berâet verdi.
(Devamı var) 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Buz gibi sular ne güzel çağlar |
Su, bu! Hayatlar ona muhtaç. Cenâb-ı Hak suları, rahmetiyle inzâl etmiş dünyaya. Kimi deniz, kimi nehir, kimi çay; kimisi de, yükseklerden enginlere dökülürken hâl diliyle söyler “Hay!”. Su, bu! Kaynağından ayrılınca kabına sığmaz oluyor. Coşuyor, koşuyor, taşıyor; yatağına sığmıyor. Taşlara çarparak paramparça oluşuna bakmadan. Onun için o durum, hürriyet yelpazesi. Sessiz, sakin akar iken kimse farkında değil. Hareket başlayınca, damlalar çağlayınca, yani şelâleye dönüşünce hemen gözler görüyor, hem gönüller seziyor, süzüyor; beyne kadar sızıyor. O çırpınış, o çarpılış, o savruluş zerre zerre haz veriyor insana. Zâten, hayat da bir hareket, bir faaliyet değil mi? Sular gibi, durgunlaşan insanda duran, durdurulan hareket ıztıraba dönmez mi, heyecanı sönmez mi? Bediüzzaman: “Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider”1 demiyor mu? Yani, durdurulan faaliyet istirahat adında da olsa, işkenceye dönüşür. Çünkü, lâtifeler işlerini paydos etmiş durumda. Bedenle barışık değil. Hayattaki hareket onda yer almayınca, o andaki görüntü, mevte benzer âdeta. Suyu şelâle yapan, yüksekten dökülüşü. Taşların aşkettiği birkaç sille ne olur? Neticede, kanatlar açılıyor, etrafa saçılıyor gönlünce; mutluluğa uçuyor. Mavinin her tonuyla kucaklaşmış, baksana! Çevresinde yeşil renkten dantela; mest edici manzara! Kuşların cıvıltısı, suların şırıltısı, bir ilâhî senfoni. Ressamların tahayyülü bunu ihata etmez. Kana kana, doya doya bunu ruhun massetmesi bir mutluluk hâlesi. Evet… Yapay bir şelâleden gönle akan duygular… İster yapay, ister gerçek fark etmez. Gözde gezen enteresan kareler. Kimi büyük, kimi küçük; farkı bu. Asıl madde su olunca, mânâ maksadı bulunca, küçükler, gözlerde büyük olur. Netice: Fark etmek lâzım, güzel olan şeyleri. Onlarla hemhâl, onlarla yâren, onlara hayran olmak ne güzel. Mahlûkatın, mevcudatın kısacası, zerratın tesbihini fark etmek; hayatını mutluluğa gark etmek, Allah’ın bir ikramı. Su, bu! Dağlarda depolanmış billur gibi, buz gibi. Bedenin hararetine, beşerin tabâbetine en faydalı bir nimet; en şifalı bir ilâç. Risâle-i Nur’da: “Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir”2 deniyor. Rahman’ın takdiri bu! Kasd etmiş, halk etmiş; ihsan etmiş Rabbimiz. Hayatların hepsine “âb-ı hayat” eylemiş. Şelâle, çağlayarak müsebbihtir Rabbine. Dilinin döndüğünce…
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Lem’alar, 16. 2- Said Nursî, Sözler, 613. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Muhtelif konular |
Bulgaristan/Veliko Tarnova şehrinden Aras Uzunov: “İnsanı ile, kültürü ile tarihi ile.... Aslında her yanı, her şeyi ile mükemmel olan Türkiye’den dün Bulgaristan’a, Veliko Tarnovo’ya Allah’ın izniyle kitaplar ulaştı! Bizleri düşündüğünüz için ne kadar duygulandığımızı sizlere anlatmam çok zor! İşte İslâm’ın güzelliği bütün Müslüman cemaatin bütünleşmesindedir! Allah Yeni Asya’da çalışan ve emeği geçen herkesten razı olsun! Allah Türkiye’yi ve Türk insanını her konuda başarılı kılsın ve başımızdan hiçbir zaman eksik etmesin! Biz kitaplarınıza doyamayız. Bize kitap göndermek isteyenlere adresimi yeniden hatırlatayım. Adresim: Bulgaria, gr. Veliko Tarnovo, ul. Chernorizec Hrabar 54 Aras Uzunov. (E-mailim: [email protected]) Bulgaristan’dan selâmlar.”
Bulgaristan’dan Aras Uzunov’a kitap gönderen okuyucularıma teşekkür ediyorum. İlgilenenler için yukarıda adres mevcuttur. Allah razı olsun. *** İstanbul’dan Taner Kara: “Babaannem bana bir muska yaptırmıştı, kısmet ve iş bulabileyim diye. Açıkçası muska olayına pek inanmam, ibadetimi yapan bir gencim. Takarken duâ ederek Allah’ım her şey sendendir bununla olacak her türlü günah ve şirkten sana sığınırım diye duâ ederek taktım. Bir süre sonra içime sinmedi ve çıkardım bir daha takmadım, tekrar tövbe ettim. Şu anki durumum nedir acaba? Açıkçası korkuyorum, Allah affetmeyip şirk kabul ederse, sonum cehennemlik olacak diye. En doğrusunu Allah bilmekle beraber beni bu konuda aydınlatırsanız sevinirim.” Tevhid ehline yakışan iş, her işinde doğrudan Allah’a güvenmek, doğrudan Allah’a duâ etmek ve doğrudan Allah’tan yardım istemektir. Tevhid ehlinin bu yolu, içinde doğru şeyler yazıyor da olsa, muska yazdırıp boynuna asmaktan çok daha etkilidir. Çünkü muska yazma ve asma işinde, işi tamamen muskaya bağlamak ve neticeyi muskadan bilmek gibi tevhid inancı açısından bir tehlike de söz konusudur ki, işin gerçekleşse ve kısmetin açılsa bile bu tehlike insana mânevî yönden sıkıntı verir. Öte yandan, tesiri Allah’tan bilmek şartı ve niyetiyle, içinde doğru şeyler yazdığından emin olunan muska boyna asılabilir. Bunda da bir sakınca yoktur. Lâkin sizin, “Tevhid inancıma zarar gelir mi?” gibi bir endişeyle muskayı çıkarıp doğrudan Allah’a yönelmiş olmanız da, inşâallah Allah katında makbuldür. Bu hareketinizle Allah’ın rahmetini, mağfiretini ve inayetini inşâallah üzerinize celp etmiş olmanızı umuyorum. Muska takmış veya takmamış fark etmez, “doğrudan Allah’a yönelen” için inşâallah ahirette sıkıntı yoktur. *** Rüveyda Alkor: “Fıkıhta nesep konusunda anlayamadığım bir husus var. Bir insan kendi annesini inkâr eder, ‘Beni doğuran kadın bu değil, gerçekte beni doğuran kadın başka birisi’ derse (o kadının aslında annesi olduğunu bildiği halde yalan söyleyerek veya gerçekten o kadının annesi olmadığına inanarak yapsa bu ikrarı) artık o insanın kendi annesiyle olan nesep bağı ortadan kalkar mı? Artık annesinin evlâdı sayılmaz mı? Aynı şekilde babası için ‘Bu adam benim babam değil’ derse babasıyla olan nesep bağı bitmiş mi olur? Artık o adamın evlâdı sayılmaz mı dinimize göre?”
Anne ve babaya neseben bağlı olmak bir inanç meselesi değil, biyolojik bir vakıâdır. Bunu inkâr etmekle kişi sadece günah işlemiş olur, ya da nihayet boş konuşmuş olur. Ama annesine veya babasına olan intisabına zarar vermiş olmaz. Gerçek annesi veya babası bilinmiyorsa, gerçekçi biçimde, mesela DNA gibi testlerle araştırılır ve ortaya çıkarılır. Ortaya çıkınca da, anne ve babanın veya evlâdın kusuru ne olursa olsun, gerek anne ve baba, gerekse çocuklar kusur araştırmasına gitmeden birbirlerini affetmeli ve bir şekilde kopmuş olan rahmet bağını yeniden kurmalıdırlar. *** Haluk Dindar: “Ben zekâtımı öz kardeşime verebilir miyim? Kendisi öğrenci. Bu konuda beni bilgilendirmenizi rica ederim.”
Evet; zekâtınızı öz kardeşinize verebilirsiniz. Bunda hiçbir sakınca olmamakla beraber; daha makbule geçer. Kardeşlik, sıla-ı rahm ve akraba sevabı da alırsınız. Allah kabul etsin. Âmin. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Zırva tevil götürmez! |
Siyasette körü körüne tarafgirlik öyle bir hastalıktır ki, her olayı her vakıayı tevil yoluna giderek yine de kendinizi haklı çıkarmaya çalışırsınız. Bu hem inattır, hem de bir nevî geçici körlük durumudur. Ancak siyasette ilke ve düsturlara dayanarak, durduğu çizgiyi asla değiştirmeyen, şahıslara ve günlük hadiselere takılmadan, tablonun bütününe bakarak, hakikatleri görerek duruşunu muhafaza edenler bu durumdan müstesnadır. Tevil, kör tarafgirler elindeki bir silâhtır. Ancak bu silâhın namlusu zahiren karşı cenahlara doğrultulmuş gibi görünse de, esasında en nihayetinde körlüğünün farkında olmadan etrafa ateş eden kör tarafgirin bizzat kendisine doğrulmuştur. Zira bu tavrından ve duruşundan netice itibariyle zarar görecek olan tarafgir kişinin ta kendisidir. Siyaset gibi aldatıcı ve hileli oyunların döndüğü bir zeminde günlük hadiselere, sözlere ve yüzeysel bilgiye dayanan çıkarımlarla yol almak kuvvetle muhtemeldir ki, yoldan çıkmaya sebebiyet verecektir. Fitne ve fesadın kol gezdiği ve manevî tehlikelerin etrafı sarıp sarmaladığı bu gibi zamanlarda en selâmetli ve güvenli yolun “cadde-i kübra-yı Kur’âniye” olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Dolayısıyla eğer ahir zamanın bu tehlikeli ikliminde güvenle yol almak istersek, içtimaî hayatın her safhasında bu cadde-i kübra mânâsından uzaklaşmamamız gerekecektir. Bu duruş siyaset için de geçerlidir. Hatta siyaset için daha da fazla geçerlidir, zira en kaypak zemin, savrulmaların en çok yaşandığı, kopmaların zirve yaptığı ve imtihanların en çetin olduğu zeminlerden biri siyaset zeminidir. Kaybedenler, savrulanlar ve kopanların ekseriyeti siyaset zemininde cadde-i kübrayı terk etmeleri sebebiyle bu vartaya düşmüşlerdir. Dolayısıyla siyaset meselesinde karar verirken, tevile mahal bırakmayacak şekilde, düsturlara ve ilkelere dayanarak ve de cadde-i Kübra-yı Kur’ânîye’nin güvenli şeritlerinde yol almak lâzımdır. Halbuki bugün bazı kafalar, hadiseler ve geçen zaman bile kendilerinin aleyhinde cereyan etse bile, biraz inatlarından, biraz körlüklerinden biraz da tevil etme hastalığından dolayı hakikati göremiyorlar. Sözgelimi siyasetin aktörleri meydanlarda, zirvelerde, kürsülerde adeta aslan kesilerek, namus sözleri vererek, restler çekerek, bağırarak ve çağırarak gösterdikleri yiğitliklerini, esas yeri geldiğinde diplomasi cambazlığına soyunarak göstermeyince; veto edebilecekken şerh düşmekle yetinince; çözebilecekken, bedel ödememeye yanaşınca; kökten çözebilecekken sun'î gündemler ve tartışmalarla uyutmaya yeltenince; bu bazı kafalar hemen tevil yoluna giderek kendilerini haklı görmeye ve göstermeye çalışıyorlar. Ya susup görmezden geliyorlar ya da tevil ediyorlar. Yapacaktı da yapamadı, olacaktı da olamadı, edecekti de edemedi diyorlar… Söyleyecek hiçbir şey kalmayınca da, “vardır bir bildikleri” diyerek, bir bilinmezliğe havale ediyorlar… Başta da söylediğimiz gibi tevil etmek bir silâhtır. Ama namlusu bizzat bu kör tevili gerçekleştirenlere yönelmiştir. Hadiseler ve zaman ise en büyük müfessirdir. Gün gelecek başka söze hacet kalmayacak. Tıpkı bugüne kadar olduğu gibi, zaman kendiliğinden, tefsirini gerçekleştirecek ve hakikati ayan beyan gösterecek. Bu hengâmda, kimileri cadde-i kübra’nın şaşmaz düsturlarına dayanarak duruşlarını belirler, kimileri ise tarafgir, geçici ve körcesine bir inatla tevil yoluna gider… Ama hiç değişmeyecek bir hakikat var ki; o da: “Zırva tevil götürmez…” 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Taşlar yerine oturursa... |
Dünyada yerine oturmayan o kadar çok taş var ki, böyle devam ederse kıyametin kopmasını çabuklaştıracak, taş taş üstünde bırakmayacak ve eğer yerli yerine oturursa kıyamet vaktini izn-i İlâhî ile erteletecek kadar çok.. Herşeyden önce de İslâmiyetin doğru zeminini bulması, imanın kemale ermesi, iman ve İslâm alanında taşların yerli yerine oturması lâzım. Bu da ancak Resûlullah’ın saadet asrına mânen ve imânen rücû etmekle olur. Fuzulî’nin,—Resulullah aşkına—"başını taştan taşa vurup gezen avare su“yu gibi, hakikat avare olmuş, başını taştan taşa vurup dolanıyor. Kıt’alar dolaşıyor. “Taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş bu asırda" Bediüzzaman’a verilen hakikat ilmi... Evet, Resûl-i Ekrem Efendimizle manevî murakabesi ve talebiyle kendisine verilen hakikat ilmi, Kur’ân ilmi bugün risâle risâle dünyayı dolaşıyor, kıt’alar aşıyor. Hakikatı âleme ulaştırma yarışında büyük bir mevki kazanan gazetemiz, "milyonların imanını kurtaran eser" ünvanıyla Tabiat Risâlesi’ni âlemin aklına ve vicdanına havale ediyor. Bir yandan da bu eserin yedi milyara ulaştırılması gayretleri sürüyor. Bu büyük bir gaye, büyük bir dua. Cenâb-ı Hak bu duamızı kabul eylesin. Hem zaten, "Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risâle-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir." Bize düşen, dua, gayret ve hizmet olmalı.. Muhabbetle ve şevkle.. ««« Kâinatta herşey kendi rayında, kendi yörüngesinde ve kendi istikametinde seyrederken, herşey şevk ve cezbe içinde kendi vazifesini yaparken, şu insanoğluna ve insanlık âlemine bakınız ki, sonsuz kudrete başkaldırırcasına, isyan bayrağını çekercesine imanın ve aklın aksine alabildiğine ters istikametinde bir düşüş ve bir kudurmuşluk var.. Halen insanoğlu dünyadan ve hayattan nasibini alabiliyorsa, halen havayı solukluyor, hayatı tadabiliyorsa ve halen Rahman’ın iltifatına mazhar olabiliyorsa, muhakkak ki bu Kur’ân hürmetinedir, Kâbe hürmetinedir. İman ve Kur’ân yolunda seferber olanlar, hizmet ve ibadet istikametinde gecesini gündüzüne katanlar hürmetinedir. Bunun az buçuk farkında olanlar, bunu yüreklerinde hissedenler, hangi dinden olursa olsun, hangi inancı taşırsa taşısın, İslâma ve Kur’ân’a saygılıdır. Kendi ülkesindeki, kendi yanındaki Müslümana hoşgörülüdür. Bozuk olmayan, tefessüh etmeyen Avrupalı da böyledir. Ezan sesine itiraz etmez, camilere kızmaz, Müslümana yan bakmaz. Rast geldiği yerde onların ibadetlerine imrenir, namaz kılışlarını hayranlıkla seyreder, Kur’ân sesine kulak verir. ««« Türkiye’de ve dünyada bir alan vardır ki, orada taşların yerli yerine oturması bir yana, neredeyse taş kalmamıştır, sağlam zemin kalmamıştır. Bataklık olmuştur. Bu alan da, hiç şüphesiz yalancılık üzerine müesses olan siyaset alanıdır. Taşları yerli yerine oturtmak için dünyayı dolaşan "hakikat suyu" bu alanda kendisine akacak mecra bulmakta zorlanıyor. Her yerinden kalkan, bilip bilmeden hakikatı bu alana tatbike yelteniyor ve her defasında yanılıyor, ne garip ki yanıldığını da itiraf edemiyor. Hakikatı bu alana tatbik etmek, her meseleye Kur’ân nuruyla bakan Bediüzzaman’ın kârıdır ki, şöyle diyor: “Kafile-i beşer bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi. Mülevves (pis) ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor.” (Mektubat) “Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi (siyasetten) men ediyor. Çünkü bir gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî alet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-ı imaniyye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktadır.” Evet, yukarda geçen "Hatta dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî alet hükmüne getiriyor" durumundan talebelerini kurtarmak için, 1950’den sonra Bediüzzaman, siyasette "muktesit meslek" olan "ehven-i şer" tercihine işaret buyurdu ki, o hâlâ geçerlidir ve her zaman geçerli olacaktır. ««« Bakınız İngiliz The Times gazetesi şu enteresan görüşe yer verdi: "Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu ılımlı İslâmcı hükümet ile ordu arasındaki mevcut mücadele bir darbeyi provoke ederse veya siyasî ya da dinî şiddeti kışkırtırsa eğer, Batı için, bölgesel istikrar için ve bu yükselen ekonomik gücün umutları için oluşturacak kayıplar, hesap edilemez." Bak sen şu İngiliz desisesine. Provoke tehlikesine dikkati çekerken, kendisi provoke ediyor, hükümete "ılımlı İslâmcı" damgasını vurmakla.. Anlaşılan odur ki, bilhassa siyaset alanında taşların yerli yerine oturması için, bilhassa Nur Talebelerine büyük vazifeler düşüyor. Herşey silbaştan... 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Risâle-i Nur Gençlik Şöleni notları |
Geçtiğimiz hafta Pazar günü Ankara’daydık. Programda yer alma davetini aldığımız günden beri genç kardeşlerimizle bir arada bulunacak olmanın tatlı bir heyecanı içinde idik. İstanbul’dan sabah namazının ardından otobüsle yola çıktığımız genç kardeşlerimiz ve ağabeylerimizle beraber öğlen saatlerinde ulaştık başşehre. Yıllar sonra tekrar aynı salonda program yapacaktık. Kulise geçtim. Bizbize Musıkî Topluluğu’nun değerli san'atçıları kanunî Bahri Güngördü, bestekâr ve udi Mehmet Emin Altıntop Ağabeylerimiz ve ritm sazda Cem Murat Dişçi ve neyzen İsmail Hakkı Okur dostlarımızla birlikte sıra bize gelene kadar provalarımızı yaptık. Genç kardeşlerimiz salonda hoş dakikalar geçirirken biz de az sonra seslendireceğimiz eserleri çalışmanın güzelliğini yaşıyorduk. Nihayet sıra bize geldi ve sahneye dâvet edildik. Evet 4 bin kişilik salon tamamen dolmuştu. Programa, besteleri Mehmet Emin Altıntop tarafından yapılan eserlerle başladık. Önce Risâle-i Nur’da ismi ve şiirleri geçen Niyazi Mısrî’nin “Günde bir taşı binayı ömrümün düştü yere” ilâhisi ile başladık. Ardından Hasan Feyzi Ağabeyin “Güzel oku her zerrede coşkun birer mânâ var” ve Mustafa Özsoy’un “Feyzin kalbimize doldu Üstadım” şiirlerinin ilâhilerini, Üstad Hazretlerinin yazdığı Yıldıznâme’yi ve son olarak da hiç eskimeyen “Annem beni yetiştirdi bu hizmete yolladı” diye başlayan marşı söyledik. Bize ayrılan zaman dolunca programımızı da sonlandırdık. Sahnede kaldığımız süre boyunca salondaki genç kardeşlerimizin coşkusuna ortak olduk. Keşke sahnede daha fazla kalabilseydik. Daha söylenecek çok güzel eserler vardı. İnşallah o da bir başka şölene artık. Gerçekten iyi düşünülmüş, iyi organize edilmiş bir şölendi bu. Bir defa gençlerin, merkezinde bulunduğu bir şölen fikri başlı başına orijinal bir fikir. Şöleni oluşturan alt başlıklar da iyi tesbit edilmişti: Kısa film yarışması, karikatür yarışmaları, ihtida öyküleri, sinevizyon ve şiir okumaları. Asıl önemlisi ise tamamı gençlerden oluşan çalışma masası gruplarının hazırladığı bildirinin teşkili idi bence. Organizasyonda aldıkları görevleri tam bir profesyonellikle ve samimiyetle yerine getiren özellikle “kırmızı kravatlı” gençler grubunu tebrik etmek isterim. Dikkat çekmek istediğim bir iki hususu daha paylaşmak isterim: Salon kalabalık ve hava da biraz sıcak olunca salonda havalandırmanın eksikliği hissedilir oldu. Bu da zaman zaman programda dikkatin dağılması veya dışarıya çıkıp oradan izleme düşüncesini getirdi. Bir de Gençlik Şöleninde gençlerin sahnede daha çok yer alması iyi olurdu. Keşke daha çok genç kardeşimiz şiir okusa, müzik yapsa, tiyatro veya skeç sergileseydi, diyorum.
Kalbiniz ziyarete açık mı?..
‘ZEJD Soto (Zeyd Şoto diye okunuyor) bir Boşnak sanatçı. Ama onu farklı kılan ve yazımıza konu eden özelliği sadece sesinin güzelliği değil elbette. Halis bir niyetle, Cenâb-ı Allah’a (c.c), Hz. Peygamber’e (asm) duyduğu muhabbeti ve aşkı aynı zamanda. İşte bu aşkdır ki Zeyd’e ilham verip şiirlerine hece, müziğine nağme olmuş ve bir albümde cisimleşmiş. Peki Zejd Soto kimdir? Zeyd, Bosna Hersek’te 1979’da doğmuş. Küçük yaşlardan beri ilgi duyduğu müzik ona başka bir âlemin kapılarını açmış. Türkiye’nin de arasında yer aldığı bazı ülkelerde konserler vermiş. Sami Yusuf, Yusuf İslâm, Nativee Deen gibi müzisyenlerle çalışmalar yapmış. Zeyd, yeni bir albümü ile Türkiye’deki müzikseverlerle buluştu şimdi. Albümün adını “Kalbe Ziyaret” koymuş. Bunun nedenini ise şöyle açıklıyor: “... En büyük ilhamım Yüce Allah’a Peygamberimize (asm) ve insanlara karşı beslediğim sevgim ve aşk olmuştur. Allah’ın varlığına şehadet etmemizin ana şartlarından birisi de aşktır. Bundan dolayı da albümüme ‘Kalbe Ziyaret’ ismini verdim. En güzel ziyaret, kalbe ziyarettir.” Albümde ikisi Türkçe, ikisi Arapça, üçü İngilizce ve dördü de Boşnakça olmak üzere toplam 11 eser yer alıyor. Özellikle böyle çok dilli, hareketli, ritmik müzikten hoşlanan gençlerin beğeneceğini düşündüğüm bir albüm. Moral Prodüksiyon’un yapımcılığını üstlendiği bu albümü müzik marketlerde bulabilirsiniz. 0(212) 551 32 25 20.05.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ahmet DURSUN |
|
Fakir ve onurlu efsane: Bursaspor |
Şaibeli lig tartışmaları arasında Bursaspor bütün ezberleri bozarak Süper Lig şampiyonluğuna ulaştı ve adını efsaneler arasına yazdırmayı başardı. Bursaspor’un bu başarısı, alelâde sportif bir başarının ötesinde büyük anlamlar içermektedir. Bu yazıyı kaleme aldığım dakikalarda Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım basın toplantısı düzenlemekteydi. Bu toplantının ilk dakikalarında Türkiye’nin yerleşik kurumlarının müzmin bir hastalığı kendini gösteriverdi. Başarısızlığın sebeplerini başkalarının üzerine yıkarak temize çıkma çabası, başkalarına saldırarak kendini haklı gösterme alışkanlığı dürüstlük ve adamlık ilkeleriyle bağdaşmayan iptidaî bir hastalıktır. İki yıl önce Beşiktaş’tan haksız bir şekilde uzaklaştırılan Ertuğrul Sağlam’ın Türk futbol tarihine attığı yeni imza çok büyük ve anlamlı oldu. Ertuğrul Sağlam ve ekibi, Türk futbolunda hegemonya haline gelen, milyar dolarlarla ifade edilmeye başlanan bir pastanın tamamına hakim olmak isteyen acımasız ve ahlâksız statükonun tekerine çomak soktu. Bursaspor, çoktandır bu düzene isyan edenlerin dualarına basit ve mütevazi kadrosuyla cevap verdi. Toplam değeri Daum’un bir yıllık geliriyle eşdeğer olan Bursaspor, inancın, takım ruhuyla eşleşen doğru bir yönetimin nasıl büyük bir zafer doğurabileceğinin simgesi oldu. Anadolu’yu sarmalayan zincirleri kırarak yeni zaferlerin yolunu gösterdi. Avrupa’nın en fakir şampiyonu olarak tarihe geçen Bursaspor, bugünlerde inanç ve azmin diğer adresidir. Bursaspor’un bu başarısı, şımarık İstanbul elitlerinin suratlarının tam ortasına inen bir Osmanlı tokadı oldu. Takım nasıl yönetilirmiş, futbolcu nasıl seçilirmiş, adam nasıl olunurmuş; burnundan kıl aldırmayan kelli felli futbol baronları bu tokattan insafları varsa çok şeyler öğreneceklerdir. 2000’li yılların başında futbolcusu Ertuğrul Sağlam’ı muhafazakâr kimliği yüzünden takımdan uzaklaştıran Beşiktaş, iki yıl önce de teknik direktör olarak Beşiktaş’ın başına getirdiği Sağlam’ı, onursuz bir tavırla takımdan uzaklaştırmıştı. Bu sezon, yedek kulübesine mahkûm olan Tabata ve İsmail Köybaşı’ya toplam 13 milyon Euro veren, har vurup harman savurduğu paralarla yüz trilyondan fazla borç yapan Beşiktaş, hak ettiği şekilde acıların takımı olmaktan kurtulamadı. Sezona Aziz Yıldırım’ın verdiği üç yıl üst üste şampiyonluk sözüyle başlayan Fenerbahçe, dâhi diye takımın başına getirilen Daum ve milyonlarca Euro para kazanan ruhsuz futbolcularıyla hüsrana uğramaktan kurtulamadı. Dünyaca ünlü bir teknik adam ve yine dünyaca ünlü yabancı transferlerle Türkiye’nin Barcelona’sı olma iddiasıyla lige başlayan Galatasaray da hüsran gözyaşlarına boğulmaktan kurtulamadı. Son yıllarda belirgin bir şekilde gözüken ve üç büyüklerin ortak karakteri haline gelen olgu her şeyi özetler niteliktedir: Kazanmak adına her türlü çirkefliği mübah gören, kazanma yolunda bariz ahlâksızlıklara ve yanlışlara bile sahip çıkan anlayış, üç büyüklerin vicdanlarda küçülmesine ve nefret kazanmasına yol açtı. Spor dışı alanlarda sürdürülen haksız ve çirkin mücadeleler bir anlamda Bursaspor’a yaradı. Bursaspor, düzgün karakterli hocaları ile onların kirli oyunları arasından sıyrılarak şampiyon oldu. Beşiktaşlı Ahmet Dursun olarak “helâl olsun” diyorum ve bu şampiyonluğa seviniyorum. Anadolu’nun yıllardan beri “Ben de varım,” “Ben de bu yarışta en az sizin kadar değerliyim” feryadı ve bu feryadı doğuran dinamizmi Şükrü Saracoğlu stadını yaktı. Her alanda olduğu gibi ahlâk ve adalet futbolda da hakim olmazsa, bu yangın büyüyerek futbol baronlarının diğer mabedlerine de sıçrayacak, onların pişkin başlarını yakacaktır. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Nutuklarla kalınmamalı… |
Bir “Gençlik ve Spor Bayramı” daha bol nutuklarla, danslı gösterilerle ve eğlence programlarıyla geçti. Oysa Türkiye’de gençlerin ve çocukların büyük bir vartanın içinde olduğu resmî rakamlarla ortaya konuluyor… Ahlâkî aşınmayla son yıllarda toplumda artan saldırganlık, şiddet ve cinâyet, vâhim boyutlara ulaşmış. Milletin inancına, kültürüne, mâneviyatına bütün bütün aykırı olaylar olmakta. Âdeta bir “toplumsal cinnet” hali yaşanmakta. Evlâdın ebeveyni ve ebeveynin evlâdı katlettiği görülmemiş vahşetler işlenmekte… Eğitimciler, gençliğin geleceğinin sigara, içki, uyuşturucu ve şiddet batağına battığını uyarıyor. İlköğretim okullarının duvarlarına dayanan uyuşturucu, alkol ve keyif verici kötü madde bağımlılığı, gençleri ve çocukları her an patlamaya hazır bir dinamit haline getiriyor. Millî Eğitim Bakanlığı’nın okullardaki “vak'a analiz formu” aracılığıyla tutulan istatistiklere göre okullarda ateşli, kesici, delici aletlerle silâhla yaralamalar olmakta. Suçların başında zorbalık, okula silâh/kesici, delici alet getirme, hırsızlık, gasp, çalma, tâciz, yaralama, şantaj ve tehdit suçları gelmekte. Alkol, uyuşturucu ve kötü madde kullanımı yaşının ilköğretim okullarında ilkokul seviyesine kadar inmesi, eğitimimizde ciddî şekilde kırmızı alarm vermekte. Meclis’ten Emniyete, sendikalardan sivil toplum kuruluşlarına kadar birçok kurumun yaptığı anket ve araştırmalarda, “zararlı alışkanlıklar” ve “suç oranları” raporlarında Türkiye’de gençlerin ve çocukların hiçbir dönemde benzerine rastlanmayan bir biçimde arttığını belgeliyor. Orta öğretimde tinerci bir kuşağın türediği, buna karşı mücadele yapılmadığı takdirde nesillerin kaybedileceği ikazı yapılıyor…
TOPLUMSAL CİNNET… Özetle mânevî terbiye eksikliği özellikle gençlere ve çocuklara “popüler kültür” perdesinde sürekli şiddet, sefâhet, eğlence kültürü enjekte edilmekte; ümitlerini sanal kumara, şans ve talih oyunlarına, toto ve lotoya bağlayan bir “ipod gençliği” türetilmekte… Asâyişsizlik had safhaya varmış. İşsizlik ve yoksullukla paralel olarak toplum potansiyel suçlara adeta itiliyor. Gasp, kapkaç, hırsızlık, soygun olaylarında patlamalar oluyor. Cemiyet ciddî bir bunalımın içinde… Adalet Bakanlığı istatistikleri, çocuklarda ve gençlerde suç oranı artışının, tutuklu ve hükümlü sayısındaki artışın, cezaevlerinde yetersizliğe yol açtığını açıkça bildiriyor. Hapishanelerin ağzına kadar dolu olduğu ve hatta polisin cezaevlerinde ve tutukevlerinde yer olmayışından kimi olayların üzerine gitmeyip suçluları ve arananları yakalamadığı iddia ediliyor. Yapılan araştırmalarda, çocuklar tarafından işlenen suçların yüzde 100 arttığı ve âcilen tedbir alınması gerektiği uyarısı yapılıyor… Hatırlanacağı üzere Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz yıl İstanbul’da yol kenarında sarhoş ve serkeşçe eğlenen gençlerin halinden şikâyetçi olmuş; gençliğin gidişatından yakınmıştı. Keza gençleri kabulde yaptığı konuşmada, “Uyuşturucu... Kuru, sulu. Bu noktada yapılan anketlerde gençlik arasında ciddî bir yaygınlaşma var. Gençlerimizi uyuşturucu müptelâsı olmaktan kurtarmamız lâzım” diye gençliği tehdit eden tehlikeyi açıkça ikrar etmişti. “Eğer biz uyuşturucu müptelâsı bir gençlik noktasında sorumluluğumuzu idrak edemezsek, buna karşı tedbirlerimizi alamazsak, gençliğimizin geleceğini yok etmiş oluruz” demişti. Ne var ki sekiz yıldır başta olan siyasî iktidar sadece “yakınmak”la kalıyor. Özellikle gençlerin ve çocukların ıslâhı ve mânevî terbiye için hiçbir ciddî tedbir alınmış değil… ÂCİL TEDBİRLER… Devlet “güvencesi”nde yapılan Millî Piyango İdaresine ve Lotoya bağlı şans ve talih oyunları, içki reklâmları, internet üzerinden kumar ve bahis oyunları, çocukların ve gençlerin zihinlerini zehirlemekte. Özellikle ahlâk bozucu müstehcenliği ve şiddeti enjekte eden yayınlar, hiçbir engelleyici müeyyideye tabi tutulmamakta. Televizyon dizilerindeki şiddet, sigara ve alkol görüntüleri, sihir ve büyü muhtevalı filmleri, reklâmlardaki uygunsuz görüntüler alabildiğine kontrolsüz devam etmekte; âile mahremiyetini tehdit etmekte, çocuklarda ve gençlerde mânevî tahribata sebebiyet vermekte. Bu denetlemeyi yapmakla yükümlü RTÜK, Devlet Denetleme Kurulu’nun tesbitiyle harcırah hesaplarıyla, yolsuzluk ve usûlsüzlük iddialarıyla meşgul; etkili bir tedbir alınmamakta… Devletin şikâyet etmek yerine bir an önce maddî tedbirleri alması; gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Ve en önemlisi, polisiye ve maddî tedbirlerin yanı sıra, mutlaka mânevî ve ahlâkî tedbirleri de alınması icâbe ediyor. Siyasî iktidara yakınmak değil, tedbir almak düşer. Gençliğin inanç ve mâneviyat temellerinin sağlamlaştırılması, ahlâkî eğitimin güçlendirilmesi; din ve ahlâk eğitim ve öğretiminin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması âcil tedbirlerin başında geliyor… İhmalinin hiçbir mâzereti olamaz… 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Başörtülüleri tesettüre dâvet |
En başta üniversiteler olmak üzere ‘kamusal alan’da uygulanan ‘başörtüsü yasağı’ beraberinde yeni tarz tesettür uygulamalarını da getirdi. Kanunsuz yasağı savunanlar, başörtüsüne ‘siyasî simge’ diyerek karşı çıkıyorlar. “Sizin anlayışınıza göre ‘simge’ olmayan, ama ‘tesettür’ü temin eden bir ‘örtü şekli’ni ortaya koyun, o uygulansın” denildiğinde de ‘sağır sultan’ olmayı tercih ediyorlar. İslâmın farz kıldığı ‘tesettür’ün ne olduğu âyet ve hadislerle 1400 yıl önce ortaya konulmuştur. Adı ve şekli ne olursa olsun, bir giyim tarzı ve bir ‘örtü’ gerçek anlamda ‘tesettür’ü temin etmiyorsa, onu savunmak mümkün değil. Dolayısı ile “Türban mı, başörtüsü mü?” gibi bir tartışma mütedeyyin insanların gündemini meşgul etmez. Tartışmalar karşısında tavrımız; “İslâmın çizdiği ölçülere uyan tarza evet, uymayana ise hayır” şeklinde net ve açık olabilmelidir. Hadisenin ‘yasakçılar’ nezdindeki yansıması bir yana, mütedeyyin insanların tartışması ve dikkat etmesi gereken noktalar da var. Son yılların hastalığı haline gelen dünyevîleşme ve ‘inançlardaki aşınma’ sebebiyle çoğu yerde ‘örtü’nün gerçek anlamda ‘tesettür’ü temin etmediği görülüyor. “Kötülükleri yaymamak için” tekrarlamaya gerek yok, ama tesettüre riâyet etmeyen ‘örtülüler’ her yerde var. Hadisenin bu noktaya gelmesinde elbette hepimizin kabahati var. Maksadımız tesettüre riayet etmeyen ‘örtülüler’i kınamak değil. Çünkü bu problem hepimizin problemi ve hepimizi yaralıyor. Çare aramak ve bulmak mevkiinde olduğumuz için ‘örtülüler’i gerçek anlamdaki ‘tesettür’e çağırmalı ve dâvet etmeliyiz. Başı örtülü bir kızımızın, kolu ve boynu açık olabilir mi? Olursa buna ‘tesettür’ denilebilir mi? Başı örtmek, her halde tesettürü ‘taçlandırmak’ anlamındadır. Bu bakımdan başörtülüleri tesettüre dâvet etmek anlamsız değil, aksine çok anlamlıdır. Çünkü onlar aynı zamanda ‘örnek’tir. Bu hallerini muhafaza edebilmeleri için ‘tam tesettür’e örnek olabilmeli ve öyle de kalabilmelidirler. Havaların ısınmasıyla birlikte alışık olunmayan ‘örtülü’lere daha çok rastlanıyor. Elbette bizi üzen sadece ‘tesettüre uymayan örtülü hâl’ler değil. Buna ilâve olarak uygun olmayan ‘hal ve tavırlar’ da söz konusu. Tekrarlayalım: Bu haller ne yazık ki evlerimize kadar sirayet etmiş durumda. Birilerini suçlamadan önce ‘kendimiz’e bakmamız gerektiğinin farkındayız ve bunu da yapmaya çalışıyoruz. En önce aile efradımızı ve camiamızı böyle yanlışlara düşmekten koruması için Allah’a duâcıyız, yalvarıyoruz. Mütedeyyin camianın, sergilenen yanlışlar karşısındaki suskunluğunu ve vurdumduymazlığını da anlamakta zorlanıyoruz. Nasıl olur ki, “Hiçbir ‘tehlike yok’muş gibi” davranılabilir? Nerede milletin imanını kurtarmak için yola çıkan cengâverler, mücahidler, âlimler, fazıllar, hocalar, hacılar, müftüler? Niçin imkân ve fırsat varken ve hastalık bünyenin her yerine sirâyet etmeden ‘müdahale’ edilmez? İnanın, geçen ‘mütedeyyin’liğiyle ün yapmış bir ilçedeki bir dâvete katılmam icap etti. Salona giderken nerede olduğumu şaşırdım... “Müslüman Türkiye”de ‘şaşırmak’ istemiyoruz. Allah’ım, bizi “sırat-i müstakîm”den ayırma. Âmin. 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
CHP iflâh olur mu? |
Şu günlerde siyaset gündeminin yine ilk sıralarında yer alan CHP Genel Sekreteri Atilla Sav’ın, hacca gitmek istediğini söyleyen 80 yaşındaki bir partiliye “Boşver, Araplara para kaptırma” diye akıl verip, “Bakarsın, Muhammed orada bırakmaz seni. Buraya göndermez” lâflarıyla devam eden diyalogu çok konuşulmuş ve yoğun tepkilere konu olmuştu. Hattâ “dinî değerlere ve Peygamberimize saygısızlık ve hakaret”ten suç duyuruları yapılmıştı. Uzunca bir süre tepkileri kaale almayan “pişkin” bir tavır sergiledikten sonra “Canım ne var bunda, espri yaptım” manevrasıyla işin içinden sıyrılmaya çalışan Sav’a o günlerde arka çıkarak destek veren kişi, CHP lideri Deniz Baykal oldu. Baykal, Kutlu Doğum açılımıyla da tamamen çelişen bu yanlış ve riskli tercihinin bedelini, siyasî hayatının en sıkıntılı günlerini yaşadığı şu dönemde Sav’dan yediği sürpriz darbeyle ödedi. Sav, “53 yıldır beraberiz” dediği Baykal’la siyasetteki yollarının artık ayrıldığını ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığına destek verdiğini deklare etti. Bu manevra, bazı Baykalcı MYK üyelerinin, Sav’ı komploculuk, hattâ CIA ajanlığı ile suçlamalarına yol açtı. Düne kadar birlikte çalıştığı başkan yardımcılarından biri de Sav için “Kemal Beyi kullandı, bu bir ihanet tuzağıdır” dedi. Kaset skandalı ile akabinde ortaya çıkan durumu Baykal cephesinin “Amerikan operasyonu” diye yorumladığı söyleniyor. Ve görüntüleri ilk yayınlayan sitenin bir İsrail şirketine ait olduğu haberleri, bu yoruma başka bir boyut katıyor. Böyle bir operasyonda, CHP’deki katı Kemalist damarın en önemli temsilcilerinden birinin başrol oyunculuğunu üstlenmesi ilginç değil mi? İşin bir diğer boyutu, yıllar yılı CHP yönetiminde yapılanıp “politbüro” olarak anılan ekibe gerek parti içinden, gerekse kamuoyundan gelen tepkilere göğüs gerdiği için yoğun eleştirilere hedef olan ve yıpranan Baykal’ın, bu süreçte evvelâ o ekiptekilerin önde gelenleri tarafından terk edilmiş olmasındaki ibretli kader tecellîsi. Şimdi “Arkadan hançerlendik” diyen Baykal ve çevresi, “ihanet”in derin şokunu yaşıyorlar. Peki, düne kadar Baykal’ın etrafını sarıp ablukaya alan ekibin, kaset olayı sonrasında bir anda ondan yüz çevirip Kılıçdaroğlu’na yönelmesi, partiye bir hareket ve hayatiyet getirebilir mi? Kılıçdaroğlu’nu “Şöyle dürüst, böyle mütevazi, tuttuğunu koparan sakin güç, Gandi” diye parlatma yarışına girenler, aynı politbüronun bu defa onun kanatları altında partiye hakim olup yola devam etme manevrası için ne düşünüyorlar? Onur Öymen’in Dersim çıkışına önce tepki gösterip ardından geri çekilmesiyle hatırlanan ve siyaset öncesindeki hayatını bürokrat olarak geçirmiş olan bir ismin, liderliğin gerektirdiği inisiyatif, dirayet ve performansı ne ölçüde ortaya koyabileceği ayrı bir soru işareti. Hele Baykal gibi karizmatik bir liderin dahi aşamadığı bir “politbüro” yapılanmasının sıkı markajı altında. Baykal’ı en çok yıpratıp, gelinen noktada sahipsiz ve yalnız bırakan, partinin de halkla barışmasını engelleyen bir yapı ve anlayışın, “Kral öldü, yaşasın kral” mantığıyla bundan sonra da devamı neyi değiştirir? “Eski tas, eski hamam, eski tellâk” anlayışıyla CHP nereye gidebilir ki? Kimbilir, belki de CHP’nin kaderi bu. Cumhuriyetin başından bu tarafa gerek 27 senelik tek parti devrinde yaptıklarıyla, gerekse 1950 sonrasındaki yıkıcı muhalefetiyle millete kan kusturmuş olmasının bedelini böyle ardı arkası gelmeyen iç kavgalarla ödemeye devam edecek. Ve bu kafayla gittiği sürece iflâh olmayacak. Aslında CHP için de bir çıkış yolu var: 1940’ların ikinci yarısında, Sav’ın seleflerinden biri olarak parti genel sekreterliği koltuğunda oturan Hilmi Uran’a Bediüzzaman’ın yaptığı çağrıya uyarak, samimî ve sıkı bir özeleştiriyle eski yanlışlarından arınıp, dinle ve milletle barışmak. Ancak partinin genlerine işleyen mâlûm ruh, bunu engellemek için var gücüyle direniyor... 20.05.2010 E-Posta: [email protected] |