Saliha FERŞADOĞLU |
|
Acılar ve güller |
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, deliliğin anatomisini gözler önüne seren bir kitap. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgiye yakalanan, aklın pervanelerinden sıyrılan insanların serüvenini anlatıyor. Toplum tarafından kabul gören normlardan uzak duranların iç savaşını ve isyanlarını edebî dilde aktaran Greenberg, bütün gerçekçiliğini ve başarısını kendi deneyimine borçlu. Bir süre psikiyatrik tedavi görmesi, yaşadıklarının yazıya dönüşmesi sayesinde merak ettiğimiz suallerin cevaplarını hazırlamış bize. Bir akıl hastasının halet-i ruhiyesi nasıldır? Düşüncelerini besleyen kaynaklar nelerdir? Bir gün ‘dışarıya’ tekrar dönebilme umutları var mıdır? Hayatın ne kadar içindedirler? Deli olmak kendi tercihlerinin sonucu mudur? Bu ve buna benzer soruların cevaplarını, akıl hastası olduğuna inanamadığımız Deborah’ın ağzından duyarken çok şaşıracaksınız. “Acıtma yalnızca kuramsal bir şeydir. Asıl acıtan şey, kendinden başka herkesin hayatını yönlendiren güçlerce tekmelenip dışlanmak, yıllarca deli olarak yaşamak, kimseye bir şeyi anlatıp kendine inandıramamak.” Yaşadığımız duyu ve hislerin, gerçekten öte olduğunu, ancak yaşamak istediğimizde onların farkına vardığımızı bu ifadelerle dile getiren Deborah sadece 18 yaşında. İçinde büyüttüğü dünyanın dehlizlerinde kaybolarak, aklından feragat eden bir genç kız o. Dehşeti ve korkuyu aynı anda yaşayabiliyor; çılgınlığın had safhasındayken soğuk tulumlar sayesinde hayata döndürülebiliyor. Bedenine kolayca zarar veren, öyle ki sigara izmaritlerini kollarında söndürmekten zevk alan, ama hiçbir acı ya da mutluluk hissedemeyecek kadar kendinden vazgeçmiş... Her şeyden vazgeçiyor, yorgun düşüyor çünkü. Yatıştırıcı hapların beynini uyuşturması, zihin dağınıklığı, yaşanılan âlemden uzaklaşmasına sebep oluyor. Yaz güneşi ısıtmıyor onu; iliklerine kadar üşüyor aylardan Temmuz olmasına rağmen. Gözlerinin feri gitmiş, dudakları uçuklamış. Ve bir gün dayanamayıp doktoruna şöyle diyor: “Ben kendimi terk edemeyeceğime göre, savaşı terk ediyorum.” Aslında Deborah’ın düştüğü umutsuzluk girdabında biz de sık sık boğuluyoruz. Toparlanabilmek için çevremizden yardım istiyoruz; anne, baba, kardeş, arkadaş ya da bir doktor imdadımıza yetişiyor. Fakat öyle anlar geliyor ki bazen, geri dönüşüm hiçbir şekilde gerçekleşemezken hazin sona adım adım yaklaşıyoruz. Belki her birimiz Deborah kadar ağır atlatmıyor bu hastalığı. Ama ilâç yüklü reçetelere ve psikolog/psikiyatrlara muhtaç hale geliyoruz. Bu yüzden kitabı okurken ‘Ben de bir deli miyim?’ sorusunu sık sık yöneltiyorsunuz içinizdeki ‘ben’inize. Onun hastalığından kendinizde izler buldukça, telâşa kapılmamanız elde değil. Bazen öyle cümleler sarf ediyor ki bu genç kız, onun bizden akıllı olduğunu görüp şaşkınlıkla küçük dilimizi yutuveriyoruz. O, ‘Görmek her şey değildir’, derken bilincinde mi sözlerinin? Ya da ‘İnsanlar karşı-ateşler yakarlar, bir yangını söndürmek için bir başka yangın çıkarırlar’ derken bu kadar isabetli bir tesbite deliliği sayesinde ulaşmış olabilir mi? İşte o an farkına varıyorum; her birimizin içinde biraz Deborah var. Ve anlıyoruz, toplumun değer yargılarına delilerin eleştirel gözünden bakmak bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor ardına değin. Aile, akraba, arkadaş ve sair sosyal çevreye dâhil olan her kişiyle kurduğumuz ilişkiler; bu ilişkilerin, insan dünyasına olumlu ve olumsuz yansımaları, Deborah’ın ağzından çıkan isyanın acı, çaresizlik ve umut dolu ibareleriyle farklı bir gözle görebilmemizi sağlıyor. Bizler için ‘belki’ kelimesi, belirsiz ve silik anlamlar taşısa da birileri için ümidin, kurtuluşun büyülü ve şiirsel simgesi. ‘Hiçbir zaman’ ile ‘belki’ arasında yaşanan gelgitler, acı duyusunun tekrar hissedilmesi sayesinde, Deborah’ın bu dünyaya yeni baştan ait olma başarısını bizlere gösteriyor. ‘Belki’ ifadesinin onun için ne kadar muazzam bir umut taşıdığını, onca olumsuzluklara rağmen hayata tutunma çabasını gördükçe kendi akıllı (!) halimize, verilen bu bedî nimete milyonlarca defa şükretmemiz gerektiği bilincine varıyoruz. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Yetişkin hiperaktifler |
Hiperaktivite nedir? Sadece çocuklar mı hiperaktif olur? Hiperaktif yetişkin olmaz mı? Adını son yıllarda sık sık duymaya başladığımız bu kelime; gerçekte nedir? Her hareketli çocuğa bu teşhis konur mu? Depresyon gibi, halk arasında sıklıkla kullanılan bu kelime, bir hastalık olarak değerlendirildiğinde çok daha ayrıntılı incelenmesi gerekir. Birkaç günlük sıkıntı ve üzüntülere depresyon denilmediği gibi, her hareketli çocuğa da hiperaktif denilemez. Bir çocuğa hiperaktif denebilmesi için, belirtilerin 7 yaşından önce ortaya çıkması gerekir. On yaşında bir çocuk birdenbire hiperaktif olmaz. Bu çocuklar anne karnında da çok hareketlidir. Doğumdan sonra ciddî uyku ve gaz problemleri olabilir. Okul çağına gelindiğinde, sınıfta uyum ve davranış bozuklukları görülebilir. Ders sırasında yerinde oturamama, dikkatin çabuk dağılması, sınıf düzenine uymakta zorluk çekerler. Sürekli hareket halinde oldukları için dersi dinleyemezler. Bazen hiperaktivite ile birlikte dikkat eksikliği problemleri de görülebilir. Dikkat problemleri ise, okul çağı ile birlikte daha çok fark edilmeye başlanır. Çocuk sınıfta dalgındır, dersi dinlemekte zorluk çeker, konsantrasyonu çabuk dağılır. Hayal dünyasındaymış gibi görünür. Eşyalarını unutur, hatta aileler; “bu çocuğun kaybettiği eşyalarla üç çocuk okurdu” derler. Bu özellikler çocuğun kendi tercihi, kendi seçimi değildir. Yaşadığı yapısal bir sorunun neticesidir. Bir çocuğa dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu teşhisi konabilmesi için bu belirtilerin hem evde, hem de okulda görülmesi gerekir. Yani çocuk evde hareketli, okulda uslu ise bu teşhis konmaz. Başka sebepler araştırılmalıdır. Anne babanın yanlış tutumları çocuğu hiperaktif yapmaz, ama olayı daha çok tetikler ve zorlaştırır. Hiperaktivite tedavi edilmezse, ergenlik ve yetişkinlik çağında da devam eder. Belirtiler çocukluk çağındakinden farklılık gösterebilir. Sürekli hareket etme, yerinde duramama, öznel huzursuzluk, bir yerde fazla kalamama şekline dönüşebilir. Yetişkinlerde; yerinde duramama, gerginlik, sinirlilik, uzun süre kitap ya da gazete okuyamama, televizyonda bir programı sonuna kadar izleyememe belirtileri görülür. Ayrıca duygulanımda sürekli değişkenlik, kendini iyi hissederken, birden kötü hissetmek gibi… Organizasyon sorunu yaşama, işlerini planlayamama, sürekli bir koşturma neticesinde işlerin bitirilememesi gibi sorunlarda yaşarlar. Düşünmeden çok hızlı karar verme, ilişkileri ani olarak başlatma ve bitirme sık sık iş değiştirme de hiperaktif yetişkinlerde görülen belirtiler arasındadır. İnsan yaşadığı sorunları tanımladığı zaman daha kolay çözüm yolları arar ve kendini yönlendirmesi bildiği bir yolda daha kolaydır. Hiperaktif insanların tabiî ki sadece olumsuz özelikleri yoktur, çok olumlu yönleri de mevcuttur. Meselâ; çok enerjiktirler, doğru işlere yönelirlerse gayet üretici olabilirler, sıcakkanlı ve cana yakın insanlardır. Bazen gerektiğinden fazla hoşgörülü olabilirler, esnektirler. İyi bir espri yeteneğine sahiptirler. Çok kolay risk alabildikleri gibi insanlara da çok kolay güvenirler. Kendimizi tanıyıp, potansiyellerimizi fark ettiğimizde, doğru iş tercihlerine yönelmemiz ve başarılı olabilmemiz daha kolay olacaktır. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Şevk bineği |
Risâle-i Nur hareketine, cadde-i kübra-yı Kur’ân’iye ve sahabe mesleği tanımlaması yapan Bediüzzaman Hazretleri, bu meslekle ilgili dört prensibi nazara vermektedir. Cehrî zikir yapan tarikatlar gibi nüfus-u seb’a denilen yedi mertebeye atılan adımlar veya hafî zikirle meşgûl olan tarikler gibi letâif-i aşere tabir edilen on merhalede hedefe ulaştıran yollar gibi değil, dört hatve ve adımda maksada götüren kısa ve kestirme bir yolu Kur’ân-ı Kerim’den bulan Üstad Hazretleri, acz, fakr, şefkat ve tefekkürden meydana gelen bir meslek ihdas etmiştir. Bu mesleğin icrâsında da acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak ve şevk-i mutlak unsurları ön plâna çıkmaktadır. Her birisi müstakil bir makaleyle açıklanması gereken bu unsurlardan şevk-i mutlak, bu mesleğin olmazsa olmazlarındandır. Zira, şevk unsurunun olmadığı yeri yeis denilen ümitsizlik doldurur. Çünkü, kâinat boşluk kabul etmez. Yeis ise, her kemâli engelleyen ve öldüren kanser gibi bir hastalıktır. “Yapamayız, başaramayız, bizi aşar, gücümüz buna yetmez, beyhude çabalamayalım, biz ancak bu kadar yapabiliriz, gücümüzü zorlamaya gerek yok” gibi ümitsizlik telkin eden sözler, kudsî bir dâvâya gönül vermiş dâvâ adamlarının sözleri olamaz. Zindan-ı atâlete (durgunluğa) düştüğümüzün sebeplerini sekiz maddede özetleyen Bediüzzaman, ilk maddeye yeis hastalığını koyar ve “Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesi (bineği) dir. İşte, himmetiniz şevke binip mübâreze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedid olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz’ kılıncını istimal ediniz” der. (Münâzarât s. 136) İslâm dinine ve iman hakikatlerine hizmette himmet ve gayret duygusunun bineği şevk atıdır. Şevk olmazsa gayret de olmaz. Bir arabanın motoru, bir trenin lokomotifi veya bir uçağın motorları ârıza yaptığı zaman nasıl hedefe gidemezse, hizmet etme şevkini kaybetmiş fertlerin de yapabileceği fazla bir şey kalmaz. Şevk ise, Nur Risâlelerini her gün muntazam olarak okumak ve cemaatin ortak faaliyetlerine usûlü dairesinde katılmakla mümkün olur. Merhum Zübeyr Ağabeyin “Günde on sayfa okuyan ancak kendini muhafaza eder. On beş sayfa okuyan şevke gelir. Yirmi sayfa okuyan hizmet eder” demesi çok anlamlı ve doğru bir tesbittir. Nur Risâlelerini devamlı okuyan ve aktif olarak sürekli hizmetle meşgûl olan dâvâ adamları şevk-i mutlak içindedir. Her türlü engelleri onlar kolaylıkla aşarlar. Çünkü, Allah’ın dinine yardım edene, Allah da yardım edeceğini vaad ediyor. O engellerden birisi de üstünlük meylidir. Üstadın “Sonra, müzahemetsiz olan hakkın yerini zapteden meylü’t-tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin ayağına vurur, atından düşürttürür. Siz ‘Allah için olunuz’ hakikatini o düşmana gönderiniz” (Münâzarât s. 136) demesi çok önemli bir ilâçtır. Maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî hiçbir şey beklemeden yalnız ve yalnız Allah’ın rızâsı için hizmet etmeyi hayatına en büyük maksat ve gaye edinen dâvâ adamları, başkalarına üstünlük dâvâ edemeyecekleri gibi, üstünlük taslayanlara da îtibar etmezler. Çünkü o, amansız bir hastalıktır ve Allah’a tövbe etmekten başka ilâcı da yoktur. Zübeyir Ağabeyin “Risâle-i Nur Talebelerinin en gerisi ve en âmisi olan ben..” diye kendisini tanımlaması hepimiz için ideal bir ölçüdür. Geçen hafta sonu Yozgat ilinin Yerköy ilçesinde, çevre il ve ilçelerden gelenlerle birlikte ve Adapazarı ilinde kalabalık bir katılımla gerçekleşen Risâle-i Nur derslerinde, geniş konular arasında bu hakikatleri de paylaştık. Pazar sabahı Adapazarı’ndan Ankara’ya dönerken, yol arkadaşım üniversiteli bir gençti. Sohbet arasında yolculuğumuzun nasıl geçtiğini fark edemedik. Yanımda “Ramazan, İktisat ve Şükür Risâleleri” vardı. Ona hediye ederek görüşebileceği isim ve telefon numarası da verdim. Umulandan fazla memnun olduğunu gösterdi. Mevcut hizmetlere bu da ilâve olmuştu. Bunlar için Allah’a ne kadar şükretsek yine de azdı. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Batı’da “insânî değerlerin” çöküşü |
Batı ülkelerini ziyaret eden hemen herkes, maneviyât adına herşeyin çığırından çıktığını, ailenin parçalandığını, toplumun şirazesinin kopmuş olduğunu görür. Materyalist felsefenin beş menfî esaslarıyla yoğrulup, İsevî dininden de uzaklaşarak, maddenin, egoizmin ve hedonizmin (lezzetkolikliğin) çekim sahasına girmiş. Avrupa, insanî özelliklerden çok uzaklaşmış, hayvânî, behimî duyguların pençesinde kıvranıyor. Sûreten insanlık, medenîlik altında nice gayr-ı insanîlikler yaşanıyor. Baştan başa nefsî arzuları, hevesâtı uyandıran cazibedar oyun ve eğlence malzemeleriyle doldurulmuş. Ferdî ve sosyal hayat bütünüyle meflûç. Aile ve akrabalık bağları, komşuluk münâsebetleri, insânî değerler olan yardımlaşma, sevgi ve fazilete ait duyguların dumura uğradığı çok açık. Korkutucu boyutlara ulaşan bu araştırmalar, intihar, hırsızlık, cinayet, gasp ve soygun, fuhuş ve serserilik Avrupa’yı kasıp kavuruyor. Kapitalizmin hâkim olduğu yerlerde insanlık iyilik, yardım, muhabbet, sevgi, diğergamlık gibi ulvî duygulara hasret! Alkol, uyuşturucu, AIDS, kumar, fuhuş, intihar, boşanma bunlardan sadece bazılarıdır. Ferd ise şaşkınlığın çıkmazı içindedir. Aile müessesesi, feminizmin tahribatıyla dağılmış ve parçalanmış. Toplum, hayatı mânâsız ve sıkıntılı bulmaktadır. İnsânî münâsebetler bitmiştir.1 Başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerde insanlar büyük bir bunalımın eşiğinde. Kimi ölmek, kimisi de öldürmek için yeni yeni metodlar, yollar arıyor! Dünya Sağlık Teşkilâtı’nın araştırmasına göre, en yüksek intihar olayları Batıda yaşanıyor. Batıyı sarsan bir diğer hastalık da, yalnızlık. Korkunç bir felâket gibi insanları titretiyor. İnsanlar, yalnızlık ve sıkıntılarını unutmak için oyun, eğlence ve madde bağımlığı gibi fantaziyelere dalmış. Onlar da başını yemiş ve daha da yiyecek.2 Hedonizmin (zevk ve lezzetkolikliğin) pençesine düşen Batılılar, çocuk doğurmak istemiyor. Onların nazarında ‘çocuk doğurmaktan bakımına, yetiştirilmesinden iş sahibi yapılmasına kadar pek çok zahmet ve masraf var!’ Bundan kaçınanlar, çocuk sevgisi ve yalnızlıklarını köpeklerle gideriyor. Avrupa’yı saran bir başka tehlike de, âile hayatının dağılması. Halbuki, insanın dünyadaki en müşfik ve sağlam sığınağı aile. Batılılar o kaleyi de yerle bir etmişler! Avrupa’da son 10 yıl içinde boşanmalarda büyük artış kaydedildiği görülüyor. Avrupalıların eskisi gibi ‘tabular ve sorumluluklar uğruna ömürlerini ziyan etmek istemediklerini’ ve ‘bilinçsizce evli kalmayı reddettiklerini’ bildiren uzmanlar, AB vatandaşlarının yüzde 57’sinin, “huzursuz bir çiftin boşanması gerektiğine inandığını” vurguluyorlar.
Dipnotlar:
1- Milliyet, 20 Eylül 1992. 2- Lem’alar, 90-107, 119. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (3) |
Suâl: II. Meşrûtiyet döneminde siyaset meydanına çıkan Ahrarlar kimlerdir? Programları, faaliyetleri, hedef ve maksatları hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Jön Türklerin 1902'de Paris'te yapılan kongresi, iki grubun çekişmesine ve nihayetinde siyaseten ayrışmasına sahne oldu. Bu gruplardan biri merkeziyetçiliği, diğeri ise liberalizmi savunuyordu. Merkeziyetçiler, daha ziyade komitacılıkla iş gören İttihatçılara meylettiler. İttihat ve Terakki Cemiyetinde birleştiler. Liberal kanadın başını çeken Prens Sabahaddin Bey ise, "Ahrar–ı Osmaniye" fikriyatını devam ettirdi. Ahrar grubu içinde yer alan şu önemli isimleri de zikretmekte fayda var: Mizan gazetesinin sahibi tarihçi yazar Mizancı Murat Bey, Nurettin Ferruh Bey ve Ahmet Fazlı Bey. Bu gruptakiler, bir süre sonra "Teşebbüs–ü Şahsî ve Adem–i Merkeziyet Cemiyeti"ni kurdu. Her iki grup da, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra fırkalaştı, partileşti. Birbirine rakip adaylarla genel seçime iştirak etti. Bu arada, Mizan dışında Serbestî, İkdam, Sabah, Sadâ–yı Millet ve Servet–i Fünûn gazetelerinin de Ahrar Fırkasını desteklediğini hatırlatmış olalım. 1908 seçimlerinde, Ahrarların adayı diye bilinenler, hiçbir yerde yeterli oy desteğini alamadı. Buna rağmen, İttihatçıların desteklemiş olduğu adayların bir kısmı seçilip İstanbul'a geldiklerinde, İttihatçıları beğenmeyerek Ahrar Fırkasına katıldılar. Hatta, Ahrarlar kısa süreli hükûmetler de kurdular. Ancak, komitacılar tarafından kısa sürede devrildiler. Ahrarlar, en büyük darbeyi 31 Mart Vak'ası sonrasında darbeci İttihatçılar tarafından kurulan Divân–ı Harp (Sıkıyönetim) Mahkemesinde yedi. (Emirdağ Lâhikası, s. 271. YAN, 1994.) Müstebid mahkeme, İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti üyeleriyle birlikte Ahrarların da çoğunu dârağacına gönderdi. Geri kalanlarına da çeşitli cezalara çarptırarak, onları siyaseten çalışamaz bir hale getirdi.
Hürriyet, özerklik, serbestiyet...
Hürriyet mânâsıyla özdeşleşen Ahrar Partisinin siyasî görüşünü şu tâbirlerle özetlemek mümkün: Sosyal ve iktisadî hayatta liberal, yönetimde adem–i merkeziyet, teşebbüs–i şahsî ve hiss–i rekabetin kamçılanması. Üstad Bediüzzaman, Prens Sabahaddin Beye yazdığı bir mektupta, bu fikrin güzel olduğunu, ancak bilhassa "adem–i merkeziyet" fikrinin yanlış anlaşıldığını, dolayısıyla, konjonktürel şartlar gereği bunun sakıncalı sonuçlar doğuracağını hatırlatır. Bunun tatbiki için Almanların durumunu bir medeniyet çıtası olarak gösterir. Bunun yanı sıra, aynı mektubunda "teşebbüs–i şahsî ve hiss–i rekabet"in bizi tekâmüle götürecek medeniyet makinesinin buharı hükmünde olduğunu ve hükümetlerin bu istikamette hazırlık çalışması içine girmeleri gerektiğini söyler. (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 183. YAN, 2009.)
Ahrarları dindarlarla vurdular
Said Nursî, hamiyet sahibi Ahrarların, 1908'den itibaren meşrutiyet–i meşrûânın ruhuna uygun çok ciddî bir iktidar hazırlığı içine girdiklerini, ancak onların bu ulvî teşebbüslerinin, şer odakları tarafından saf ve muhakemesiz dindarların 31 Mart Vak'asında (13 Nisan 1909) kullanılmasıyla akim bırakıldığını teessürle ifade ediyor. Gizli odaklar, o tarihte "dinde hassas aklî muhakemede noksan" kimseleri kışkırtarak, onları papağanlar gibi "Şeriat isteriz!" sloganları altında kanlı bir arenaya sürüklemişler ve bu sûretle asıl maksatlarına ulaşmışlar. Bediüzzaman, 31 Mart kargaşasında yaşanan bu hali şu sözlerle tasvir ediyor: "İslâmiyetin meşrûtiyetperver ve hamiyetli fedâileri (Ahrarlar), cevher–i hayat makamında bildikleri nimet–i meşrûtiyeti şeriata tatbik edip ehl–i hükûmeti adâlet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrûtiyet kuvvetiyle îlâ; ve meşrûtiyeti şeriat kuvvetiyle ibka... etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler–hâşâ!–şeriatı istibdada müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi 'Şeriat isteriz!' demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism–i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ–yı ibret bir nokta–i siyah!" (Münâzarât, s. 83. YAN, 1994) Gizli münafıklar ve zındıklar, son yüz yılda genellikle hep aynı metodu kullanarak emellerine ulaşmışlardır. Ümit ve temenni ederiz ki, din kardeşlerimiz, bundan böyle o tarz sinsî tuzaklara bir daha düşmesinler.
(Devamı var)
Tarihin yorumu 12 Mayıs 1949
İsrail Devleti, BM marifetiyle kuruldu
Birleşmiş Milletler genel kurulunda, tarihte bir ilk yaşandı. Bir devlet, BM tarihinde ilk kez olmak üzere resmen tanındı. Bu devlet, Filistin toprakları üzerinde kurulan Yahudî İsrail devletiydi. 1917'den (I. Dünya Savaşı) beri adım adım Yahudilere peşkeş edilen, II. Dünya Savaşından sonra iyiden iyiye hızlandırılan Filistin'deki Yahudî yapılanması, nihayet 11/12 Nisan 1949 tarihinde meyvesini verdi. BM, bu tarihte İsrail devletini resmen tanıdığını kabul etti. Buna mukabil, aynı tarihte muhacir oluş 700 bin civarındaki Filistinlinin durumu önemsiz görülerek ortada bırakıldı. Böylelikle, Filistin toprakları üzerinde 61 senedir kapanmayan, yakın vâdede kapanacak gibi görünmeyen derin bir yara açılmış oldu. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Neyi, nasıl okuyalım? |
Mustafa Şener: “Kur’ân’da ilk inen emir, oku emri olmuştur. Esasen, Peygamber Efendimiz (asm) ‘Oku!’ emrine muhatap olduğunda yanında kitap da bulunmuyordu! O halde, Peygamber Efendimizin (asm) şahsında biz nasıl ve neyi okumalıyız? Risâle-i Nur’da bu konuda ölçüler nelerdir?”
İlk inen âyet “Oku!” emri olmakla beraber, daha sonra inen âyetlerde kâinatı okuyarak, bize kâinatı nasıl okumamız gerektiği konusunda örnek bir okuyuş tarzı gösteren, bizzat Kur’ân’ın kendisidir. Bediüzzaman Hazretlerinin aynen ifadesiyle: “Kâinat mescid-i kebîrinde, Kur’ân, kâinatı okuyor.” 1 Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde kâinat, boş madde yığını olarak değil; “kitab-ı kebîr-i kâinat” olarak vasfediliyor. Yani büyük kâinat kitabı! Demek esasen biz kendimiz bir büyük kitabın sayfaları arasında gezinmekteyiz ve bizzat bizim kendimiz de okumamız gereken birer sayfadan ibaretiz! Şu halde içinde ve özünde bizim de bulunduğumuz “kâinat kitabını” okumalıyız ve kâinat kitabını Kur’ân’ın okuyuşu gibi okumalıyız! Hiç şüphesiz Kur’ân varlıklardan kendi değerleri adına değil, Yaratıcıları adına bahsediyor. Her şey Allah’ın sonsuz ilmini, irâdesini, kudretini, hâkimiyetini, hikmetini, hilkatini, tedbir ve tedvirini, yani idareciliğini gösteren birer satırdan ibarettir. Kur’ân varlıklara bu satırlar hesabına bakmıyor. Çünkü bu satırlar birer isimden, resimden ve infialden; yani yapılan birer eserden ibarettirler. Yapılan eserler de zorunlu olarak “Yapan”ı gösterirler. Eşsiz bir san'at eseri olan kâinatın müzeyyen, yani tezyin edilmiş bir Kur’ân olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in ise büyük kâinat Kur’ân’ının en yüksek bir müfessiri ve en beliğ bir tercümanı olduğunu kaydeder. Saîd Nursî Hazretlerine göre Kur’ân-ı Hakîm şu kâinat sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan tekvînî âyetleri, yani oluşum âyetlerini cinlere ve insanlara ders vermektedir. Kur’ân, her biri birer manidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla bakar. Yani onlara Yaratıcıları adına bakar ve öyle de bakılmasını önerir. Bu bakışta, “Ne güzel yapılmış ve ne güzel bir sûrette Sâni’in cemâline delâlet ediyor” ölçüsü hâkimdir. On İkinci Sözde, meşhur ve san'atkâr bir hâkimin yazdığı hârika bir Kur’ân’dan temsil getirilir. Şöyle ki, hâkim her âyet için, işâret ettiği mânâya göre farklı mücevherler, farklı renkler, kıymettâr cevherler kullanır. Farklı hakîkatleri, farklı cevherlerle ve farklı renklerle yazar. Öyle süsleyip nakış nakış işler ki, okumayı bilen bilmeyen herkes temâşâsından hayran kalırlar. Bilhassa ehl-i hakîkat mânâlarla mücevherlerin ve tezyinâtın uyumu karşısında mest olurlar. Sonra o hâkim, yazdığı bu eşsiz Kur’ân’ı bir ecnebî filozofa, bir de Müslüman âlime vererek her birisine bu hârika kitap hakkında birer eser yazmalarını emreder. En güzel esere mükâfât vereceğini taahhüt eder. Ecnebî filozof yazdığı eserde yazıların renklerinden, renklerin mücevherlere uyumundan, mücevherlerin güzelliğinden, cevherlerin kıymetinden, ayar değerinden ve özelliklerinden, harflerin nakışlarından, mürekkebin kalitesinden, kitabın yazılarının hârika oluşundan bahseder. Âlim ise, kitabın tezyînâtıyla, harflerin geçici nakışlarıyla pek meşgul olmaz. Sadece âyetlerin mânâlarıyla uyumlu mücevherler kullanıldığını takdir eder. Fakat âyetlerin mânâlarını yüksek bir anlayış ve kavrayışla okur, anlar ve tefsir eder. Her ikisi de yazdıkları eseri hâkime sunarlar. Hâkim, yazıların nakışlarıyla ilgilenen, fakat mânâlarına inmeyen filozofun eserini iâde eder. Fakat âyetlerin mânâlarını derinliğine tefsir eden eser sahibini ödüllendirir. Bu temsilin yorumunu Bedîüzzaman Hazretleri şöyle yapar: O süslü Kur’ân, bu eşsiz san'atlarla yaratılmış kâinâttır. O hâkim, Hakîm-i Ezelî olan Allah’tır. O adamlardan birisi, tabiata ve kâinâta sırf nakışları, maddenin özellikleri, güzellikleri ve süslü yapıları için bakan felsefecilerdir. Diğeri ise, kâinâta Yaradan hesabına bakan, kâinâtta var olan her şeyin ifâde ettiği derin mânâyı anlayan, ifâde eden ve ders veren, kâinâtın gizli yaratılış sırlarını çözen, tabiattan ve varlıklardan hareketle Yaradan’ın eşsiz yaratıcılığını, irâdesini, ilmini, hikmetini, kudretini gören ve gösteren Kur’ân’dır.2 Kur’ân bizi kâinâtı okumaya dâvet etmektedir. Kur’ân’ın kâinâttan, dünyadan, tabiattan, güneş ve ayın hareketlerinden, insanlar ve cinlerin yaratılışlarından, gece ve gündüzden, hayvanların varlık sebeplerinden, bitkilerin nimet değerinden bahsedişi bütün bunlarda Allah’ın varlığına, birliğine deliller olduğu için, âhiret hayatına ve diğer iman esaslarına açılan muhtelif kapılar ve pencereler bulunduğu içindir. Binâenaleyh, Kur’ân’ın penceresinden kâinata baktığımızda ister gece ve gündüz ölçüsü yirmi dört saatten ibaret olan sıcak bölgeleri, ister altı ay gece, altı ay gündüz olan kutup bölgelerini değerlendirelim; hepsinde Allah’ın eşsiz gücünü, sonsuz kudretini, sınırsız ilmini ve hadsiz iradesini görmekte ve anlamakta gecikmeyiz. Dipnotlar: 1- Sözler, s. 36. 2- Sözler, s. 121. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yeni siyasî süreç... |
Türkiye, terör örgütü saldırıları, çatışma ve mayın patlamalarıyla peşpeşe verilen şehidlere ağlarken, gündem, Meclis’te anayasa değişikliği paketinin tamamı üzerindeki oylama öncesinde patlak veren ana muhalefet partisi lideri Baykal’a “suikast ihbarı”yla “görüntü iddiaları”nın âdeta medyatik işgali altında. Sözkonusu kaset ve söylentiler elbette tartışılacak ve araştırılacak. Ancak “demokratik sivil anayasa” vaadini rafa kaldıran iktidarın tek başına çıkardığı “mini değişiklik paketi”nin referandum sürecinde demokratikleşme tartışmalarının bu tür nevzuhur günübirlik polemiklerle geriye itilmesi, hiç de hayra alâmet değil. Görünen o ki Türkiye’de siyaset üzerinden bir komplo kuruluyor. Görünürde muhalefet liderini hedef alan “internet darbesi”yle siyaset yeniden gündem karambolunda boğduruluyor. Seçim öncesi referandum, âdeta bir seçim provasına dönüştürülüp politik atışmalarla Türkiye’nin gerçek gündemi yine gözden kaçırılacak. En önemlisi de “mini anayasa paketi”yle Türkiye’nin başta yeni anayasa olmak üzere müzâkere sürecinde AB müktesebatını edinme ihtiyacı gündem dışı bırakılacak… Kısacası yeni bir “siyasî toplum mühendisliği projesi”yle siyasî süreç, siyasî kaosa dönüştürülerek Türkiye yeni bir kırılmaya sürükleniyor...
DOĞRU BİR REFERANDUM İÇİN… Oysa Türkiye’nin gerçek gündemini, demokratik reformları, hak ve hürriyetleri, inanç ve ifâde özgürlüğünü geniş bir şekilde tartışması gerekiyor… “Paket”te yer almayan ancak AB “ilerleme raporları”nda istenen ve Ankara’nın “ulusal program”da taahhüd ettiği siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim yasalarının çıkarılması, dokunulmazlıkların tâdili, demokratik eğitimin sağlanması, ifâde ve inanç özgürlüğünün AB demokrasi standartlarına ulaşması icâb ediyor. Sıcak gündemin hayhuyunda pek farkına varılmıyor, ama Türkiye hızla bir kıskacının içine itiliyor. İktidar partisinin Meclis’te mutabakat sağlamayıp âdeta inadına tek bir torbaya koyduğu “anayasal değişiklikler”e dair referandumun sonucu ne olursa olsun, ülke bariz bir biçimde siyasî ayrışma üzerinden toplumsal kamplaşmaya kayıyor. Halbuki “paket”in itiraz edilen ve sonradan biri bizzat iktidar partisinin milletvekillerinin oylarıyla reddedilip düşürülen üç maddeden geri kalan ikisi tefrik edilseydi, bu denli gerginlikler yaşanmaz; düzenlemeler üzerindeki tartışma daha belirli bir seviye kazanırdı. Yetersiz de kalsa başta insan hakları hakkındaki değişiklikler, Yüksek Askerî Şûrâ kararlarının yargı denetimine açılması, kısmî de olsa memurların disiplin cezalarına yargı yolunun açılması benzeri düzenlemeler hiçbir riske girmeden Meclis’te 367 oyun üzerinden geçerdi. Ne var ki siyasî iktidar, birtakım politik hesaplarla “paket”i ayırmadı; bütün ısrarlara rağmen aynı torba içinde Çankaya’ya sundu. Ancak hukukçular, Cumhurbaşkanı’nın elinde bu imkânın olduğunu belirtiyorlar. Zira “Venedik kriterleri”, halkın oyunu rahatça kullanacağı doğru bir referandumun için muhtevası ilgisiz ve ayrı maddelerin ayrı kanunlar olarak halkın oyuna sunulmasını esas alıyor. Bunun içindir ki gelinen noktada Cumhurbaşkanı “paket”i en azından ikiye ayırabilir. Bu durumda hem herkesin mutabık kaldığı hak ve hürriyetlere dair düzenlemeler hiçbir siyasî ayrışmaya mahal bırakmadan büyük çoğunlukla milletin tasvibini alır; geri kalan “tartışmalı” iki madde—milletten vize alsa da almasa da—kamuoyunda bir çatlaklığa ve kutuplaşmaya neden olmaz… DEMOKRATİKLEŞMENİN ÖNÜ AÇILIR… Dahası, referandum tartışmasını siyasî paradokslardan ve polemiklerden kurtarıp “Anayasa değişiklikleri”ne, başta “yargı reformu” olmak üzere demokratik reformlara ve AB müzâkere ve demokratikleşme sürecine yoğunlaştırır. İktidar ve muhalefet arasında başlayan ve “uzlaşmama” suçlamalarını ortadan kaldırıp olumlu bir havanın oluşmasını temin eder. Hak ve özgürlüklerin daha etkili bir şekilde Türkiye’nin gündemine gelmesine zemin hazırlar. Siyaset akl-ı selime kavuşur… Ürkek ve eksik bir değişiklikle kalınmaz, darbe ve darbeye teşebbüs suçlarında, “demokrasiye balans ayarı” ve “muhtıralar”da “zamanaşımı” engeli kaldırılır; ilk fırsatta Türkiye “darbe anayasası”nın bütün antidemokratik ayıplarından kurtulur… Demokrat Yargı Eşbaşkanı ve Anayasa Raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın ifâdesiyle, “Toplumun bütün renklerini barındıran, ötekini dışlamayan, sağlıklı bir müzakere ortamında mutâbakatla hazırlanacak yepyeni bir anayasa sürecinin başlatılması”nın önü açılır; Türkiye kazanır… Aksi halde, Meclis’te kılpayı geçen “paket”, referandumda çoğunlukla geçse de, süregelen tartışmalarla toplumda demokratik barış ve huzuru sağlamaz. Siyasî kavga ve kargaşayla demokratikleşmenin önü tıkanır. Türkiye’ye yazık olur… 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Toplantılar ve hükümet komiserleri |
Gazetedeki ilânlardan da takip ettiniz. Geçen Pazar günü Trabzon’da düzenlenen “Yüz yıllık süreçte demokratikleşme ve Bediüzzaman” konulu panelde konuşmacılardan biri idik. Panelden önce “Işık Doğudan Yükselir” adlı kısa film gösterisini izledik. Sinevizyonun bir yerinde Bediüzzaman’ın kayda değer maddî varlığının bulunmadığı ve manevî mirasının altı bin sayfalık Risâle-i Nur külliyatı olduğu söylendi. O âna kadar, salondaki dâvetlileri, biz konuşmacıları izlemeye gelen bir kitle olarak görme eğiliminde idim. Ama bu mirası işini duyunca gözlerim açıldı. “Dinleyici” sandığım kitlenin, aslında “sıradan” dinleyiciler değil de “miras paylaşmak isteyen” mirasçılar olduğunu anladım. Dâvetlilerin her biri, bu taksimden kendilerine daha çok pay düşmesi için tam bir ciddiyetle dinliyordu. Hiçbirinin, “Paylaşanların sayısı artarsa benim payıma düşen azalır” diye bir endişesi yoktu. “Mirasyedi”lik yapmak isteyen kimse de görmedim. Bıraktığı mirasın paylaşılması sırasında evlâtlarını bu şekilde memnun eden kaç baba geçti bu dünyadan acaba? Yukarıda ve hedefte oturduğum için olsa gerek, bir ara, kendimi, bu mirası paylaştıran bir hakem gibi görmeye başladım, ama hemen ardından bundan vazgeçtim ve aslında hakeme ihtiyaç olmadığını fark edip Bediüzzaman’ın mirasından kendi payıma düşmüş olanı muhataplarıma aktarmaya yöneldim. Fakat salonda bir sürpriz vardı. En önde oturan bir bey, yakasına “hükümet komiseri” yazılı bir kart asmıştı. Niçin buradaydı? Acaba mirası hakkıyla paylaştırma işini o mu yapacaktı? Ama ortada, bir kooperatifin daireleri ya da bir şirketin yıllık kârı gibi, paylaşınca azalan türden maddî kârlar yoktu ki hükümet komiserinin gözlemine ve hakemliğine ihtiyaç olsun! Bunun üzerine bendeniz fırsatı kaçırmadım ve kendisinin şahsında bilumum düşünce komiserlerine ve ayrıca da hükümete en derin saygılarımı sundum. Hatta dinleyicilerden gelen sorulardan birinde, hükümetin bir bakanının Ayasofya’nın müze olarak kalması gerektiği yolundaki görüşü hakkında düşüncelerim sorulduğunda, cevaben “Hükümetin temsilcisi, hem de başkomiser seviyesinde temsilcisi burada, sorunun muhatabı aslında kendisidir” deyiverdim, ama komiser beyi bir ter bastı, anlatamam. Böyle zor soruları kendisine havale ettiğim için de bana biraz gönül koydu. Mamafih programdan sonra şahsıyla ve şahsiyetiyle barıştık, helâlleştik. Komiserim bana, toplantıya katılma sebebinin tamamen resmî görevlendirme olduğunu, toplantının provoke edilmesi ihtimaline karşı ve gerektiğinde müdahale için emniyet kuvvetlerine talimat vermek üzere burada olduğunu, biz konuşmacıların kendisinin varlığından rahatsızlık duymaması gerektiğini güzel güzel anlattı. (Doğrusu zaten bunları biliyordum). Ama bu arada, Yeni Asya Gazetesi Trabzon temsilciliğinin bu programı “izin alarak” yaptığını, Trabzon hükümeti tarafından izin verilmeseydi yapamayacağını da söyledi ki; işte orada anlaşamadık kendisiyle. Hatta kendisine, bu görüşünde ısrar eder ve buna göre icraat yaparsa suç işlemiş sayılabileceğini de söyledim. Bakınız neden? Bu kötü haliyle dahi, anayasa’mızın “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” başlıklı 34. maddesi der ki; “Herkes, önceden izin almadan, silâhsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. ./. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, … kanunla sınırlanabilir. ./. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usûller kanunda gösterilir.” Özetle, “toplanmak” izne bağlı değildir, mahallî hükümete “bildirmek” yeterlidir. 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun “Toplantının ertelenmesi veya bazı hâllerde yasaklanması” başlıklı 17. maddesi ise şöyledir: “… vali veya kaymakam, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla belirli bir toplantıyı bir ayı aşmamak üzere erteleyebilir veya suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde yasaklayabilir.” Gördüğünüz gibi bir toplantıyı yasaklamak ancak “suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlikenin mevcut olması” halinde mümkündür. Üstelik 29. maddede de “Toplantı veya yürüyüş yapılmasına engel olan … kimse, … bir yıl altı aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır” denilmiştir. Bu engelleme fiilî mukavemetle olabileceği gibi, aslında yetkisi olmayan resmî kişinin, bir toplantının düzenlenmesini, “izne bağlı” diyerek engellemesi de bu kapsamda suçtur. Yine şunu da bilelim ki Türk Ceza Kanununun “İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” başlıklı 115. maddesine göre “Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini … açıklamaktan, yaymaktan meneden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. ./. Dinî ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.” Toplantı düzenleyeceklere ve onlara engel olmaya kalkışacak olanlara duyurulur! 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Karakolda ihmal var - 2 |
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın görevinden istifası, istisnasız bütün gazetelerde (dün) manşet oldu. Her gazete kendi bakış açısıyla istifayı yorumladı, CHP’nin bundan sonraki muhtemel genel başkanı için tahminlerde bulundu. Baykal gibi hatipliğiyle bilinen bir siyasetçinin umulmadık ve beklenmedik bir ‘gerekçe’ ile görevinden istifa etmesi elbette ‘manşet’ değeri taşıyor. Ama ondan çok daha önemli bazı konuların gazetelerde ‘manşet’ olamayışı normal midir? Kanaatimizce, bilhassa terörle başı dertte olan bölgelerdeki ‘jandarma karakolları’nın durumu da en az Baykal’ın istifası kadar gazetelerde ‘manşet’ olmayı hak ediyor. Bu konunun manşet olması, probleme çare bulunmasına yardımcı olur. Ama manşet olmaz, herkes bu konudaki tesbit ve değerlendirmelere kulak tıkarsa, üzücü ve ocak söndürücü şehit haberleri almaya devam ederiz. ‘Uzman’lar, ‘jandarma karakollarının terörle mücadelenin zaafı olduğunu’ söylüyor. Türkiye’yi idare edenler ya bu söylenenleri inkâr edip, “Hayır öyle değildir” demeli ya da bu zaafı sona erdirmelidir. Gazi Üniversitesi’nden Hüseyin Yayman; karakollar konusunda öyle sarsıcı tesbitlerde bulunmuş ki, görmezden gelmek, yok saymak mümkün değil. Müsaadenizle bir kısmını özetleyelim: * Türkiye’de karakol baskınlarıyla başlayan, sıcak çatışmalarla devam eden ve en sonunda sınır ötesi operasyonlarla devam eden bir şiddet döngüsü var. Asıl büyük olaylar Temmuz ve Ağustos aylarında yaşanıyor. Ağustos ayında yaşanıyor, çünkü bu tarih TSK’nın tayin dönemine denk geliyor. * Görünen o ki bu yaz öngörülenden daha sıcak geçecek. Özellikle Anayasa referandum sürecine dikkat etmek lâzım. Karakol baskınları konusunda sözün bittiği örneklerden biri de Aktütün. Bu karakol 18 yılda 4 defa büyük saldırıya uğramış ve 45 şehit vermiştir. Lübnan’da 2 İsrail askeri kaçırıldığında, Genelkurmay Başkanı’nın görevden alındığını düşündüğümüzde, Türkiye’de nelerin yapılmadığı ortaya çıkmaktadır. * İnsanlar Dağlıca Baskını’nı basit bir karakol baskını olarak görüyorlar. Hâlbuki Dağlıca’da basılan bir karakol değil, bir taburdur. Yani obüs topların, zırhlı araçların, tankların bulunduğu bir yer. Şimdi böyle bir tabura 2,5 yıl sonra PKK saldırı düzenleyebiliyorsa bunun üzerinde biraz düşünmek lâzım. Benim görüşüm Dağlıca baskınıyla ilgili bir meclis araştırma komisyonu kurulmalı(...)dır. * Çünkü Dağlıca Baskını diğer baskınlardan çok farklı. Bütün bu donanıma rağmen eğer bir tabur hâlâ baskına uğruyorsa burada ya büyük bir ihmal veya zaaf var demektir. * Siz acemi eğitimi almış tecrübesiz askerleri terörle mücadelenin ön saflarına sürerseniz ya bu meseleyi bilmiyorsunuz ya da topyekûn mücadele stratejiniz yanlış demektir. Kamuoyunun bildiği 40’a yakın büyük karakol baskını var. Genelkurmay bu karakollara ait fotoğrafları veya baskın sonrası görüntülerini yayınlasa Türkiye’de yer yerinden oynar. * Sen karakolu vadinin tabanına yerleştirirsen, kaçakçılar için, adi asayiş olaylarını önlemek için kurduğun karakolları PKK ile mücadeleye görevlendirirsen bu sonuçla karşılaşırsın. * Geçen zaman içinde bölgedeki karakolların çok azı yenilenebildi. Bu karakolların bir kısmı II. Dünya Savaşı sonrasında, önemli bir kısmı ise 1960’lı yıllarda kurulmuş. * Merhum Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de, (...) bu karakolların yerlerinin yanlış olduğunu söylüyor. Ortada fazla söze gerek bırakmayan çok açık bir durum var. * En son Sarıyayla’da bir kez daha gördük ki bu karakollar o kadar kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yapılmışlar. Bırakın terörle mücadeleyi buralara kışın dahi ulaşılamıyor. * Açık söyleyeyim, Türkiye’nin terörle mücadele konsepti yanlıştır ve iflas etmiştir. * Bugün 3500 köy ve mezra boşaltılmış, 400 binden fazla insan göç etmek durumunda kalmıştır. * İşte tam da bu yüzden başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmemiz gerekiyor. Biz nerede hata yapıyoruz? TSK’nın hemen hemen bütün talepleri karşılanmasına rağmen hadise hâlâ devam ediyorsa durup bir düşünmemiz gerekmiyor mu? Bu meseleyi salt bir terör meselesi olarak almak tarihsel olarak meseleyi bilmemek demektir. Bu resmen bilgisizliktir. (Murat Aksoy’un röportajı, Yeni Şafak, 10 Mayıs 2010) Gazi Üniversitesi’nden Hüseyin Yayman, netice olarak “Artık siyasetçilerin bu meselede daha fazla inisiyatif alması ve çözümü konuşması gerekiyor” demiş. Haklıdır, çünkü sırf askerî tedbirlerle terörü sona erdirmek mümkün görünmüyor. Türkiye’yi idare edenler ya bu ‘tesbit’lerin doğru olmadığını ispat etsin ya da gereğini yapsın! 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Akil adamlar AB’yi uyarırken |
2007 yılında AB Konseyi tarafından kurulan Avrupa Tefekkür (ya da Akil Adamlar) Grubu, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin ciddî tavsiyeler içeren bir rapor yayınladı. Rapor gelecek AB Konseyinin gelecek ayki toplantısına sunulacak. AB Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy’a teslim edilen ve 18 ayda hazırlanan raporda 2030 yılında Avrupa Birliğinin durumuna ilişkin tesbitler yapılıp tavsiyelerde bulunuluyor. Raporda küresel ekonomik kriz, devletlerin bankaları kurtarması, Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin rekabet gücünü tehdit eden nüfus yaşlanması, maaş ve maliyetleri düşürme baskısı, iklim değişikliğinin getirdiği güçlükler ve artan enerji bağımlılığı ile terörizm ve örgütlü suç tehditleri, gelecek yirmi yıl boyunca Avrupa’yı bekleyen en önemli sorunlar olarak sıralanıyor. Çözümün temelinde ise sağlam büyüme ve birlik içinde kaynaşmanın yattığı vurgulanıyor. Bu kritik dönemde korumacılık eğilimlerinden kaçınılması tavsiyesi özellikle Sarkozy ve Merkel için yapılıyor. Bu raporun Türkiye’yi ilgilendiren önemli iki yönü var. Bunlardan birincisi; Avrupa Birliğinin Türkiye dahil mevcut resmî adaylara ilişkin olarak taahhütlerini yerine getirmesi ve müzakere sürecini sürdürmesinin önerilmesi. Üyelik gerçekleşene kadar da bir ara süreç olarak kapsamlı andlaşmalar yapılması tavsiye ediliyor. Burada aslında bilinenin ötesinde yeni bir husus yok. İkincisi ise; Avrupa’nın demografik yapısı sebebiyle önerilen çözümler. Ortalama hayat sürelerinin uzaması (halen erkeklerde 75, kadınlarda 82 olan bu sürenin bu yüzyılın sonuna kadar 15 ila 20 sene uzamasını bekliyorlar) ve doğum oranlarının gittikçe düşmesi. Bu durumun 40 yıl içinde Avrupa’daki emekli sayısı-çalışan sayısı dengesini tamamen bozacağı tesbiti yapılıyor. Bunun için de acilen doğum oranlarını arttırıcı teşvikler öneriliyor. Ayrıca ortaya çıkacak 68 milyon işçi açığını kapatmak için en az 100 milyon göçmenin gelmesi gerektiği vurgulanıyor. Bunda Avustralya, Kanada ve Amerika’nın örnek alınması isteniyor. Bu konuda bölgenin en fazla genç nüfusuna sahip ülkesi olarak Türkiye’nin önemli bir rol oynaması kaçınılmaz. Ancak bunun için meslekî ve teknik eğitime daha fazla önem verilmesi gerek. Zira en çok ihtiyaç duyulacak alanlar teknisyen düzeyindeki teknik personel. Raporda bu konuda AB’nin göçmen işçi göndermesi muhtemel ülkelerin yüksek öğretim sistemlerine de yatırım yapması öneriliyor. Raporun genelinde ortak bir enerji politikası uygulanması, iklim değişikliğiyle mücadele azminin kaybedilmemesi, ekonomik milliyetçilikten kaçınılarak tek pazarın güçlendirilmesi, güçlü bir AB siyasal liderliği oluşturulması öneriliyor. Güvenlik politikalarının da güçlendirilmesi isteniyor. Kısacası; Avrupa’nın bilge adamları, Avrupa Birliği’nin hayatını sürdürebilmesi için, değişime ve kaynaşmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Türkiye’ye de AB’nin genç işgücü ihtiyacını karşılayacak kaynaklardan birisi olarak bakılıyor. Üyelik müzakerelerinde ayak sürüyen AB yetkilileri uyarılıyor. Aslında zamanla Türkiye’nin ve Avrupa’daki Türk nüfusun Avrupa için önemi daha iyi anlaşılacak. Bugün Türkiye’nin önüne her türlü engeli çıkaranlar, o zaman bir an önce üyeliğe alabilmek için uğraşacaklar. Ancak o zaman geldiğinde, bizim halen AB üyeliğini isteyeceğimiz kuşkulu. 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Komplo siyaseti |
Baykal’ın genel başkanlıktan istifası ile sonuçlanan kaset skandalı, kendisinin iddia ettiği gibi iktidarın mı, yine ona atfen söylendiği gibi “devlet”in mi, ikisinin birden mi, “devlet”le birlikte çalışan derin CHP”nin mi, yoksa bütün bunların ötesinde, Türkiye siyasetini yeniden dizayn etmeyi amaçlayan uluslararası boyuttaki kapsamlı bir projenin mi ürünü? Şu merhalede bu suallerin cevapları askıda. Belki de o cevaplar hiçbir zaman verilmeyecek. Ama kesin olan birşey var: Siyasetin önemli figürlerinden biri sahneden çekilmiş durumda. Tabiî, bunun, yine Baykal tarafından daha önce sergilenen örneklerde olduğu gibi, ileride tekrar geri dönmek üzere yapılmış bir taktik manevra olması ihtimali halen geçerliliğini koruyor. Gerçi Baykal’ın, 22 Mayıs’taki kurultayda aday olmayacağı, hattâ katılmayacağı ifade ediliyor. Ancak şartların uygun hale geleceği ve fazla uzak olmayan daha ileri tarihteki bir kurultayda, “delegelerin yoğun ve ısrarlı talepleri”yle, bir kez daha başkanlık koltuğuna dönme yolu yine açık. Bu kaydı mahfuz tutarak bugüne bakarsak: Kritik bir süreçte Baykal’ın çekilmesi, CHP’yi ciddî bir fetret sıkıntısıyla karşı karşıya getirebilir. Partideki yönetim anlayış ve üslûbuna yönelik eleştiriler bir tarafa, tecrübe ve karizma açısından onun yerini doldurabilecek bir isim bulma zorluğu, anamuhalefete kan kaybettirebilir. Baykal bilhassa son dönemdeki söylem, politika ve açılımlarıyla, halk nezdindeki olumsuz CHP imajını kısmen dahi olsa düzeltmeye çabalarken böyle bir “komplo” neticesinde bu istifanın gerçekleşmesi, parti açısından olumluya dönme işaretleri veren süreci tersine çevirebilir. Gerçi ne kadar açılım da yapsa CHP’nin millet çoğunluğundan destek alacak noktaya gelebilmesi, en azından kısa vadede kolay, hattâ mümkün görünmüyor. Çünkü geçmişten devraldığı ve hâlâ taşıdığı sıkıntılı yükler, bu partinin kamburu olarak önünü kesmeye hâlâ devam ediyor. Bu noktada Baykal’ın çabalarının asıl önemi, laiklik başta olmak üzere mâlûm konularda devlete de iyice yerleşmiş katı ve keskin tavrın yumuşayıp daha mutedil ve mâkul bir çizgiye gelinmesine sağlayabileceği katkıdan kaynaklanıyor. Böyle bir yumuşama ve itidal, siyasetteki din eksenli ideolojik tartışma ve gerilimlerin aşılıp, politika alanındaki mücadeleyi milletin reel sorunlarını çözmeye yönelik müsbet bir hizmet yarışına dönüştürme açısından bilhassa önemli. CHP, 1940’lı yılların sonlarında Said Nursî’nin, dönemin parti genel sekreteri Hilmi Uran’a yaptığı tavsiyeye samimiyetle kulak vererek İslâmla barışmalı ki, hem halkla arasındaki buzları eritebilsin, hem de siyaset sonu gelmeyen “irtica-laiklik-rejim” tartışmalarının yükünden kurtulsun. Eğer Baykal’ı hedef alan “komplo,” CHP’yi, yönelme işaretleri verdiği bu istikametten alıkoymayı amaçlıyorsa ve başarılı da olursa, parti eski klâsik, katı ve jakoben çizgisinde yola devam ederek, daha da marjinal bir noktaya sürüklenir. Baykal’ın “ahlâksız komplo” olarak nitelediği olayda izlenen yöntemin niteliği, ayrıca üzerinde durulması gereken önemli boyutlar taşıyor. Kişilerin en mahrem alanlarına gizli kameralar yerleştirip çekimler yaparak montajlama teknikleriyle üretilen kasetler siyasî mücadelenin bir aracı haline getirilirse, bu durumun ortaya çıkaracağı tehlikeden hiç kimse âzade kalamaz. İstifasından çok kısa süre önce Baykal’a kasetin içeriğiyle ilgili açıklama yapması çağrısında bulunan Arınç’ın, “En çok para ve kadın tuzaklarına düşmelerinden endişe ediyorum” dediği AKP’liler dahil. Ve bilmiyoruz, kimler hakkında ne tür dosya ve kasetler el altında bekletiliyor... Telefon ve ortam dinlemelerle, gizli kamera çekimleriyle namertçe işletilen bir tehdit, şantaj, yıpratma, tüketme ve bitirme mekanizması bu minval üzere sürüp giderse, hukuk, demokrasi, huzur ve güvenden söz etmek mümkün olur mu? Evet, ahlâk en çok ihtiyaç duyduğumuz değer. Özel hayatta da, siyasî mücadelede de... 12.05.2010 E-Posta: [email protected] |