Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır. Kim insanları Allah'ın yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer mâbud gibi kıymet verilen tağutları reddeder ve Allah'a iman ederse, kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır.
Bakara Sûresi: 256 |
12.05.2010 |
Halk Partisinin millet karşısında ehemmiyetli bir vazifesi var Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur İnşaallah. [CHP (eski) Genel Sekreteri Hilmi Uran’a mektup]
Eski dahiliye vekili, şimdi parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey, Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida Dahiliye Vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski dahiliye vekili, hem şimdi kâtib-i umumi sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa yine hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz. Saniyen: Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibarıyla size bir hakikati beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur: Sen, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur: Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri! Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet eskide yanlış bir sûrette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek. Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibaha etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş, bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümteziç, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur İnşaallah. İkinci cereyan: Âlem-i İslâmdaki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve âlem-i İslâmın irtibatını mânen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip, hariçteki âlem-i İslâmı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslâmiyet dinini okşasa, hem o da çok istifade eder, hem azim fütuhâtını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli belâdan kurtulur. Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesâtı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.
Emirdağ Lâhikası, s. 190-192 |
12.05.2010 |
Risâle-i Nur’u sadeleştirmek isteyenler, en büyük hatayı yapıyorlar
EMİRDAĞ’DA BEDİÜZZAMAN’I ZİYARET EDEN DURSUN KUTLU, HATIRALARINI YENİ ASYA’YA ANLATTI
ÜSTADI İLK ZİYARET
Ben meslek olarak aslen ayakkabıcıyım. Sebilürreşad mecmuâsına abone idik. Arkadaşlarla bol bol araştırma yapıyorduk. Sebilürreşad, Üstadın Gençlik Rehberi müdafaasını yayımladı. Bizim de o müdafaayı okuduktan sonra çok hoşumuza gitti. ‘’Bu zat ne kadar cesurmuş, ziyaretine gitmek lâzım’’ kararını aldık. İstanbul’a ara sıra kundura işi için malzeme almaya gidiyorduk. Yine bir defa İstanbul’a gittim, işlerimi bitirdikten sonra Bab-ı Ali’de Necip Beyin yanına gittim. Konuştuk, görüştük “Gençlik Rehberi müdafaasını yayımladınız, ben gidip o zatı ziyaret etmek istiyorum. Nerededir?” diye sordum. Emirdağ’da olduğunu söylediler. O zamanlar vasıta bulmak çok zordu. Trenle Eskişehir’e gittik, oradan da bir vasıta ile Emirdağ’ına gittik. Vardığımızda tanımadığım kişiler bana sordular: “Hocaefendiyi ziyarete mi geldin?” Evet dedim. Osman Çalışkan var, orayı tarif ettiler. Durumu izah ettim Osman Çalışkan’a. Osman Çalışkan, Üstadın müsait olmadığını söyleyince geri döndüm. O kişileri yine gördüm: ‘’Ne ettin, görüşebildin mi hocaefendi ile?’’ dediler. ‘’Hayır, müsait değilmiş’’ deyince bu sefer de Mehmet Çalışkan’a yönlendirdiler. Mehmet Çalışkan ile Osman Çalışkan komşu bakkallarmış, meğer yanındaki dükkânmış. Oraya gittiğimde de ‘’Olur, hay hay, fakat müsait değil‘’ dedi. Otele gittim, gayr-ı ihtiyârî ağıdım geldi. ‘’Ya Resûlallah, sana hangi bedevi geldi de geri çevirdin ki, bu hoca efendi beni kabul etmiyor‘’ şeklinde sesli söylerken… Sanki biri bana ‘’Kalk!’’ dedi. Kalktım, doğruca evine gittim. Kapının önünde uzun boylu bir genç vardı. (Mustafa Acet) O zaman orada imammış. ‘’Ne yaptın sen?’’ dedi, ben ses etmedim. Üstadın yanına girdiğimde elini öptüm. Çok iltifat etti. Saçları yanlardan dışarı çıkmış, güneş ışığı gibi siması gözü alıyor. Velhâsıl, görüşmede, Üstad bu ziyaretin ehemmiyetinden bahsetti: Şu kadar altın kıymetinde, sanki Resûlullah Efendimiz vasıtasıyla…. Risâle-i Nurlardan bahsetti, Risâle-i Nur olan evin yanmadığından bahsetti, o aklımda kalmış. Beni konuşturmak istedi, ‘’Nerelisin?’’ dedi. Adıyamanlıyım deyince, ‘’Kaç hanedir?’’ diye sordu. Ben de bilmiyorum ne diyeceğimi, mahcup olmayayım diye bir rakam söyledim, 350 dedim… Üstad da baktı ki ben vukufiyetli değilim...
RİSÂLE-İ NUR PEŞİNDE...
Risâle-i Nurlardan bahsettikten sonra ‘’Bu kardeşimize Risâle-i Nur verelim‘’ dedi. Sonra da ’Yakalarlar’’ dedikten sonra Hulusi Ağabeyi anlattı. Sanki her gün görüşüyorlarmış gibi güncel konuşuyordu. ‘’Kitabı, Hulusi’den alırsın’’ dedi. ‘’İlk vasıtayla çık’’ dedi. Ben de vedalaştıktan sonra kapının önünde “Çay, çay!” diye bir vasıta şoförü bağırıyordu. Ben de Üstadın “İlk vasıtayla çık” dediği için bilmediğim yere doğru çıktım. O vasıta istasyona vardı. İstasyonda tren hazırdı, Adana biletini aldım. Sonra başka vasıtayla Adıyaman’a geldim. Arkadaşlara bahsettim, fakat eserler hakkında fazla bilgim yok. “İnşaallah Elazığ’a giderim, orada Hulusi Ağabeyi ziyaret ederim, o bana kitaplardan temin eder” dedim. Elazığ’a vardığımda ilk işim Hulusi Ağabeyin evine gitmek oldu. Kapıyı açan kişi siyah sakallı bir zât… Tek bir odalık misafir kabul edilen yer, ‘’Buyur’’ dedi. İçeri dâvet etti, kendisi gitti. İçeride sandalyeler vardı, bir tane de dirsek koyulacak sandalye vardı. O sandalye ‘üst’ sayılırmış, orada oturdum. Hulusi Ağabey geldi, karşımda oturdu. Ben yer vermek için tam kalkacaktım ki, ‘’Kalkma, kalkma’’ dedi. Hulusi Ağabeyin her halinde ders verme özelliği vardı. Allah razı olsun. Üstadın selâmını ilettim, ‘’Üstadımız, ‘Hulusi’ye git, kitap al’ dedi. Ben de yanınıza geldim” dedim. Hulusi Ağabey de ‘’Bende de yok. Fakat Malatya’da kuyumcu Reşad var, oradan alabilirsin’’ dedi. Kahve içtikten sonra ayrıldım, doğruca Malatya’ya gittim. 25-26 yaşlarındayım, yorulmak bilmiyorum. Malatya’ya Reşad’ın yanına vardım. Bana 3-4 tane eser verdi, eve geldim, baktım ki Osmanlıca... Bilmiyoruz tabi. Orada Hacı Fehmi diye bir zât vardı, o bize rehber oldu, çok şükür. Okuyup anlatmaya başladı, ama hâlen ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat Risâle-i Nurları sevdik, tam anlamazsak bile bir disiplin içinde dinliyorduk. Kahvede bir köşede oturup ders yapardık, baktım ki olmuyor o vesileyle odamın bir tarafını temizledim, dershane yaptım. Bu vesile ile Urfa’ya gelip iki hasır ve iki keçe aldım, evimin bir odasına serdim. Dershane gibi yaptık… Risâle-i Nur’un tarikat değil hakikat olduğunu zamanla öğrendik. Üstada zulmedenler bu dünyada cezasını çektiler, çekiyorlar, çekecekler de daha…
MAHKEMELERDE AĞABEYLERLE GÖRÜŞMELER OLUYORDU
Üstadın zamanında neşriyat yapacak durumumuz olmadığından mahkemeler hakikatlerin tanınmasına vesile oldu. Mahkemeden mahkemeye buluşulabiliyordu. Bediüzzaman Said Nursî’nin iman ve Kur’ân’dan başka bir düşüncesi yoktu. Bütün insanlığa yetecek nur var. Elhamdülillah devam ediyor. Vefatından sonra da nur-u Kur’ân’dan istifade ediyoruz. Bu büyük bir nimet…
ASKERDE CAMİ AÇILIŞI
Ben İstanbul Davutpaşa Kışlasında askerdim. Seçimleri DP‘nin kazanması ile kışlada depo olarak kullanılan cami, General Şükrü Kanatlı eliyle yeniden cami olarak açıldı. Oradaki arkadaşlar da, biri dışında hepsi Risâle-i Nur’u tanıdılar, onun gölgesine girmiş vaziyetteler. Elhamdülillah…
RİSÂLE-İ NUR’U ANLAMAK İÇİN SABIR VE SADAKATLA OKUMALI
Tavsiyelerin hepsi Risâle-i Nur’da var. “Anlamıyorum” diyenler sadakatle ve sabırla okumaya devam ediyorlar. Anlamak isteyen kendisini Risâle-i Nur’a verecek, derslere katılacak. Risâle-i Nur’u sadeleştirmek isteyenler en büyük hatayı yapıyorlar. Çünkü esas Türkçemiz, Risâle-i Nur… Ben bunu böyle anlıyorum. Risâle-i Nur kendini tanıttırıyor, ‘ben buradayım’ diyor.
Dursun Kutlu kimdir?
1928 yılında Adıyaman’da doğdu. Askerliğini İstanbul Davutpaşa’da yaptı. 1942 yılından 1960 yılına kadar ayakkabı imalatçılığı yaptı. 1952’de Risâle-i Nurları tanıdı.
RÖPORTAJ: MUHAMMED ZORLU |
12.05.2010 |