03 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Baki ÇİMİÇ

Kuvve-i akliye-i melekiye ve zihin


A+ | A-

Kuvve-i akliye-i melekiye insana; nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için verilmiştir.

İdrâk, anlama ve tefekkür âleti olan kuvve-i akliye, insana has düşünme ve eşyanın sebeplerini yakalama ve esmâ lisânı ile tanıma melekesidir diyebiliriz.

İnsan akıl ve fikir cihetiyle bütün mahlûkatın üzerinde bir mevkî almıştır. Akıl, hazine-i ilâhiyenin definelerini açmak için bir anahtar hükmündedir. Fikir ise idrâk merkezi olup “Cenâb-ı Hakk’ın cemî masnuâtından ve mecmu-i âsârından ve bütün ef’âlinden tahassul ve tecellî eden mânâlara bir cihetle bakabilir”1 bir konumdadır. Bu iki insâniyet hediyesi ve duygusu, Cenâb-ı Hakk’ın gizli ve açık hazineleri keşfetmek ve çok geniş saltanat dairelerini fehmetmek ve tefekkür etmekle gıdalarını almak ve sonra da şükrünü edâ etmek durumundadır. Akıl, zihin ve fikir cihâzâtlarının gıdaları tefekkür etmekle Rabbini tanımaktır ki işte bu tanıma akıl, zihin ve fikrin mânevî şükürleri olacaktır.

Bedîüzzamân Hazretleri, aklı, şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir özeti olarak açıklar. Akıl, insanın en kıymetli bir cihazı durumundadır. Aynı zamanda nûrânî bir cevher konumundadır. Kâinatın sırlarını açan bir anahtardır. Âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlettir. Tabiattaki sırları çözen bir keşşaftır. İnsanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid, yol gösterici bir rehber olarak da tâ’rîf edebiliriz.

Akıl delil üzere giden ve insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye konumundadır. Zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, anahtar, duygu ve şuurun bir özeti durumundadır.

Akıl, insanın karar safhasında önemli bir hakemdir. Kendisine zararlı olanları def, faydalı olanları celb ve tefrik eden bir âlettir.

İşârâtü’l-İ’câz’da bir ölçme değerlendirme âleti ve cihazı olarak tâ’rîf edilen aklın ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi bulunduğu izah edilir. Önemli olan aklın vasat mertebesi olan hikmette kullanılmasıdır.

Akıl sırf kendi başına hareket etmemelidir. Çünkü aklın nûru kalbden gelir. Kalbden gelen îmân ziyâsına muhtaç olan akıl ulaştığı malûmatları o ziyâ ile nûrlandırır. Böylece o malûmatlar marifetullah olur.

Gözümüz sadece kendi zâtı ile göremediği gibi akıl da sadece kendi gayreti ile eşyayı esmâ lisânı ile okuyamaz. Gözün görmesi için nasıl ki güneş ışığına zarûrî ihtiyaç varsa, aklın eşyayı marifetullah boyutunda idrâk edebilmesi için kalbden gelecek olan îmân ziyasına zarûrî ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Bedîüzzamân Hazretleri “Nûr-u akıl kalbden gelir. Kalbsiz akıl olamaz” 2 demiştir. Münâzarât’ta ise “Vicdanın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecellî eder” 3 şeklinde bu hakîkati izah etmiştir.

Meselâ akıl bir âlettir. Cenâb-ı Hakka satılmalı ve O’nun rızâsı dairesinde istimâl edilmelidir. Eğer Allah hesabına istimâl edilmez ise o vakit akıl kötü, uğursuz ve ezici bir âlet olur. Bu mânâda Şuâlar’da da şöyle bir izah vardır. ”Meselâ; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl, hem İlâhî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i tâciz bir âlet-i belâ olur.”4

Akıl, hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhrevîye levâzımatını tedârik etmek için verilmiş olan bir hediye-i Rahmâniyedir.

Hem bir şeyi akıl görür ve kabul ederken, fikir o şeyle uğraşır ve idrâk etmesi için akla yardımcı olur ve akla teslim eder. Bir nev’î aklın kuvve-i mânevîyesi ve tasdiki için yardımcı hükmündedir.

Kabul edilmiş bir usûldür ki; “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”5 Öyleyse o aklın, akıl olması için vahiy ile desteklenmesi ve îmân ile ziyâlanması gerekir. Bu mânâda gelen şu kısım çok mânidardır: “Lâkin her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.”6

Akıl esâsında insanın kıymettar bir âletidir. Ancak bu âlet geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın da endişelerini düşünmekle insan kalbini incitir ve hüzünlerle alûde edebilir. Onun için o akıl, küllî akla ihtiyaç duyar. O küllî akıl da ancak şeriat şeklinde olur.

Akıl kendi dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır ve taklide mecbur olur. Taklide mecbur kalmayan akıl vahiy ile desteklenen ve kalbden îmân ile ziyâlanan akıldır.

Akıl mânevî bir vücuda sahip idrâk mahalli ve îmânın bekçisidir. Akıl ve kalb ittifakı çok önemlidir. Risâle-i Nûrlar bu ittifak ile hareket ettirir. Böylece insanı evc-i âlâya çıkarır.

Akıl şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Bu hülâsa ve öz, insanın mâhiyetinde en önemli âletlerden birisidir. Nasıl ki yağ yoğurdun bir hülâsası ve özü ise akıl da şuurdan sıkılmış ve süzülmüş bir hülâsadır.

Bedîüzzamân “Akıl her bir şeyi derk edemez” 7 demiştir. Bu sırf akılla hareket edilemez mânâsında ve mâkamında söylenmiş bir sözdür. Yoksa akıl kalbdeki îmân ve vahiy imtizâcında esmâ izdüşümlerini fehmeden ve idrâk ederek okuyan bir âlet ve araç durumundadır. Akıl nübüvvet çizgisinde Rabbini marifetullah delilleri ile tanır, bilir ve bulur.

“Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet, akıl herbir şeyi tartamaz; fakat böyle maddiyâtı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.”8

Bürhan delildir. Hem de sarsılmaz delildir. Aklın gereği bürhan üzere gitmektir. Her bir şeyi idrâk edip tartmak da elbette ki aklın şe’ni değildir. Tartamayacağı meselelerde küllî akılla hareket etmelidir. Dahâ da tartamaz durumda ise çocuk gibi bir konumda olur ki, Üstadın tâ’birince mükellef değiliz. Önemli olan basar ve basîret imtizacı ile aklın ve kalbin hareket edebilmesidir.

İnsanın aklı, hakîmiyetin letâifiyle zevk alır, telezzüz eder. Böylece kâinattaki ism-i Hakîm’in tecellileri bir nev’î aklın gıdasıdır.

Dimağ kalbe bağlıdır. Dimağın merkezinde kalb vardır. Esasında dimağ çok şümûllüdür. Akıl, zihin, fikir, zekâ ve beyin o şümûl içinde olabilir. Hem dimağda merâtib vardır. Her mertebenin bir hükmü var ve o hükümler zihin aşamalarından geçebilir. En sonunda ise fikir olur.

Zihin, anlama ve kavrama merkezi olmalıdır. Fikir ise zihnin kavradıklarından oluşan düşüncedir. Akıl ise oluşacak kavramayı tartan, yarar ile faydayı tefrik eden bir âlet durumundadır. Aklın mertebelerinin hepsinde zihin ve fikir melekeleri işler durumdadır. Aklın vasatta ve hikmette kalmasına yardımcı olacak peygamberlerin gönderilmesidir. Ya’ni vahiydir. Vahyin çizdiği istikametten kayabilecek durumda yaratılan kuvveler ifrat ve tefrite düşebilir. Emr-i ilâhiyeyi ve nehy-i ilâhiyeyi akıl tek başına bilemez. Ona kılavuz olacak olan vahiy ve Peygamberlerdir.

Meselâ akıl tek başına bir hüküm verirken bu hükmün hikmetine bakar. Kendisine faydalı ve zararlı olanı tefrik etmeye çalışır. Bu durumda anlama ve kavrama melekesi olan zihin ile fikir noktasına ulaşmaya çalışır. Bu noktaya vahiyden destek almadan gidecek olursa batıl bir düşünceye zihni düşebilir ve o fikir, fikr-i batıl olur. O fikrin batıl bir fikir olmaması için vahyin ölçülerine aklın müracaat etmesi gerekir. İşte bu durumda akıl hikmete ulaşır ve o akıl hadd-i vasatta kalmış olur. İdrâk, anlama ve kavrama melekesi olan zihin de, Allah’ın razı olduğu bir hükme ulaşır ve böylece o fikir insanın kabul ettiği düşüncesi olur. Bu düşünce hikmetin tâ kendisidir.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 127.

2- Sözler, 2004, s: 1148.

3- Münâzarât, 2007, s: 305.

4- Şualar, 2005, s: 32.

5- Muhâkemat, 2006, s: 29.

6- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 228.

7- Muhâkemat, 2006, s: 108.

8- Muhâkemat, 2006, s: 108.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Dar’ül Harp meselesi üzerine


A+ | A-

Nurettin Bey: “Darü’l-harp ne demektir? Günümüz Türkiye’sinin Darü’l-İslâm ve Darü’l-harp açısından konumu nedir?”

Dârü’l-harp ve dârü’l-İslâm kavramları ilk defa müçtehit imamlar döneminde hukukî birer terim olarak ortaya çıkmış ve hukukî düzenlemeler için kullanılmıştır. Dârü’l-İslâm, ahalisi Müslüman olan ve Müslümanların hâkim oldukları yerlere; dârü’l-harp de İslâm hâkimiyeti altında bulunmayan, gayr-i Müslimlerin yaşadığı bölgelere denmiştir.

Muhaddislerce sıhhat yönüyle eleştirilerek “ahad haber” sayılsa da, bu konuda bir hadisten de söz edilir: “Dâru’l-harpte Müslüman ile harbî arasında faiz olmaz.” Ne var ki bu hadis, ne kütüb-ü sittede, ne de diğer muteber hadis kitaplarında yer almıyor. Zeylâî’nin ve Allâme İbn-i Hümam’ın tesbitlerine göre bu hadis “ahaddır”, yani sıhhat yönüyle problemlidir.1

Dört mezhepten hiçbir imam bu ahad haberi delil saymamıştır. Bununla beraber, Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) müşriklerle bahse girmesi, İmam-ı Azam ile talebesi İmam Muhammed’in, bir Müslüman’ın, kazanacağını kesin bilmesi durumunda, sırf kâfiri iktisaden zayıf düşürmek için, kâfir ile kumar oynayabileceğine ve kâfirden faiz alabileceğine hükmetmelerine neden olmuş; ancak bu hükme başta İmam-ı Azam’ın diğer talebesi Ebû Yûsuf olmak üzere, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik ve Ahmed bin Hanbel katılmamıştır.

Binaenaleyh, Hanefîlerden İmam-ı Ebû Yûsuf da dâhil Şafi, Maliki ve Hanbelî ulemasına göre haram her yerde haramdır. Müslüman her yerde kendi dininin icaplarına uymak ve haramlarına ve helâllerine riayet etmekle yükümlüdür.

Keza bir kimsenin dâru’l-harpte yaşıyor olması, Cuma ve Bayram namazlarını kılmasına da mâni değildir. Bu namazlar, kılma imkânı olan her yerde İslâm’ın şeâiri olarak kılınırlar. Nitekim Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor ki: Cuma meselesini sormak için Bahreyn’den Hz. Ömer’e (ra) mektup yazdık. O da cevaben: “Her nerede olursanız olunuz; Cuma’yı kılınız!” diye yazdı.”2 Keza, Zuhrî (ra) anlatmıştır ki: “Resûlullah (asm) Mus’ab bin Umeyr’i (ra) Medîne’ye Kur’ân öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus’ab (ra) onlara Cuma namazını kıldırdı. Resûlullah (asm) gelmezden önce, Medine’de ilk Cuma namazını kıldıran Mus’ab (ra) oldu.”3 Keza Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) ilk Cuma namazını, hicret esnasında, Beni Salim Yurduna geldiklerinde kıldırmıştır. Bu vesileyle bu mescide “Cuma Mescidi” denmiştir. Binaenaleyh, dâr’ul-harp ve dâr’ul-İslâm ayrımına girmeden; Müslüman’lar imkân buldukları her yerde Cuma namazı kılmışlar; İslâm’ın emirlerini yaşamışlar ve İslam’ı tebliğ etmişlerdir.

Ülkemize gelince… Ülkemizde beş vakit ezanlar okunuyor. Toplum hemen her meselesinde İslâm inançlarını hakem kılıyor. Bir takım sıkıntılar yok değil. Fakat eşyanın tabiatı böyle değil mi? Dünya imtihan dünyası değil mi? Tarihte de birçok sıkıntıların yaşandığı dönemler olmuş. Sıkıntısız İslâm ülkesi neredeyse olmamış. Kimi zaman alabildiğine keyfî uygulamalar sürüp gitmiş. Sözgelişi İmam-ı Azam Ebu Hanife hapiste can vermiş. Ahmet bin Hanbel ömrünün çoğunu hapishanelerde geçirmiş. Ama hiçbirisi dönüp de ülkesine darü’l-harp dememiş. Bu çerçevede ülkemizde de problemler yok değil. Ama bu problemler ülkemizi bir gâvur ülkesi, ya da müçtehit imamların terminolojisiyle, bir darü’l-harp durumuna sokmaya yeterli problemlerden değildir. Ülkemiz—üstelik dört mezhebe göre— elbette darü’l-İslâm’dır. Bir takım sıkıntıların yaşanıyor olması ülkemizin bu konumunu değiştirmez. Nitekim seksen iki yıllık ömrünü manevî cihada tahsis eden ve “maddî kılınç kınına girmiştir” diyen Bediüzzaman Said Nursî, Türkiye’yi darü’l-İslâm kabul etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri maddî kılıncı sadece Birinci Dünya Harbinde doğu cephesinde Ruslara ve Ermenilere karşı kullanmıştır. Ülkemiz içinde ise, ülkemizi darü’l-İslâm kabul ettiği için maddî kılıncı kınına sokmuş, cihadını manevî kılıçla, yani müsbet hareketle, kitapla ve kalemle yapmıştır.

Yukarıdaki bütün bilgileri bir araya toplayınca söylemeliyiz ki: dârü’l-harp ve dârü’l-İslâm kavramlarının, günümüz Müslüman’ının pratik hayatını ilgilendirir tek bir meselesi yoktur. Yani bir Müslüman’ın İslâm’ın emirlerini uygulama, haramlarından kaçınma ve helâllerini tercih etme konusundaki yükümlülüğü Mekke’de veya Medine’de ne ise, Türkiye’de de odur; Türkiye’de ne ise ABD’de, İngiltere’de, Almanya’da, Avustralya’da ve sair gayr-i Müslim memleketlerde de odur! ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın veya Avustralya’nın dârü’l-harp oluşu; bu ülkelerde yaşayan Müslümanların “dinî yükümlülük hayatlarına” ne ruhsat olarak, ne azimet olarak, ne takvâ olarak, ne haramları helâl kılıcı, ne de helâlleri haram kılıcı hiçbir pratik sonuç doğurmaz. Beş vakit namazdan, Cuma ve Bayram namazlarına, zekâta, oruca ve hacca kadar bütün vecibeler her memlekette diğer sıhhat şartları oluştuğunda geçerli olduğu gibi; içkiden zinaya, domuz etinden faize, kumardan adam öldürmeye bütün haramlar da her ülkede istisnasız haramdır.

Dipnotlar:

1- Zeylâî, Nasbu’r-Râye, 4/44; İbn-i Hümam, Fethu’l-Kadîr, 7/39,

2- İbn-i Hacer, Metâlib’ül-Âliye, 1/162,

3- Hâşiyetü’Şelebî Alâ Tebyîn’il-Hakâik, 1/217,

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Dindarlar Marksistlerle ittifak edebilir mi?


A+ | A-

Tarih mütemadiyen “tekrarlarını” teşhirle meşgul. Yeni modeller, değişik renkler ve farklı giysilerle, “dünde oynananları” yeniden sergiliyor. Dış görünüşün aldatıcılığı basiretleri yeniden köreltmiş. Ekseriyet “yeni şeyler” zannettiği “dünkü oyunların” seyrinde öyle meczup ki. Bu defaki “zihin tutulmalarını” küresel medyanın iğfali daha da sıkıca bağlamış. Ashab-ı Kehf’in uykusuna özenmiş bir kısım dindarlar yıllar geçtiği halde bir türlü uyanamıyorlar ve intibahlarını isteyenleri, çevrelerinden uzaklaştırıyorlar.

Şu girizgâhla sizi 1950’li yılların Mısır’ına, Irak’ına ve 1970’li yılların Afganistan’ına dâvet edecektik. Dindarları tarafından ikiye parçalanmış Pakistan’ına... Dünyanın hakim cereyanlarından habersizce “siyasal İslâmla” halklarını çeşitli istibdatlardan kurtarmak isteyen mazlûmları hatırlatacaktık. Baas rejiminin mahiyetini bilmeden Nâsır ve arkadaşlarıyla Kral Faruk’a karşı işbirliği yapan şehitleri siz bizden daha fazla bilirsiniz. Sonra, İrak’ta Melik Faysal’ın ve Said Nuri’nin beşikteki çocuklarıyla birlikte yine Baasçılarca hunharca katledilişini, komünist rejimin kuklalarıyla Zahir Şah’ı devirmeye çalışırlarken Fergana’ya bitmeyecek gözyaşı ve kanı dâvet edenlerin çilesini ve İslâm dünyasındaki gençliği politize eden Mevdudî’nin bilmeden parçaladığı Hint Müslümanlarının uzayıp giden ıztırabını sizlerle paylaşarak, tarihin şu dershanesindeki yeni derslerinden istifade etmeye çalışmaktı, asıl maksadımız.

“Siyasal İslâmın” gözlerini, iktidar nimetlerinin hırsı bürümeye görsün. Birbirinden şark ile garp kadar uzak mesafeleri cerbeze ile bitişik gösterebilirler. Düşmana karşı ancak harpte caiz olan yalanı barışta da tercih ederek cemiyetin emniyetini tahrip ediyorlar. Ve en önemlisi düne kadar, âlem-i İslâma yardım etmekte olan “İsevî dünya” ile irtibatlarımızı “Küfür tek millettir” sloganıyla kesen “din merkezli siyaset,” bugün liberal kimliklerle ortaya çıkıyor ve dünün Marksistleriyle ittifaklara girişiyor. Türkiye’yi kana bulayan teröristlerin idamına hayıflanan bu siyasal İslâmcılar, Nazım’a medhiyeler düzerek kompleks ve zilletin yeni bir derecesini gösteriyorlar. Küresel sefih ve dinsizlerin—ki onlar kendilerine bugün yine liberal diyorlar—cereyanına kapılmış bizim yeni liberal ve eski İslâmcılarımız, muhataplarını ya tanımıyorlar veyahut başka şeylerin peşindeler. Bütün semavî dinlerin can düşmanı, insanî değerlerin muharribi, genel ahlâkın tahripçisi, sefahat ve zulümle nefes alıp veren global dinsiz cereyanların bu dindarlara gösterdikleri iltifat ve verdikleri rüşvetlerin maksatlarını anlamamak elbette insanî olamaz.

Dindar olmak cihetiyle aynı gemide bulunduğumuz “siyasal İslâmcılara” bu hatırlatmamızı mübalağa kabul edenlere bir tahatturumuz daha olacak. Yirmi sene önceki Babıali günlerine gidelim. O günlerin arşivlerinde dolaşalım. O günün hassasiyetlerini basılı ve digital medyadan uçuran acaba ne idi? Dünkü haramlar bugün nasıl helâl oldu?

Müslümanları dinsiz ve sefih Avrupa’dan ayıran hatlar nereye kaçtı? Giyimden iç mimarîye, müzikten sinemaya, edebiyattan seyir ve temâşâya kadar bizi İslâmiyet ve insaniyete inanmayanlardan ayıran çizgilere ne oldu? İsterseniz yazılı ve digital medyanın reklâmlarına göz ucuyla bakabilirsiniz. İmandan kaynaklanan hayânın nüvesi varsa dikkat edenlerde, utançlarından kızarmayacaklar mı?

Yine yirmi-otuz sene önce kapı aralığından bile gözlerini göstermeyen bazı dindar kesimlerdeki kadınlarda yaşanan “açılıma” da dikkat etmişsinizdir. Ehl-i dünya ile aynı “deniz kenarlarını” ve lüks otelleri paylaşan hanfendilerin tayyörlerle yabancı erkeklerin meclislerinde eşlerin “gururu” olmasını neye bağlayacağız ki... Hele yine o dindar basının aileleri sinema, tiyatro ve eğlenceye teşviklerini belki bir başka açılım olarak kabullenmek gerekiyor. Anlaşılan dinde bir değişme olmuş. Kemalistlerle neoliberaller “değişim ve dönüşüm” projelerinde hedeflerine ulaşmışlar. Teorisi konuşulmadan “pratikte bir reform” olmuş.

En acısı şu ki, bütün bu reformların kapısını açan dünün “siyasal İslâmcıları,” 1974’te olduğu gibi tekrar Marksistlerle ittifaklara girişiyorlar. Neden?

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet YAŞAR

‘Zamanın Sesi’ gönülleri işliyor


A+ | A-

Bizim Radyo’nun yayınları hakkında bilgiler aktardığımız bu köşede on beş günde bir sizlerle buluşuyoruz. Bugün sizlere radyomuzda yayınlandığı andan itibaren büyük teveccüh gören ve her bölümü heyecanla takip edilen ‘Zamanın Sesi’ programımızdan bahsetmek istiyorum.

‘Zamanın Sesi’ arkası yarın programı için, kendimize kaynak olarak İslâm Yaşar imzasıyla Yeni Asya Neşriyat’ta yayınlanmış olan Bediüzzaman Beşlemesi romanını seçtik. Romanın seslendirilmesi aşamasında dublaj san'atçısı Erol Eren’le çalışırken, prodüksiyon çalışmaları aşamasında yine titiz bir ekip çalışmasıyla tiyatral bir zenginlik oluşturmaya gayret gösterdik. Uzun uğraşlar neticesinde hazırlanan beşlemenin ilk kitabını geçen yıl radyomuzda yayınladık. Zamanın Sesi arkası yarınının radyomuzda yayınlanmasından sonra dinleyecilerimizden gelen olumlu tepki ve görüşler, hatta Bediüzzaman Beşlemesi romanının satışlarına yansıyan etkiler bizleri fazlasıyla mutlu etmişti.

Zamanın Sesi arkası yarını ile Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatına ilgi duyanlara, hatta bu programın vasıtasıyla Yeni Asya Neşriyat’tan çıkan romanı ilk defa fark edenlere rastlamamız, beşlemenin ikinci kitabının yayına hazırlanması hedefini önümüze koymuş oldu. Çok şükür ki bu hedefimize ulaşma imkânı yine nasip oldu ve radyomuzda beşlemenin ikinci kitabını yayınlamaya 15 Mart itibariyle başlamış olduk.

Romanı okuyanların bildiği üzere beşlemenin ikinci kitabında Bediüzzaman’ın esaretten sürgüne kadar geçen zaman içinde yaşadığı hayat manzaraları ele alınıyor. Yakın tarihimize ışık tutan olaylar roman diliyle anlatılıyor. Bu kitapta anlatılanların radyo vasıtasıyla okuyucu kesiminin dışında dinleyici kesimine de ulaşacak olması bizleri heyecanlandırıyordu.

Nitekim geçtiğimiz Cumartesi günü yayınlarımıza her daim kulak veren hatta radyomuzun birçok kişi tarafından dinlenmesini sağlamak için büyük gayret gösteren ve radyomuza çok sayıda dinleyici kazandıran Adem Tekle ile görüştük. Kendisi, Zamanın Sesi arkası yarını programını takip eden, farklı kesimlerden insanların Bediüzzaman Said Nursî hakkındaki düşüncelerinin nasıl değiştiğine bizzat şahit olduğunu, bu romanın radyoya uyarlanmasıyla yakın tarihimize önemli bir ışık tuttuğunu ve hizmet gördüğünü bizlerle paylaşmış oldu. Bizler de bir kişiye bile olsa hakikati ulaştırabilmiş olmanın sevincini bir kez daha yaşamış olduk. Yeri gelmişken Adem Tekle gibi nice dostlarımızın olduğunu ve radyomuzun bir çok insana ulaşması için gayret gösterdiğini ve radyomuza yepyeni dinleyiciler kazandırdıklarını biliyor ve onlara bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz. İnşallah Bizim Radyo, dillendirmiş olduğu hakikatleri ve güzellikleri sizlerinde desteğiyle bir çok gönüle taşımaya devam edecek.

Bu arada şunu da hemen ifade edelim, beşlemenin üçüncü kitabının seslendirme çalışmaları planlarımız dahilindedir. Ayrıca bizleri çok dikkatli bir şekilde dinleyen dostlarımızın romanda tesbit ettikleri bir tashih noktasının kıymetli İslâm Yaşar Hocamız kanalıyla bizlere de ulaştı. Buradan kendilerine göstermiş oldukları hassasiyet için teşekkürlerimizi sunuyorum.

Bu güne kadar takip etme fırsatı bulamamış dostlarımıza hatırlatmak amacıyla ifade etmiş olalım, Zamanın Sesi arkası yarını hafta içi her gün 07:30, 09:30, 18:30 ve 22:30 saatlerinde yayınlanmaktadır.

Radyomuzla ilgili olarak her türlü görüş ve tavsiyelerinizi [email protected] elektronik posta adresine ulaştırabilirsiniz.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sıradaki yasak


A+ | A-

Yıllardan beri devam eden ‘Taksim kâbusu’ 1 Mayıs mitinginin bu meydanda yapılmasıyla sona erdi gibi. 32 yıl sonra meydanı dolduran kalabalık ufak tefek tartışmalar dışında olaysız dağıldı. Bu da gösteriyor ki dışarıdan müdahale edilmediği sürece böyle toplantılarda ‘kavga’ çıkmayabiliyor.

Elbette bu yıl ‘kavga’ çıkmamış olması bundan sonraki yıllarda ‘hiç kavga çıkmayacağı’ anlamına gelmez. Her zaman ihtiyatlı ve tedbirli olmakta fayda var. Çünkü kalabalık kitlelerin provoke edilmesi her zaman mümkündür. Zaten geçmiş yıllardaki ‘kavga’ların kendiliğinden çıktığını söylemek de mümkün değil. Görgü şahitlerinin ifadesine göre 1977’deki ‘kavga,’ çevredeki binalardan, meydanda toplanan insanların üzerine ateş açılmasıyla başlamış...

Kimileri diyebilir ki, “Hiç öyle şey olur mu? Hangi insan, öldürmek maksadıyla kalabalık üzerine ateş açabilir?”

Tabiî ki ‘insan’ olanın böyle bir şey yapması akla gelmez. Fakat ‘provokatör’ler de zaten tam bu iş için görevlendirilmiş kişilerdir. Hiç olmayacak şeyleri yaparlar, kavga ve kargaşaya sebep olurlar. Niçin mi? Elbette ki “Memleketi uçurumun kenarından kurtarmak” için! Nitekim, 1977 ve sonraki yıllarda meydana gelen provokasyonlarla 12 Eylül 1980’in bahanesi hazırlanmış, darbeciler için gün doğmuştur.

Hiç kimse “Her taşın altında darbeci arıyorsunuz” demesin. Geçmiş yıllardaki ‘darbe planları’nın ortaya çıkıp deşifre olması yıllar alıyordu. Günümüzde ise bu planların üzerinden yıl geçmeden deşifre oluyor. Deşifre olan planlara bakıldığında geçmiş yıllarda meydana gelen hadiselerin de tesadüf olmadığı anlaşılır.

1 Mayıs mitingleri için konulan “Taksim yasağı” sona erdiğine ve kıyamet de kopmadığına göre acaba “sıradaki yasak”ın sona ermesi için ne bekleniyor?

Türkiye’yi idare edenler bilmiyormuş gibi yapıp, “Sıradaki yasak da neymiş?” demesin. Herkes biliyor ki çoktan sona ermiş olması gereken ve her fırsatta ertelenen “sıradaki yasak” başörtüsü yasağıdır. Kimileri bu yasağa ‘alışmış’ olabilir, ama millet ekseriyeti bu yasağa alışmadı ve alışmayacak. Çünkü bu yasak inanç ve eğitim hakkını engelleyen bir yasak.

Yasakçıların dillendirdiği, ama kendilerinin de inanmadığını düşündüğümüz bir bahanesi var. Onlara göre başörtüsü yasağı sona erip başörtülüler de üniversiteye girerse ‘kargaşa’ çıkar! Utanmadan ve sıkılmadan bu iddiayı dillendiren ünlü siyasetçiler ve ‘bilim adamları’ var. Türkiye ve dünya gerçeklerine bu kadar yabancı bir iddia olabilir mi? Herkes kendi yakınındaki insanlara baksa görür ki, başı örtülü olanlar ile başı örtülü olmayanlar arasında hiçbir ciddî problem yok. Aynı evde başı açık olan ve başı kapalı olan kız ya da gelinler yok mu? Nerede bunlar arasında bir ‘kavga’ çıktı? Yakınında, komşusunda böyle kişiler olmayanlar bugün çıkıp Taksim’i gezsin. Ya da Kızılay’ı, Caddebostan’ı, Bağdat Caddesini... Görülecektir ki başı örtülü olan ile, başı açık olan yan yana, kol kola aynı yolda yürüyor. Kimisi ‘iş’e, kimisi ‘okulun kapısına’ kadar birlikte gidiyor!

O halde kanunsuz ve haksız başörtüsü yasağının sona ermesiyle ‘kavga’ değil, Türkiye’ye huzur, barış ve mutluluk gelir. Hem de devlet ile millet kaynaşmış, barışmış olur.

Yasakçıların istemediği de zaten budur!

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Mürûr-u zaman zırhı…”


A+ | A-

“Anayasa değişikliği paketi”nin en kayda değer maddelerinden biri, 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan “darbe anayasası”nın geçici 15. maddesinin 28 yıl sonra kaldırılması. 12 Eylül 1980’de silâh zoruyla yasama ve yürütme yetkilerini gasbeden ihtilâlin Millî Güvenlik Konseyini, kurduğu hükûmetleri ve atadığı Danışma Meclisi’ni lâ-yüs’el kılan maddenin kaldırılması oldukça önemli.

Darbe yönetimin ve darbeciler adına iş görenlerin “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” imtiyazının Anayasa’dan çıkarılmasının elbette büyük sembolik değeri var…

Hatırlanacağı üzere, 12 Eylül Anayasası şimdiye kadar 16 defa değişti, 83 maddesi değiştirildi. Özellikle 1995’te partiler arası kurulan “Meclis uzlaşma komisyonu”nda kayda değer değişiklikler yapıldı. En son 3 Ekim 2001’de, “Bu dönem içinde çıkarılan kanunların, kanun hükmünde kararnâmeler ile karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez” garip fıkrası ilga edildi. Ne var ki bunların hiçbiri darbenin ve darbecilerin yargılanmasına yetmedi. Hukukçular, geçici 15. maddenin kaldırılmasının tek başıyla darbecilerin yargılanması için kifâyetsiz kalacağını ifâde etmekteler. Yüzbinlerce vatandaşı mağdur eden, onbinlercesini sorgusuz sualsiz hapse atan, binlercesini işkenceden geçiren darbeyi dayatan darbecilerin sorgulanması için yetersiz olduğunu bildirmekteler…

AKP, NEDEN “ÖNERGE”Yİ REDDETTİ?

Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan daha önce sözkonusu geçici 15. maddenin kaldırılması tekliflerine, “Bırakın bu sulu şakaları!” tepkisini göstermiş; AKP’li bazı belediye başkanları ve meclis üyeleri, başta darbe lideri Evren olmak üzere darbecilerin isimlerinin okullardan, bulvarlardan, parklardan silinmesine karşı oy kullanmışlardı…Nihâyetinde destek sağlamak hesâbına da olsa mâlûm madde son anda “paket”e eklendi. Ancak bu defa da muhalefetin, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için “zaman aşımının kaldırılması”na dair teklifi, iktidar partisi milletvekillerince toptan reddedildi.

Birinci turda maddenin oylanmasında birçok garâbet yaşandı. Israrla mâlûm maddenin kaldırılmasını ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını isteyen CHP, maddeye oy vermedi. Hükûmeti temsil eden Çevre ve Orman Bakanı Eroğlu ve AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu, Meclis Başkanı’nın, darbecilerin yargılanması için zaman aşımını kaldıran “Önergeye katılıyor musunuz?” sorusuna, açık açık “Katılmıyoruz!” cevabını verdiler.

Bu arada madde müzâkeresinde hükûmeti temsil eden ve Meclis kürsüsünde 12 Eylül’ü yerden yere vurup demokrasiden dem vuran Kültür Bakanı Günay, onca demokrasi söyleminden sonra—her halde bu soruya muhatap olmamak için—yerinden kalktı. Böylece darbecilerin yargılanması, iktidar partisince yine bir başka bahara bırakıldı…Bir diğer garâbet, Günay gibi eski sosyal demokrat “darbe mağdurları”yla, darbe döneminin “itibarlı” isimlerinin aynı siyasî çatı altında buluşmasıydı! İhtilâl Konseyi’nin atadığı darbe hükûmetinin Başbakan Yardımcısı Özal’a kurdurulan “izinli” üç partiden biri olan 12 Eylül döneminin iktidar partisi Anavatan’da uzun yıllar yöneticilik ve hükûmetlerinde bakanlık yapanların şimdi AKP’de Başbakan Yardımcısı, bakan ve parti yöneticisi olarak 12 Eylül’e darbesine karşı oy vermeleriydi…

“12 EYLÜL”ÜN YARGILANMASI İÇİN…

Türkiye’nin artık darbelerle, antidemokratik süreçlerle ciddî hesaplaşması lâzım… 27 Mayıs ihtilâlinin üzerinden 50 yıl, 12 Mart muhtırasının üzerinden 39 yıl, 12 Eylül ihtilâlinin üzerinden 30 yıl, 28 Şubat postmodern darbenin üzerinden 13 yıl, 27 Nisan e-muhtırasının üzerinden üç yıl geçti. AKP siyasî iktidarı, 7.5 yıldır, Âcil Eylem Plânı’nda, seçim bildirgelerinde, hükûmet programlarında söz verdiği demokratikleşme reformlarının başında gelen “yeni demokratik sivil anayasa”yı yapmadı, yapamadı.

İrticaî karakter taşıyor” diye yüzbinlerce vatandaşı fişleyip mağdur eden, yüksek yargıçları, patronları, bürokratları, gazetecileri karargâhta toplayıp “irtica tehdidi” brifinglerinde dakikalarca ayakta alkışlatan 28 Şubat’ı sürecini hesâba çekmedi, çekemedi.

Darbelere, ara dönemlere, demokrasi inkıtalarına “gerekçe” gösterilen TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddesini kaldırmadı. 12 Eylül’den kalma YÖK yasası, yasadışı başörtüsü yasağı, Kur’ân kurslarında “yaş yasağı”, inanç ve ifâdeyi “suç” sayıp cezâlandıran yasalar hâlâ yürürlükte…“Postmodern darbe”nin başaktörleri, geceyarısı e-muhtırayı kaleme alan emekli paşalar, 12 Eylül’ü darbesini dayatanlar ortalıkta geziyorlar…Kısacası, “geçici 15. madde” kalkıyor; lâkin darbecileri koruyup kollayan “zaman aşımı engeli” duruyor. Değişikliğin “sembolik” kalmaması, darbecilerin yargılanması ve “geçici 15 madde”nin kaldırılmasının bir anlamının olması için mutlaka “mürûr-u zaman zırhı”nı kaldırılması ve ek yasal düzenleme gerekiyor…

İkinci tur oylamada gözler Meclis’te…

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

23 Nisan çocuk bayramıymış


A+ | A-

Ülkelerin gelişmişlik düzeyini sadece ekonomik göstergeler belirlemez.

Doktor başına düşen nüfus…

Ortalama ömür süresi… Okur yazar oranı… Gibi kriterler de tayin eder.

Şüphesiz bir kıstas da toplumun çocuğa verdiği değerdir.

18 yaşından küçükler çocuk kabul edilir.

12 yaşın altındakiler suç işleseler dahi cezalandırılmazlar.

Çocukların hakları vardır.

1989 tarihinde Birleşmiş Milletlere üye 193 ülke tarafından imzalanan “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” ye göre;

Çocuk hakları, kanunen ve ahlâkî olarak dünya üzerindeki bütün çocukların doğuştan sahip olduğu sağlık, eğitim, barınma, fiziksel, psikolojik veya cinsel sömürgeye karşı korunma gibi haklarının hepsinin birden tanımlanmakta kullanılan evrensel bir kavramdır.

Ne var ki dünya üzerinde;

Savaşlar… Hastalık… Açlık… Susuzluk… Yoksulluk… En fazla çocukları vuruyor.

Ölüyorlar… Dövülüyorlar… Sömürülüyorlar… Sürünüyorlar…

Ülkemizdeki manzara da benzer.

Bütün çabalara ve tıptaki gelişmelere rağmen bebek ve çocuk ölümlerinde Batı standartlarını yakalayamadık.

Özellikle Doğu ve Güneydoğuda oran çok yüksek.

AB kapısını çalan bir ülkeye yakışmıyor.

Eğitim derseniz ticarîleşmiş.

Kalitesiz. Sınıflar kalabalık.

Bir yandan atanmayı bekleyen on binlerce öğretmen…

Öte yanda boş geçen dersler.

Haksız ve acımasız bir yarış.

Sonuç…

Mesleksiz ve vasıfsız işsizler ordusu.

Bir acı gerçekte emek sömürüsü.

TÜİK anketine göre okul yaşında 1 milyon çocuk izbe yerlerde boğaz tokluğuna sosyal güvenceden yoksun insafsızca çalıştırılıyor.

Yazıktır günahtır. Daha beteri… Öksüz, yetim, terk edilmiş çocuklar.

Hayata başlamadan kaybedenler.

İtilen, kakılan, şefkatten sevgiden mahrum gözlerinin feri sönmüş sahipsiz çocuklar.

20 bini sokakları mesken edinmiş.

Devlet yetersiz. Ayrılan bütçe devede kulak.

Bir diğer ayıbımız…

Şiddet.

Çocuklarımızın yüzde 70’i ana baba veya öğretmeninden dayak yiyor.

Kaba kuvveti benimseyen ruh sağlığı bozuk nesiller yetişiyor.

Binlerce çocuk suç işliyor.

Hırsızlık ve kasten adam yaralamadan hapishaneler dolup taşıyor.

Af çözüm değil.

Önemli olan suçlu üreten yoksulluk ve cehaletin kaldırılmasıdır.

Bir sorun da cinsel istismar…

Yaygın.

En son patlak veren olay hepsinin üzerine tuz biber ekti.

Ülke çalkalandı.

İddia şöyle:

Aralarında yaşını başını almış makam sahiplerinin bulunduğu insanlığını yitirmiş 100’e yakın kişi 7 kız çocuğuna tecavüz etmiş.

Hem de bir yıldan fazla bir süre. Kimi para vermiş. Kimi çikolata. Ve şehirde tıs yok.

Zihinlerde yüzlerce soru.

Öylesine utanç verici iğrenç bir olay ki…

Her soru kamu vicdanını kanatıyor.

En iyisi susmalı… İşi yargıya bırakmalı…

Konumlarına bakılmaksızın sapıklar cezalandırılmalı.

Derken…

Aynı şehirden gelen daha feci bir vahşet haberiyle sarsılıyoruz.

Suç tarihi: 2009

Şimdi duyuyoruz. Fiil, toplu tecavüz ve bir cinayet.

Mağdurlar 2 ve 3 yaşlarında iki çocuk.

Sanıklar yine çocuk… Sayıları sekiz. Söyleyecek söz bulamıyoruz.

Susuyoruz. Zaten belde halkı da sus pus.

Sosyologlar, psikologlar, psikiyatristler, pedogoglar, akademisyenler ve siyasetçiler…

Hepimiz… Düşünmeliyiz…

Bir münferit olayla değil… Toplumsal bir sorunla karşı karşıyayız.

Doğru soru şu olmalı…

Nerede hata yaptık?

Yazımızı noktalarken… Bir haber daha ajanslara düşüyor.

Çocuk pazarlayan bir çete ortaya çıkarılmış.

26 kişi tutuklanmış.

Ne diyelim? 23 Nisan çocuk bayramıymış!

Kutlu olsun.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

İktidar ile yozlaşmak


A+ | A-

Sekülerleşme yahut dünyevîleşme, her devirde, Müslümanların karşısındaki en büyük tuzaklardan biridir. Bu tehlikeden kaçma, bir nevî, nefisle ve onun istekleriyle mücadele etme, “en büyük cihad” olarak vasıflandırılmıştır. Dolayısıyla insanı dünyevîleştiren her şeyden sakınmak da bir o kadar önemlidir.

Dünya, arzu edilecek değil bilâkis kendisinden kaçılacak şeylerin başında gelmelidir. Bediüzzaman’ın, “Beni dünyaya çağırma, ona geldim cefa gördüm” dizeleri de bu gerçeği yansıtmaktadır. Pek tabiî ki, dünyadan bu kaçış, ruhbanca bir yaşayış anlamına gelemez. Zira İslâm’da ruhbanlık yasaklanmıştır. Ancak ve ancak “Dünyayı kalben terk etmek gerekir, kesben değil” düsturunca bir kaçış söz konusu olabilir. Dolayısıyla dünyevî şeyleri hayatının merkezine almamak, kalbinde onlara yer vermemek gerekirken, aynı zamanda dünyada yaşadığımızın da farkında olarak, hayatın gereklerini yerine getirmemiz şarttır. Bunu da zarurî ihtiyaçlar nisbetinde yerine getirmek en sağlıklısı olacaktır. Zira meşhur filozof Socrates, “Önemli olan; hayatta “en çok şeye sahip olmak” değil “en az şeye ihtiyaç duymak”tır” sözleriyle bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Dünyanın gerçek mahiyetinin idrakinde olanlar ona gönül bağlamazlar. Hayatlarının merkezine de asla dünyevî çıkar ve hırsları koymazlar. Koydukları anda da kazanma kuşağından, kaybetme kuşağına yuvarlanırlar.

Bugün insanımızın karşılaştığı en çetin imtihanlardan biridir dünyevîleşme. İktidar gibi bir gücü elinde bulunduranlar ve arkalarında hissedenler dünyevîleşme vartasına çok yaklaşmışlardır. İngiliz siyasetçi Lord Acton’un “İktidar insanı bozma eğilimindedir, mutlak iktidar mutlaka bozar” düsturu, bizce Müslümanlar için daha büyük bir mânâ ihtiva etmektedir. Şüphesiz güç, eğer hırsların ve nefsin eline verilirse neticesinde büyük bir zulüm ve adaletsizlik ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Dünyayı “bir süre konup göçülecek bir gölgelik” mesabesinde değerlendirmesi beklenen bir zihniyetin eline iktidar gücünü aldığı zaman mutlak bir şekilde yozlaşmaya uğruyor olması esas korkulması gereken, dehşet verici ve sakınılması gereken fitnedir.

Bugün eğer iktidar kuvveti çıkar ve menfaatlere alet edilmeye başlandıysa ve bundan da en fazla dinî hassasiyetleri olan insanlar yararlanıyorsa, şüphesiz bu korkulacak bir gelişmedir. Dinî hassasiyetleri olan insanların dünyaya bu denli yaklaşması, helâl-haram sınırlarının silikleştiği, adam kayırma, yolsuzluk, rüşvet gibi asla kabul edilmeyecek şeylerin tabiî görüldüğü bir iklimde yaşamaya başlaması, dün içtinap ettiği şeyleri bugün hiç tereddüt etmeden irtikâp etmesi, şüphe yok ki zulümlerin en büyüğüdür.

Hele ki bu güç ve bu kuvvet, kutsî bazı hakikatlere yaslanarak ve onları dayanak kuvveti yaparak edinilmişse, bin derece daha şedit bir zulümle karşı karşıyayız demektir.

Tevafuk bu ki, yukarıda iktidarın bozucu etkisiyle alâkalı sözünü aktardığımız Lord Acton, bir zamanların İngiliz Müstemleke Bakanı ve sonradan da Başkanlık görevini yürüten William Ewart Gladstone’un siyasî danışmanlarından biriydi. Gladstone ise özellikle bizim düşünce dünyamıza şu sözleriyle damgasını vurmuştu: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız…”

Evet Gladstone bu sözleri bir asır önce Lordlar Kamarası’nda dile getirmişti. Belki de, bu söze karşı mücadele edeceğine ant içen Bediüzzaman Said Nursî’nin büyük gayretleri ile Müslümanlar Kur’ân’dan soğutulamadı, ama şimdi Gladstone’un danışmanının işaret ettiği “iktidar ile yozlaşmanın” eşiğinde duruyor.

Saldırmakla başaramadıklarını, iktidarı teslim ederek başarmalarına ramak kaldı.

Bu vartaya düşmemek ve yozlaşmamak için, herkesin hassasiyetlerini gözden geçirmesi elzemdir.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

BM Nükleer Silâhsızlanma Konferansı ve İran meselesi


A+ | A-

ABD-İran arasında, İran’ın nükleer programına ilişkin mücadele sürüyor. Amerika, —Türkiye ve Brezilya’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki muhalefetinin de etkisiyle—uluslar arası kamuoyunu İran’a karşı yaptırım uygulamaya ikna edemiyor. İran da zaman zaman yakıt karşılığı uranyum, tekliflerin yeniden değerlendirilmesi, karşı teklif sunma gibi taktiklerle vaziyeti idare etmeye çalışıyor.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın BM Nükleer Silâhsızlanma Konferansı’na katılacağının açıklanması üzerine, Amerika’daki bazı milletvekilleri Amerikan yönetiminden vize verilmemesini isterken, bazı gruplar da otellerin “Boş odamız yok” demesi için kampanya açtılar. Bu gün başlayacak toplantı için protesto hazırlıkları da sürüyor. Ancak Ahmedinecad da sanki bunları tahrik etmek istiyormuş gibi, “Dünya terörizminin kökeninin Washington olduğunu gösteren belgelerimiz var” açıklaması yaptı. Bu arada gayet doğru bir şekilde “Bugüne kadar nükleer silâhı bir savaşta kullanan tek ülke Amerika’dır” tesbitini dile getirdi.

Obama yönetimi bir yandan İran’ın nükleer programını durdurmak için yeni bir uluslar arası yaptırım kampanyasına hazırlanırken, öbür yandan da nükleer silâhlardan arındırılmış bir Ortadoğu girişimini planladığı iddia ediliyor. Bu plana göre Türkiye, İran ve İsrail’in de içinde bulunduğu ülkelerin nükleer silâhsızlandırılması için uluslar arası zeminde girişimlerde bulunulacak. Ama asıl sebebin ABD’nin İran’ın nükleer silâh üretmesi ihtimali üzerine bu kadar kıyamet koparırken, İsrail’in halen nükleer silâhlara sahip olmasına göz yumduğu eleştirilerini susturmak olduğu biliniyor.

İsrail’i yalnızca yeni yerleşimler inşasını durdurmaya bile ikna edemeyen Amerika’nın, nükleer silâhlarından vazgeçmesini sağlayamayacağı biliniyor. Doğu Kudüs’teki yeni yerleşimin göstermelik olarak askıya alınmasını bile büyük başarı gibi ilân eden ABD’nin bir yandan da bu ülkeyle ilişkilerini yeniden düzeltmeye çalışması da, İsrail’e karşı gösterdiği tepkilerin dünya kamuoyunu teskin etmeye yönelik olduğu anlaşılıyor. Ancak İsrail bu planın Mısır’ın başının altından çıktığını ve İsrail’i bugün başlayacak konferansın gündeminde öne çıkarmayı amaçladığını ileri sürüyor. Gerçekten de İsrail’in nükleer silâhları konferansın gündeminde yer alıyor.

New York’ta bugün başlayacak Konferansa 190 ülkenin temsilcisi katılıyor. Nükleer Silâhsızlanma Antlaşmasını imzalamamış ülkeler katılamadığı için, İsrail, Pakistan ve Kuzey Kore katılamıyor. Bir ay sürecek bu konferansta üç ana gündem maddesi var; mevcut nükleer silâhların elden çıkarılması, atom bombaları, parçaları ve inşa teknolojisinin yayılmasının durdurulması ve nükleer enerjinin barışçı amaçlarla kullanılması. ABD yalnızca Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumunun denetim ve yaptırım yetkilerini güçlendirmeyi teklif edecek. Böylelikle kendisi ve İsrail’in aleyhine olabilecek bir kararın çıkmasını engellemeye çalışacak.

Görünen odur ki; dünya artık Amerika’nın ikiyüzlü dış politikasının farkında. Bir yandan İran’a yüklenirken, öbür yandan İsrail’e sahip çıkmasını, Irak’ta kimyasal ve nükleer muhtevalı silâhlar kullanmasını, Ortadoğu’yu—İran’a karşı güvence sağlama bahanesiyle—savunma füze sistemleriyle donatmaya çalışmasını görüyor ve asıl amacı anlıyor. Yalnızca bağımlılıklar ve güçsüzlükler ülkelerin sesini çıkarmasını şimdilik engelliyor.

Türkiye ve Brezilya gibi sesini çıkaran ülkelerin sayısı arttıkça; ABD, BM Güvenlik Konseyi’ni kendi çirkin planlarının aracı olarak kullanamaz hale gelecek. Umarız ikiyüzlü politikaların sonuçta kendi aleyhlerine döneceğini Amerikan yönetimi kısa sürede anlar ve bunun yerine, süpergüç olma konumunu, yoksulluğun, cehaletin ve savaşların ortadan kaldırılması için kullanmaya başlar.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Yeni Asya’nın gündem takibi


A+ | A-

Yeni Asya, geride bıraktığımız günlerde, başkalarının her zaman olduğu gibi üzerinde durma gereği duymadığı son derece önemli bir konuyu günlerce gündemde tuttu:

Millî Güvenlik dersleri.

Taraf gazetesinin “Bu derslerde öğrenciler, öğretmenler ve okullar fişlenmiş” bilgisini duyurup orada bıraktığı konuyu Yeni Asya devam ettirip günlerce manşetten takip etti ve eğitimle ilgili sivil toplum kuruluşlarına müracaat ederek onlardan görüş aldı.

“Kaldırın bu dersi” çağrısı yaptığı 22 Nisan’da “Öğrenci, öğretmen ve okulları fişlemek için de kullanıldığı ortaya çıkan Millî Güvenlik dersinin kaldırılması isteniyor” dedi.

Ertesi günkü “Militarist eğitime hayır” manşetinin altında, fişleme aracı olarak da kullanılan derse eğitimcilerin tepkisini yansıttı.

24 Nisan’da “Bu ders, darbe dönemi kalıntısı” dedi ve üniformalı subaylar tarafından verilen derslerin, darbeci zihniyetin bir uzantısı olarak görüldüğünü vurguladı.

Aynı gün Yeni Şafak’a, gazetenin küçük bir haber olarak iç sayfalara koyduğu bir açıklama yapan Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, bu derslere askerlerin girmemesi için talepler olduğunu, kendilerinin uzun süredir bu konuda çalışma yaptıklarını, ama “henüz bir ilerleme sağlayamadıklarını” bildirdi.

Ve Yeni Asya 25 Nisan manşetinde Bakanın bu açıklamasına da yer vererek, “Askerin ders vermesi sakıncalı” dedi.

Konu 27-28-29 ve 30 Nisan tarihli Tahlil köşelerinde de dört gün boyunca enine boyuna işlendi. Ayrıca Faruk Çakır 22 Nisan ve Osman Zengin 28 Nisan tarihli yazılarıyla bu meseleye dikkat çektiler.

Gelinen noktada, Bakan Çubukçu’nun, dersi askerlerin vermemesiyle sınırlı olarak yaptığı “İlerleme sağlayamadık” şeklindeki açıklaması dışında, ilgili kişi ve kurumlar derin bir sessizlik içinde.

28 Nisan tarihli Tahlil köşesinde hatırlatıldığı gibi, Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabında yer alan ve demokratik hukuk devleti prensipleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayacak şekilde kaleme alınan “irtica” bahisleriyle ilgili olarak Talim Terbiye Kurulu Başkanının Yeni Asya’ya yaptığı “İncelemeye aldık” açıklamasının üzerinden bir buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen bir gelişme kaydedilmemesi de, hadisenin bir diğer boyutunu teşkil ediyor.

Yıllardır devam eden başörtüsü sıkıntısı başta olmak üzere birçok problemin ortaya çıkıp bugünlere taşınmasında kritik bir rol oynayan Millî Güvenlik dersleri için Yeni Asya üzerine düşen görevi yaptı.

Temennîmiz, demokrasimizi bu ayıptan da kurtarmaktan birinci derecede sorumlu olanların da görevlerini daha fazla geciktirmeden yapmaları...

***

Üstadın 50. vefat yıldönümü çerçevesinde Risale-i Nur Enstitüsünün düzenlediği etkinliklerden Gençlik Kongresi, önceki hafta sonu Ankara’daki Ayaş Yeni Asya Sosyal Tesislerinde gerçekleştirildi. Kongreye katılan gençlerin katıldığı masa çalışmalarında hazırlanan sonuç bildirileri, 16 Mayıs’ta yine Ankara’da yapılacak olan Gençlik Şöleninde açıklanacak.

Bu arada, birçok yerde tertiplenen Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri de, önce Ajanda köşemizi alabildiğine genişleten duyurularla ilân edilip, gerçekleşmelerinin ardından haber ve yazılarla gazete sayfalarındaki yerlerini aldılar. Etkinliklerde, Peygamberimizle (a.s.m.) Risale-i Nur ve Üstad arasındaki orijinal bağlantıların ortaya konulması, hattâ demokratik açılıma da ışık tutacak mesajların verilmesi, ayrıca üzerinde durulması gereken bir noktaydı.

Etkinliklerde emeği geçen ve görev alan bütün arkadaşlarımızı kutluyor, ihlâs ve istikamet çizgisinde hayırlı başarılarının artarak devamını diliyoruz.

***

Gazetemiz Yayın Koordinatörü Abdullah Eraçıkbaş ile Görsel Yönetmenimiz ve karikatüristimiz İbrahim Özdabak bugün Bosna-Hersek'in başşehri Saraybosna'ya uçacaklar. Evlâd-ı Fatihanın mirasını taşıyan bu Müslüman ülke, 1990'ların ilk yarısında medenî dünyanın seyrettiği bir katliâmla etnik temizliğe maruz kalmıştı. Şimdilerde yaralarını sarmaya çalışan ve AB'ye girme yolunda büyük mesafeler kat eden ülkenin başşehrinde üç gün geçirecek olan arkadaşlarımız, gezi dönüşü izlenimlerini sizlerle paylaşacaklar.

03.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım