Vehbi HORASANLI |
|
Hürmüz Boğazında muhteşem bir ışık gösterisi |
İnsanlar dünya üzerinde meydana gelen muazzam olaylara sadece bir isim koyarak basitleştirmeye çalışırlar. Elektrik, yerçekimi, fotosentez gibi muazzam olaylar güya bir ad koyuvermekle adileşmiş ve mânâsı anlaşılmış olur. Halbuki kâinatta cereyan eden bütün olayların çok derin anlamları vardır. Adeta bütün hadiseler ve kanunlar Rabbimizden biz insanlara gönderilmiş bir mektuptur. Aklını doğru yönde kullanabilen insanlar için bu mektuplarda anlaşılması gereken birçok mesaj vardır. İnsanlar yanlışlıkla kâinatta cereyan eden bütün bu olaylara tabiat adını verir ve Yaratıcımızı görmezden gelmeye çalışırlar. Halbuki tabiat denilen şey Allah’ın emriyle meydana gelen hadiselerdir. Her birisinin mühim hikmetleri vardır. Ne mutlu o insana ki Rabbini tanır ve yaratılan her şeyin O'nun eseri olduğunu anlar. Ve yazıklar olsun o kimseye ki kâinatta meydana gelen bütün hadiseleri kör tabiata, tesadüfe ve hiçbir şeyi yapmaya gücü yetmeyen sebeplere verir dalâlete düşer. Bu yazıda bu gafil insanların yaptığı hataya düşmemeye çalışarak yaşamış olduğum çok ilginç bir olayı anlatacağım. Zira bazı insanlar bu olaya basitçe bir isim takarak “İşte buna yakamoz denir” deme hatasından uzak durmaya çalışacağım. Hürmüz Boğazı, Umman Denizini Körfeze bağlayan stratejik önemi büyük bir yerdir. Kuzeyinde İran, Güneyinde ise Umman devletlerinin toprakları vardır. Bir Nisan akşamı yatsı namazını kıldıktan sonra tesbihatını yapmak üzere kırlangıca çıktım. (Kırlangıç köprüüstünde sancak ve iskeleye doğru uzanan balkona benzeyen çıkıntılardır) Âyete'l Kürsiyi tam okumuştum ki gözlerime inanamadığım bir ışık gösterisi ile karşılaştım. Tekrar tekrar geminin bir sancağına bir iskelesine, bir ileri, bir geriye baktım; hayır yanılmıyordum. Muazzam bir ışık gösterisi ile karşı karşıya kalmıştım. Geminin her tarafında denizin üstünü bembeyaz bir ışık demeti kaplamıştı. Bu ışıklar sabit değil hareket ediyor polis ikaz ışıkları gibi bazen pervane gibi dönüyor bazen de bir tarafa doğru dalgalar şeklinde yayılıyordu. 28 yıllık deniz hayatımda ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyordum. Böyle bir olayı anlatan kimseye rastlamamıştım. Gerçi bir denizcilik dergisinde Umman Denizinde meydana gelen yakamoz olayından bahsedilmişti ve tam olarak ne dediğini anlamamıştım. Dergide aynı zamanda kaptan olan yazar “yakamoz olayının Umman denizinde çok fazla görüldüğünü denizin adeta bir süte benzediğini ve bazı gemicilerin bu olaydan korkarak dümen evine kaçtıklarından bahsediyordu. Evet, gerçekten de bu yazıyı okumamış olsam, cinlere perilere karıştığımı zannedip ben de köprüüstüne kaçardım. Fakat bunun Cenâb-ı Allah’ın biz aciz insanlara gafletten uyanmamız için gönderilmiş bir mesaj olduğunu anladığım için ibretle bakmaya çalıştım. Deniz yüzeyini adeta bir şenlik havasına sokan bu ilginç yakamoz gösterisinin bir anlamı olmalıydı. Yakamoz denilen olay karanlık gecelerde tek hücreli canlıların (planktonların) su sıcaklık farklarından dolayı deniz yüzeyine salmış oldukları fosfor ışımasıdır. Denizlerin aynen karalarda olduğu gibi canlı varlıklarla dolu olduğunun bir delilidir. “Ben gözümle görmediğime inanmam” diyen zavallılara gösterilecek güzel bir örnektir. Mikroskobik canlılar adeta “ey gafil insanlar aklınızı başınıza alın ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a itaat edin” dercesine konuştuğu muazzam bir olaydır. Dolunaylı gecelerde ve ışığın bol olduğu denizlerde görülmez. Yakamoz sadece karanlığı sever. Bu olayın yakamoz olup olmadığını anlamak için geminin projektörünü çalıştırdım. İskele tarafa çevirince birden deniz üzerindeki ışımalar kayboldu. Hâlbuki diğer tarafta yani sancak tarafta ışık gösterisi devam ediyordu. Gecenin bir yarısında cereyan eden bu olayı görsün diye 2. kaptanı köprüüstüne çağırdım. İlk önce gözlerine inanamadı. Gözlüklerini sildi ve bir daha baktı. Biraz ürpermişti böyle bir şeyi daha önce görüp görmediğini sordum. İlk defa görüyordu bana ne olduğunu sordu, kısaca anlatmaya çalıştım. Gecenin saat 10’undan 10.30’una kadar bu harika ışık gösterisi devam etti. Kutuplarda uzun kış geceleri meydana gelen ve “auora” adını verdikleri muazzam bir sinema gösterisine benzeyen ışık gösterisi nihayet sona ermişti. Bundan bir ay önce Pakistan’ın önemli bir limanı olan Karachi’ye giderken bu sefer yunuslar gemimizin baş tarafına geçmiş bir sağa bir sola giderek bize sanki “hoş geldiniz” mesajı veriyorlardı. Yirminin üzerinde yunus, yarım saat gemiyle birlikte yüzdü ve daha sonra bizden ayrıldılar. Evet, sevgili okuyucular sadece denizde değil karada da böylesine güzel manzaralarla karşılaşmak mümkündür. Bunun için sadece gözlerimizi Rabbimizin çok hikmetlerle süsleyip bezendirdiği yeryüzüne ve kâinata bakmak yeterlidir. Bizleri adeta esir edercesine karşısında hapseden televizyon, internet ve günümüzün salgın hastalıklarından olan tiryakisi olduğumuz alışkanlıklarımızdan kurtulmaya çalışmamız gerekiyor. Bir parça gökyüzüne baksak benim görmüş olduğum ışık gösterisi kadar harika, muhteşem olayları gözlerimizle görebiliriz. Yaz tatili yaklaşıyor. “Yazın şuraya gidip tatil yapacağım” diyenler bu sözümü bir dinlesinler. Her türlü ahlâksızlığın cirit attığı eğlence yerleri yerine bir de Rabbimizin bize gönderdiği muhteşem mektupları okumaya çalışsınlar. Bunun için para vermeye gerek yoktur, kâinata bakmak yeterlidir. “İyi de ben bu şekilde tefekkür edemiyorum” diyenleriniz varsa öncelikle Bediüzzaman’ın muhteşem eseri olan Risâle-i Nur’lara bakmak kâfidir. Dördüncü Mektup sadece bir örnek olabilir. Kısa bir alıntı yaparak son vereyim. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hz. Muhammed’in (asm) genel mu'cizeleri |
Kâinat Sultanı’nın son elçisi Hz. Muhammed’in (asm), yaşadığı çağda içinde bulunduğu psikososyal şartlar, o zamanki ilmi seviye göz önünde bulundurularak ortaya koydukları değerlendirildiğinde onun peygamber olduğu anlaşılır. Meselâ, bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz. Hâlbuki Peygamberimiz (asm), her fenden, hem de o fennin en nihayet sınırını haber veriyor. Üstelik asırların birikiminin mahsulü olabilecek fennî buluşları o karanlık, cehalet çağında ortaya koyuyor. Öyle ise, o (asm), bütün fenlerin kaynağı olan kâinatı yaratan birisinden haber alıyor ve veriyor. Öyle ise o, bir peygamberdir. Kur’ân, başta astronomi olmak üzere bütün fen ilimlerinin nihâî noktalarına işaret eden âyetlerle doludur. Pek çok hadis-i şerif de, ilmî ve teknik meseleleri barındırmaktadır. Öyle ise o, bir peygamberdir... Meselâ, “Eski zamanda nazari (teori) olup, bu zamanda açık olmuş olan çok meseleler vardır.” Bu zamanda bir kısım meseleleri ortaya koymak mümkündür. Fakat eski zamanda, henüz teorilerin bile ortaya atılmadığı şartlarda, teknik ve teknolojinin en ince hakikatleri serdedilmiştir. Demek o (asm), her şeyi kuşatan Yaratıcı’nın elçisidir; ona vahyetti, o da vahyedileni tebliğ etti. Meselâ, “Zaman-ı mazi (geçmiş devirler), bu zamana kıyas edilemez, aralarında çok fark vardır.” Bir meseleyi ilim, teknik ve teknolojinin zirvelerde olduğu bu şartlarda söylemek başka, aynı meseleyi eski zamanda düşünmek başkadır. Hatta eskiden hayali bile imkânsızdı. İşte, hiçbir mesele yoktur ki, Resul-i Ekrem (asm) onun karşısında sağlam, doğru, isabetli bir duruş sergilemiş olmasın... Meselâ, “Sahra ve çöl adamları basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalpleri ve lisanları birdir.” Bu psikososyal tesbitle Hz. Peygamber’in (asm) hayatına bakıldığında, başlangıcı ile son çizgisi arasında hiçbir kırıklık/eğrilik yoktur. Üstelik bütün gözler, akıllar/zihinler onun üzerine yoğunlaşmıştır. En ufak bir çelişki, gerçek dışı bir hâl sezselerdi, onu psikolojikman da bitirirlerdi! Nitekim okuması yazması olan, ilmi bulunan, askerî ve ekonomik gücü son derece üstün olan yalancı peygamberler de böyle bir iddiâda bulunmuşlardı. Ama onlar kaybetti. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
AKP, Kemalizmin ömrünü uzatıyor |
Eskiden AKP fanatiği bazı dostlarımız vardı. Bu partiye yönelik yaptığımız en ufak bir eleştiriye dahi tahammül etmezlerdi. Hemen harekete geçer ve militanca bir tavır takınarak, bizi söylediğimize de, yazdığımıza da pişman ettirmeye çalışırlardı. Şimdi bakıyorum da, onlardan tık yok. Sus–pus oldular. Belli ki, daha bu partiyi savunacak halleri kalmadı. Bilhassa, bütün partileri sollayan Kemalizmle ilgili söylem ve tutumları noktasında... Evet, iktidar partisinin Kemalizmin savunucusu, hamisi ve ömrünü uzatan bir payandası olduğunu, sadece bizler değil, artık bütün dünya görmeye, anlamaya başladı. Nitekim, sağdaki sütunda logosunu ve manşetini gördüğünüz dünyaca muteber Foreign Affairs dergisi de son sayısında bu gerçeği açıkça ifade ediyor ve şu ifadeyi kullanıyor: "Ölmüş Kemalizmi AKP yaşatmaya çalışıyor." (Kemalism Is Dead, Long Live Kemalism How the AKP Became Ataturk's Last Defender. http://www.foreignaffairs.com) Aynı haberi kullanan Zaman gazetesi ise, ne gariptir ki şu ifadeyi başlık yapmış: "Kemalizm'in Batı'ya bakan yüzünü AK Parti yaşatıyor." (23 Nisan 2010) Dergideki haberin detayında da, "AKP'nin nasıl Kemalizm'in savunucusu olduğu?" sorusu üzerinde duruluyor. Esasında, bu partinin iyiden iyiye Kemalizme sahip çıktığını, bundan iki sene evvel Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış, gayet açık bir dille ifade etmiş ve şunu söylemişti: “Türkiye’nin en Atatürkçü partisi biziz. Zamanında hep korkuttular. Şimdi de din ile korkutuyorlar. Biz korkutmuyor, sevgi ile yaklaşıyoruz. Atatürk’le de korkuttular. Atatürk ortak paydamız. Türkiye’nin en Atatürkçü partisiyiz, bunu iddia ediyorum.” (AA Düzce, 20 Mayıs 2008) Aradan geçen bunca zaman içinde yaşanan hiçbir gelişme Egemen Bağış'ı tekzip etmedi, aksine hep doğrulayıp bu iddiayı teyit etti. Kutlu Doğum Haftasında yaşananlar bir tarafa, sivil ve özel sektördeki iktidar yandaşları da Kemalizm propagandası yapmakta birbiriyle adeta yarıştılar. Gazetelerinde, dergilerinde, hatta kitap–yayın basım ve dağıtım şirketlerinde bile, başta Nutuk olmak üzere, Kemalizmi parlatma maksadına matuf mevkutelerin kampanyalı satış ve pazarlamasını yaptılar. Bu kulvarda o derece ileri gittiler, o derece at koşturdular ki, hızlarını alamayarak Nur Külliyatında Kemalizmin mahiyetini nazara veren bahisleri dahi sansürleme cihetine gittiler. Binler teessüfler olsun. Şimdi merak ediyorum. Eskiden bize ateş püsküren AKP'li dostlar, bu yazıya karşı ne tür bir reaksiyon gösterecekler. Gerçi bu tür tepkileri umursadığımız falan yok; ama, bir gösterge teşkil etmesi bakımından, tepkinin dozajını yine de merak ediyorum doğrusu.
Tarihin yorumu 25/26 Nisan 1986
Çernobil'den kıyâmet alâmeti
Ukrayna'nın Çernobil kentindeki Nükleer Reaktöründe 25/26 Nisan 1986 gecesi meydana gelen nükleer kaza, 20. asrın en büyük ve en tehlikeli kazası olarak tarihe geçti. Kaza, uzmanların gece yarısı yaptıkları bir deney esnasında yaşandı. O tarihte SSCB yönetiminde bulunan Ukrayna'da yaşanan bu kazadan, yaklaşık yedi milyon kişi etkilenirken, milyonlarca insan da korku dolu günler yaşadı. Korkunun belli başlı sebepleri şöylece sıralanabilir: 1) Sovyet Rusyası, halkını da, dünya kamuoyunu da doğru şekilde bilgilendirmiyor. Tehlikenin boyutu daha da büyük olabilir. 2) Patlamayla etrafa yayılan nükleer reaksiyon (radyasyon), çeşitli sebeplerle çok daha geniş bir alanı etkisi altına alabilir. 3) Havaya yayılan radyoaktif parçacıklar, rüzgâr ve bulutlar vasıtasıyla dünyanın başka yerlerine de yayılabilir. 4) Yağmur bulutlarıyla yere düşen radyoaktif parçacıklar, insanlara, hayvanlara olduğu kadar, bitkilere de zarar verebilir. Dolayısıyla, yediğimiz–içtiğimiz ne varsa, hepsinde birtakım yan etkiler bulunabilir. * * * Sadece Çernobil'deki nükleer santralın 4. Reaktöründe meydana gelen patlamayla insanlık ve canlı hayatı bu derece bir risk ve tehlike altında kalabiliyorsa, acaba dünyadaki diğer santrallerin patlaması halinde neler olabilir? Hiç şüphesiz, ortaya kıyâmeti andıran bir manzara çıkar. Belki de, canlı hayatını sonlandıracak bir kıyâmet yaşanacak. Esasında, insanlık camiası, bu noktada bir yol ayrımına gelmiş durumda. Ya nükleer potansiyeli kontrol altına alıp, sadece enerji ve benzeri hizmetlere kanalize edecek, ya da kendi sonunu hazırlayan bir gelişmenin kapısını açık tutmuş olacak. Zira, şu anda bile dünya çapında depolanan, yahut aktif durumda olan nükleer gücün patlaması halinde, canlı hayatı, kuvvetle muhtemeldir ki son bulacak. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Nimetullah AKAY |
|
Bir hanım kardeşimin mektubuna cevap |
İman ve Kur’ân’ın nurlu yoluna girmiş bahtiyar kardeşim. Mektubunuzdan insî ve cinnî şeytanlarla başınızın dertte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak şeytanların tasallutundan kurtulmak için çırpınıyor ve bunun için duâ edecek dostlar arıyorsunuz. Unutmayın ki dostlukların en güçlü olduğu Kur’ân caddesinde bulunmaktasınız. Belki çoktan dualar imdadınıza gelmiş ve içinde bulunduğunuz manevî sıkıntıların ağırlığından kurtulmanın ilk emarelerini hissetmişsiniz bile... Pes etmeyiniz, mücadelenize ciddiyetle devam ediniz, dünyanızın günah kirleriyle kararmasına izin vermeyiniz kardeşim. Dualara, Kur’ân okumalarına, Cevşenle yalvarmalara, seccadelerin üzerinde boynu bükük bir şekilde “Huzur”da durmalara ve yalvarışlarla gözlerinizi nemlendirmeye devam ediniz kardeşim. Risâle-i Nur’un manevî ikliminde huzuru arayalım, afakî meselelere zihnimizde yer bırakmayalım kardeşim. Rabb-i Rahim elbette imdadınıza gelecektir. Elbette hiç kimse bizi O’nun kadar sevemez. Hiç kimse O’nun kadar bizi düşünemez. Rabbimiz bizi sevdikten sonra varsın bütün insanlar bizden nefret etsin, O bizi korursa varsın bütün insanlar bizden yüz çevirsin, O bize dost olduktan sonra varsın bütün insanlar bize düşman olsun... Bize O’nun aşkı lâzım kardeşim. Nefsimizin bizi sürüklemek istediği karanlıklara mahkûm olmamak için çabalamalı, akıl ve kalb birlikteliğiyle sadece O’nu razı edecek davranışlarda bulunmalıyız. Şeytanın tuzakları, oyunları, saptırmaları çoktur kardeşim. Ama Rabbim kendisine yönelenleri, kendisine sığınanları elbette zayıf olan şeytanlardan koruyacaktır. Nefse güvenmeyelim kardeşim. Çünkü o sadece şeytanları harim-i ismetimize dâvet etmekte, bizleri yalancı mutluluklarla avutmaya çalışmaktadır. O nefis denen nadan hem dünyamızı hem de ahiretimizi mahv etmeye çalışmaktadır. Rabbimizin bize verdiği nimetleri saymakla bitirebilir miyiz kardeşim? Bu dünyada yaptıklarımızla hiçbir zaman bize verilen nimetlerin karşılığını ödeyemeyiz. Bizler ancak Rabbimizin lütuf ve ihsanıyla ihtiyaçlarımızı giderebilir, ancak O’nun keremiyle ayakta durabilir, ancak O’nun kudret ve rahmetiyle hayatımızı devam ettirebiliriz. Hanımefendi kardeşim. Bu dünyanın binler elem çektiren geçici lezzetleri çoktur. Şeytan bizleri bunlarla kandırmaya çalışmaktadır. Çok uyanık olmak zorundayız. Meşrû dairemiz dışına çıkmamız felâketler doğurur, insanlığımızı yok eder bizi küfür ve sefahat karanlıklarında süründürür. Allah’ın sevmemizi istediği insanları sevmek, hep onlarla beraber olmak ve hiçbir zaman onlara ihanet etmemek zorundayız. İnsanlığımız, imanlı oluşumuz bunu gerektiriyor muhtereme kardeşim. Bizler hayvanî lezzetler peşinde olan insanlardan olamayız. Nefsimizin bize yamamaya çalıştığı şeytanî duyguları mutlaka içimizden atmalıyız kardeşim. Muhabbetini Kâinatın Rabbine veren, O’nun Resulünün yolundan ayrılmayan, Kur’ân’ın aydınlığında yürüyen insanlardan olacağız. İmanımız öyle zerrelerimize sinecek ki hiçbir şeytanî duygu orada kendine yer bulamayacak, böylece Rabbinin izni dairesinde yaşatılan vücudumuzdaki zerreler davranışlarımızdan dolayı bizi alkışlayacak ve hesap gününde de bizim için hüsn-ü şehadet edeceklerdir. Bakınız ne güzel meşrû dairede kendimize bir yol bulmuşuz. Rabbim imanlı ve candan dostlar, arkadaşlar bize nasip etmiştir. Hâlık-ı Kerimimiz bize Cennet meyveleri tadında evlâtlar vermiş, bu fitne asrında bizi Kur’ân’ın aydınlığıyla tanıştırmıştır. Hanemizi küçük bir cennet haline getirip şeytanları oradan uzaklaştırmayı görev bilmeliyiz. Rabbimizin emaneti olan yavrularımızı ahirzaman fitnecilerinin ellerine bırakamayız. Bizi Allah için seven kardeşlerimizin hüsnüzanlarına lâyık olmak zorundayız kardeşim... Dualarım seninledir unutma. Sakın ola ki nefis ve şeytanların tuzağına düşme. Gelip geçici rüzgârların yalancı cazibesine kapılma. Nefis ve şeytana galip gelmek için hakta sebat et mücadeleyi bırakma. Rabbine yönel, bir saniye bile O’nun rızasından ayrılma kardeşim... 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hadis ve vahiy |
İstanbul’dan ismini belirtmeyen bir okuyucumuz: “Sahabeler bazen Peygamber Efendimize (asm); ‘Bu Allah’ın emri midir? Yoksa senin fikrin midir?’ diyor. Ve bakıyoruz, sahabenin fikri kabul görüyor. Sahabe fikrinin, Peygamber Efendimizin (asm) fikrinin, hadisin, kudsî hadisin ve vahyin birbirinden farkları nelerdir?”
Söz ve kelâm sarf etmek, konuşmak, bildiklerini söylemek, görüşlerini aktarmak insanlar için de, sınırsız olarak insanların ve kâinatın Yaratıcısı için de kemal sıfatlardandır. Yani insan konuştuğu gibi, insanın Rabbi de konuşuyor. İnsanın Rabbi eksiksiz ve kusursuz, hak olanı konuşuyor. İnsan ise hakkı söyleme sorumluluğuyla konuşuyor. İnsan, Allah’ın terbiyesi ile şereflenmişse bu sorumluluğunu yerine getiriyor. Üstad Bedîüzzaman’ın ifâdesiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hem insandır, bu itibarla insan gibi davranır ve konuşur. Hem Allah elçisidir, bu itibarla da Cenâb-ı Hakk’ın tercümânıdır; vahye mazhar olur. Vahiy, Allah’ın konuşmasıdır. Fakat vahyin de dereceleri vardır: 1- Açık vahiy: Bunda Resûl-i Ekrem (asm) sadece tercümandır, doğrudan tebliğcidir; hiçbir müdâhalesi yoktur. Kur’ân âyetleri ve bir kısım hadîs-i kudsîler bu derecededir. 2- Gizli vahiy: Öz ve mânâ itibariyle vahye ve ilhama dayanan, fakat açıklaması, ifâdesi ve cümle dizilişi Resûl-i Ekrem’e (asm) ait olan sözlerdir. Resûlullah Efendimiz (asm) vahiy veya ilham olarak gelen mânâları kendi cümlelerine dökerken bazen yine vahye veya ilhama mazhar olur. Bazen de kendi ferâseti ve içtihadı ile hareket eder. Kendi ferâseti ve içtihadıyla yaptığı açıklamalarda bazen peygamberlik vazifesi noktasında ulvî ve kudsî bir kuvvete dayanır. Bazen de örf, âdet ve insanların fikirleri seviyesine göre bir insan olarak konuşur, fikir beyân eder.4 Bedir Savaşı öncesinde Resûlullah Efendimiz (asm) ile şerefli ordusu, müşriklerden önce Bedir’e ulaşmışlardı. Bedir kuyusuna en yakın bir yere konakladılar. Peygamber Efendimiz (asm) karargâhın nerede kurulacağı ile ilgili ashâbıyla görüştü, istişâre etti. Otuz üç yaşlarında bulunan Hubab bin Münzir (ra) ayağa kalktı, söz aldı. Dedi ki: “Yâ Resûlallah! Burası, Allah’ın emrettiği bir yer midir? Yoksa sizin fikriniz midir?” Resûlullah Efendimiz (asm) kendi fikri olduğunu beyan buyurunca, Hubab (ra) bu defa: “Yâ Resûlallah! Biz savaşçı kimseleriz. Burada karargâh kurmak uygun değildir. Bana sorarsanız, buradan hemen kalkalım. Kureyş halkının konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Bir havuz yaparak onu su ile dolduralım. Diğer bütün kuyuları kapatalım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz havuzumuzdan içeriz. Onlar ise içecek bir şey bulamazlar ve çabuk pes ederler” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) Hubab bin Münzir’in (ra) görüşünü kabul etti ve karargâhın bu görüş çerçevesinde kurulmasını emir buyurdu.5 İslâmiyet hayat dinidir. Peygamber Efendimiz (asm) elbette doğrudan açık vahye mazhar olduğu gibi, gizli vahye de mazhar olmuştur. Kimi zaman kendi inisiyatifiyle hareket ettiği gibi, bazen istişarelerde de bulunmuş ve ashabının söz ve fikirlerine de önem vermiştir. Bunlar birbirleriyle çelişen davranışlar değildir. O her davranışında vahyi ölçü almış, vahyi yaşamıştır. O (asm) bize hayatı öğretmiştir. Bize her cihette rehber ve kılavuz olmuştur. İnisiyatif kullanmakla, bu dinin doğru olmak kaydıyla cüz’î irade tercihine verdiği önemi, ashabına fikir danışmakla istişarenin önemi, ashabının fikirlerini doğru bulmakla, başkalarına saygıyı, başka fikirlere söz hakkı vermeyi, tartışma ve doğruyu bulma adabını, benlik duygusunu reddetmeyi “Peygamber Lisanıyla” göstermiş olmaktadır. Peygamber Efendimizin (asm) “gizli vahiy” niteliği taşıyan her sözü, her tavrı, Ashab-ı Kiram’la (ra) olan her davranışı, görüp de onayladığı ve yasaklamadığı her tutumu, “hadis” tanımına dahildir. Hadis, Kur’ân derecesinde “açık vahiy” değildir. Fakat kendi içinde muhtelif derecelerde gizli vahiydir veya gizli vahiyden izler taşır. Bize düşen; sahih kaynaklarla Peygamber Efendimize (asm) sağlam biçimde dayandırılan her söz veya tutumu hadis kabul etmek, örnek almak, kavramaya çalışmak ve mümkün mertebe yaşamaktır. Her hadisin Kur’ân derecesinde “açık vahiy” olmaması, Peygamber Efendimizin (asm) her davranışının ve her sözünün “farz” olmadığı anlamını taşır. Peygamber Efendimizin (asm) her sözü ve her davranışı bizim için “farz” olsaydı, bunu yaşamaya gücümüz yetmezdi.
Dipnotlar: 4- Mektûbât, s. 94. 5- Peygamberimizin Hayatı, 1/362. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Bize ne oldu? |
Televizyon kanallarını gezerken Show programlarından birine takılıp kaldım. İnsanlar kendinden geçmişçesine eğlenip, hoplayıp, zıplıyordu. Derken şarkının hareketli-liğinin yanı sıra sözlerine dikkat ettim. Bu bir ayrılık şarkısıydı. Zira sözleri terk edilmiş bir sevgilinin sitem sözleriydi. Normal şartlarda hüzünlenilmesi gerekirken, bu kadar eğlenmenin mantığını çözemedim. Ayrıca bu kadar hareketli müzik yapılması da ayrı bir konu. * Derken radyonun sesini yükseltiyorum, duyduğum ses içimi inceden sızlatırken, tam dalıp gidecekken bağıran sesle irkildim. Bu, adı şarkı dedikleri şey, gerçekten şarkı mıydı? Yoksa şiir mi? Konuşurken, yanlışlıkla mı kaydı yapılmıştı acaba? Yaşlandığımı hissettim bir an. Zira her şey ne kadar çabuk değişip, tuhaflaşmıştı. Beynimi yoran, kulağımı tırmalayan seslerin milyonlarca hayranı vardı. Duygularımız da karman çorman olmuştu. Birbirine karışmış hayatlarımız gibi… Bizim sandığımız her şey bir başkasından çalıntıydı. * Tepkilerimiz karıştıkça, duygularımızda karışmıştı böylece. Gülmemiz gereken şeylere ağlıyorduk. Hatta artık ağlarken de gülüyorduk. Tepki verilmesi gerekenlere ise, küçük bir şaşırma hareketiyle geçip gidiyorduk. Halimiz böyle iken, “neden bu hale geldik?” demek artık sıradanlaştığı için. Bu cümleyi sadece yazıp geçiyorum. Çünkü bu sorunun cevabı hep yapılmayan pişmanlıklarla dolu. Ben insanların, yapmadıkları hareket ve davranışları anlattığına inananlardanım. Meselâ “Biz çok israf ediyoruz” diyen kişinin ne kadar gereksiz harcamalar yaptığını bildiğim için, bu sözün vicdanî bir söz olduğunu biliyorum. Ve başkasının hatalarını bulmanın hayırsızlığından yola çıkıp, bana ait sözleri kurcalıyorum. Kelimelerin altını üstüne getirirken, birkaç cümle bulup hepsini un ufak edip, vicdanımın başından aşağı serpiyorum. Derken mangaldaki bütün külü temizleyenlerin, aynı mangala hiç ummadığım külleri dökünce durup söylenirim: “Oldu mu şimdi” Ama yine de siz siz olun, okuduğunuz yazıların ve kitapların yazarlarının öz geçmişiyle ilgilenmeyin ya da hayranlıkla dinlediğiniz birinin neler yaptığına dikkat etmeyin. Hatta güzel müzik demeden önce susup bekleyin. Yanılabilirsiniz. Herkesin bir hikâyesi olduğunu düşünüp, sadece anlatılanlarla ilgilenirseniz, kazanan siz olursunuz. “Bakalım ne kadarını uygulamaya koymuş?” derseniz. Kaybınız karşınızdakinden kat be kat fazla olur. Unutmayın; bazen ilim sahibine fayda vermez. Vesilelere takılmamak gerek her zaman. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KAPLAN |
|
Bir rüyâ gezegen: PERİ BACALARI |
GERÇEKTEN çok güzel ve çok farklı bir şekilde yaratılmış bu topraklar… Önceleri tek bir köy veya ilçenin bu bacalardan oluşturulduğunu zannederdik. Meğer Ürgüp ayrı bir diyar, Uçhisar başka; Göreme bir başka iklim bir başka memleket imiş buralarda… Bir yanda Ihlara vadisi, bir yanda Avanos ilçesi, diğer yanda kaya mezarlıklar; peribacalarını Rabbim dört bir yanına serpeleştirmiş Nevşehir ilimizde. Yaratılışı ve bir masal diyarını andıran duruşu ile peri masallarında gibisiniz bu farklı gezegende. Esrarengiz yeraltı şehirleri, taş işçiliği ve keşfedilmeyi bekleyen apayrı çehreleri ile yolu kendine düşenleri mest eden bir diyâr burası… Yamaçlara inen ışıklar, binyılları bugüne taşıyan renk cümbüşü karşısında şunlar dökülüyor dudaklarınızdan: “Subhane men tahayyere fi sunuhil ukûl/Akıllarımızı hayrette bırakan Allah’ım (cc) Sana tesbih eyleriz” Anadolu’nun tam ortasında kendini saklayan bu cennetvâri diyar, medeniyetler beşiğinin Anadolu olduğunu haykırıyor. Hıristiyanlığın hak din olduğu dönemde burası merkezî bir noktaymış. Zulüm görenler buraya saklanmışlar uzun seneler. Rehberimiz Himmet Ağabey bizi gezdirirken anlıyoruz ki eskiden değil günümüzün zalimleri de değişmemiş. 1960 ihtilâlinde hak din olan İslâmiyet’in kitabı; Kitabımız Kur’ân da saklanmış korkudan bu baca evlere. Te.. sonraları 1980’lerin sonunda bulunup çıkarılmışlar Himmet Bey gibilerin araştırma ve gayretleri ile. Allah zalimlere fırsat vermesin. Dönelim tatlı seyahatimize: Burada hangi yolda ilerleseniz önünüze beyaza yakın renkleriyle taş yapılar, yeraltı şehirlerine açılan kapılar, devasa heykeller gibi duran peri bacaları çıkar. Uçhisar Ürgüp, Göreme, Avanos dörtgeninde gezdiğimiz zaman büyülenip kalıyoruz. Yabancıların Kapadokya dedikleri yere asıl adını İranlılar bir dönem daha da renklendirip söylemişler: “Uçan atların diyârı…” Veya: “Güzel atlar diyarı…” Bir zamanlar Kapadokya neyse bu gün de öyle korunmuş! Kelimenin aslı Farsça Katpatuka’dan… Kapadokya deyimi dönüşerek günümüze gelmiş. Zirâ; Bu diyarlarda sıkça deve ve katır; af buyurun eşek görseniz de asıl parlak renkleri ile sizi büyüleyen at sürüleri hayrete düşürür. Sabah ve gece sizi donduran soğukları Ürgüp ve Göreme’nin gündüz yakan sıcağı, çeşit çeşit peri bacaları, birçok medeniyetin bölgeye yayılmış eserleriyle burası hâlâ ne kadar keşfedilse de tam mânâsı ile gün yüzüne çıkarılmış değil. Gün yüzünde kalanlar ise zamana yenik düşmekte. Çünkü her şey fâni, Yalnız Allah (cc) bâki. “Medeniyetler Tarihi” kadar “Dinler Tarihi” için de inanılmaz incelemelere hazır bir bölge bu bölge. Geziniz bitince muhakkak Kayseri üzeri dönmelisiniz döneceğiniz diyarlara. Bu yolculuğu da gün doğumuna denk getirmelisiniz! Hemen sabah namazı sonrasına… Erciyes’in, dumanlı ulu zirvesinin bir gök kubbe gibi yükseldiği; Kızılırmak’ın benzersiz bir kavis çizerek toprağı tuttuğu bu yöreyi sabahın gümüş vakti gezmeniz sizi dünyanın her efkârından beri tutacaktır. Seyahat ediniz sıhhat bulasınız sırrına erinilecek nadide mekânlar.. geçmişten bugüne önemli bir farklı selâmın gümüşe çalan beyaz toprakları ile farklı bir selâmın yerleşim yeri… Buradaki taş yapılar ki; Ürgüp’te çimento hammaddesi ve ponza taşı hammaddesi bulunmaktadır; Hacıbektaş’a kadar hep şekil verilerek yerleşilmiş ayrı ayrı kaya, baca, muhteşem dekorlu evlerden oluşan köyler, beldeler ve dahi ilçelerdir. Ürgüp, Göreme, Avanos, Acıgöl, Derinkuyu, Kozaklı, Gülşehir ve Hacıbektaş’ı bu selâmın durak yerleri olarak ifâde etmek daha doğru olur. Göreme Vadisi ayaklarınızın altında beliriyor, yanyana yapılmış küçük beyaz evler, evlerin hemen çevresinde duvar gibi yükselen peri bacaları ve peri bacaları arasında uzanıp giden yollar. Ortahisar Vadisi’nde Üzümlü Kilise, Sarıca Kilise ve başka birkaç kilise. Uçhisar’dan Göreme Kasabası’na indiğinizde sizi çarşının turistik havası sarıyor. Bir turiste satılabilecek her türlü yöresel ürünler tezgâhlarda yerini almış. Çömlek ve alçılardan yapılmış heykelcikler, peri bacası modelleri, Ortahisar’ın üç boyutlu tabloları, yöreye has dokuma ve çanta modelleri... Halılar. Heybeler.. Türlü türlü lokum ve de çerez çeşitleri… Panayır havası; Çevrede Kapadokya’yı deve sırtında görmenizi sağlayacak deve turcuları…. Peribacalarına; “Gâvurun askerleri” de diyor Anadolu’muzun masum ve can insanları! Rivâyet şu: Bir aile vakti zamanında harmanda ekinini kaldırırken tozu dumana katarak bir ordu gelir. Bu ordu köylülerin ekinlerine, hayvanlarına el koyar. Daha sonra gene tozu dumana katarak uzaklaşırken zarara uğrayan kadın; “Ekmeğimize, aşımıza el koydunuz. Allah sizi taş etsin” diye bağırır. Yaşlı kadının duası kabul olur ve o askerler taş kesilir. O taş askerler de peri bacalarıdır. O yüzden yöre halkı peribacalarına ‘gâvurun askeri’ diyor. Kısaca; Mevsim bahar. Anadolu; Yalancı cennet… Varın görün imkânınız varsa: Vadi yamaçlarından inen sel sularının ve rüzgârın, tabiatı nasıl işlediğine şahit olun “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur.” Takkeleri; kayaların direncine bağlı olarak şekillenmiş peribacaları uzun uzun sizlere tefekkür kapıları açar! 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Ermeni açılımı” da askıda… |
Başbakan Erdoğan’ın Amerika dönüşü Ermenistan’la normalleşme sürecinin sürdüğüne dair “olumlu mesajları”nın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Erivan ziyaretinin ardından Erivan yönetiminin 24 Nisan arefesinde protokolleri askıya alması, “protokoller”e odaklanan dış politikanın iflâsının resmen ilânı oldu. Kriz, Türkiye’nin Ermenistan sınırını açmasının, Erivan’ın Kars Anlaşmasına göre Türkiye’nin sınırlarını tanımasının ve 1915 olaylarını araştıracak “ortak tarih komisyonu”nun kurulmasının yer aldığı 10 Ekim 2009 tarihli protokollerinde “Karabağ işgali”nin yer almamasından kaynaklanıyor. “Protokoller”deki şartları yerine getirmeyen Ermenistan, anayasasında, okul ders kitaplarında ve haritalarda Doğu Anadolu’yu “Büyük Ermenistan” olarak okutuyor, “ortak tarih komisyonu”nu kabul etmiyor. Dahası Türkiye’yi resmen “soykırım”la itham ediyor. Böylece normalleşme protokollerini rafa kaldırmakla kalmıyor, Ankara’yı suçluyor. En üst düzeyde Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın ağzından, “Karabağ’ın işgalini Türkiye ile konuşmayız” tavrını sürdürüyor. Dışişleri Bakanları Nalbantyan, “Ankara, protokollerde adım atmadı, sürüncemede bıraktı; Türkiye, Karabağ konusunu gündeme getirdiği sürece Türkiye ile hiçbir şeyi müzâkere etmeyiz” temel tezini bütün dünyaya duyuruyor. “KARABAĞ’SIZ” BARIŞ OLMUYOR… Gerçek şu ki Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini teşkil eden ve bir milyon Azeri’nin sürgün edildiği Dağlık Karabağ ile 7 reyonun (ilin) Ermenistan işgalinden kurtulmasına dair “protokoller”de en ufak bir atıf yok. BM ve Minsk grubunun kararlarına rağmen, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ işgalini sona erdirmesini ve sözkonusu işgal ettiği reyonlardan çekilmesini öngören bir tek kelime bulunmuyor. Hatırlanacağı üzere, Ankara’nın Zürih’te “Ermeni-Türk protokolleri”ni imzaladıktan sonra kamuoyundan ve Azerbaycan’dan gelen tepkiler üzerine Başbakan, “Karabağ işgali sona ermeden normalleşme olmaz” diye konuşmuştu. Meclis’e gönderdiği “protokoller”in onaylanması için, protokollerde olmayan “Karabağ şartı”ndan bahsetmişti…Problem bu çelişkiden çıkıyor. Bundandır ki “protokoller”deki “sınır tanıma” ve “tarih komisyonu” şartını yerine getirmediği halde Erivan açık açık, Karabağ’la ilgili hiçbir “önkoşul” kabul etmiyor, Türkiye’yi süreci sabote etmekle itham ediyor. “Karabağ konusunun süreçle ilgisi yok” restini çekiyor… İşin ilginç yanı, Ankara’nın başta “protokoller”e koymadığı bu konuda, hâlâ alttan alması. Cumhurbaşkanı Gül’ün “açık diplomasi”nin fiyaskosu üzerine, hâlâ “Sürecin durduğunu düşünmüyorum, sessiz diplomasiye ihtiyaç var” diye sessiz kalıp geçiştirmesi… Bir başka garâbet, geçen yıl “1.5 milyon Ermeni’nin ölmesini veya ölüme yürümesini anıyoruz” diyen Obama’nın, ikinci “24 Nisan bildirisi”nde fikirlerinin değişmediğini tekrarlayıp, Ermenistan’ın politikasını destekler mâhiyette yeniden Ermenice “büyük felâket” anlamına gelen “meds yeghern” tâbirini kullanması… Ankara’ya “Ermeni açılımı”nı telkin eden Obama’nın, Ermeni diasporasının baskısına gelerek “Ermeni protokolleri”nden ve “Karabağ meselesi”nden söz etmeyip sadece “soykırım” anlamını yinelemesi, Amerikan yönetiminin de gelinen vartada Türkiye ile Ermenistan normalleşmesi konusunda hiçbir beklentisinin olmadığını su yüzüne çıkarıyor. ABD POLİTİKALARI İPOTEKLİ… Bu tablo, AKP iktidarı döneminde “stratejik ortak” edinilen ABD’nin “Ermeni politikaları”na endeksli politikasını ve bakışının vahâmetini deşifre ediyor. Türkiye aleyhine “soykırım” kararını çıkartan Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Yahudi asıllı Howard Berman’ı tebrik eden Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Nancay Pelosi’nin, “1.5 milyon Ermeni katledildi, Amerikan hükûmetinin soykırımın olduğunu daha yüksek sesle ilân etmesine kadar bize rahat yok!” çıkışının anlamı bu… Ve haftalarca “Obama’nın etkilemeyeceğini ve o tâbiri kullanmayacağını umduğunu” söyleyen Erdoğan’ın hâlâ âdeta tecâhül-ü ârif yaparcasına, Obama’nın “katliâm” sözüne sevinmesi, işin vahâmetini su yüzüne çıkarıyor. Kendinden menkul rivâyetle bunu “Türkiye’nin yürüttüğü diplomatik çabaların sonucu olduğunu” ileri sürmesi ve “Sayın Obama, bizim hassasiyetimizi de nazara aldı, Amerikan yönetimi bu konuda gösterdiği hassasiyeti gözler önüne serdi” sözleri, çarpıtmanın bir başka yönünü ele veriyor. Buna mukabil Davutoğlu’nun, “Sayın Obama’nın açıklamasını doğru bulmuyoruz, kabul edilebilir değildir” deyip, Türk-Amerikan ilişkilerinin artık bu tür ipoteklerden kurtarılması gerektiğini ve Türkiye’nin de acılarına saygı beklediğini belirtmesi, Ankara’nın Ermeni politikasındaki akametin itirafı oluyor. Keza Dışişleri Bakanlığı’nın, “Hatalı ve tek yanlı bir siyasî bakış açısını yansıtan söz konusu açıklamayı esefle karşılıyoruz” diye Obama’nın “bildirisi”ni kınaması, gerçeği ortaya koyuyor.Bu gerçek, AKP iktidarında Türkiye’nin Ermenistan’la “izzet-i milliyeyi muhâfaza eden musâlaha”daki başarısızlıkla, Ankara’nın “Ermenistan açılımı”nın iflâs ettiğini bir defa daha ortaya çıkarıyor. (Münâzârat, 67-68) 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Bir soğan soyulurken |
18 yaşında…Hayatının baharında… Kalabalık ailesiyle birlikte gecekonduda yaşayan Bir gençti. Bütün yük arada sırada iş bulabildikçe çalışabilen babanın omuzlarındaydı. Artık eli ekmek tutmalı, babasının yükünü hafifletmeliydi. İş aramaya koyuldu. Lise mezunuydu. Mesleksizdi. Kimse yüzüne bakmadı. Torpil şarttı, adamı olmalıydı. Tek çare tahsile devam etmekti. Üniversiteyi kazanmalıydı. Ama bunun için bilgi seviyesi yetersizdi. Derslerin çoğu boş geçmiş, öğretmenler kendi dertlerine düşmüştü. Dershane paralıydı. Ana baba fedakârlığı göze aldı. Boğazdan kısılacak, dershaneye gönderilecekti. Taksit imkânı vardı. İlki ödendi. Sonra nefesler tükendi. Gerisi ödenemedi. Dershane alacak dâvâsı açtı. Avukat tutamadılar. Mahkeme hemen sonuçlandı. Anne 3 aya mahkûm oldu. Cezaevine kondu. Adalet tecelli etti! Demirparmaklıklar ardında acılarla, utançla geçen iki ay. Sonra… Tahliye. Oysa bir ay daha yatması gerekiyordu. Sürprizdi. Sevinçten deliye döndü. Özgürlüğün ilk dakikalarında ailesi ile kucaklaştı. Ama birini göremedi. Çok geçmeden acı gerçeği öğrendi. Yıkıldı. Annesinin hapse atılmasına dayanamayan oğlu hayatına son vermişti. Olay medyaya yansıyınca… Dershane şikâyetinden vazgeçmiş... Anne serbest kalmıştı. Hayat devam ediyordu. 11 Nisan Pazar günü Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 1 milyon 500 bin adayın katılımıyla yapıldı. Bir kişi noksandı. Kimse fark etmedi. Ateş düştüğü yeri yakmıştı. Düşler bir fidanla birlikte kara toprağa gömülmüştü. Hikâye sizlere bayatlamış gelebilir. Ne var ki her gün benzerleri tazeliğini koruyor, sadece özneler değişiyor. Umudumuz bu hikâyelerin gündemden düşerek gerçekten bayatlamasıdır. Burada amacımız duyguları sömürmek değil. Düzenin perişanlığını birkaç açıdan gözler önüne sermektir. Birincisi: Yoksulluk. İnsanlar birkaç bin lira borç için hapsi boyluyor. İntiharların ardı arkası kesilmiyor. Milyonlar açlık ve yoksulluk sınırında. Parlatılmış rakamlar karın doyurmuyor. İkincisi: İşsizlik. Dünyada, nüfusuna göre en çok işsiz barındıran ülke. Her dört gençten biri işsiz. “Sanal” falan değil. Çıkın, bakın sokaklara. İş saatlerinde boş gezen kalabalıkları görün. Üçüncüsü: Faiz. Ocak söndürüyor. Enflasyonun tek haneye indiği bir ekonomide böyle yüksek faiz olur mu? Bin dolarlık borç 5 bin liraya çıkar mı? İnsafa sığar mı? Dördüncüsü: Eğitimin ticarîleşmesidir. Özel dershanelerin sayısı 4 binin üzerinde. Velilere maliyeti 5 milyar TL. Millî Eğitim bütçesi 28 milyar TL. Tablo çarpıcı. Eğitimin iflâsını ispatlıyor. Okullardaki eğitim neden yetersiz? Neden dershanelere ihtiyaç duyuluyor? Başka ülkelerde böyle bir rezalet var mı? On binlerce aday sıfır puan çekiyor. Sorumlusu kimler? Kafa yormalı. Geleceğimiz kararıyor. Beşincisi: Adalet. Bankaları hortumlayanlar… Hazineyi soyanlar… Keyif çatarken... Üç kuruş için garibanlar hapishanelerde sürünüyor. Hele… Milletvekillerinin… Zimmet… Dolandırıcılık… Yolsuzluk… İhaleye fesat karıştırmak… Gibi yüz kızartıcı suçlamalar karşısında dokunulmazlık zırhına sığınmaları… Vicdanları sızlatıyor. Bu bağlamda yazımızı şairin şu mısralarıyla noktalayalım: …. Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler, Hazine soyulurken aldırmıyor beyzadeler. Hayadan eser yoktur nafile bütün sözler. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yeşil değil, kırmızı kart |
Bir yandan ‘kriz günleri geride kalıyor’ diye sevinirken, bir yandan da gelir dağılımındaki adaletsizliğin ağır faturalarını ödemeye devam ediyoruz. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bir milletvekilinin yazılı soru önergesini cevaplandırırken (17 Şubat 2010 tarihi itibariyle) Türkiye genelinde aktif olarak kullanılan yeşil kart sayısının 9 milyon 541 bin olduğunu açıklamış. Bu kartların bölgelere göre dağılımını gösteren ‘liste’ de aynı zamanda gelir dağılımındaki uçurumu gözler önüne seriyor. ‘Liste’ye göre Doğu Anadolu Bölgesi yüzde 25,38, Güneydoğu Anadolu Bölgesi yüzde 24,87, Akdeniz Bölgesi yüzde 14,53, İç Anadolu Bölgesi yüzde 10,17, Karadeniz Bölgesi yüzde 9,76, Marmara Bölgesi yüzde 8,57 ve Ege yüzde 6,72 şeklinde sıralanıyor. Türkiye’de pek çok şeyin ‘kayıt dışı’ olduğu biliniyor. Buna rağmen bir şehirde, bir bölgede ya da bir köyde yaşayanların 4’de 1’inin ‘yeşil kart sahibi olacak kadar fakir’ olduğunu düşünün... Böyle bir köyde, şehirde ya da bölgede ‘adaletli gelir dağılımı’ndan bahsedilebilir mi? Kısaca belirtmek gerekirse ‘yeşil kart’ alabilmek için hiçbir sağlık güvencesi olmamanın yanında ‘fakir’ olmak da gerekiyor. “Fakir olmayanlar da yeşil kart alıyor, bu rakamlar gerçek durumu göstermez” diyenler bir yönüyle haklı, ama tersi durumda olanlar da var. Bazıları var ki üzerinde meselâ bir ‘tarla’ tapusu var, ama nakit geliri yok ve sağlık hizmetlerinden istifade edemiyor. Kanunen ‘yeşil kart almak için uygun şart’lar taşımayıp, öte yandan da namerde bile muhtaç olanlar var. Hem, hakkı olmadığı halde yeşil kart alanlar varsa -ki muhtemelen vardır- bunları önlemek de Türkiye’yi idare edenlerin boynunun borcu. Netice olarak, 70 milyonluk Türkiye’de 10 milyon kişinin ‘yardıma muhtaç’ halde olması “Büyük Türkiye” idealine ve tablosuna yakışmayan bir durumdur. Elbette bu tablo bir yılın ya da bir dönemin problemi değil. Bu tablo, yıllardan beri devam eden ‘adaletsiz gelir dağılımı’nın bir neticesidir. Muhtaçlara yeşil kart veriyor olmak iktidar açısından belki övünülecek bir durumdur, ama aslolan insanları yeşil karta muhtaç hale getirmemektir. Bir yönüyle bu tablo, ‘hal ve gidiş’e gösterilmesi gereken ‘kırmızı kart’ şeklinde de anlaşılabilir. Yeşil kart sahibi sayısını azaltmak isteyenlerin atması gereken ilk adım, gelir dağılımındaki adaletsizliği ‘fakirler lehine’ değiştirme olmalıdır. Bakınız, bütün dünyayı etkileyen ciddî bir ekonomik kriz yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Bankaların bu krizden ‘kârlı’ çıkmaları tesadüf ya da onların başarısı mıdır? Yoksa adaletsiz gelir dağılımının bir neticesi midir? Bankalara işi düşen herkesin dile getirdiği şikâyetler var ve bu şikâyetler dikkate alınmıyor. Bankalar ekseriyetle ‘faaliyet dışı kâr’larla kasalarını dolduruyor ve bununla da övünüyorlar. En basitinden kullanılan kredi kartlarından alınan ‘aidat ücreti’ var ve bunca yıldır yapılan itirazlara rağmen kalıcı bir çare bulunamadı. Bankalar ne edip ediyor ve genellikle bu ücreti alıyor. Bankaların yaptığı yanlışlar içinde denizden bir damla olan bu icraatı bile durduramayanlar gelir dağılımındaki adaletsizliğe son verebilir mi? Keşke hiç kimse ‘yeşil kart’a muhtaç olmasa... 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Üç haftada neler değişti? |
Basit, ama engelleyici bir sağlık sorunu yüzünden yazamadığım üç hafta boyunca dış politikada olup bitenler, öngörülebilir gelişmelerden ibaretti. Kıbrıs seçimlerini Derviş Eroğlu ilk turda kazandı. Üzücü olan Kıbrıs’a zor dönemde cumhurbaşkanlığı yapan Mehmet Ali Talat’a vefasızlık edilmesi ve Cumhurbaşkanlığı makamından bir kamyonet ile ayrılması idi. Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun toplumlar arası görüşmelerden çekileceği, Denktaş dönemindeki uzlaşmaz tutumu tekrar sahipleneceği gibi spekülasyonların doğru olmadığını, sürecin devam edeceğini açıklaması olumlu bir gelişme idi. Zaten başka türlü bir gelişme sözkonusu olamazdı. Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin çözüm beklentisine aykırı bir politika izlenmesi imkânsız. “En iyi çözüm, çözümsüzlüktür” dönemi bitti artık. Bu açıdan şu ana kadar gelinen aşama korunarak, geriye kalan başlıklarda uzlaşmaya çalışılacak. Bu yüzden Kıbrıs’taki seçim sonuçlarını olumlu görüyoruz. İkinci başlık ise gergin bir şekilde beklenen Obama’nın 24 Nisan açıklaması oldu. Başbakan Erdoğan’ın ABD dönüşünde açıkladığı gibi, Obama, Ermeni diasporasının baskılarına boyun eğmedi. Aslında bu konuda biraz da kendimizi avutuyoruz. “Büyük Felâket” (Meds Yeghem) zaten Ermenilerin 1915 olayları için kullandığı ifade. Obama da bu ismi kullandı. Ama bizde soykırımı dememiş olması önemli bir başarı gibi algılandı. Aslında Ermenistan’ın protokollerin onaylanmasını askıya alması, Türkiye’nin zaten Yukarı Karabağ’da bir çözüme ulaşana kadar protokolleri TBMM’de oylamayı düşünmemesi, aylar önce çıkmaza girdiğini söylediğimiz Ermeni Açılımı’nın kapanışının resmen ilânı oldu. İran’ın nükleer programına ilişkin olarak anlaşmaya hazır olduğunu açıklaması, bu satrançtaki yeni hamle oldu. Ama İran’ın böyle bir anlaşmaya yaklaşmayacağı, yalnızca vakit kazanmaya yönelik hamlelerle durumu idare etmeye çalışacağı görüşündeyiz. İran’ın konumunda Türkiye olsaydı, biz böyle bir anlaşmaya yaklaşır mıydık? Elbette hayır. Bu arada ilkbaharla birlikte askerî operasyonların ve dolayısıyla çatışmaların yeniden başladığı Güneydoğu’da, umutlar başka bir bahara kalmış gibi görünüyor. Başbakanın san'atçıları ve yazarları toplayarak açılıma destek istemesi olumlu bir adım gibi değerlendirilebilir. Ancak hükümetin henüz bu sürecin yol haritasını bile belirlememiş olması karşısında, neye destek istendiğini anlamak güç. Kuzey İrlanda örneğinde olduğu gibi, militanların ülke dışına çıkarılması, silâhsızlanma ve ayrıntılı af düzenlemesiyle birlikte ülke içinde bütün vatandaşlara yönelik hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi, kesimler arası kaynaşmayı arttırıcı politikalar geliştirilmesi ve bataklığın kökenini kurutucu tedbirler alınması aşamalarından hangisi gerçekleştirildi? PKK ve Öcalan yok sayılarak bu konuda ilerleme kaydedilebilir mi? Öcalan’ın kendisi için pakette bir çıkar olmadığını görmesi üzerine, açılımı sabote ettirmeye çalıştığı bir sır mı? Kısacası; hem dış politikada hem de dış politika ayağı da bulunan iç sorunlarda uzak olduğumuz bu süre içinde beklenenin dışında bir gelişme olmadı. “Mış gibi yapmak”la sorunların çözülemeyeceğinin anlaşılması dışında. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Nur Talebelerini farklılaştıran bir husus: İstiğna… |
Elbette ki insanlardan istiğna… Risâle-i Nur'a talebe olmak isteyenlerin uymak mecburiyetinde oldukları bu düsturu, Risâle-i Nur'un pratiğini nefsinde yaşayan Bediüzzaman'dan aldıklarını ve tatbik şekillerini de yine Külliyâtta bulduklarını evvelâ belirtmemiz lâzım. Üstad Said Nursî Hazretlerinin hayatı, bu hususu kalın çizgilerle gösterecek binlerce örneklerle doludur. Henüz çocukluğunda, tahsil gördüğü köyde, medreseye evlerden yemek toplamayı reddederken; o günün talebe ve mollalarının hemen hepsinin “yardımlarla” ilme hizmet ettikleri bir zamanda, genç Said'in bir yerden bir kuruş zekât veya sadaka aldığına, kimsecikler şahid olamıyor. Henüz genç yaşında bütün şarka yayılmış şöhretine rağmen, kendisine vukubulan dâvetlerde seçici davranıyor. Bölgenin ve devletin istinadgâhları olan valilerin konağına giderek, bütün bölge halkına eşit mesafede ilme hizmet ediyor. Bediüzzaman'ın şu cümlesi, ehl-i din ve ehl-i ilim erbabının yakalandığı illetin sebep olduğu iltihabî durumu çok güzel tesbit ediyor: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lâzımdır.” Bütün hayatı, sözkonusu “iane” hastalığından iltihab kapmış ehl-i ilim ve ehl-i diyaneti bu illetten kurtarmaya çalışmakla geçen Bediüzzaman'ın artık herkesçe bilinen “istiğna örneklerini” burada zikretmeyeceğiz. Şark'ta birçok insanın “maddî yardımlarla” “Said-i Meşhur”a yakınlaşmak istediği bir vakıadır. Onun Bitlis ve Van'daki tavrı, İstanbul'da Mısır Hidivi'nin, Boğaz ve Çamlıca'yı süsleyen emvalini teklifine karşı manzum olarak 17. Söz'de kaydettiği cevabındaki tavırdan hiç farklı değildir. Efendimiz’in (a.s.m) kendi hayatında ve onun izinden yürüyen Bediüzzaman'ın hayatında da kendisini dışa vuran bir durum vardır. Karşıtları, onları dâvâlarından vazgeçirmek için onlara öncelikle dünya malı, mevkiî ve diğer cazip unsurları teklif ederler. Dâvâ sahipleri bu teklifleri reddedince de zulüm, işkence, dışlama ve zindanla cezalandırılırlar. Bediüzzaman'ın 1907'de İstanbul'da Sultan Abdülhamit'den, 1923'te Ankara hükümetinden ve 1946'larda İsmet dönemlerinden gelen “dünyevî tekliflere” hayır demesinin hemen akabinde yaşadığı zulümler çok ilginçtir. Bediüzzaman'ın lügatında “istiğna”nın bir mânâda ehl-i dünyanın hediye, maaş ve yardımlarını, neticesi zulüm ve işkence olduğu halde reddetmektir. Asr-ı Saadet tatbikatından hareketle ehl-i dünyanın hediye ve yardımlarına fetva arayanlar olabilir. Medine devletinde herkesin İslâmla müşerref olduğu ve Peygamber dâvâsına verdikleri her dinarı “şeffaf sistem” içinde taakib edebilen “sahabinin” o günkü durumu, günümüzde ne derece örtüşür, tartışmak lâzım. İman ile küfrün her cephede iç içe kıyasıya mücadele ettiği, nifak hareketinin İslâm cephesinin en sadık ve metin mücahitlerini maddî yardım, şöhret veya makamla elde edebildiği bugünü Bediüzzaman'ın penceresinden tahlil edenler, başta Türkiye olmak üzere hiçbir coğrafyada günümüzde “Medine döneminden” bahsedilemeyeceğini söylüyorlar. Risâle-i Nur'un hizmetinde ve medreselerinde, maddî şartların rahat ve cazib olmasından ziyade, Risâle-i Nur'un iç işleyişini kavramış ve bir çok mektupta mütemadiyen vurgulanan ihlâs, sadakat, takva ve tesanüd gibi prensipleri esas almış talebeler öne çıkar. Cemaatte sayı çokluğu denilen kemiyetin aldatıcı olduğunu, hedefin keyfiyette ve nurun prensipleriyle techiz olunmuş “kahramanlarda” olduğunu bilen Nur Talebeleri, cemaati maddî zenginliğinde fert zenginliği kadar tehlikeli imtihanlara vesile olduğunu bilirler. Bediüzzaman'ın “istiğna pratiği” çok yenidir. Nurlarla alâkası olmayan ve cemaatî çerçeveyi bilmeyen kişilerin yardımını kesinlikle almamayı ardı sıra bir ‘düstur’ olarak talebelerine bırakırken mektuplarında yüzlerce örneğini bize sergiler. Hizmetin maddî meselelerinde şeffaflığı esas aldığı mektupları burada çok önemlidir. Yorganını, tencere ve çamaşırlarını satarak kendi kitaplarını satın alırken, sanki Zil'zal Sûresinin son âyetlerindeki mânâya hazırlanır ve talebelerini hazırlar. Nur medreslerine ilk gelenlerin zihni, dershanenin maddî işleyişi olmayabilir: Burası kime ait, kirasını kimler ödüyor, kimler burayı tefriş etmiş ve misafirlerinin masraflarını kimler karşılıyor gibi sorular… İşin garib yönü de medresede bu gibi maddî meseleler hiç konuşulmaz. Ancak talebe, derslere sadakat ve sebatını isbat ettiği zaman, sorduğunda bazı “mahrem” bilgileri alır. Bediüzzaman şahsında ve medresesinde uyguladığı bu tarzın orijinalliği zaman geçtikçe anlaşılıyor. Yabancılardan, yabanîlerden ve niyeti ahiret olmayan kişilerden dâvâyı teşviş maksadıyla gelecek her türlü maddî yardım yolunu peşinen kapatmıştır. Günümüzde dinî cemaatlerin lokal veya global cereyanlarca maddeten önce desteklenmesi ve sonra kösteklenmesi, istiğna düstûrunun Bediüzzaman’ca pratiğinin ehemmiyetini ortaya koyuyor. Ehl-i dünyanın güzel ve hayırlı görünen “cazibedar teklifler ağına” yakalanmış ehl-i din ve ehl-i ilmin tarihçesi mutlaka yazılacaktır. Bediüzzaman, yine Hz. Ali’den (r.a.) aldığı ders ve ikazlarla “hakikî talebelerini” o cazibedar dünyaya hiç yaklaştırmıyor. Bir beldedeki “Nur Talebesine” insanlar ancak onun ilminden istifade için yaklaşırlar. Ve hiçbir Nur Talebesi, bir ehl-i dünya mahfiline veya ticarethanesine girdiğinde, nura yabancı olanların zihninde “maddî yardım” istifhamı kesinlikle oluşmaz. Yine Nur Talebeleri ehl-i imanı ancak Risâle-i Nur'dan istifade edip ahiretlerini kurtarmak için bir meclise, bir çaya veya ziyafete dâvet ederler. Dinî hizmetlere para toplamak için onları biraraya toplamazlar. Nurun meselelerine muttali erkek ve kadınların “el melekelerini” para mukabili sergilemeleri, onların fedakârlıklarıyla alâkalıdır. Yani karşılıksız yardım toplamazlar. İlminin, hünerinin, ticaretinin ve kaabiliyetinin zekâtlarını dâvâsına aktaranların fiilleri de yanlış anlaşılmamalı. Nefsimizden başlayıp global dairenin sonuna kadar uzayıp gidecek bu istiğna düsturuyla “hakikî hürriyetlerimize” kavuştuğumuzu biliyoruz. Peygamberlerin dilinde “in ecriye illa alallah” vird olmuş, yani benim ücretimi Allah verecek, mânâsı Bediüzzaman'dan Nur Talebelerine adeta miras kalmıştır. İstiğna düsturunun iktisad prensibiyle iç içe değerlendirilmesinin gereğini de bu arada hatırlatmış olalım. Belki de sık sık “İktisad Risâlesini” okumak gerekecek. Zira ferdin iktisadı tatbikiyle, cemaatin iktisadı güzelce uygulaması arasında çok önemli bir tenasüp vardır. İktisad etmeyenin deccalin tuzağına düşeceği hakikati fert kadar, ehl-i ilim ve ehl-i diyanet için bir ihtar ve tehdittir, diye düşünüyoruz. 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Yine haklı çıktık |
Yeni Asya’nın hassasiyetle üzerinde durduğu konulardaki haklılığının ve yapıcı ikazlarındaki isabetin, fazla zaman geçmeden ortaya çıktığını gösteren birçok örnek var. Bildiğiniz gibi, bunların bir kısmını 2008 ve 2009’da verdiğimiz 21 Şubat eklerinde “ses getiren manşetler” şeklinde derleyip takdim etmiştik. Bu seriye, geçtiğimiz günlerde yenileri eklendi. Bunlardan biri, kaldırıldığı açıklanan EMASYA protokolüyle ilgili olarak gelinen en son nokta. Hatırlanacağı gibi, Balyoz darbe planının gündeme gelmesinden sonra, planın mevzuattaki dayanaklarından biri olarak gösterilen EMASYA protokolünün iptali talebini 24 Ocak günü manşetten seslendiren ilk gazete Yeni Asya olmuştu. Aradan iki hafta geçmeden, protokolün yürürlükten kaldırıldığı açıklandı. Ve Yeni Asya, bu kararı 5 Şubat’ta “EMASYA kalktı, kanun da düzelsin” manşetiyle duyurdu ve “Protokole dayanak oluşturan İl İdaresi Kanunu da düzeltilmeli” çağrısı yaptı. Konu, Tahlil köşesinde de geniş şekilde işlendi. Ama aradan geçen zaman zarfında, İl İdaresi Kanununun ıslahı yönünde bir gelişme olmadı. Ve 16 Nisan tarihli bazı gazetelerde çıkan haber, Yeni Asya’nın bu konuda da haklılığını gözler önüne serdi. Habere göre, Genelkurmay, protokolün iptalinin açıklanmasından hemen sonra tüm birliklere bir yazı göndererek, “Protokolün iptali, toplumsal olaylara müdahalede bizim açımızdan bir değişiklik getirmedi. Garnizon komutanları bu tür görevlere İl İdaresi Kanunu dahilinde devam edecek” bilgisini vermişti. Ve böylece EMASYA protokolünün iptalinin, fiiliyattaki işleyişi değiştirmeyecek bir makyaj ve göz boyamadan ibaret olduğu, açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Benzer bir durum, katsayı meselesinde de geçerli. YÖK’ün son haliyle Danıştay’dan vize alan kararı, katsayı haksızlığını büyük ölçüde devam ettiren, yani yıllardır yaşanan mağduriyetleri sona erdirmeyen bir karar. Yani, orada da gelinen nokta Yeni Asya’yı teyid ediyor. ««« Kur’ân cüzlerinden 21 Şubat ve 23 Mart eklerine ve “Demokratik Açılım” broşürüne kadar, verdiğimiz her hediye ve ilâve için çok güzel çalışmalar yapmayı gelenek haline getirmiş beldelerimizden Van-Erciş, gül kokulu Kutlu Doğum hediyemiz “İşte Asr-ı Saadet” ekinde de aynı performansı ortaya koydu. Ayrıca, Yeni Asya Neşriyat’ın Kutlu Doğum paketi olarak hazırladığı, “Kâinatın Efendisinden Hayatımıza Öğütler,” “Kâinatın Efendisinden Hayatımıza Prensipler,” “Kâinatın Efendisinden Hayatımıza Ölçüler,” “Her Günümüze Bir Hadis” ve “Hadislerden Seçmeler” adlı beş kitaptan oluşan set için de özel bir çalışma yaptığını bildirdi Erciş. Kutluyor, nümune-i imtisal olarak diğer mahallerin de dikkatine sunuyoruz. ««« Bu hizmet sezonunda gazeteyle birlikte vereceğimiz hediye kitap ve eklerle ilgili olarak, geçen yıl Ekim ayında rahmetli Şaban Döğen’in de katıldığı Konya-Ilgın toplantısında temsilcilerimize duyurulan programdaki maddeleri, orada konuşulmayan bazı sürprizleri de araya katarak, öngörülen tarihlerde gerçekleştirdik. Şöyle bir hatırlayacak olursak: Ekim sonunda “Said Nursî Kimdir?” 13 Kasım’da “Said Nursî ve Demokratik Açılım” 27 Kasım’da “Kurban” 25 Aralık’ta “Hastalar Risâlesi” 22 Ocak’ta “Uhuvvet Risâlesi” 21 Şubat’ta “Yeni Asya: Risale-i Nur’un Medyadaki Dili” 23 Mart’ta “Aydınların Gözüyle Said Nursî” 20 Nisan’da “İşte Asr-ı Saadet” Şimdi sıra, bu serinin, inşaallah 21 Mayıs’ta vereceğimiz “Tabiat Risâlesi” etabında. Onunla ilgili hazırlıklarımız da devam ediyor. Ve günü yaklaştıkça anons ve duyurularımız başlayacak. (Bilindiği gibi, Tabiat Risâlesi için Kültürlerarası Köprü Derneği (ICBA) da “7 milyar insana 7 milyar Tabiat Risâlesi” adını verdiği bir kampanya yürütüyor. Bu çerçevede eserin İngilizce çevirisinin dağıtımı devam ederken, diğer dillere tercüme çalışmaları da sürüyor.) 26.04.2010 E-Posta: [email protected] |