Selim GÜNDÜZALP |
|
Azdan çoğa gidilir |
Öyle derdi annem... Nedense bu söz bana iki dilim kızarmış ekmeğin ve üzerine sürülmek için bekleyen tereyağının, rafadan bir yumurtanın, bir avuç peynir, bir de yedi tane zeytinin, güneşin bütün haşmetiyle vurduğu bir sabah sofrasının neşesini, gülümseyen dâvetkâr yüzünü, şen şakrak hâlini hatırlatır. İnsan misafirdir, her yerde misafirdir. Evinde de, dünyada da, hayatta da... Ama bildiğimiz gibi değil. Allah’ın dâvetlisi bir misafirdir. Hayalim, ne hikmetse, bu söz ve bu manzaraya takılır kalır. Bozuk bir plak gibi, bu fotojenik manzara hayalimden silinmez. Kaç tane mutluluk vardır? Say sayabilirsen... O kızartılmış ekmekten sıçrayan kırıntılar da dâhildir buna. İşaret parmağını dudağınıza götürüp, ıslatıp, tek tek topladığınız o kırıntılar da dâhildir. Ne bereketli sofralardı... Anne, çocukların yüzüne bakar, şefkatle ve sevgiyle. Çocuklar pür telâş, ama neşeyle ve iştahla yemeklerini yerdi. Sofrada dört çocuk, bir hala, bir babaanne vardı. Babaanneyi ahirete yolladık, halayı evlendirdik, yolcu ettik. Babayla amca erkenciydi zaten. Sadece akşam sofrasında görebilirdik yüzlerini. Dört kardeşin görülebilirdi yüzleri. Dört kardeşten biri kızdı, en küçüğüydü. En erken evleneni o oldu. Ardından diğerleri bir bir uçtular yuvadan. Anne tek kaldı. Rumeli’den göçmüş bir ailenin yüz yıllık ocağını şimdi o tüttürüyor. Bekliyor her sabah, kapılara bakıyor büyük oğlu gelsin de o kızartılmış iki dilim ekmeği, elceğiziyle yapmış olduğu reçeli yesin diye bekliyor. Özellikle de pazar sabahları… Onun için mayaladığı yoğurdu bir kenarda hazır tutuyor. İllâ özel bir şey olmalı. O da bulunur. Meselâ bir sütlaç, ya da bahçedeki cevizden saklanmış bir avuç hediyeler… Ayıklanmış, temizlenmiş, çıkıverirdi karşımıza. Yemez, yedirirdi bu insanlar. Bir oğul değil, bin oğul gelse, tok kalkardı bu sofralardan. Peygamber duâsı, Hz. Fatıma eli ve dudağı değmişti bu nimetlere her halde. Şimdi o çocuk, bir sabah namazı sonrası adımlarını anneciğinin evine doğru yönlendirmişken o küçük mutlulukların nasıl da hayatını renklendirdiğini düşünüyor. Dalga dalga yayılan çay kokusu muydu onu çeken, yoksa anneciğinin duası mıydı, sevgisi miydi, şefkati miydi… Kuvvetli bir duygu,—ana duası ya da analık duygusu mu acaba—ayaklarını doğduğu eve doğru çekiyordu. Ne de olsa insan doğduğu yere aittir, geldiği yere aittir. Ayaklar çocukluğunun geçtiği sokaklara tekrar yürümekten yorulmuyor, zorlanmıyor. İstikamet ana ocağı, daha doğrusu ana kucağı… Haydi, Bismillah… Ne kadar çok hatıralar vardı yollarda. Hangi gün, hangi saat bu yollardan geçip de içi coşmamıştı ki? Hangi zaman bu ziyareti yapmak için yola koyulduğunda daha ilk adımında o mutluluğu tatmamıştı ki? Ey kalbim! Sen yeter ki böyle çocuk gibi saf, temiz kal; inan göreceğin çok ama çok mutluluk var. Kaybolan değerlerin geride kaldığı, unutulmaz anıların bizi beklediği nice kapılar var. Azdan çoğa gidilir. Küçücük bir mutluluk, çoğala çoğala o kadar büyür ki, insan olduğunuza, mü’min olduğunuza şükredersiniz. Ağaçlar, kuşlar, yollar, taşlar ‘Hoş geldin’ derler. ‘Hoş geldin ey eski dost’ derler. Mahalle, sokak ve evler bir koca gönül olur, “Buyrun içeri” derler. Yerler ve gökler mesaj verir birden: “Ey gönlü sevgiyle çarpan adam! Dünün minnacığı, bugünün yaşlısı, sen bizim nazarımızda hiç büyümedin ki… Üzerimizden besmeleyle, duayla geçeni tanırız. Adımların sahiplerini biliriz. Nereye yönlendiğini, hangi duygularla geçtiğini... Üzerimizdeki taşlar, kaplamalar değişse de, biz eskimeyen yollarız. Eh, olacak o kadar… Eskimeyen dostları da tanırız. Hoş geldin vefalı dost! Duanı, selâmını unutmadık. Yürü geç, doğduğun eve doğru, anacığının şefkatli kollarına doğru…” Yollar yürütür, yollar götürür seni varmak istediğin yere doğru. Yollar dürülür, yollar da koşar sizinle gitmek istediğiniz, varmak istediğiniz yer, gönlünüzde taşıdığınız yerse eğer. Küçük bir mutluluk buldunuz mu, kaçırmayın. Azdan çoğa gidilir. Bir adımla Fatih, İstanbul’un fethine çıktı. Bir adımla siz de yollarla beraber gönüllerin fethine çıkın. Kendinize bu sabah bir iyilik yapın. Bir adımınız bin olsun. Uzansın ta ötelere, Mescid-i Haram’a varsın, Mescid-i Nebevi’ye ulaşsın. Ve o kutsal adımlar Mekke’ye vardığında, o mübarek mekân o siyah örtülerin içinden bir ses size yönelsin, size kendini duyursun, ‘Evinize hoş geldin’ diye. Anne evinden ta Kâbe’ye, Allah’ın evine kadar uzanıp gider mutluluklar… Azdan çoğa gidilir. Hatıralarla, dualarla gidilir. Hiçbir şey götürmese bile yanında, bir salât-u selâm yeter Resulallah’a (asm). Bir gözyaşı armağanı bıraksa yeter oralara. Kimi döner gelir, kimi oralarda kalır. Dönse de aklı ordadır, gelse de hep oralardadır. İki dilim kızarmış ekmeğin yanına bir hurma, bir de zemzem eklenir şimdi. Güzel hatıralar birikir ve bardağı taşıran son damla olur. Bir dua yükselir gönüllerden… Allah’ım! Habib-i Ekrem (asm) hürmetine, azımızı çok eyle, kışımızı yaz eyle, günahlarımızı affeyle, umrelerimizi mebrûr eyle. Üzerinde yürüdüğümüz yolların dilekleriyle, dualarıyla, selâmlarıyla geldik. Suyunu içtiğimiz çeşmelerin, sebillerin selâmlarıyla, üzerimizden geçen bulutların, kuşların dualarıyla, meyvelerini yediğimiz, altında serinlediğimiz ağaçların selâmlarıyla geldik kapına. Kumruların ‘hu hu’larıyla geldik. Baharla geldik kapına ya Rab... Bahardaki bütün mevcudatla geldik. Çiçek açmış ağaçlarla geldik. Kâinat dolusu kardeşlerin selâmlarıyla geldik; kâinatı temsilen geldik. Bir gözyaşı armağanımız olsun onlar namına. Dileğimiz, duamız budur, kabul buyur… Ey izzet ve şeref sahibi olan, azizlerin azizi, sultanların sultanı kâinatın Rabbi ve hâlıkı olan Allah’ım!.. Nâbî’nin de selâmını getirdik bir şiiriyle. Sözümüz tamam olsun bu sözle: “Kâinâtun bakma ulviyyât u sufliyyâtına Câmi-i mecmû Arş-ı Azam-ı dildür garaz" [Kâinatın yüceliklerine, aşağılıklarına bakma. Yani âlem-i ulvî ve âlem-i süflîye itibar etme. Bunlardan (kâinattan) maksat, ‘gönül’ denilen ‘en büyük arş’ tır.] Âlem-i Sugrâyuz ammâ âlem-i Kübrâ ile Keffe-i mîzân-ı hikmetde berâber gelmişüz.” [Her ne kadar biz küçük âlem isek de, hikmet terazisinin kefesine konduğumuzda büyük âlem ile aynı ağırlıkta gelmişizdir.] Gönülün Arş-ı Âzam olması Hakk’ın tecellisine mazhar olması dolayısıyladır. Hakk’ın tecellisine mazhar olduğumuz için gönlümüz arş-ı âlânın tecellisi olduğundan, katındaki yerimizi hakkıyla hak eden kullarından eyle yâ Rab! Azları çok eyle, günleri handan-ı şadan eyle… Küçük mutluluklar birbirine eklenir. Azdan çoğa gidilir. Ana evinin hakkını veren, bir gün Allah’ın evine dâvet edilir. Hayal ettiği iki dilim kızarmış ekmek… Yanına bir de hurmayla zemzem eklenir…
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Şefkat Kahramanları (8) |
Ümmühan Ünlü (1915-29 Mayıs 2004)
“Âhirzamanda dindar ihtiyar kadınların dinine tabi olunuz” hadisinde zikredilen nurlu hanımlardandı Ümmühan Teyze. 80’li yıllarda sevgili gelini değerli Aysel Ablamız ile beraber zaman zaman geldiği nur sohbetlerinden hatırlıyorum onu. Omuzlarını örten kahverengi kalın yün şalı, kenarları oyalı sütbeyaz namaz tülbenti, kalın yün çorapları, siyah mestleri ve dershane şartlarında itinayla hazırlandığı abdest hazırlıkları... Risâleler okunmaya başladığında kulakları iyi duymadığından ders yapanın yanıbaşına oturur, tülbentinden kulağını çıkararak pür dikkat dinlerdi dersi. O hâliyle farkında olmadan ders sırasında dikkatleri çabucak dağılıveren bizlere canlı bir ibret dersi verirdi Ümmühan Teyze. Bediüzzaman Hazretleri, Ünlü ailesini ailecek talebeliğine kabul etmişti 1930’lu yıllarda. Evleri o dönemde medrese-i nuriye hükmüne geçmiş, hizmetlere beşik olmuştu. Yöresinde umman gibi olan ilmi ve takvasıyla meşhur âlim Yunuszade Ahmet Vehbi Efendinin oğlu Abdülkadir ve Ümmühan gelinine de bu yakışırdı zaten... O tatlı Afyon şivesiyle “Ebeden daima Nur Talebesi kalın. Akgünler görün evlâdlarım!” dualarıyla biten hatıralar anlatırdı... Böyle günlerden birinde yıllardır görmediği arkadaşı Kezban Tokpınar’ı da çağırmış, güzel bir sürpriz yapmıştık onlara. Karşılaştıklarında birbirlerine sımsıkı sarılmaları daha dün gibi hafızamda. “Böyle bir dostluk dünya hayatı ile sınırlı olmayacak tabiî!” dedirtecek bir tabloydu onlarınki. Bu sayfada gördüğünüz resimler o günün hatırası... İkisi de Bolvadinli, Üstad Hazretlerinin tabiriyle Bolovalıydılar. Afyonlu hanımların 1940’lı yıllardaki hizmetlerinden bahsediyorlar, karşılıklı hatıralarını anlatıyorlar ve arada o zamana kadar hiç duymadığımız ilâhileri ard arda birlikte söylüyorlardı. Bu ilâhiler o yıllardaki şevkin, gayretin, ümidin bir tezahürüydü şüphesiz. Aslında yeri gelmişken o dönemde, Risâle-i Nur hizmetiyle alâkalı hanımlar arasında söylenegelmiş ilâhilerin derlenip, günümüze uygun yorumlanmasını hep düşünmüşümdür. Nur tarihinin farklı bir persfektifini yakalamış, kayda geçirmiş olmaz mıyız böylece? Bu alan da çalışma sahası müzik olanların ilgisini bekliyor şüphesiz. *** 89 yaşında vefat etti Ümmühan Teyze. Değerli gelininin söylediğine göre bilincini kaybetmiş olmasına rağmen yattığı yerden devamlı namaz kılma hareketleri yapıyormuş. Demek ki, hayatı boyunca büyük bir itina ve lezzetle hazırlandığı namaz vakitlerinin hakikati kalbine, ruhuna, lâtifelerine öylesine yerleşmiş ki, şuur kapalı da olsa yıllardır meleke kazanıldığından farkına varmadan yerine getiriliyor. Ağır hastalığında vücudunda açılan yaraların, kabir ve berzah âleminde gül-ü Muhammedî bahçesi olarak karşısına çıkıp, manevî makamlar kazanmasına vesile olduğuna inancımız tam. Kabrin pür nur ve gülistan olsun Ümmühan Teyzeciğim... Aşağıda okuyacağınız satırlar 1990’ın kış aylarından birinde Ümmühan ve Kezban Anneleri “Bahar”lı genç kardeşlerimizle toplu olarak misafir ettiğimiz gün yaptığımız ses kayıtından çözülmüştür:
Ümmühan Ünlü anlatıyor: Kezban ile aynı memleketten, aynı mahallenin kızlarıyız. Bolvadinliyiz. Şahide Yüksel de aynı mahallenin gelini. Ben çocukluydum. Sonradan tanıdım. Kezbanlar benden önce tanıdılar Risâleleri. Ben dua eder “Bana da Allah nasip eder!” derdim. Emirdağ pazarı olduğunda bizimki (eşi Abdülkadir Ünlü’yü kast ediyor) Üstada uğrar, ondan nasihat alırdı. “Evlâdını öğretmen et. Yeni yazı da, eski yazı da öğret onlara! Çocukların imanını kurtar. Sizi evcek kardeşliğe kabul ettim” demiş. Rahmetlik bir gün varmış kapısına beklemiş. Bir talebesi gelip içeri almış. Üstadımız “Hiç vaktim yoktu, ama seni kabul ettim” demiş. Her gelişinde beyimle Şahide Anneye, bize evcek selâm yollardı Üstad. Onun duâsıyla çocuklar hep başarılı oldu.
Hiç korkmadık! Üstad arabasıyla Isparta’ya ya da mahkemeye giderdi. Şehabettin ile Said (oğulları) taksisinin önüne atılırlardı. Bolvadin’in çocukları taksiyi yürütmezlerdi. Hanımlar, ocağında yağını bırakır da giderlerdi duasını almak için. Mübarek Üstadım “Korkmayın!” dedi bize. Biz de hiç korkmadık. Üstad Bolvadin’e Bolova derdi. Ona Bolvadin’de bir ev hazırladık, temizledik. Gelmedi. “Niye gelmiyorsun Üstadım?” diye sorduk. “Bana çok düşkünsünüz. Size eziyet ederler, onun için gelmiyorum” derdi. Bir gün Şehabeddin ile Said kırdan gelirken Üstad onları görünce “Durdurun şu çocukları” demiş Üstad talebelerine. Yanlarına çağırmış, adlarını sormuş, “Ben sizi duamın içine aldım” demiş. Sırtlarını elleriyle sıvazlayarak “Taksinin önüne bir daha atılmayın!” demiş. Yine bir gün taksiyle evin önünden geçiyordu Üstad. Saman arabasından ilerleyemedi, arabası tam da evimizin önünde durdu. İyice örtünerek çıktım dışarıya. Beni kabul ettiğini anlatır tarzda işaret etti, ben de ona başımı eğerek karşılık verdim. Dille konuşmadık, ama kalben konuştuk. Evimizin penceresi yola bakar. En son görüşümde baktım yine Üstadın arabası geliyor. Hüsnü ile Bayram kardeşin ortasında Üstad. Yüzü sapsarı, balmumu gibi. Dedim “Üstad hasta gitti.” Ağladım, ağladım… Bayram kardeş anlattıydı. Üstad rüyasında Peygamberimizi (asm) görüyor. Peygamberimiz (asm) “Halil İbrahim Dergâhında dâvet var. Acele gel!” diye dâvet edince Urfa’ya gitmişler. Cenazeye gitmek için Bolvadin’den Urfa’ya beş otobüs kalktı. Şahide Anneyi tutamadık vefat haberini aldığında. “Üstadım, Üstadım!!!” diye inledi günlerce… Emirdağ o yıllarda içkili bir yerdi. Çocuğa varasıya çoğunluk içki içerdi. Mübareği talebeleriyle oraya attılar, orada durdu hep. Emirdağ’da Firdevs hanımlar (Firdevs hanımın soyadının Söker olduğunu Nuriye Çeleğen’in Bediüzzaman’ı Gören Hanımlar kitabından öğreniyoruz) fayton verdiler. Hacı İzzetgiller de faytonun atını verdi. (Bediüzzaman Hazretleri 26. Lem’a’da 15. Rica’da bu hadiseden bahsetmekte.) Emirdağ’da böyle baktılar, ettiler, hırkasını, çorabını ördüler. Firdevs, Üstadın yoğurdunu kuyuya salarmış, soğusun diye. Üstadın talebeleri gider alırlarmış, karşılığında 25 kuruş bırakırlarmış.
Oğullarım hapsoldu! Benim Ahmet dersanede iken küçük oğlum Said de gitti yanlarına. Duvardaki levhaya Kur’ân yazısıyla “Bismillah her hayrın başıdır…” diye Birinci Söz’ü yazmış Osmanlıca. Daha o yaşında. Ders yaparlarken polisler geliyorlar, hepsini karakola götürüyorlar. Mahkemeye çıktılar. Mahkemeye çıkmadan önce de hepsini çarşıda sanki kötü bir şey yapmışlar gibi ibret olsun diye bir de gezdirdiler. “Kur’ân okuduğumuz için bizi böyle gezdiriyorlar. Biz kötü bir şey yapmadık” diyorlar çocuklar. Bekir Berk o zaman Nurcuların avukatıydı. Çok kalabalık oldu, her yan insanla doldu. Hepsi de mahkemede beraat ettiler tabiî. Hapisten çıktıktan sonra ilk iş topluca Risâle-i Nur dersi yaptılar. Afyon’un Çay kazasındandı çoğu mahpuslar. Çay’da camiler doldu taştı. Küçük oğlum Said Hacettepe’de okurken namaz kılıyor diye yine yakalandı, bir ay hapis oldu. Beraat etti. Beraat edince savcı evine çağırıyor da Risâle okutuyor ona. Said evine zaman zaman gider Risâle dersi yapardı. (Ümmühan Teyze oğullarının başına gelen bu acı hatıraları gülerek gururla anlatıyor, bizi de güldürüyordu.)
Şahide Yüksel ile Bolvadin hatıraları… Şahide Yüksel, bize Üstadın dediklerini, bütün hakikat yollarını anlatırdı. Çok mübarekti, insanın kalbini okurdu adeta, gönlünden geçeni bilirdi. Bir gün akrabamız hanımlardan biriyle etli pide yiyorlar, bölüşüyorlar. Bizim akraba aklından “Benimkinin eti az olmuş” diye geçiriyor. Şahide Anne “Kardeşim, seninkinin eti az gibi, ver de bunu al!” diyor. Evliyaydı bizce. Önce Afyon Şuhud’a sonra İstanbul’a geldi, sürgün ettiler. Çok çalışırdı. Ona vardın mıydı, gözün bir şey görmezdi. Her derdimizle ilgilenirdi. Bir doğum mu olacak hemen gelirdi. Şairliği çok güzeldi. Babasından almış. Bazen konuşmayı bırakır, yüzümüze baka baka ilâhî ile konuşurdu bizimle. Şahide Yüksel, Bolvadin Nurcu hanımlarının tesbihatlarının, hatim dualarının her seher vakti mutlaka duâsını yapardı. Bizi de tembihlerdi “Hiç olmazsa sabah namazından bir saat önce kalkın!” derdi. Şahide Kardeş, birgün Yörük Hoca’yı ziyarete gider. Yörük Hoca “Sizin Üstadınız büyük Üstad kızım” demiş. “Ben talebelerime Delâil-i Hayrat’ı ancak verdim. Korktum, yanlış okunur da günaha girerler diye. Bu mukaddes Cevşen’i Üstad bilene bilmeyene dağıttı. Şimdi herkes güzelce okuyor, amel defterlerine sevaplar yazılıyor” demiş. Üstadımızla ilgili çok güzel şeyler anlatmış Şahide Yüksel’e. Bolvadin’de Şahide Annenin evine giderdik sohbet için. Evi her zaman doluydu. Bir de o mahalle mahalle gezerdi evleri. Bizim eve geldi mi bütün millet koşardı gelirdi sohbete. Risâle-i Nur okur, Üstad Hazretlerinin dediklerini bizlere aktarırdı. Yüzü sarı, çok sarıydı. “Ah canım Üstadım!” derdi sık sık.
Veda ilâhisi… Üstadın vefat haberini aldığında Şahide Kardeş o kadar üzüldü ki ağzından dökülüverdi bunlar diyor Ümmühan Teyze. Arkadaşıyla beraber mırıldanıyorlar birlikte ilâhiyi: Sevgili Üstadıma hasta dediler Ciğerimi içimden yoldu aldılar Kalbimin başına hançer vurdular Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım
Ah hastalığını bana verseler Mübarek tenini güle sarsınlar Sana hücum edenleri vursunlar Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım
Yazdığın eserler birer cevherdir Demir gibi kalbimizi eritir Uçar gibi yürütür Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım
Risâleler okunurken nurlar saçılır Kalplere cennetten güller açılır Herkes hissesini alır çekilir Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım
Fedailer hizmetini görürler Canını başını kurban verirler Elbet onlar Cennetini bulurlar Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım
Sevgili Üstadım Urfa’ya gitmiş Kıymetli Üstadım Urfa’ya gitmiş Sofra-i Rahmana dâvet edilmiş Halilülrahmanın makamına girmiş Yaktın beni kül eyledin Üstadım Yana yana nur eyledin Üstadım *** Yıllanmış kasetten Ümmühan Teyzenin uzayıp giden sohbetini dinlerken “Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş” diyorum içimden…
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İçkinin haram kılınış süreci ve hikmetleri-1 |
Özgür Bey: “İçki nasıl ve niçin haram kılınmıştır?”
Bilindiği gibi, altı binden fazla âyeti muhtevi Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç sene gibi uzun bir süreçte, yaşanan problemlerin çözümü mâhiyetinde âyet âyet nazil olmuştur. Her Kur’ân âyeti hiç şüphesiz doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine bağlı olarak nazil olmakla berâber; yaşanan canlı bir olayın da İlâhî nazarla hatimesini teşkil etmiştir. Meselâ günahlarının çokluğu yüzünden aslâ affedilmeyeceğini düşünen ve dehşetle kaçan Vahşî bin Harb’e (ra) bir cevap ve tevbeye çağrı niteliğinde inen, “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” 1 âyeti, Cenâb-ı Hakk’ın cihanı kucaklayan şefkatini, merhametini ve mağfiretini cihana, bütün günahkârlara ve bütün beşere îlân ediyor. Yine meselâ bir Müslüman’a iftirâ atmanın vahâmeti, doğuracağı kötü sonuçlar, iftira karşısında bir Müslüman’ın alması gereken örnek tutum, iftirâcıların Allah katındaki durumu ve iftirâ ile ilgili daha bir çok meselede Cenâb-ı Hakk’ın fermânını biz, Hazret-i Âişe’nin (ra) başından geçmiş olan müessif bir iftirâ olayı sonucunda inen Nûr Sûresindeki yirmi âyetten2 öğreniyoruz. Yâhut söz gelişi bir grup Yahûdî’nin istihfaf üslûbuyla, sırf peygamber olup olmadığını denemek için Peygamber Efendimiz’e (asm) rûhun ne olduğunu sormuş olmaları, Cenâb-ı Hakk’ın İsrâ Sûresinin 85. âyetini nâzil etmesi için bir zâhirî sebep teşkil etmiştir. Ya da meselâ münafıkların yolda sokakta Müslüman kadınlara sataşmaları, lâf atmaları ve taciz etmeleri üzerine Cenâb-ı Hak Müslüman kadınlara tesettürü emreden Ahzab Sûresinin 59. âyetini nâzil buyurmuştur. Bu âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle. Evlerinden çıktıklarında üzerlerine örtülerini alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur.” 3 Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyeti bir ihtiyaç ürünü ve bir problemin cevabı olarak nâzil olmuş, yaşanan hayatın bir yönünü ihâta etmiş ve aydınlatmıştır. Her âyetin; insanların bir problem olarak yaşadığı, kıyâmete kadar aynı veya yakın problemlerde alacakları tavır ve davranışlarını düzenlemeye vesîle olan bir nüzul sebebi vardır. Âyetlerin birer nüzul sebeplerine dayalı olarak nâzil olmaları, Kur’ân’ın hayatın içini ve özünü kucakladığını gösterir. Nitekim yaşanan problemlerle ilgili inen âyetleri Müslümanlar dimağlarına, idrâklerine ve gönüllerine âdetâ kazımışlar, perçinlemişlerdir. İşte, içki hakkındaki davranışlarımızı düzenleyen âyetler de, muhtelif olaylara bağlı olarak nazil olmuşlardır. Hiç şüphesiz içkiyi haram kılan âyetler inmeden önce içki kullanılıyordu. Çünkü henüz haram kılınmış değildi. Çünkü o insanlarda içki bağımlılığı Müslüman olmazdan öncesine dayanıyordu. Yaşadığımız dünyada Cenâb-ı Hakk’ın hilkatinde de, îcâdında da, kudretinin taallukunda da, vahyi tenzilinde de “tedricîlik kânûnu” bir âdetullah olarak cârî bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın, Müslüman’ların önceki davranışlarını affetmesi ve bağışlaması da Kendi yüksek mağfiretinin ve Rubûbiyetinin şe’nidir. Kezâ, içkiyi haram kılan âyet öncesinde Müslüman’lar içkinin ne iğrenç bir şey olduğunu da ikrar etmeye başlamışlardı. Meselâ bu dönemde Hazret-i Ömer’in (ra) defalarca, “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye niyazda bulunması bunun ilk göze çarpan ibretli örneklerindendir. Cahiliye devrinden beri kullandıkları halde, içkinin kötülüğünü yeni fark ediyor oluşları, Müslüman olduktan sonra ruhlarının aydınlanmaya, kalplerinin kemâlât mertebelerinde yükselmeye başladığının göstergesiydi. İçkinin böyle bilfiil kötü olduğu idrâk ve takrir edildikten ve kötülüklerine tanık olunduktan sonradır ki, Cenâb-ı Hak içkiyi yasaklayan âyetleri nazil buyurmuştur. İnşaallah yarın devam edelim.
Dipnotlar
1- Zümer Sûresi, 39/53. 2- Nûr Sûresi, 24/11-20. 3- Ahzab Sûresi, 33/59.
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Elmas dünyasında beş gün |
“ De ki: Allah’ın kulları için verdiği süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı?” (Araf: 32)
Birkaç hafta yazılara ara verdikten sonra, tekrar bilgisayar başına oturmak güzel bir duygu. Yazılarıma ara vermemin sebebi, pırlanta sahasında Türkiye’nin önde gelen firmalarından olan Zen-Bluediamond’ın Kuveyt’te tertiplediği beş günlük elmas kursuna mütercim olarak katılmam idi. Elmas ticareti yapan Arap tüccarlarını eğitme amaçlı düzenlenmiş olan ilk elmas kursunu Türk uzmanlarının vermesi, ülkem adına bana heyecan ve zevk verdi. Bundan başka, günlük beşer saat süreli teknik bir dersi anında tercüme etmek benim için nefes tüketen bir iş olmasına rağmen, daha önce hiç ilgilenmediğim ve hakkında hiçbir şey bilmediğim elmas dünyasına girmek ve onu yakından tanımak, benim için güzel bir tecrübe oldu. Karakter olarak Araplar öyle uzun süreli bir yerde oturup kalamazlar; bu karakterlerine rağmen, pırlanta uzmanları Aylin ve Burcu Hanımların akıcı ders anlatımları neticesinde elmas tüccarları 5 saat boyunca hem teorik, hem de uygulamalı olarak ders almaya tahammül ettiler. Kurs sonunda ise, pırlanta temel bilgilerini akademik olarak aldıklarına dair 9 Eylül Üniversitesi onaylı sertifikalarını Türk Büyükelçisi Hilmi Dedeoğlunun elinden aldılar. Kur’ân-ı Kerimin beliğ tefsiri olan Risâle-i Nur; kâinata bakış tarzımızın nasıl olması gerektiğini öğretiyor. Ve diyor ki: “Cenâb-ı Hakkın mâsivasına, yani kâinata mânâ-i harfiyle ve O'nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-i ismiyle ve esbab hesâbına bakmak hatâlıdır. Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnâdı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binâenaleyh, nîmete bakıldığı zaman Mün’im, san'ata bakıldığı zaman Sâni, esbâba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 45) Risâle-i Nur’un gösterdiği bu yolla, ben de elmasın halka değil de, Hakka bakan yüzünü inceleyip durdum kurs süresince. Ve iman hakikatlerini okumanın önemini daha da iyi kavradım. İnsanların parmak izlerinin farklı olduğunu bilirsiniz. Elmasın da izleri var ve bir elmasın izi bir diğerine benzememekte. Elmas sektöründe bulunanlar, bu izlere “doğanın parmak izleri” diyorlar. Ancak imanî cihetle bakılacak olunursa bu tabir yanlış. Çünkü güneş, ay, yıldızlar, galaksiler gibi, tabiat dediğimiz dünyamız da yaratılmış olan bir varlıktır. Bu esasa binâen, elmasın içinde bulunan izler; herşeyi en güzel, en ince ve en hikmetli şekilde yaratan Yüce Yaratıcının damgalarıdır. Karbon atomlarının birbirlerine sıkı sıkı kenetlenmesinden oluşan elmas çok pahalı bir taş. Bu yüzden, elmasa yönelik talebi karşılamak için laboratuvarlarda karbon atomları birleştirilerek yapay elmas üretilmiş. Yapay elmaslar hakikî elmaslara çok benzesin diye de çok uğraşılmış. Ortak kimyasal ve fiziksel özellikleri verme noktasını başarmışlar. Ancak “doğanın parmak izleri” dedikleri iç izleri yapay elmasa verememişler. Elmas üzerine imanî tefekkür noktasından bakılacak olunursa, çok derin güzellikleri bulmak mümkün. Bu gezintiyi varlıkların üzerinde Yaratıcının damgasını görmeye çabalayan insanlara bırakalım ve gelelim elmasın mücevher olarak incelenmesine.
Elmas hakkında kısa bilgiler Elmas yerin derinliklerinde bulunan yüksek ısı ve yüksek basınç neticesinde 3 milyar yıl önce oluşmuş. Karbon atomları birbirlerine sıkı sıkı kenetlenerek bugün insanların süs olarak taktıkları pırlantanın ham maddesini meydana getirmişler. İnsanoğlu elmasla MÖ 2500-3000 yılları arasında Hindistan’da tanışmış. Eski Hintliler bıçak ve kılıçlarla yaramadıkları bu taşla putların gözlerini süslemişler. Eski Venedikliler ise elmasın akıl hastalıklarına iyi geldiğine inanırlarmış. 13. yüzyıl Avrupa’sında erkek egemenliğinde olan elmas, kralların asa ve taçlarını süslemiş. 17. yüzyılda ise tamamen kadınların tekeline geçmiş; kraliyet ve asil ailelere mensup hanımlar değerli takı olarak elmas kullanmaya başlamışlar. 1919’da Rus matematik âlimi Marcel Tolkowsky, Brilliant cut olarak bilinen 57 yüzeyli elmas kesim şeklini bulmuş. Bu kesim elmasın ışıltısını en iyi şekilde yansıtan kesim olarak bilinir. Elmas ile pırlanta arasındaki farkı çok kişi bilmez. Pırlanta elmasın işlenmiş halidir; yani özde elmastır. Kesilmiş elmas olan pırlanta; taç, kemer ve küllah diye üç kısımdan oluşur. Pırlantanın değeri belirlenirken dört esas üzerine incelenir. Uluslar arası kriter olarak belirlenen 4C esasları şunlardır: 1: Clarrity (Berraklık) 2: Cut (Kesim) 3: Colour (Renk) 4: Carat (Ağırlık) Berraklık incelenmesi yapılırken, ilk etapta çıplak gözle, sonra 10 kez büyütülmüş büyüteçle taşın içindeki izlere bakılır. İçte bulunan izler hemen ilk bakışta görülürse buna “P” denir. Büyüteçle çok bakıldığı takdirde hiçbir iz görülmezse buna mercek temizi mânâsına gelen “LC” denir. Berraklık konusunda P ve LC arasında izlerin küçüklüğü ve görülebilirliği oranına göre VVS, VVS1, VVS2, VS, VS1, VS2, SI1, SI2, P1, P2, P3 sınıflandırılması yapılır. Dünyanın en sert madeni olan elmasın sertlik derecesi Mohs Skalasına göre 10’dur. Elmas herhangi bir kesiciyle değil, ancak elmasla kesilebilir. Elmasın renk konusunda da kategorisi vardır. GIA Renk Skalası olarak belirlenen kategoride renkler 4 kategoriye ayrılır ve bunlar harflerle belirlenir. 1: D E F, 2: G H I J, 3: K L M N O P Q R S T U V 4: W X Y Z Elmas renksizden açık kahverengiye doğru sıralanır. Bu kategorideki elmaslar “normal renk sınıfı”na girer. Bu sınıfta renksiz elmaslar en öndedir ve nadir olduklarından en pahalı elmas olarak bilinirler. Elmasın ve diğer değerli taşların ölçüm birimi carattır. Bu birimi altının ölçü birimi olan karatla karıştırmamak gerekir. 1 carat elmas gramın beşte biridir. Ölçüldüğünde 0.200 gr gelir. Mücevher sektöründe genellikle 1 caratın altındaki taşlar kullanılır. Carat yazılırken kısaltılarak yazılır. 0.20 ct, 1.23 ct gibi. Teknoloji kullanarak laboratuvarlarda taklit elmas üretilmektedir. Bu taşları görünüm olarak elmastan ayırd etmek zordur. Cam, Kübik Zirkon, Sentetik Spineli örnek olarak verebiliriz. Sentetik taşlar içinde elmasa en çok benzeyen taş mozanittir. Bir de insan ve hayvan küllerinden yüksek ısı ve buhar tekniği kullanılarak elde edilen elmas var. Maliyeti çok çok pahalı olduğundan yapımı nadirdir. Madenlerden çıkarılan elmasların ancak % 20’si mücevher alanında, diğer kalan sanayi sektöründe kullanılıyor. Ruhsatlı elmas madenleri bulunan ülkeler: Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Avustralya, Rusya, Kanada, Zaire, Kongo, Botswana, Sierra Leone. Elmas kesiminin yapıldığı ülkeler: Hindistan, İsrail, Belçika, Rusya ve Amerika. Elmas hakkında son sözüm, sertifikasız pırlantayı asla almayın!!
14.03.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Cevat ÇAKIR |
|
Hayvan hakları |
Dünyanın değişik bölgelerinde bir çok sebepten dolayı hayvanlara işkenceler yapılmaktadır. Gerek Kur’ân gerekse Hadiste bu konuda uyarılar olmasına rağmen İslâm toplumlarında dahi nahoş olaylara rastlanılması bu konunun gereği gibi bilinmediğini gösteriyor. Nitekim kurban gibi bir ibadeti yaparken de hayvanlara işkence yapılabiliyor. Bu konu ile ilgili olarak Peygamberimiz (asm) “Kesilene merhamet edene Allah kıyamet günü rahmet eder” 1 diye buyurmuş. Kesilecek hayvanın yanında bıçağın bilenmesine de “Sen onu iki sefer mi öldürmek istiyorsun? Niye hayvancağızı yatırmadan önce bıçağını bilemedin” 2 diye buyurmuştur. Geçen yıl Kurban Bayramında bazı kurbanlık hayvanların kaçmaması için ayağı kesmişti. İki gün önce hırsızlık yapan bir gurup da ineklerin kaçmaması için önce ayaklarını kesmişlerdi. Benzer şekilde Samsunda “Öndöl işkençesi” diye basında haberler çıkmıştı. Arka arkaya dizilmiş 5 kağnı arabası üzerine konulan 600 kilo ağırlığındaki kütükleri iki hayvanın 15 dakika içerisinde belirlenen mesafeye çekilmesi isteniyordu. Geçen günlerde de internet sitelerinde bir video yayınlandı. Çin’de Sibirya kaplanı parkındaki kaplanla kaplanların önüne canlı ineklerin atılışını ve kaplanların onları nasıl parçaladığını izledik. Doğader’in (Doğa ve Çevreyi Koruma Derneği) basın bildirisinde sirklerde hayvanlara uygulanan işkenceler anlatılmaktadır. Özellikle Yunus balıklarının tabiî ortamlarından uzaklaştırılması onların ölümlerine sebep olmaktadır. Meselâ Flipper adlı filmin çekiminde kullanılan her ‘yunus’tan biri intihar etmiştir. En az 100 yunusun beraber yaşadığı koloni hayatından koparılması ölümlerle sonuçlanmaktadır. Hayvanları fıtrî vazifelerinin dışında kullanmak sünnette yasaklanmıştır. İnsanların daha çok para kazanma hırsı ilâhî dengenin bütünü için zararlı olmaktadır. Kangal köpekleri günde 10 kilometre koşması gerekirken onu alıp evin önünde bağlamak da doğru değildir. Hayvan haklarıyla ilgili bir çok hadis var. Önce bir âyet yazıp sonra da fıtrî vazifeleri dışında kullanma ile ilgili birkaç hadis aktaracağım. “Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan hepsi, sizin gibi ümmetlerdir.” 3 Binek hayvanlarını durdurup, üzerinde iken sohbet etmeyi yasaklayan Efendimiz (a.s.m) “Bunlara salimen binin, salimen terk edin, onları, yollardaki ve pazarlardaki sohbetlerinizde minber yerine tutmayın, zira Allah onları, sizi bir yerden bir yere taşımaları için emrinize amade kıldı” 4 demektedir. Resulûllah (a.s.m) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, cemaate yönelerek; “Adamın biri sığırını sürüyordu ki, bir ara sırtına bindi ve vurmaya başladı. Bunun üzerine hayvancağız dile gelerek “Biz bunun için yaratılmadık” dedi.5 Diğer rivayetlerde yasaklanan eziyet çeşitleri “Canlı hayvanların hedef ittihaz edilerek atış yapılması” 6 “Yüzüne vurularak dövülmesi” dövüşmeleri için “hayvanların kızıştırılmaları” 7 “yüzüne dövme yapılması” 8 Bu hadislere baktığımızda hayvanlarla olan ilişkilerimiz de ciddî problemlerimizin olduğu görülmektedir. İnsanlık dünya ve ahiret hayatı için arkadaşları olan hayvanlarla iyi geçinmek zorundadır. Çünkü hayvanların olmadığı bir dünyada insanın da yaşaması mümkün değildir.
Dipnot:
1- Mecmau”z- Zevaid. 4/33, 2- İbn-i Mace, Zebaih, 3, 3- Buhari. 22, 4- Ebu Davud, Cihad. 61, 5- Buhari. Enbiya. 52, 6- Buhari. Zebaih. 25., 7- Tirmizi, Cihad. 30. 8- el- Metalibu”l- Aliye. 2/282.
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Elemsiz zevk ve lezzet nerededir? |
Bal, ama zehirli
Saadet denen şey, insanların yükledikleri maddî anlamların çok ötelerinde bir şeydir. Dünyevî yorumlar içerisindeki bütün lezzetler ve zevkler, nitelik veya niceliği ne kadar olursa olsun, yine de insanı tatmin etmiyor, edemiyor. Çünkü bu nevi lezzetler muvakkat, geçici, fani. Günahlardaki lezzet bunun bir örneğidir. Bir üzüm çekirdeği yediriyor, yüz tokat vuruyor. Az sonra çok ciddî rahatsızlık verecek bir lezzetin, lezzet olma özelliği ne kadar olacaktır. Vicdan böylesi bir lezzeti kabul etmiyor. İnsanın hayat programında ‘vicdan’ vardır. Fıtrat-ı zişuur olan vicdan, insanı doğruya götüren esbaptan bir tanesidir. İlginç olan da insandaki bozulan en son nokta vicdandır. O da bozulmuşsa artık daha geriye bir şey kalmıyor. İnsanın hayat programında bulunan vicdan sönmemişse, o başlı başına insanı hakikate, doğruya taşıyabilir. Şartları ne olursa olsun, insandaki vicdan makamı, başlı başına bir kontrol mekanizmasıdır. Akbabanın yemek için ölmesini beklediği çocuğun fotoğrafını çeken fotoğraf san'atçısı, çektiği o kare ile dünyanın ibretle tanıdığı bir sima haline geldi. Ama vicdan, ‘Neden bir şeyler yapmadın?’ tazibiyle, onun yaşamasına müsaade etmedi. Ve ülkesine döndüğünde hayat sayfasını kendi eliyle kapattı. Dünyevî zevk ve lezzet kavramları anlamlarını bir kenara bıraktı. Ne yapıp edip, insandaki vicdana çalışmak ve onu tamire çaba harcamak gerekiyor. Bir insandaki vicdanın bozulması, sadece o insanla alâkalı kalmıyor. İnsandaki vicdan bozulunca, insanlık bozuluyor. Vicdanı bombalananlar, vicdanları bombalıyorlar. Dünya lezzetinin zehirli bala benzetilmesi manidardır. Tabir ibretlik; zehirli bal. Bir tarafı tatlı, bir tarafı ise zehir. Dünyevî lezzetler de böyledir.
Dalâlet ve sefahatte lezzet yoktur İnsanın hayat programını din tanzim etmiştir. Onun için lezzet ve zevk kaynakları dinin sınırları içerisindedir. Buna ‘meşrû daire’ denilmektedir. Meşrû daire, insanın keyfine kâfi gelecek zenginliktedir. “Ehl-i dalâlet ve sefahat, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o manevî bir Cehennem, kalbinde yaşar ve yakar. Fakat, pek kalın gaflet sersemliği, muvakkaten hissettirmez.” (İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 68) İnsan için, hakikî ve elemsiz lezzet ancak imandadır ve iman iledir. Bunun dışındakiler, gayr-i meşrûdur; bir yemiş yedirir, on tokat vurur. Ama acı ki, insan hazır azıcık lezzeti, gelecekteki çok lezzetlere tercih etmektedir. Bu da his, heves ve şeytanın; akıl, kalp ve vicdanı susturup, ona galebe etmesinin sonucudur. Bunun da adı ‘kör hissiyat’tır. Kör olmasının sebebi ise, gelecekteki çok büyük lezzetleri görmemesidir. Kendilerine, ‘Şimdi bir tek çikolata mı, yoksa haftaya bir kutu çikolata mı istersiniz?’ denilen çocuklardan büyük çoğunluğu, hazır, bir tek çikolatayı hemen alarak, insanın bu zayıf yönüne dikkat çekmiş olmaktadırlar. Oysa haftaya bir kutu çikolataları olacaktı. İşte insanın dünyanın hazır lezzetlerine ilgili ve meyli de bunun gibidir. Ebedî bir cennet vaadini bildiği halde, dünyanın kırılacak şişe parçaları hükmündeki nimetleri, ahiretin elmas değerindeki nimetlerine tercih etmektedir. Kaybını, kazancını bilememek, yani körlük bu olsa gerektir. Oysa bırakın ahireti, iman ehli, daha henüz dünyada iken bile, meşrû dairenin saadet ve lezzeti ile yaşamaktadır. Küfür ehli ise, daha henüz dünyada iken, gidiyor olduğu cehennemin manevî tazibini dünyada da yaşamaktadır. Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifa ediniz; o keyfinize kâfidir. (İman ve Küfür Muvazeneleri, s. 69)
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Özgüvenli olsun derken, bencil mi oldular? |
Zaman değiştikçe her gelen neslin ihtiyaçları, kişilik yapısı hatta ruhî problemleri ve öncelikleri de beraberinde farklılaştı. Eskiden dert olan bir çok şey, artık sorun olmaktan çıkıp, bambaşka bir hal aldı. Aile içi ilişkiler, anne baba ve çocukların rolleri bile zamanın geçişiyle birlikte ciddî değişimler geçirdi. Eskiden anne babanın özellikle de babanın baskın olduğu aile modeli, son yıllarda çocuk merkezli hatta çocuğun hakimiyetinin ve isteklerinin sınırsızca karşılandığı ortamlar haline geldi. Şu anda orta yaşlarını yaşayan bizim nesil için özgüven problemleri her zaman için önümüze engeller çıkardı. Kendimizi ve duygularımızı ortaya koymakta, ifade etmekte hep zorluk çektik. Otuzlu yaşlarda bile kendine güven duygusunun sonuçlarıyla baş etmeye çalıştık. Hayır diyebilmek bile öyle zordu ki... İstemediğimiz bir sürü işin ve yükün ortasında bulduk kendimizi... İçimizden söylene söylene yaptığımız ne çok şey oldu, sırf güzelce bir hayır diyememek yüzünden... Ya da ilişkilerin kolay yıkılabilirliğine olan inancımız duygularımızı ifade etmemizi engelledi. Ettiğimiz zaman da, kötü bir dille ifade ettik. Zamanında yaşanmamış ve söylenmemiş her duygunun bedelini çok ağır ödedik. İfade edilmeyen her duygu, hırçınlık ve öfkeyle söylenen yaş dönümü krizlerine dönüştü. Bizim nesil, büyürken çok yoruldu, önce kendisiyle tanışmayı öğrendi. Kendini gördüğünü zannettiği aynalar bir bir kırıldı. Geride kalanları da kendisi kırdı. Yıkıntılarından doğan öfkesini affetmeden yol alamayacağını, o da biliyordu. Önce geçmişini, orada hayatına hükmü geçmiş herkesi affetti, yüreğindeki yüklerini atınca hafifledi. Ancak o zaman büyüyebildiğini fark etti. Bizim nesil kendini, adeta arkeolojik bir kazı yapar gibi keşfetmeye çalıştı. Her bulduğunu yerine koymak ise yıllarını aldı. Bütün korkularının ve zaaflarının takıldığı yerleri teker teker keşfettikçe büyümek denen şeyin ne kadar da zor olduğunu fark etti. Çocuklarımız bizim yaşadıklarımızı yaşamasın dedik, iyi niyetle düşündük belki, ama öyle çok verdik ki, hatta istemelerine bile fırsat vermeden verdik. Hiçbir sıkıntıları olmasın, hiç beklemesinler, hiç ertelenmesinler istedik. Hasta olmasınlar diye soğuktan aşırı koruduğumuz gibi, bütün hayat tecrübelerinden de koruduk onları. Dizleri kanamadan öğrensinler istedik hayatı. Hiç yoksunluk yaşamasınlar, her şeyleri tamam olsun dedik. Bizim yaşadıklarımızı ve beklediklerimizi yaşamasınlar, beklemeden sahip olsunlar diye düşündük. Özgüvenli olsunlar diye her istediklerini hiç bekletmeden verdik, hiç sorumluluk almadan da, beklemeden ve emek vermeden de dünyadaki en güzel, en harika insanlar olacaklarını düşündürdük onlara. Her işlerini kendimiz yaparak, hayata elleriyle katılmanın zevkini aldık ellerinden. Düşmesin diye kolladık, terler diye koşmasına izin vermedik. Bir cam fanusun içinde temiz ve özenli, dikkatli ve aşırı düzenli bir hayat sunduk onlara. Koruyalım derken, öyle şefkate boğduk ki, büyüdüklerinde hayatı yalnız yaşayacaklarını unuttuk. Kendi özgüven problemlerimizi tamir edelim derken, ertelemeyi ve beklemeyi sevmeyen, her istediği anında olsun isteyen nesiller mi yetiştirdik acaba? İnsan ne kadar da kolay alışıyor her şeyin hazırına ve kolayına. Sanki hep olacakmış, sanki hep gelmesi gerekiyormuş gibi inanıyoruz. Azıcık bir gecikme olsa ya da isteklerimiz bizim arzu ettiğimiz gibi olmasa hemen şikâyete başlıyoruz. “Niye ben, niye bana!” diye söyleniyoruz. Sanki kaderin hükmü bizim lehimize değil de aksine işliyormuş gibi sürekli şikâyet ediyoruz. Kendimizi sonsuz bir emniyette hissetmeyeli ne kadar oldu acaba? Ne kadar zamandır, sadece O’nun tarafından sürekli korunduğumuzu hissedebiliyoruz? Sanırım dikey ilişki zayıflayınca, yataydaki ilişkilerimizde yolunu ve yönünü şaşırıyor. İyi olsun, iyi yapalım derken, fıtratın gidişini ve akışını bozuyoruz. Görünürde nice şefkatli davranış ve tutum vardır ki, aslında karşımızdakine zarar verir. Onun gerçekten büyümesine, hayata tutunmasına ve acıyla baş etmesine engel olur. Şefkatle kabuğunu zamansız açtığımız her tohum, rüzgâra ve yağmura dayanıksız olur. Çabuk yıpranır, açmadan çürür gider. Çocuklarımızı büyütürken, daha doğrusu onların büyüme serüvenine eşlik ederken, acele etmeyelim, aceleye getirmeyelim. Öğrenmeleri ve görmeleri için zaman tanıyalım, biraz bekleyelim, hemen koşmayalım, kendi kalkabilecekse, bu zaferi elinden almayalım. Bekleyen, gönderilenin kıymetini daha iyi bilir, onu daha iyi korur. Onların terbiyecisi değil, yol arkadaşı olalım. Birbirimizin imtihanı olmak yerine birlikte imtihan olmanın, birlikte büyümenin tadını keşfedelim. Küçük yaşlarından itibaren küçük sorumluluklar verip takdir ederek, bundan lezzet almalarına imkân sağlayalım. Deneyerek, yaşayarak öğrenmelerine izin verelim. Tabiî ki rehberlik yapalım onlara, ama biz bile bu yaşımızda nasihat edilmesinden hiç hoşlanmadık ki.... Öncelikle onaylamasak da, onun ne yaşadığını ve ne düşündüğünü anladığımızı hissettirmeliyiz. Sonrada onu çok sevdiğimizi, her zaman yanında olduğumuzu söylemeliyiz. Onları yaşadıkları sürece her acıdan ve her düşüşten koruyamayız, yaşadıkları her ânın içinde, bütün hayatları boyunca onlara eşlik edemeyiz. Dürüst ve samimî, seven ve kabul eden bir yol arkadaşı olmak daha destekleyici olacaktır. Modern zamanın bencillik ve narsizm gibi hastalıklarına karşı, onları daha çok koruyacaktır. Anne baba olmak gerçekten zor. Ama zor olduğu kadar da eşsiz bir tecrübe. Belki de hiçbir şey, hiçbir yaşanmışlık bu kadar büyütücü olamazdı.
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İsveç büyükelçimiz de tatilde! |
İSVEÇ parlamentosunun sözde Ermeni soykırımını tanıyan kararı hepimizi üzdü. Hele bu kararın dört Türkiye asıllı (Türk asıllı demiyorum, zira onlar kendilerini öyle görmüyor) milletvekilinden üçünün ‘evet’, birinin ‘çekimser’ oy kullanması yüzünden kabul edilmesi daha da anlamlıydı. Bu arada çok öne çıkmayan bir husus vardı. İsveç parlamentosu yalnızca Ermenilere değil, aynı zamanda Süryaniler, Asuriler, Keldani ve Pontus Rumlarına da soykırımı uygulandığını tanıdı. Parlamento kararında hükümeti AB ve BM ile birlikte bu sözde soykırımının uluslar arası alanda tanınması için çalışmaya dâvet ediyordu. Yani Diaspora bir adım daha atmıştı. Türkiye’yi uluslar arası toplum nezdinde yıpratmak için yeni bir cephe daha açılmasına çalışıyordu. İsveç hükümetinin bu kararı uygulamayacağını açıklaması, rahatlatıcı bir unsur olmadı. Zira karar zaten bağlayıcılığı olan bir karar değil. Türkiye, soykırımı tasarılarıyla bir çok cephede birden mücadele etmek zorunda kalıyor. Sırada hangi ülkelerin olduğunu şimdiden kestirmek bile mümkün değil. Gösterdiğimiz tepkiler de standartlaştı: kınıyoruz, büyükelçimizi geri çekiyoruz, sert tedbirler alacağımızı söylüyoruz. Öyle görünüyor ki; bir süre sonra bir çok ülkedeki büyükelçimiz Türkiye’de uzun süreli dinlenmeye çekilmiş olacaklar. Bu gelişmeler bizim bu konudaki bilgilerimizi, stratejilerimizi ve planlarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. Mutlak inkâr, kararı kabul eden ülkeleri ve diasporayı suçlama bizi bir yere getirmiyor. Arşivleri açmamıza, bilim adamlarını incelemeye dâvet etmemize rağmen hiç kimse bize inanmıyor. Öyleyse bir yerde bir yanlış olmalı. Öncelikle bu sorunun ‘tarihî olayların bilinmemesi’nden kaynaklanmadığını, tamamen ‘siyasî’ bir sorun olduğunu görmeliyiz. Çok denklemli bu sorunun özünde; bu iddiaları Türkiye’ye karşı siyasî bir koz olarak kullanmak isteyen ülkeler ve grupların planlı çabaları var. Bu ülkelerin başında Amerika, Fransa ve Rusya var. Amerika Demokles’in kılıcı gibi Türkiye ile ilişkilerinde kullanıyor bunu. 1900’lü yılların başından itibaren Osmanlı sınırlarında açtığı okullarla Ermeni gençlerinin beyinlerini yıkayarak, Amerika’ya taşıyan misyonerlerin özellikle Kaliforniya’da yoğunlaşan bir nüfusa sahip olduğunu unutmamak gerek. Bu diaspora Amerikan siyasetçilerini etkileyecek kadar güçlü. Fransızlar ise Marsilya’da yoğunlaşan Ermenileri, Kürt mültecilerle birlikte Türklere karşı denge unsuru olarak kullanıyor. Rusya ise; Ermenistan’ın bütün siyasetini, ülkesini ve sınırlarını kontrol eden bir güç olarak, Yukarı Karabağ’ın işgalinin ve Türkiye ile gergin politikaların asıl müsebbibidir. Bu üç ülkenin desteğindeki Diasporanın bundan sonra da dünyanın bir çok ülkesinde benzer kararları çıkarmaya devam edeceği bir gerçek. Öyleyse bizim de buna göre politika üretmemiz gerek. Duygusal tepkilerle bir sonuca varmak imkânsız. Bu arada Ermeni açılımı ne oldu dersiniz? Düşmanların gözü aydın, bitti!
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Devletin özür borcu |
Son yıllarda yapılan bir uygulama ile devlete vergi borcu olanların listeleri yayınlanıyor. İşletmeler ilk başlarda ‘vergi yüzsüzleri’ listesinde yer almak istemiyorlardı. Lâkin, ekonomik sıkıntı artınca listenin de bir önemi kalmadı ve bir bakıma sıradanlaşdı. Artık ‘vergi ödemeyenler listesi’nde yer almak çok da önemsenmiyor. Devlet, vatandaşın kendisine borçlu olmasını istemiyor. Haklıdır, çünkü işlerin yürümesi için vergilerin de toplanması gerekiyor. Konumuzla doğrudan ilgili değil, ama hemen ifade edelim ki toplanan vergilerin nasıl kullanıldığı, nerelerde harcandığı da çok önemlidir. Alacağı olduğunda ‘şahin’ kesilen devletin, borcu konusunda işi ağırdan aldığı da malûm. Tabiî ki sözünü ettiğimiz devlet borcu, maddî borç değil. Türkiye’de devletin bütün bir millete bir değil belki de bin özür borcu vardır. Bazı yorumcular, “Devletin şuna, şuna, şuna, özür borcu var” diye açıklama yapıyor. Haklıdırlar, ama devletin özür borcu olduğu kişi ya da grupları sadece bire, ikiye indirmek mümkün değil. Yakın tarih dikkatle incelendiğinde pek çok kişi ve grubun çeşitli bahenelerle mağdur edildiği görülecektir. Dolayısı ile de bu kişilere karşı devlet, özür borçludur. “Devletin özür borcu olmayan kişi ya da grup var mı?” sorusu bile anlamlıdır. Adil tarihçilere kulak verilirse, devletin yaptığı yanlışlardan dolayı mağdur olmayan sadece çok sınırlı sayıda bir ‘azınlık’tan bahsedilebilir. Onların içinde bile en azından belli bir dönem mağdur edilenler vardır. Dolayısı ile Türkiye’nin ‘düzlüğe’ çıkması isteniyor ve bekleniyorsa, devletin mutlak surette şimdiye kadar mağdur ettiği insanlara karşı samimî bir özür borcu vardır. Bu temin edilirse, yıllardır arzulanan devlet-millet kaynaşması da temin edilebilir. Devlet elbette bir ‘şahıs’ değildir ve devlette süreklilik esastır. Dolayısı ile Türkiye’nin bugünkü idarecileri, “Geçmişte işlenen kabahatlerde bizim bir dahlimiz yok. Biz kimseyi mağdur etmedik ki şimdi özür dileyip helâlleşelim” diyemez. Şimdiki yöneticiler, geçmişteki yöneticiler adına milletten özür dilemek durumundadırlar. Tabiî ki devlet-millet kaynaşması isteniyorsa... Baktığımızda, devleti temsil edenlerin milletten özür dileme ve helâlleşme niyeti olmadığı anlaşılıyor. Yanlıştaki bu ısrar ve inadın zararını da hem devlet hem de millet ödemeye devam ediyor. Belki de siyasî partiler ve sivil toplum kuruluşları ortak bir çalışma başlatarak devlet ile millet arasındaki bu soğukluğu sona erdirmelidirler. Devlet, maddî alacaklarının peşinde koşarken, millete olan ‘özür borcu’nu ödemeyi daha fazla ertelememeli. Milletten özür dilemenin bir yolu da adaletle hükmetmek olsa gerek. Bu yolda atılacak ilk adım, yürürlükteki 12 Eylül ihtilâl anayasasını değiştirerek atılabilir. Yıllardan beri gündemde olan anayasa değişikliği gerçekleştirilebilirse belki de ‘özür’e de sıra gelir. İhtilâl anayayasası milleti mağdur ettiğine göre, onun değiştirilmesi de bir anlamada özür sayılır. Türkiye’yi idare edenlerden talebimiz; milletten özür dileme adımını ilk olarak ihtilâl anayasasını değiştirerek başlatması ve devam etmesidir.
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yandaş medya faydalı mı, faydasız mı? |
AKP’nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, bir açıklamasında konuyu “yandaş medya” tartışmalarına getirdi. “Bize karşı duruş sergilemek ne kadar demokratikse, bize yakın, icraatımızı destekleyen yayın da o kadar demokratiktir” diyerek “güzel” bir tanım getirdikten sonra da aslında yandaş medyayı kendilerinin istemediğini şöyle açıkladı. “Biz, her yaptığımızı doğru bulan, öksürdüğümüz zaman bunu ferah feza makamında beste olarak niteleyen gazete ve televizyonlar olmasını istemiyoruz…” Yandaş medya denilen gazeteciler bundan sonra buna dikkat ederler mi bilemiyoruz, ama medyadan sorumlu başkan yardımcısı böyle diyor. Bizden hatırlatması… * * *
DURMUŞ İÇERLEDİ! 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde törenler düzenlendi, konuşmalar ve açıklamalar yapıldı. Meclis’te de o gün gündem dışı konuşmalarda bu güne ayrılmıştı. Oturumu yöneten Başkanvekili Meral Akşener “takdir yetkisi”ni kullanarak beş bayan milletvekiline bu konuda söz verdi. AKP’den Ayşe Türkmenoğlu ve Halide İncekara, CHP’den Birgen Keleş ve Necla Arat, BDP’den de Sevahir Bayındır “kadınların sorunları” ile ilgili konuşmalar yaptılar.Geçtiğimiz aylarda TBMM Genel Kurulu’nda, AKP Aydın İl Başkanı’nın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a “peygamber” benzetmesini hatırlatmasıyla başlayan ve yumruklaşmaya varan tartışmalara neden olan MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş bu duruma içerlemiş olacak ki, yerinden “Sayın Başkan, ben de kadın şiddetinden şikâyet ediyorum” diyerek seslendi. Başkanvekili Akşener’in, “Takdir yetkisi bende olduğu için, dolayısıyla öyle takdir ettim” demesinden sonra esas meramını yine yerinden söyledi: “Bazı yaşlı erkekleri hanımefendiler tartaklıyorlar…” * * *
TOPLA PİJAMALARINI DERSE Meclis’in yine aynı oturumunda “Alevilerin sorunları” hakkında söz isteyen CHP Sivas Milletvekili Malik Ecder Özdemir, konuyu son günlerde yargıda yaşanan tartışmalara getirince Meclis’te söz düellosu yaşandı. Özdemir, “Buradan Sayın Başbakana ve sayın milletvekillerine söylüyorum: Sakın ola ki o yazılı güvencenize, dokunulmazlığınıza sığınmayın. Gözü kara bir başka savcı da yarın gelip sizin makamınızı basıp, ensenizden tutup ‘Hadi kardeşim topla pijamalarını, gidiyoruz’ diyebilir bu uygulama devam ettiği sürece” dediğinde AKP’li vekiller, “Bu nasıl bir konuşma! Bu ne demek ya! Sayın Başkan, böyle bir konuşmaya müsaade edilir mi? Konuyla ne ilgisi var Sayın Başkan?” diyerek konuşmacıya müdahale ettiler. Sonrasında ise, iktidar ve muhalefet milletvekillerinin karşılıklı hakaretleri birbirini takip etti. Bir tarafta Alevîlerin sorunlarını anlatmak için çıkıp konuyu başka yöne çeken milletvekili, diğer yanda Alevî açılımı yapan hükümete mensup milletvekilleri… Âleme ibret olun. Yargıda yaşanan tartışmalar vekillerimizin de sinirlerini hayli zıplatmış anlaşılan. Şimdi herkesin iki elini başının arasına koyup düşünmesi gerekiyor… Bu ortamda ve bu psikolojiyle milletvekillerinin sağlıklı bir müzakere ve tartışma yapmaları mümkün olabilir mi? Böyle bir üslupla milletin kökleşmiş sorunlarına çözüm üretmek ne kadar mümkün olabilir? Böyle bir Meclis atmosferinde demokratik açılımlar yapılabilir, daha da önemlisi açılımın adından bile söz edilebilir mi? Son olarak da böylesi bir münakaşa ve adavet ikliminde demokratik ve özgürlükçü bir anayasa teşekkül ettirilebilir mi? Milletin meclisinde millet için ve millet adına görevlendirilen milletvekillerinin en başta kendilerine çeki düzen vermeleri artık şart olmuştur… * * *
EVİN ÖNÜNDEKİ KÜTÜK Önümüzdeki hafta AKP anayasa değişiklikleri için partilerin kapısını muhtemelen çalacak. Bu aşamada partilerin görüşleri net. CHP kökten karşı, MHP seçimden sonra, BDP şartlı kabul ediyor. Deniz Baykal, değişikliğe bakışını şu ilginç cümleyle anlattı: “Gümrükten mal kaçırır gibi evin önünden kütük kapar gibi anayasa değişikliği olmaz…” Buna karşılıkta Hüseyin Çelik de, “Bir anayasa yapılabilmesi için illâ ki bir darbe mi yaşanması lâzım?” diye soruyor. Sadece bu cümlelere dahi bakılsa mutabakat hayli zor, hatta imkânsız…
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yeni ibret dersleri |
Önce, görev yaptığı mescide bitişik mütevazi evinin enkazından, sekiz çocuğu ve eşiyle beraber sağ kurtulan İmam Abdullah’ın “Allah’ın bir ikazı” olarak yorumladığı, 200 binden fazla kişinin öldüğü Haiti; ardından ülkeyi 8.8 şiddetinde sarsmasına rağmen oldukça hafif atlatılan Şili depremi... Ve şimdi de bizi vuran Elazığ zelzelesi... Dünya, kaderin ince sırları, ibretli dersleri ve hikmetli mesajlarıyla sarsılmaya devam ediyor. Elazığ’daki ibret levhalarından bazıları: * Sabaha karşı meydana gelen depremde, namaz için erken kalkanların çoğu sağ kurtulurken, zelzele sonrasında minarelerden yükselen ezan sesleri, sair zamanlarla kıyaslandığında çok daha etkileyici bir manevî atmosfer oluşturmuş. * Eşiyle birlikte enkaz altında kalıp kurtarılmayı bekleyen köylülerden biri, epeyce o vaziyette bekledikten sonra, gücünün tükenmek üzere olduğu noktada, “Buradan herhalde sağ çıkamayacağız, haydi kelime-i şehadet getirelim” demiş ve son sözleri “Eşhedü enlâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh” olmuş. * Henüz iki haftalık bir bebek, onu korumak için üzerine kapanan gencecik annesi ile babaannesinin cenazeleri yanında sağ kurtulmuş. Hadise, yavrusu için kendi canını tereddütsüz feda eden annelerin şefkat kahramanı olduğu gerçeğini teyid eden yeni ve çarpıcı bir örnek olmuş. * Enkaz altında kalarak vefat eden dört kızkardeşin ve bilhassa okuyup tahsilini ilerletmeye çok istekli olduğu belirtilen Gönül’ün yürek burkan acı “son”ları, genç-yaşlı ayırmadan her an hepimizin başına gelebilecek olan ölüm gerçeği karşısında, uzun vadeli gelecek planları yapmanın yersizliğini herkese bir defa daha hatırlattı. * Kendisi çalışmak için İstanbul’da olan inşaat işçisi babanın, uçağa yetecek parası olmadığı için, depremde vefat eden eşiyle yavrusunun cenazesine yetişememesi, yürekleri sızlatan yeni bir fakirlik tablosu olarak hafızalarda yer etti. Şimdi geride kalanlar, bir taraftan kaybettikleri yakınlarının acısına; diğer taraftan dışarıda geçirilen soğuk ve karanlık gecelere alışıp, depremin herşeyiyle yerle bir ettiği hayatlarını tekrar kurmaya çalışıyorlar. Allah yardımcıları olsun. Ölenler için üzülürken, aynı zamanda onların gıpta edilecek şehitlik mertebesine ulaştıklarını ve içlerindeki bebeklerle gençlerin, tehlikelerle dolu dünyanın kirine pasına bulaşmadan doğrudan Cennete alındıklarını gözden kaçırmayalım. Allah onları, sağ kalan yakınlarından daha çok seviyormuş ki, bekletmeden huzuruna celb etti. Ne mutlu onlara... Bizler için ise hayat şimdilik devam ediyor. Peki, bu depremle verilen manevî ve maddî her türlü ikaz ve dersi çıkarıp, gereklerine uygun bir şekilde kendimize çekidüzen verebiliyor muyuz? Bizim için asıl mesele bu... Allah bize de hayat sayfalarımızı ter temiz bir şekilde kapayıp, iman-ı kâmil ve hüsn-ü hatime ile berzah âlemine intikal mazhariyetini bahşetsin. *** Diyarbakır-Bursa maçında tekrarlanan gerginlik, bize son şahitlerden Mehmet Taktak’ın anlattığı şu ilginç ve anlamlı anekdotu hatırlattı: “1957 yılı olduğunu zannediyorum. Bolvadin ile Emirdağlı gençler futbol maçı yapıyorlardı. Bu maç esnasında âniden aralarında kavga çıkmış; Bolvadinliler ile Emirdağlılar taşlaşmaya başlamışlardı. Ertesi gün misilleme olarak Emirdağlı bir grup genç benim oradaki dükkânımı taşa tutmuşlardı. Kalabalık ve gürültü çoğalınca Üstad evinden aşağıya indi. Köşe başında durarak kalabalığa hitaben bir konuşma yaptı, ‘Durun’ dedi; ‘sizler hepiniz kardeşsiniz, birbirinizin kusurlarını görmemeniz lâzımdır, birbirinizi affediniz.’ Kalabalık biraz sakinleşmişti. Üstad konuşmasına devam ederek, ‘Eğer sizler barışıp dağılmazsanız, ben de burayı terk ederim’ diye buyurdu. Üstadın bu konuşmasından sonra kalabalık büyük bir sükûnetle dağıldı.” (c. 4, s. 96)
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Tenkitlere açık olmalıyız |
Menfi diye tavsif ettiğimiz tenkitlerden kesinlikle kaçınmamız lâzım. Be nevi tenkitler, ekseriya muhatabı kınama, yerme, yargılama, kendimizi de övme ve methetme şeklindedir. İşte böyle ön yargılı, tahrik edici, küçük düşürücü tenkitlerden şiddetle kaçınmak gerekir. Çünkü iyi niyetle yapılmayan bu çeşit tenkitlerin herhangi bir fayda getirmeyeceğinin, aksine istenmeyen bazı tepki ve kırgınlıklara sebep olacağını unutmamak lâzım. Bir de müsbet tenkit var ki, burada gaye yerme, yargılama değil; hata ve kusurları teşhir değil, varsa eksik ve noksanları gidermektir; hata ve kusurları izale etmektir. Garaza dayanan, insaftan uzak, ölçüsüz tenkit ve ikazların muhatabı tahrik ederek, yanlışları savunma durumuna düşüreceğini bilip, bu nevi tenkitlerden de uzak durmanın gerekliliğini de bilmek lâzım. Tenkitlerde üslûbun, söyleniş tarzının da önemli olduğunu göz önünde bulundurmak lâzım. Söyleyeceklerimiz ne kadar doğru olursa olsun, sert ve öfkeli tenkitlerin muhatabı rencide edeceğini göz önünde bulundurarak, yumuşak ve okşayıcı bir üslûpla yapılacak tenkit ve uyarıların daha etkili olacağını bilmekte fayda var. Çok fazla tenkitçi olmanın da doğru ve yerinde bir davranış olmadığını; onun bunun hata ve kusurlarını araştırıp gün yüzüne çıkarmanın, başkalarının eksik ve noksanlarıyla meşgul olmanın hem kendi açımızdan, hem de çevremizdeki insanlar açısından tasvip edilecek bir meşgale olmadığını bilmemiz gerekir. Çünkü hep başkalarını tenkit etmeyi meslek edinen insanlar, zamanla kendi hata ve kusurlarını hep görmezlikten gelme, kendilerini adeta günahsız, kusursuz görerek, ucb ve gurura girerek manevî hayatlarını tehlikeye atarlar. Adına menfi tenkit dediğimiz bu gibi şevk kırıcı, yıkıcı tenkitlerden kaçınmamız gerekir. Ama müsbet tenkitler diye adlandırdığımız herhangi bir garaza, bir ard niyete dayanmayan samimî dostlardan gelen doğru, yol gösterici, tamir edici tenkit ve uyarılara her zaman açık olmada fayda var. Hata ve kusurlarımızı görebilme, yanlış söz, hal ve yaklaşımlarımızı düzeltmeye yarayan bu nevi ikaz ve tenkitlerin yapılması önemli bir ihtiyaç olsa gerek. Böyle yapıcı ve samimî tenkitler sayesinde ancak doğru bildiğimiz yanlışlarımızdan, bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz günah ve kusurlarımızdan vazgeçme imkânı buluruz. Bu noktada Bediüzzaman’ın; “Boynumuzdaki bir akrep veya yılanı gösterene teşekkür etmek gerektir” sözünü akıldan çıkarmamak lâzım. Bu meyanda Bediüzzaman, bir müdürün kendisine karşı istimal ettiği tahkir edici, insafsızca sözler karşısında bakın neler söylüyor: “Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musâlaha etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil; belki memnun olmak lâzım gelir.” Görüldüğü gibi Bediüzzaman, bir müdürün, hiç mesnedi olmayan, haksız, kasıtlı iftiralarına dahi nazar-ı müsamaha ile bakıyor, söylenen o asılsız iddiaları dahi tahlil ve değerlendirmeye tâbi tutarak, oradan da kendisine yönelik dersler çıkarmaya çalışıyor. Bu konuda biz de Bediüzzaman’ın yaptıklarını yapmaya çalışmalıyız. Böyle bir değerlendirme ve tavır içinde olmaya nefsimizi razı etmenin gayretinde olmalıyız. Başkalarını tenkit etme hususunda insafı, ölçüyü elden bırakmamalı, muhtemel incinmeleri, kırıcılıkları düşünerek, yumuşak ve yapıcı bir yaklaşım ve üslûbu tercih etmeliyiz. Şahsımıza yönelik tenkit ve uyarılar ne derece kasıtlı, ne kadar kırıcı ve yıkıcı da olsa kızmadan, kırılmadan, sabırla dinlemeli ve Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, söylenenler asılsız, birer iftiradan da ibaret olsa, onlardan kendimize bir ders çıkarmaya çalışmalıyız.
14.03.2010 E-Posta: [email protected] |