Ali Rıza AYDIN |
|
Tarihten gelen “deyim” |
Dönülmez bir yola girmeyi, bir karardan dönmemeyi; ya da, geriye dönüp bakmamayı öğütleyen tarih kokan söyleyiş. Önemli kararlarda kullanılan bir deyim: “Gemileri yakmak!” İnsanlar, dininde diyanetinde; işinde, siyasetinde yani hayatın her şubesinde, her safhasında birçok karar verirler. Verirler de, burada önemli olan kararda karar kılmak. İnhiraf etmemek, dönmemek! Bu, şâh için de, şahıs için de; nefer için de, kumandan için de geçerli. Büyük küçük fark etmez. Ciddiyet, terazide, hepsine baskın gelir. Hata dolu, günah dolu hayattan nadim olup bir yöne yönelince bundan caymamak, geriye bakmamak, bakacak hâl bırakmamak gerekir. İnat, bu durumda iş görür! Hele, söz konusu büyük sevda olunca; hele, dâvâ, i’lâ-yı kelîmetullah dâvâsı olunca; ölüm göze görünmez. İşte böyle bir kumandan, canını hiçe saydı! Müslüman İspanyası da denilen Endülüs’ün ilk mimarı Târık b. Ziyâd, M.S. 711 yılında İspanya’ya adım attı, o ülkeyi kuşattı. Mahiyetinde 7.000 asker, karşısında ordular! Çarpışma anı yaklaştıkça tansiyon yükseliyor. İnsanlarda heyecan, ürperti beliriyor! Tam o anda Târık b. Ziyâd, asker bundan korkmasın, savaşı bırakmasın düşüncesiyle; kendilerini oraya getiren gemilerin tamamını ateşe verip, yaktı. Kapıları kapattı. Dönüp, askerlerine: “Artık bizim için geri dönmek imkânsız. Önünüz düşman, arkanız deniz” dedi ve kükreyerek ilâve etti: “Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka çareniz yok!” diyerek çekti kılıcını, “Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelin, saldırın!” nidasıyla Kral Rodrigo kumandasındaki kalabalık bir Vizigot ordusuna olanca haşmetiyle çullandı. Sonuç: Zafer müyesser oldu. Kral Rodrigo’yu kendi elleriyle ortadan kaldırarak, M.S. 1492 yılına kadar sürecek olan ve “yüz binlerce müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar”a1 beşik olacak İslâm hakimiyetine; ilimde, irfanda, dinde, fende Avrupa’ya 781 sene üstad olacak Endülüs Devletine temel oluşturdu. Peygamber Efendimiz (asm): “Zafer sabırla beraberdir. Kurtuluş sıkıntıyla beraberdir. Her güçlüğün yanında bir de kolaylık vardır”2 buyuruyor. Demek, yanan gemiler, zafere meş’ale olmuş! O gün bugün, “Gemileri yakmak” kelâmı dilimizde yer buldu. Kararlılığı ifade eden bir mânâya oturdu. Başarının yarısı, dâvâya inanmaktır. İnanacaksınız, güveneceksiniz: Başaracaksınız! Zaferler hep inananların, inandıkları şeyin peşinde yılmadan, yorulmadan koşanların olmuştur. Sefer için de böyle, hazar için de böyle. Velhâsıl: Gemileri yakanlar, birçok şeyde yoğrulmuş; birçok eser doğurmuş. Gemi yakılmış, devlet yapılmış. İnanarak, çalışarak…
Dipnotlar:
1- Said Nursî. Mektubat,100. 2- Câmiü’s-Sağîr, 4: 1623. 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Her yer İsviçre mi? |
İsviçre’de minare yasağının halka onaylattırıldığı sıralarda, dünya basınındaki farklı yankılar, tarafgir yorumlar ve popülist yaklaşımlar; yasağın haklı gerekçelere dayanmadığını, oldu bittiye getirilen siyasî bir talihsizlik olduğunu gözler önüne serdi. En ilginç tepkiler de yine İsviçre’de gösterildi. Yasağı savunan ve İsviçre’nin en büyük partisi olan Halk Partisinden istifa eden bir partili, Müslüman olduğunu ve bundan böyle Müslümanların haklarına hizmet edeceğini kamuoyuna duyurdu. Çok farklı bir yaklaşımı da aynı partiden milletvekili Oscar Freysinger sergiledi. Minareyi çok masum bir nesne olarak tanımlayanlara karşı, Türkiye Başbakanının bir zamanlar minareyi süngüye benzettiğini hatırlattı. İyi ki de bu milletvekili, bir zamanlar bazı camilerimizin (Kâzım Güleçyüz’ün yazdığı gibi) ot deposu olarak kullanıldığını ve Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi sürecinde minarelerinin havaya uçurulmasının düşünüldüğünü duymamış. Anlaşılan odur ki, bu adam kendi aklını kullanarak hareket etmiyor. Nitekim, aynı milletvekili, Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan yasa tasarısına "Evet" oyu verdiğine şimdi pişman olduğunu söylüyor. Bir zaman sonra, minareye karşı tavrından da vazgeçmeyeceğini ve pişmanlık duymayacağını kim bilebilir? Kaldı ki, bu milletvekilinin sığındığı gerekçe de gerçeklerden uzak, siyasî istismarı çağrıştıran bir hamaset örneğidir. Yani, minarenin süngüye benzetilmesini kastediyorum. Bir zamanlar şairimiz hangi duygular içinde, belki de savaş yıllarında halkı galeyana getirmek için bu benzetmeleri yapmışsa, bizimkisi de siyasî hedefine ulaşmak için, dindar halkın duygularına böylece hitap etmiş.. Etmiş de n’olmuş? Kendisi belki bu sayede hedefine ulaşmış, ama olan bizim minareye olmuş ki, İsviçre gibi bir ülkede minare karşıtlarının elinde bir koz olmuş. Üstelik bunlar, kendi insanlarını minareye karşı kışkırtmak için, daha ileri giderek, o masum nesneyi, o en güzel şeyleri çağrıştıran alâmet-i farikayı rakete benzettiler. Halk oylaması öncesinde, rakete benzetilen minareler, burkalı-çarşaflı kadın figürleriyle beraber posterleştirilip her tarafa asıldı. Ama aynı İsviçre’de geçtiğimiz günlerde Mecliste alınan bir karara göre, yaş sınırlaması olmadan, aileler çocuklarını başörtülü olarak okula gönderebilecekler. Bu kararın alınmasına yol açan teklif, minare yasağı için çalışan aynı partiden, başörtüsünün yasaklanması şeklinde parlamentoya getirilmiş, teklif reddedildiği gibi, üstelik resmen yaş sınırlaması da kaldırılmıştı. Bu teklif Meclise getirilirken, maalesef yine Türkiye örnek gösterilmişti. *** İslâm tartışması, Avrupa’nın vazgeçilmez gündem maddelerinden biri haline geldi. Gündemden düştüğü an, hemen bir bahane üretiliyor. Fransa’nın burka yasağı fazla yankı bulmadı. Hatta biraz alay konusu bile yapıldı. Zira Danimarka’da bir üniversitenin yaptığı araştırmada, ülkede sadece üç burkalı kadının olduğu ortaya çıktı. Geçen yılın başında Avusturya’da "İslâm ve demokrasi“ tartışıldı. Bu yıl İsviçre’nin minare yasağı, Avrupa’nın tamamına malzeme oldu. Bu hususta Avusturya’da öne çıkan isimler, yasağa farklı yorumlar getirdiler. "İsviçre’den gelen sonuç dar görüşlü ve utanç verici“ şeklindeki en sert tepki Yeşiller grubundan geldi. Bu arada, kendi internet sitelerinde minare yasağını ankete sunan gazetelerin yanında, "Minare olsun, ama minyatür şeklinde olsun” tavsiyesinde bulunanlar da oldu. Kurier gazetesi, "Her yer İsviçre“ yazısını manşetten verirken, hangi akla hizmet ettiğini bilemem, ama her yerin İsviçre olmadığı ayan beyan ortadadır. İsviçre bir Avrupa ülkesidir, ama hep farklı resimler sergiler, farklı çizgiler açığa vurur. AB’ye girmemesi de bunun bir göstergesi olsa gerek. AB üyesi ülkelerin onu çepeçevre kuşatıp, boğazını sıkarcasına ortaya almalarına rağmen, bu küçük ülkenin gıkı bile çıkmıyor, eyvallah da etmiyor. Demokraside bile farklı ve radikal artılara sahiptir. Doğrudan demokrasi dendiğinde ilk akla gelen ülkedir. Bizim Meclis mantığına egemen olan, "Bul, getir düşür,“ "Bul, getir, bitir“ ya da "Bul, getir, kur“ sihirli kelimeleri, orada halk içinde de uygulanabiliyor, gerektiğinde.. Yanılmıyorsam, yüz bin imzayı bulan herkese, meselesini referanduma götürme yolu açıktır. Minare yasağını referanduma götürenlerin o kadar aleyhte propagandalarına, iftiralarına rağmen İsviçre halkının yüzde 43’ü minare yasağına "hayır“ dedi. İlerde aynı halk içinde güzel bir çalışma ve doğru İslâmiyeti anlatma ile yeniden bir referanduma gidilse, şimdikinin aksine bir sonuç da alınamaz mı? *** Avrupa, İsviçre’ye bakarak minareden korkacağına, minareden yükselen ezan sesine kulak versin. Orada Allah’ın birliğine, Tevhide dâvet vardır. Orada Allah’ın huzuruna, kurtuluşa dâvet vardır. Ve orada bütün insanlığı, Hz. Muhammed’i (asm) resûl olarak tanımaya dâvet vardır ki, bunun için Avrupa, (Bediüzzaman’ın tabiriyle) zekâ tarlalarından Bismarck’a kulak versin: “Sana muâsır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir. O lâhûtîdir. Bu kitabın lâhûtî olduğunu inkâr etmek, mevzû ilimlerin butlânını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.” 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Kırmızı kitap |
Efendim bu “kırmızı kitabın” şakası yok. Sayın bakanların talimatnâmesi. Yıllardır söylenir ve yazılır. “Kalkacak ve kaldırılacak” diye. Katı devlet kuralları ve bazı ilkelerle dolu olan bir kitap. Bir zamanlar “kırmızı telefon” görüşmeleri vardı. Amerika liderinin diğer ülke liderleri ile özel görüşmeler yaptığı. Efendim bir “kırmızı kitaplar“ da vardı ki, okuyanların kodesi boyladığı kitaplardı bunlar. Tarihte emsâli bulunmayan tâkibe sebep olan kitaplar… İki bine yakın mahkemede muhâkeme olan “kırmızı kitaplar”. Neydi o günler? Diyanet camiasının bile “Oku, ama sakın kimseye gösterme” dedikleri kitaplar... Cebinde mi bulunduruyorsun? Hâlin yaman. Başka birisine tavsiye mi ettin? Derhal karakola. Bu satırları okuyan gençlere garip gelebilir. Evet, öyle idi. Yüzlerce bilirkişi müsbet raporlar verdiği halde yine karakollar ve mahkemeler bu ‘kırmızı kitaplar’ ile gününü gün etmeye devam ediliyordu. “Kırmızı kitaplar”ın müellifi: “Hem korkmayınız, Risâle-i Nurlar yasak olmaz” derken, “Acaba bu eserleri ne zaman vitrinlerde ve kütüphanelerde görebiliriz?” diye hayallere dalıyorduk. “Kırmızı kitaplar”ı okuyanlar işlerinden oluyordu. Memuriyetten atılıyordu, ordudan atılıyordu, kırmızı kalemler ile fişleniyorlardı. “Adam nasıl soyulur?”, “Devlet nasıl yıkılır?”, “Komünist idare nasıl getirilir?” isimli kitaplar serbestçe satılır ve okunurken, Risâle-i Nurlara savaş açılmıştı adeta. Bu ülkenin iftiharı olan bu Kur’ân tefsirlerinden, bazıları “kırmızı görmüş boğa” gibi kaçıyordu. Ve devlet daha sonra bu amansız takipten vazgeçti. Ne yaptı biliyor musunuz? Bu ”kırmızı kitaplar”ı devlet parası ile alıp ülkenin bütün devlet kütüphanelerine koydu. Ve bütün gazetelere Kültür Bakanlığı ilânlar verdi boy boy. “Said Nursî Hakkâri kütüphanesinde” “Bediüzzaman Çanakkale kütüphanesinde“ diye. Yıllarca horlanan ve hapishanelerde çile çeken o kahraman insanların bir kısmı ahiret âlemine göçtü, bu zulme dayanamayan bazı Nur Talebeleri cezaevinde vefat ettiler. Ama bugün Kur’ân’dan sonra en çok okunan kitaplar hâline geldi. Sadece ülkemizde mi? Hayır, dünyanın her yerinde ve her dilinde okunur hâle geldi. İşte bu “kırmızı kitaplar”ın şanlı serüveni böyle devam etti ve ediyor. Hem de kıyamete kadar... 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ortaylı, şaşırttı mı ki? |
Geniş tarih mâlumatına sahip olan Topkapı Sarayı Müdürü İlber Ortaylı'nın son açıklamaları, pekçok kimseyi şaşırtmışa benziyor. Hatta bazıları şoke olmuş gibi görünüyor. Sebebi şu: Geçtiğimiz hafta sonu MHP'nin Siyaset ve Liderlik Okulu'nda konuşan Prof. Ortaylı, şu meâlde sözler sarf etmiş: "Biz asker milletiz. Bizim ölmeyen sanatımız, vasfımız askerliktir. Sivil siyaset olmazsa darbe normaldir. Şimdilerde asker düşmanlığı pompalanıyor. Sivil siyaset kendini geliştiremezse darbe kaçınılmazdır." Daha başka şeyler de söylemiş Ortaylı; ama, şaşırtan açıklamaları kısaca böyle... Ne yalan söyleyeyim; çoklarını şoke eden bu sözlere şahsen hiç, ama hiç şaşırmadım. Zira, Ortaylı da dahil olmak üzere, Türkiye'de tanınmış tarihçilerin çoğunun zaten demokrat olmadığını yıllardan beri biliyorum. Demokrat değiller; ama, pekâlâ militarist, mutlakıyetçi, ya da Türkçü olabiliyorlar. Meselâ, 12 Eylül Darbesinin meddahlığını yapanların ön safında—kitaplarından çokça istifade ettiğim—tarihçi Yılmaz Öztuna ile İlhan Bardakçı'nın geldiğini gayet iyi hatırlıyorum. Yine, bazı kitaplarını kütüphanemin demirbaşları listesine dahil ettiğim tarihçi İ. Hami Dânişmend, Zeki Velidî Togan ile Fuat Köprülü'nün kaskatı birer Türkçü olduklarından zerrece şüphem yok. Zeki Velidî, zaten bağıra çağıra Türkçü olduğunu ilân ediyor. Dânişmend, Osmanlı'nın gayr–ı Türk kimseleri Sadrâzam yapacak kadar bünyeye kabul edilmesini bir türlü kabullenemiyor. Osmanlı'nın bir meziyeti olan bu uygulamayı her fırsatta tenkit ediyor. Köprülüzâdeler'den olan Fuat Köprülü ise, DP'nin kurucularından olmasın rağmen, Başbakan olamayacağını anlayınca, Dışişleri Bakanlığını da, kurucusu olduğu DP'yi de terk ederek (1955) gitti. Gitmekle kalmadı, eski arkdaşlarına cephe aldı. Cephe almakla da kalmadı, 1960 Darbesinden sonra, eski partisinin ve Yassıada cehenneminde işkence çeken Demokratların aleyhinde veryansın etmeye, hatta gazetelerde karalayıcı beyanatlarda bulunmaya başladı. Dolayısıyla, Namık Kemal gibi, Mizancı Murad gibi, Prof. Osman Turan gibi hürriyet ve meşrûtiyeti (demokrasiyi) aklen, fikren, ilmen müdafaa ederken, aynı zamanda militarizmin karşısında merdâne durabilicek tarihçi ve edebiyatçılarımız çok nâdirdir. Sayıları, ancak bir elin parmakları kadardır. Bu arada, ordularını minimize eden Avrupa ülkelerini tenkit eden Sayın Ortaylı'ya da burada birkaç noktayı hatırlatarak noktalamak isterim. 1) Kalabalık Kızıl Ordunun olağanüstü harcamaları, Sovyet Rusyası'nın ekonomisini çökertme noktasına getirmişti. Rusya, bu sevdâdan vazgeçerek ekonomisini düzlüğe çıkarma mücadelesi verdi. Şimdi, krizlerin pençesinde kıvranan ABD'nin de gelecek için benzer tedbirleri almayı düşündüğü belirtiliyor. 2) İngiltere hariç, Avrupa'nın hemen bütün devletleri ordularını ya lağvetti, ya da minimum seviyeye indirerek profesyonelliğe geçiş yaptı. Sizin tenkit ettiğiniz İsviçre ile Belçika'nın genel güvenlik harcaması, bütçenin ancak yüzde 3'ü kadardır. Türkiye'de ise, yapılan genel harcamalar hesaba katıldığında, bu oran katlanarak yukarılara çıkıyor. 3) Kalabalık orduları besleme yöntemini terk eden Avrupa'daki gelişmiş ülkelerin çoğunda, işleyen fabrikların birer "B planı" vardır. Bir savaş halinin çıkması anında, meselâ otomobil üreten bir fabrika derhal silâh üretimine geçiyor. Meselâ, lüks otomobil üreten aynı fabrika, B planı devreye girdiği anda tank, tüfek, gülle ve mermi üretmeye başlıyor. Aynı planın gereği olarak, o işletmenin müdürü komutan, işçileri de asker statüsünde yeni görevlerinin başına geçiyor. Savaş çıkmazsa, böyle bir planın uygulanmasına da ihtiyaç olmaz ve 65 yıldan bu yana da hiç olmamış zaten. 4) Gelişmiş ülkelerde, orduyu istihdam ve savaş tatbikatları, tamamen profesyonelce bir yöntemle yapılıyor. Allah etmesin, bundan sonra savaş çıksa bile, bu eskisi gibi "cephe savaşları" tarzında olmayacak. Sırpları Bosna ve Kosova'ya saldırmaktan vazgeçirip geri adım attıran NATO kuvvetlerinin, cepheye bir tek asker dahi göndermeden, teknolojik donanımlı bir merkezden Sırp karargâhına nokta atışı yapan füze fırlatma yöntemini muhakkak ki dikkate almak durumundayız.
Belgelerin istiklâli
Dünkü Akşam gazetesinin manşet haberine göre, yakın tarihe ışık tutacak milyonlarca belge halkın ve araştırmacıların istifadesine açılıyor. Meclis Başkanı M. Ali Şahin'in açıklamasına dayandırılan bilgilere göre, tâ 1876'daki Osmanlı Ayan Meclis'in kararlarından başlayarak, 12 Eylül Darbesinin yapıldığı 1980'li yıllara ait resmî kararlara varıncaya kadar, içinde milyonlarca belge bulunan arşiv bilgilerine ulaşmak hem mümkün, hem de kolay hale getirilecek. Meclis Başkanı'nın izniyle, mevcudu 12 milyon adeti bulunan—ve bir kısmı gizlilik damgası taşıyan—bu belgelerin çoğu, aynı zamanda resmî internet sitesine de yüklenecek; isteyen herkes burada yer alacak bilgi ve belgelere rahatlıkla ulaşabilecek. Haberin buraya kadar olan kısmını görünce, inanın hayli sevindik ve heyecan duyduk. Ancak, haberin devamını okuyunca, bu sevinç ve heyecanımız yarım kaldı. Zira, haberin devamında "İstiklâl Mahkemesinin kararları istisna" ibaresi yer alıyor. Yani, umuma açılacak yüz yıllık resmî dokümanların içinde, 1920–27 yıllarını kapsayan İstiklâl Mahkemelerinin faaliyet ve kararları istisna tutuluyor. O zaman, ne anladım ben bu işten... Zaten, yakın tarihin en önemli merhalesi ve en çok merak edilen belgeleri, sözü edilen bu ucûbe mahkemelerin keyfî işleyiş ve zalimane kararlarıyla bağlantılıdır. Şüphesiz, halka arz edilecek diğer belgeler de istifadeye medar olacaktır. Ancak, ne hikmetse Cumhuriyetin ilk yıllarına ait bilgi ve belgelerin açıklanmasından şiddetle kaçınılıyor. Nitekim, aynı yıllara dair Latife Hanımın notları ve mektupları da gizlendi ve TTK'daki ulaşılmaz duvarların arkasına hapsedildi... Şimdi de "arşiv açılımı"na rağmen "İstiklâl Mahkemesinin kararları istisna" deniliyor. Demek ki, yakın tarihe ait belgeler, istiklâline, hürriyetine henüz tam olarak kavuşabilmiş değil. Ne yapalım... "Buna da şükür" diyelim ve günün birinde bütün arşiv bilgilerinin gizlisi–saklısı kalmayacak şekilde umumun istifadesine sunulması dileğinde bulunalım.
Yoruma açık yazılar
Bazı okuyucularımız, çeşitli konulara dair yazılarımız hakkında yorum yapmak istediklerini, ancak bunu realize etme veya pratiğe dökme noktasında zorluk çektiklerini belirtiyorlar. Oysa, şimdi bu işin kolay bir yolu var. Kardeş web sitesi "http://sentezhaber.com" adresine girdiğiniz takdirde, hem eski–yeni yazılara ulaşmanız, hem de ilgili yazının alt kısmında yorumlarınızı yayınlatmanız mümkün. Takdir edersiniz ki, küfür, hakaret ve yıkıcı tenkitler içeren yorumlara yer verilmez. Bu vesileyle, şunu da hatırlatmış olalım: Güncel haberlere de yer verilen sürekli güncellenen "sentezhaber.com"u bilgisayarınızın "açılış sayfası" haline getirebilir, ya da "sık kullananlar"a ekleyebilirsiniz.
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın! 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Yalıtım/unutma mekanizması ve iman |
Benliğimizin bilinen temel savunma mekanizmalarından biri, bastırma ve unutmadır. Korktuğumuz, endişe ettiğimiz şeylerin hakikî mahiyetlerini anlayamazsak; onları bastırır, unutur, nisyana mahkûm ederiz. Hayatın ağır yükleri, geçmişten gelen üzüntüler, istikbalin endişeleri, kaygıları, hazır zamanın problemleri insanı perişan eder. Bu açıdan “unutkanlık/nisyan” bir ni’mettir. Hem her günün, hem de birikmiş elemleri unutturur.1 Eğer musîbetlerin elemleri; geçmişin kötü olayları her an gözümüzün önünde bir film şeridi gibi geçseydi; hayat yaşanmaz bir hâl alırdı. “Unutkanlığın” verilmesinin en önemli sebeplerinden birisi de bu. Unutur ve rahatlarız! Stres ve psikolojik travmalar karşısında ilgili konuları unutmak, insan için büyük bir nimet olur. Kişiyi en fazla rahatlatan savunma mekanizmalarındandır. Meselâ, sevdiklerini kaybeden veya maddî kayıplara maruz kalan kişinin önemli dayanaklarından biri, olay karşısında yaşadığı yıpratıcı duyguları unutmasıdır. Ancak, bu mekanizma bir ni’met iken nikmete dönüşebilir. Vasat mertebesini aşmış, “ifrat veya tefrite” düşmüş bir yalıtım mekanizması; insana nefsini, görevlerini, hayata geliş gayesini, ibadetlerini, iman esaslarını unutturur ve bu daha büyük stres ve sıkıntılara meydan açar. Bize verilen duyguları/mekanizmaları zararlı veya faydalı kılmak kendi elimizdedir. Eğer, nefsin ve dünyanın hesabına kullanırsak, o zaman zarar verirler. Diğer taraftan “ölüm”—gaflet nazarıyla bakıldığı vakit—başta kendimiz olmak üzere, gençliğimizi, eşimiz/dostumuzu, çoluk çocuğumuzu hepimizi yutacak. Öte yandan; bastırdığımız diğer korku, endişe, sıkıntı ve problemlerimiz de konuşmalarımızda, işimizde veya rüyalarımızda (kâbuslar şeklinde) ortaya çıkar. Öfke, kızgınlık, isteksizlik, durgunluk, hayattan zevk alamama, işe sarılmama, bezginlik biçiminde tezahür ederek içten içe bizi kemirirler. Bunlar için bir enerji sarf ederiz. Bu da ayrıca bizi yorar; gücümüzü, direncimizi kırar. Hastalık ve mikroplara mağlûp oluruz. Dolayısıyla bu mekanizma kısa zaman zarfında bir rahatlama sağlayabilir. Ancak, dünya çalkantıları, bu sun’î/yapay tedbiri geçersiz kılıyor. Bu korkuları yok etmek için tek bir yol var. Meselâ, ölümün mahiyetini anlayıp onu öldüreceğiz! Ebedî/sonsuz yaşamak içten gelen, fıtrî bir arzu, gemlenemez bir dürtüdür. Ölümün yokluk olduğu düşüncesi ise; bu arzumuzu mahveder. Ancak, âhiret, haşir (öldükten sonra dirilmeye imân) ile kurtulabiliriz. Yalıtım mekanizması; Allah’a tevekkül ve kadere imân ile tedâvi edilebilir. Çünkü tevekkül, güven; bir iş için lüzumlu şartları hazırladıktan, gerekli çalışmayı yaptıktan sonra, sonucu Allah’tan beklemektir. Yâni insanın gücünü aşan meselelerde, Allah’a güvenmesidir. Bütün vehimleri, şüpheleri, vesveseleri yok eden, iksirli bir ilâçtır tevekkül. Eğer insan Allah’a tevekkül etmezse, vicdânı devamlı sıkıntılar içinde kalır. Çünkü, o zaman tesadüflerin, tabiat hâdiselerinin oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Gerçek huzur ancak tevekkülle mümkündür. Çünkü, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise iki cihan saadetini gerektirir.2
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 134. 2- Sözler, s. 248-249. 11.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Ormancı türküsü |
Geçtiğimiz hafta gazetelerde yer alan bir haber bana bir türkünün hikâyesini hatırlattı. Önce gazetelerde çıkan haberi okuyalım: “Edirne’nin Uzunköprü ilçesinde odun toplamaya giden iki kardeş orman muhafaza memuru tarafından öldürüldü. Mescit mahallesinde oturan 8 Roman vatandaş Cuma günü odun toplamak için at arabalarıyla köye doğru yola çıktı. Grup köy yolunda orman muhafaza memuru Mahmut Göçmen‘le karşılaştı. Grubun ormanda izinsiz odun toplayamayacağını söyleyen Göçmen, şahısları geri çevirdi. Gruptan Lütfü Karataş (29) daha önce kendisine rüşvet olarak verdikleri 150 TL’yi isteyince memurla aralarında tartışma çıktı. Tartışmanın kavgaya dönüşmesi üzerine orman muhafaza memuru arabasındaki tüfeği alarak Lütfü Karataş’a ardından da kardeşi Raşit Karataş’a ateş etti. Olay yerinde ölen Raşit Karataş’ın 4, Lütfü Karataş ın ise bir çocuk sahibi olduğu öğrenildi.” Haber özetle böyleydi. İşte bu hadisenin bir benzeri de 64 yıl önce Muğla’da yaşanmış ve hatta “Ormancı” diye bilinen türkünün bestelenmesine sebep olmuştu. Aşağıda o türkünün hikâyesini ve türkünün sözlerini okuyacaksınız. Muğla ilinin Yatağan ilçesinin Gevenes Köyü. Yıl 1946, aylardan Temmuz. Muğla’da Gevenes Köyü ile Kozağaç Köyleri arasındaki ormanlık alanda yangın çıkar. O sırada Mustafa Şahbudak ve Gevenes Köyü muhtarı Tevfik Cezayir adındaki iki arkadaş ise Belen Kahvesinde oturmuş dama oynamaktadırlar. Bu esnada Orman Koruma ve Bakım Memuru Mehmet İn (Sarı Mehmet) yangının söndürülmesi için Belen Kahvesine gelir. Muhtardan bekçi ister. Muhtar iş zamanı olduğu için bekçi vermek istemez. Orman memuru Sarı Mehmet ise bunun üzerine tuttuğu zaptı muhtar Tevfik’e imzalatmak ister. Muhtar ise oyunun en heyecanlı yerinde tutulan zaptı imzalamak istemez. Ormancı da kızar ve masaya vurur, dama taşları dağılır. Gençlerden Mustafa “Sen sarhoşsun çek git” der. Ormancı söz anlamaz, inatlaşır masayı bir daha dağıtır. Tartışma çıkar. Mustafa, ormancıya tokat atar. Ormancı Mehmet de kamasını çıkarır ve Mustafa’yı kolundan yaralar. Mustafa tabancasını çeker. Bu sırada muhtar Tevfik “Yapma” diyerek silâhın önüne atlar. Silah iki kere patlar. Kurşunlar Muhtar Tevfik’e gelir ve muhtar vurulur. Ormancı kaçmaya başlar. Mustafa ormancıyı silâhıyla topuğundan vurur. Köylüler olayı yatıştırır. Ancak muhtar Tevfik aldığı yaralar sonucu vefat eder. Olaydan sonra kemancı Tahir Usta lâkaplı Tahir Erdinç isimli yöre san'atçısı işte aşağıdaki “Ormancı Türküsü”nü yazar.
Çıktım Belen Kahvesine baktım ovaya Bay Mustafa çağırdı dama oynamaya Ormancı da gelir gelmez yıkar masayı Söz anlamaz ormancı çekmiş kafayı
Aman ormancı canım ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Gevenes’in suları hoştur içmeye İçinde köprüsü var gelip geçmeye Tevfik’imi vurdular hiç mi hiçine Yazık ettin ormancı köyün iki gencine
Aman ormancı canım ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Gönül Makâmı TRT 2’de izlenmesi gereken güzel bir müzik programı var. Her hafta farklı bir makamın ele alındığı ve o makamdan eserlerin icra edildiği programdaki san'atçılar sahasındaki önemli isimler. Neyzen ve hânende Ahmet Şahin, özellikle kasideleriyle bildiğimiz Mehmet Kemiksiz ile Murat Irkılata sesle eserleri icra ederken, sazlarda tanbur ve ney de Dr. Murat Salim Tokaç, kemençede Emre Erdal, ritim bendir de Halil Uğur Kutlu gibi usta sazlar yer alıyor. Hem müziğimizdeki makamları tanımak, hem de eserleri en güzel icralarıyla dinlemek isterseniz bence izlemelisiniz. Savaş Barkçın’ın sunduğu Gönül Makamı her Cuma 22:25’de TRT 2’de.
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın! 11.02.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Gelin, inattan vazgeçin |
Danıştay’ın, meslek lisesi öğrencilerini mağdur eden ‘katsayı’ kararı farklı dünya görüşlerine mensup kişilerden ortak tepki alıyor. Elbette bu haksız kararı destekleyenler de var, ama unutmamak lâzım ki kanunsuz ve hukuksuz olarak sürdürülen başörtüsü yasağını savunanlar da var. Dolayısı ile başörtüsü yasağı gibi keyfî bir yasağı destekleyenlerin olduğu bir ülkede, meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerini engellemek için alınan ‘yanlış’ bir kararı destekleyenler de olabilir. Haklı olarak yasağa karşı çıkanların sözleri bir: Böyle bir uygulamanın dünyada örneği yok. Herhangi bir meslek lisesini seçen öğrenciyi cezalandırmak anlamına gelen böyle bir karar en başta eğitim özgürlüğüne engeldir. Bu yasak, hem gençlerin önünü tıkıyor; hem de Türkiye’nin ufkunu, geleceğini karartıyor. “Katsayı uygulaması olsun” diyenler hem dünyadaki uygulamalardan ikna edici örnekler veremiyorlar, hem de 28 Şubat sürecinin eseri olan bu hukuksuz uygulamayı samimî olarak savunamıyorlar. Her zaman yaptıkları gibi ‘inat’a sarılıyor ve imam hatip lisesini tercih edenleri itham etme yoluna gidiyorlar. Onlara göre İHL’ler laikliğe aykırı. Orada okuyanlar ‘sağlam’ değil. Bu gidişle tartışmalar bir şekilde Türkiye’deki din eğitimini gündeme taşımaya vesile olacak. Belki de tartışılması gereken temel konu da budur. İHL’leri itham edenlerin gündeme taşıdıkları bir soru da “Mezun olduklarında camilerde imam-hatip görevi alamadıkları halde kız öğrenciler niçin bu okullarda okur?” şeklindedir. Bu soru iyi niyetli bir soru ise ve gerçekten merak ediyorlarsa onlara şu cevabı vermek mümkündür: Kız öğrenciler ve erkek öğrencilerin büyük bir bölümü, mezun olunca camilerde imam hatip olmak için bu okulları tercih etmiyorlar. Aksine, başka şekilde ve başka okullarda ‘din eğitimi’ alma imkânı olmadığı için bu okullar tercih ediliyor. Bir yandan ‘lise’ okunmuş oluyor, öte yandan da eksik de olsa din eğitimi alınıyor. Hele hele kız öğrencilerin ve tabiî ki velilerinin imam hatip lisesini tercih etmesinin ana sebebi bu okullara başörtüsü ile gidilebiliyor olmasıdır. Bu okulların tercih edilmesini istemeyenler bu düşüncelerinde samimî iseler, diğer liselerde uygulanan başörtüsü yasağını sona erdirmelidirler. “Olur mu öyle şey! O zaman diğer okullar da imam hatip gibi olur” diyorlarsa haklıdırlar, ama bu işin başka yolu yok. Sular tersine akamayacağına göre ve bu millet de her geçen gün daha fazla doğruları ve gerçekleri öğrenmeye talip ise varılacak yer daha fazla hürriyet, daha fazla demokrasi ve daha fazla eğitim hürriyeti olmalıdır. “Yok, biz imam hatip liselerinin (dolayısı ile din eğitiminin) önünü keserek yıllar önce alınan ‘gizli karar’ları uygulamaya niyetlendik” diyenler varsa Türkiye’ye yazık ederler. Herkes görmelidir ki bu tartışmada ilk faturayı gençler ödüyor. Yapılan bu ve benzeri yanlışlar sebebiyle her geçen gün fatura büyüyor ve bu büyük fatura en sonunda Türkiye’nin önüne geliyor. Nasıl? İşsizlik, eğitimsizlik, memnuniyetsizlik, kızgınlık, küskünlük olarak... Hani alınan vergiler bize, Türkiye’ye; yol, su, elektrik, huzur, kalkınma, demokrasi, insan hakları olarak dönecekti? Bu yanlış kararlar devlet-millet kaynaşmasını da berheva ediyor, farkına varalım. Türkiye’ye kurulan bu tuzağı bozmak Türkiye’yi idare etmeye talip olanların yapması gereken ilk iştir. Lütfen gecikilmesin!
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın! 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Katsayı” nakaratı… |
Danıştay’ın, YÖK’ün son “katsayı” düzenlemesini de iptali üzerine tırmanan tartışmalar, Türkiye’nin demokratik eğitim karnesini ortaya koymakta. Daha önce “öğrencilerin yüksek öğretim kurumuna girmesi YÖK tarafından belirlenir” diyerek “kastayı düzenlemesi tamamen YÖK’ün tasarrufundadır” hükmünü veren Danıştay’ın, son iki kararında yasanın “Yükseköğretim kurumlarına girişte imkân ve fırsat eşitliği sağlayacak önlemleri alınması”na dayandırarak “eşitlik”, “yönlendirme”, “ölçülülük” esaslarıyla içine düştüğü yaman çelişkisi ortada. Ne var ki siyasî iktidarın bu hususta ilgili yasayı düzetmeden problemi “YÖK’ün yönetmeliği”ne bırakması, “katsayı haksızlığı”nın katmerlenmesine sebebiyet vermekte, mağduriyetleri daha da arttırmakta. İşi içinden çıkılmaz bir körüğüme dönüştürmekte… 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP hükûmetinin kurulduğu 16 Kasım 2002 günü bizzat AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın imzasıyla açıklanan “Âcil Eylem Plânı”nda, “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturması için her türlü yasal düzenleme” sözü verilmişti. “Temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş standart ve normlar ile AB kriterleri çerçevesinde süratle yapılacaktır” denilmişti. Devamında da bir yıllık takvim zarfında, ilk ve orta öğretimde meslekî ve teknik eğitime ağırlık verileceği belirtilerek, öncelikle eğitimin önündeki her türlü engeller kaldırılacağı ve üniversitelerin idarî ve akademik özerkliğe kavuşmaları sağlanacağı ve Yüksek Öğretim Kurumu yeniden yapılandırılacağı” vaadinde bulunulmuştu.
YASAL DÜZENLEME ŞART… Ancak AKP hükûmeti üzerinden bunca zaman geçtiği halde başta “YÖK yasası” olmak üzere eğitimi demokratikleştirecek ve Yüksek Öğretim Kurumu’nu bir koordinasyon kurumu haline getirip üniversitelerde akademik ve idarî özerklik sağlayacak yasal ve anayasal düzenlemeleri yapmadı. “Sırf imam hatipli olduğum için bunu yapıyorlar” diye halka karşı yine “mağduriyet” rolünü oynayan Başbakan ve hükûmeti, imam hatiplerin de içinde bulunduğu bir milyon altıyüzbin meslek lisesi öğrencisinin önündeki “yasal katsayı” ibâresini düzeltmedi. 12 Eylül darbesi ürünü (17.8.1983’te değişikliğe uğrayan 4.11.1981 tarihli 2547 sayılı) Yükseköğretim Kanunu’ndaki “katsayı” kaydını kaldırmadı. Yine 28 Şubat postmodern darbe sürecinden kalan ve 1999’da dayatılan uygulamaya devam edildi… Oysa Danıştay, “katsayı engeli”ni YÖK Yasası’nın 45. maddesi (a) bendindeki, “Bir mesleğe yönelik programlar uygulayan liselerin mezunları, Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenecek aynı alanda bir yükseköğretim kurumuna girerken, başarı notları ayrıca tespit edilecek bir katsayı ile çarpılmak suretiyle değerlendirilerek giriş sınavı puanlarına eklenir” ibâresine dayandırıyor. Yasadaki “katsayı ile çarpılma”yı gerekçe gösteriyor. Meslek liselerine “farklı katsayı uygulaması”nın “yasallığı”nı savunuyor. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesinde 17 Ağustos 1983 tarihli ve 2880 sayılı Yasa’nın 26. maddesiyle yapılan değişikliğe bağlıyor. Yasa değişikliği yapılmadan farklı katsayı uygulanmasının idarî kararla kaldırılmasının hukuken olanaklı olmadığında ısrar ediyor. YÖK’ün en son önerdiği katsayı farkını 0.13-0.15’e indiren düzenlemeyi de kabul etmiyor. Açık açık mevcut yasal sistemin “katsayı” uygulamasının kaçınılmaz olduğunu bildiriyor... Kısacası, katsayı için yasal düzenleme şart. YÖK Kanunu’nun 45. maddesinin değiştirilmesi icâb ediyor…
YÖK’ÜN YÖNETMELİKLERİYLE OLMAZ… Ne var ki bütün bunlara karşı YÖK Başkanı, yine garip bir biçimde “yeniden itiraz edeceklerini” söylüyor. Hâlâ alan belirleme ve katsayı hesaplanmasına dair değişik seçeneklerden bahsediyor; “a” ve “b” plânlarının boşa çıkması üzerine hâlâ “c”, “d”, “e” ve “f” plânlarını sıralıyor. Hâlâ “Ne yapacağımızı iyi biliyoruz” diye konuşuyor ama ne yapılacağı hakkında bir dizi tartışma ortasında belirsizlik devam ediyor. AKP hükûmeti, Anayasa’nın hiçbir demokratik ülkeye yakışmayan YÖK’ün yapısıyla ilgili “darbe anayasası”nın 130. ve 131. maddelerini tashih etmeye yanaşmıyor. YÖK yasası’nı gündemine almıyor; en azından sözkonusu “katsayı maddesi”ni değiştirmek yerine, yine çözümü YÖK’e havale ediyor. Nakarat tekrarlanıyor… Başta Başbakan ve Meclis Başkanı Şahin olmak üzere, YÖK’ün yeni düzenlemelerle krizi aşacağını belirtiyorlar. Özetle siyasî iktidar, kolaycılığa kaçıyor, yedi buçuk yıldır, “Âcil Eylem Plânı”nda, seçim beyannâmelerinde, hükûmet programında vaad ettiği “eğitimin demokratikleşmesi”yle ilgili hiçbir yasal tedbir almıyor. İlgili yasalar düzeltilmeden, eksik, sathî ve bir işe yaramayan, meseleyi çözmeyen yama “yönetmelik” ve “tâlilmatlar”la sorunu sürüncemede bıraktırıyor. Bunun sorunu çözemeyeceği ve her yıl olduğu gibi yine yüzbinlerce meslek okulu mezununun mağduriyete ve haksızlığa uğrayacağını bile bile…
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın! 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Yalnızlaşan Bosna’ya dost eli |
Haftabaşında Ankara’da Sırbistan ve Bosna-Hersek Dışişleri Bakanları, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun öncülüğünde bir araya geldi. Son beş ayda beşinci kez tekrarlanan bu toplantıların önemli bir amacı vardı: Kanlı Bosna savaşı sonrası Dayton Antlaşması ile kurulan, ama işlemez hale gelen sistemin tıkanıklığını çözmek. 1995 yılında rahmetli Aliya İzzetbegoviç, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman tarafından imzalanan ve savaşı bitiren Antlaşma, ülkeyi iki özerk yönetime bölmüş, yüzde 49’unu Sırp Cumhuriyetine, geriye kalan yüzde 51’ini Boşnak-Hırvat federasyonuna vermişti. Her iki bölgenin kendi parlamentosu, yasaları, polis sistemi ve eğitim politikaları vardı. Zayıf bir merkezi yönetim, kısmen dışilişkiler kurma yetkisi bile bulunan bu etnik açıdan bölünmüş devletleri bir arada tutmaya yetmedi. Ortak devletin başkanlığını da dönerli sistemle yürütüyor üç toplum. Başlarında da siyasileri dahi görevden alma yetkisi bulunan bir uluslar arası toplum yüksek temsilcisi bulunuyor. Beklenti uzun vadede merkezi hükümetin güçlenip, federasyonlar arası işbirliğinin artması ve Bosna’nın 21. yüzyılın çok etnisiteli demokratik örnek devleti olacağı yönündeydi. Ancak Sırplar, Sırbistan ile bağlarını güçlendirip, Bosna-Hersek’i bölmek için ellerinden geleni yapmaya devam ettiler. Savaşın mirası olan etnik düşmanlıklar ise hiç silinmedi. Bosna-Hersek’te de Boşnaklar ile Hırvatlar arasında anlaşmazlıklar yaşanmaya devam etti. Hırvatlar ile Sırplar, en büyük etnik grup olan Boşnakların, sayısal çoklukları sebebiyle merkezi hükümeti ele geçirecekleri kaygısıyla, merkezi yönetimin güçlenmesini istemediler. Şimdi Sırplar kendi bölgelerinde nüfus sayımı yaparak, savaş öncesi nüfusa dayanan paylaşımı geçersiz hale getirmeyi, böylelikle katlederek, topraklarını işgal ederek değiştirdikleri demografik yapıyı yasallaştırmak istiyorlar. Devleti oluşturan bu devletçiklerin aralarında anlaşamaması, Avrupa’nın ortasındaki bu ülkeyi AB ve NATO üyeliğinden yoksun bıraktı. Anlaşmazlığın sürmesi ise, ülkeyi tekrar bölecek bir kördüğümü güçlendiriyor. Avrupalılar da Sırbistan ve Hırvatistan’a serbest dolaşım hakkı tanıyarak bu uzlaşmazlığa katkıda bulundu. Zira Belgrad’ı kendi başşehirleri sayan Bosnalı Sırplar ile, vatandaşlık hakkına sahip oldukları Hırvatistan yoluyla serbest dolaşımdan yararlanan Hırvatlar, Bosna-Hersek’in bütünleşmesi ve AB üyeliği ile pek ilgilenmiyor. Geriye Avrupa’dan dışlanmış ve yalnız bırakılmış Boşnaklar kalıyor. Boşnaklarla yalnızca Türkiye ilgileniyor desek yanlış olmaz. Türkiye, geçen yıldan bu yana Sırplarla Boşnaklar arasında uzlaşma ve yakınlaşmayı sağlamaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün Sırbistan ziyareti de bu amaca hizmet ediyordu. Bu çabaların gerekçesini Davutoğlu; “Balkanlar’daki her dostluk, bizim gibi geleceği aydınlatan bir adımdır” sözleriyle anlatıyor. Ancak Türkiye’nin bu girişiminden Sırpların ve onların himayesini üstlenenlerin memnun olmadıkları biliniyor. Aslında Sırplarla Hırvatlara serbest dolaşım hakkı tanıyıp, Boşnakları bundan mahrum eden Avrupa Birliği, geçen yüzyılın sonundaki en kanlı savaşa sırtını dönerek oluşturduğu parçalanmışlığı, şimdi bölünmüşlüğü destekleyerek taçlandırıyor. Böylelikle Türkiye’ye karşı çifte standart uygulayarak ispatladıkları bir gerçeği, bir kez daha teyit ediyorlar. Bu tezi çürütmek için bir çaba gösterip göstermeyeceklerini görmek için çok beklememiz gerekmeyecek.
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın! 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Hükümet ve gizli anayasa |
EMASYA protokolü, asker-hükümet mutabakatıyla kaldırıldı. Protokolün yasal dayanağını oluşturan İl İdaresi Kanununun benzer içerikteki 11/D maddesi ise yine asker-hükümet mutabakatıyla devam ediyor. Başbakanın “Bu yıl yeniden ele alacağız” deyip iç tehdit değerlendirmelerinden arındırma sinyali verdiği Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde ise Genelkurmay Başkanı fikir beyanından kaçındı. Demek ki, EMASYA’daki uzlaşma orada yok. TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddede ise bizzat Erdoğan da net bir mesaj vermedi. “Uzlaşma olursa bu dönem değiştiririz” dedi, ama daha sonraya kalabileceğini de söyledi. Ve Başbuğ da aynı konudaki sorulara cevap vermek istemedi. Yani, MGSB ile 35. maddede, kamuoyunun beklediği tasarrufların yapılması zor görünüyor. Gizli anayasa olarak da anılan MGSB için “Davul hükümetin sırtında, tokmak askerin elinde” değerlendirmesi yapmıştık. Bilâhare bu yorumu doğrulayıp destekleyen bir bilgi, uzun yıllar tatbikatın içinde yer alan bir isimden geldi. 12 Eylül sonrası Özal hükümetinde Millî Eğitim Bakanı olarak görev yapan Vehbi Dinçerler, bakanlık koltuğuna oturduktan kısa süre sonra MGK Genel Sekreterliğinden telefonla arandığını, “Böyle bir belge var, bir albay getirecek, okuyacaksınız, geri alacak” denildiğini anlatıyor. Kitapçık hacmindeki bu dokümanı bir seferde okuyup kavramak mümkün olmadığından, albayı gönderip belgeyi birkaç gün elinde tutarak birkaç kez okuduktan sonra iade ettiğini söyleyen Dinçerler’in diğer anlattıkları da enteresan: Belgenin hazırlanış süreciyle ilgili olarak, “Hazır metni getiriyor, imzalatıyor, ’Değişiklik varsa önerin’ diyorlar” bilgisini veren eski Bakan, uygulama safahatı hakkında da şunları ifade ediyor: “Metin hükümetten saklanıyor, ihtilâf çıkınca da ‘Siz talimat verdiniz, şimdi karşı çıkıyorsunuz’ deniliyor. Hükümet adına uygulama yapılıyor, ama hükümetin haberi yok...” (Zaman, 4.2.10) Bundan âlâ davul-tokmak örneği olur mu? İşte Türkiye senelerce bu sistemle yönetildi. Kâğıt üzerinde “Başbakana bağlı” olan MGK Genel Sekreterliğinin koordinatörlüğünde, bütün devlet kurumları, bakanlıklar, üniversiteler, okullar... “Başbakan adına” gönderilen, en az albay rütbesindeki subaylar tarafından denetlendi. Kurum yöneticileri sorgulandı, hesaba çekildi. Yapılan herşey “Başbakan adına” yapıldığı halde, en küçük bir bilgi dahi verilmeyen Başbakanın haberi bile olmadı. İşleyiş böyle sürüp gitti. Özellikle 28 Şubat sürecinde bürokraside görev yapanlar, bu uygulamaları bizzat yaşadılar. Başbakanın ünvanı kullanılarak, devlet en ince detaylarına kadar askerî inisiyatifle idare edildi. AB reformları çerçevesinde MGK Genel Sekreterliğinin sivilleştirilmesi bu durumu bir ölçüde değiştirdiyse de, Genel Sekreterin görev ve yetkilerini düzenlemek üzere 12 Eylül döneminde çıkarılan kanun hâlâ ıslâh edilmeyi bekliyor. Güvenlik üzerinden devletin tümünü kuşatan strateji ve politikaların belirlendiği Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde de aynı yöntem izleniyor. Belge hükümete mal ediliyor, ama hükümet devredışı. Son olarak 2005’te olduğu üzere, sivil iradenin metinde yaptığı rötuşlar da işin esasını değiştirmeye yetmiyor. Bu, iç tehdit unsurlarının yine en başına konulan “irticanın devam ettiği” ibaresinin yanına “Bununla mücadele ederken toplumun dinî duygularını incitmemeye özen gösterilmeli” ifadesi eklendiği halde, uygulamada kayda değer bir değişiklik olmamasıyla sabit. Ki, buna benzer bir kayıt, 28 Şubat dönemi MGK bildirilerinden birine konulan “İrtica ile mücadele mütedeyyin insanlar rencide edilmeden yürütülmeli” ifadesiyle de dile getirilmişti. Ve Demirel bir görüşmemizde bu ifadeyi metne bizzat kendisinin koydurduğunu söylemişti. Ama uygulamada fazla birşey değişmedi. Onun için, MGSB başta olmak üzere, bu konuların daha esaslı çözümlere bağlanması lâzım. 11.02.2010 E-Posta: [email protected] |