Faruk ÇAKIR |
|
Her sektörün derdi ayrı |
Bilindiği üzere ekonominin can damarlarından biri de inşaat sektörüdür. Bu sektörde işler iyiye gidiyorsa, zamanla diğer sektörler de toparlanır, o sektörlerde de işler iyiye gider. Çünkü inşaatlar sağlam temeller üzerinde yükselmeye devam ettikçe, demir-çelik sektöründen çimentoya, elektrik ve su tesisatından havalandırma-klima sektörüne kadar pek çok sektörden de mal ve hizmet alır, onların işlerini de harekte geçirir. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Hatay Şubesi, bu sektörün dertlerine çare olmak üzere bir toplantı düzenledi. MÜSİAD üyesi iş adamları, İskenderun’da yapılan “İnşaat Sektör Kurulu Türkiye İstişare Toplantısı”nda hem dertlerini, hem de ‘çare’leri dile getirdiler. Toplantıya Bayındırlık ve İskân Bakanı Mustafa Demir’in de katılmış olması sektör açısında faydalı oldu. Çünkü muhatapların olmadığı yerde ‘çare’leri dile getirmek bir anlam ifade etmeyebilirdi. Nitekim, toplantıda dile getirilen bazı sıkıntıların, yeni düzenlemelerle çözüldüğü hatırlatıldı. Başka pek çok konuda olduğu gibi inşaat sektöründe de bir başıboşluk olduğu her halde kabul edilir. 1999’daki ‘Marmara Depremi’ ve sonrasında alınan bazı tedbirler seköre kısmen çeki düzen vermeye sebep olmuşsa da, problemlerin tamamen halledildiğini söylemek mümkün değil. Biraz parası olanın yaptığı en kolay iş ‘müteahhitlik’ değil miydi? Bu yolla yapılan yapılan binaların bugün yıkılıp yeniden yapılması düşünülmüyor mu? Nitekim Bayındırlık ve İskân Bakanı Demir, bu konuya dikkat çekti ve önümüzdeki yıllarda ‘deprem öncesi’ yapılan binaların yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerektiği hususunu hatırlattı. Toplantıda dikkat çekilen bir husus da, inşaat sektöründe iş yapanların kısa yoldan zengin olma hırsının verdiği zararlardı. Bakan Demir, “Artık fakirlerin parasıyla kısa yoldan zengin olma devri bitti” dedi ki İnşallah öyle olur. Bayındırlık ve İskân Bakanı Demir, bir de hatırasını anlattı. Bir Alman firması gelmiş ve “Araştırmamıza göre Türkiye’deki müteahhitler yaptıkları işlerden yüzde 30 para kazanıyormuş. Bu mümkün olabilir mi?” diye sormuşlar. Demir de, “Bilhassa devlete yapılan işlerde rakam o civarda olabilir” demiş. Bu bilgiye şaşıran Alman inşaat firması sahipleri, “Biz Almanya’da yaptığımız işlerden yüzde 2 (iki) kazanabilirsek bunu başarı sayıyoruz” diye hayretlerini dile getirmişler. Sadece bu örnek bile ‘en büyük işveren olan devlet’in imkânlarının nasıl çar-çur edildiğini göstermez mi? Gerçi bu durum, Türkiye’de üzun yıllar devam eden ‘yüksek enflasyon’ politikasından da kaynaklanmış olabilir, ama yine de apaçık bir yanlış yapıldığı ortada. Enflasyonun düşmesiyle uzun dönemde bu kârlılığın da kabul edilebilir seviyelere inmesi ve devlet imkânlarının israf edilmemesi en büyük temennimiz. Bu arada, 31 firmamızın “Dünyanın En Büyük 225 Uluslararası Müteahhidi” listesinde yer alması, sektörün köklü bir geçmişi olduğu ve krize rağmen bu noktalara geldiğini gösteriyor. Başka sektörlerde başlayan düzelme, inşaat sektöründe de kendisini hissetirirse ancak o zaman ‘krizi geride bıraktık’ demek mümkün olacak. Birinci krizin yaralarını sarmadan, ‘ikinci kriz’in çıkma ihtimalinden bahsediliyor ki bu durum en başta inşaat sektöründe iş yapanları ürkütüyor. Her söktörün derdi ayrı, ama çaresi aynı: ‘Hırs’a kapılmadan, helâlinden kazanılana rıza göstermek... 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Sıra Hastalar Risalesi’nde |
Bediüzzaman Hazretleri materyalist anlayış üzerine bina edilen Batı medeniyetinin sebebiyet verdiği problemlerden birine de “Muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Suiistimal ve israfat ile yüz nev'î hastalığın sirayetine sebep olmuş” (Emirdağ Lâhikası, s. 651) tesbitiyle dikkat çekiyor. Son aylarda Türkiye gündemini çokça meşgul eden domuz gribi ve GDO tartışmaları, bu gerçeğin en taze ve güncel örnekleri. Kimilerinin “doğal” kelimesiyle ifade ettiği fıtrî hayata yapılan müdahaleler, makro planda ve global ölçekte Yaratıcının dünyanın işleyişine koyduğu düzeni tahrip ederek küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve felâketler gibi sonuçları beraberinde getirirken, mikro düzeyde de hastalıkların yaygınlaşmasını netice veriyor. Gerek yayılan kötü alışkanlıklara bağlı olarak, gerek genetiği bozulmuş sun’î gıdalarla bünyeleri dayanıksız hale getirerek, gerekse çevre kirliliği gibi etkenler ve daha birçok sebeplerle, hastalıkların hızla arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Buna ilâveten yine “hak yerine kuvvet“ ve “fazilet yerine menfaat” temelleri üzerine edilen bir “medeniyet” anlayışının ürettiği çatışmalar, haksızlıklar, zulümler ve mağduriyetler, insanların ruh sağlığını da tahrip ediyor. Ve sonuçta, beden ve ruh sağlıkları bozulmuş, huzursuz, hasta toplumlar ortaya çıkıyor. Ama şunu unutmayalım: Hastalık varsa, tedavisi ve şifası da var. Gerek Kur’ân’da, gerek hadislerde, gerekse tıp ilmine bakan yönüyle fıtrat kanunlarında yer alan mesajlara göre, Allah hiçbir dert vermemiştir ki, devasını da ihsan etmemiş olsun. Yeter ki, arayıp bulalım. Bu çerçevede, çağımızın hastalık ve problemlerine Kur’ân eczahanesinden sunulan reçete ve ilâçların, Kur’ân’ın bu zamana dersi ve mesajı niteliğindeki Risale-i Nur Külliyatında yer aldığını görüyoruz. Bu külliyattaki her bir risale, çağımız insanının maneviyatında materyalist telkinlerle açılan derin yaraları tedavi ve ruhlardaki tahribatı tamir gücüne sahip. Ve bu eserlerden Hastalar Risalesi, bilumum hastalıklardan muztarip her bir insana, tekrar şifa bulmanın en önemli şartı olan moral gücünü kazandıracak tesellî ve müjdeleri hâvî izahlarıyla, külliyattaki mükemmel reçetelerden biri niteliğinde. Rahmetli psikiyatri profesörü Ayhan Songar’ın, “İnsana hastalığı sevdiriyor” dediği bu eser, evlerde ve hastanelerde şifa bekleyen her hastaya ulaştırılmalı ki, bireyler, aileler, toplum ve insanlık, bîzar oldukları bilumum manevî ve maddî hastalıklardan kurtulup şifa bulmak için tesirli bir reçeteye kavuşturulsun. Şundan emin olabiliriz ki, bu kitabı okuyacak her hasta, vesile olana gönülden teşekkür edip “Allah razı olsun” diyecektir. Denemek için fırsat önümüzde. Netice olarak diyoruz ki, daha önce duyurduğumuz ve önceki Cuma günü çıkan yazısında Süleyman Kösmene’nin de hatırlattığı Hastalar Risalesi kampanyamızın günü yaklaşıyor. Hafta içinde anonslarına başlayacağımız ve 25 Aralık Cuma günü gazeteyle birlikte vereceğimiz bu değerli eserle ilgili olarak sizlerin de gerekli çalışmaları şimdiden gündeme almanızı hatırlatıyor, başarılar diliyoruz. ««« Ferşadoğlu Avustralya yolcusu Yazarımız Ali Ferşadoğlu, Avustralya Nur Vakfının davetlisi olarak bu ülkeye gidiyor. Ziyareti yeni yılın ilk günlerine kadar sürecek olan Ferşadoğlu, izlenimlerini gerek seyahati esnasında göndereceği yazılarla, gerekse döndükten sonra hazırlayacağı gezi notlarıyla bizlerle paylaşacak. Kendisine hayırlı yolculuklar diliyor, 5. kıt'adaki bütün dostlarımıza selâm ve muhabbetlerimizi iletiyoruz. ««« Geçen hafta bahsettiğimiz Vatan yazarının Yeni Asya’ya yönelttiği “yandaşlık” iftirasını, Hürriyet’ten kovulup, tetikçiliğini Sözcü adlı gazetede sürdüren kişi de tekrarlamış. Yazık... 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Paşam, sen bilemezsin bunu! |
KEY ödemeleri ile ilgili konu Meclis Genel Kurulu’nda görüşülürken “darbe” tartışması yapıldı. Nereden çıktı demeyin. Meclis’te konuşulurken başka bir konuda da görüş bildirmek adeta gelenek haline geldi. CHP İstanbul Milletvekili Esfender Korkmaz, halkın, müdahalenin zarurî hale geldiğine karar vermesi durumunda darbenin olacağını söylemesi tartışmaları alevlendirdi. Darbe, darbe planlamak gibi kelimeleri sık sık duyduğumuzdan her halde dikkatimizi çekiverdi. Meclis tutaklarında ki “darbe tartışması”nın bazı bölümlerini aktaralım: Esfender Korkmaz- Ben demiyorum ki “Türkiye’de illa müdahale olsun” ama halk, müdahalenin zaruri hâle geldiğine karar verirse olur. Bunu halka söyletmeyin. Ahmet Yeni (AKP, Samsun)- Siz bir milletvekili olarak nasıl söylersiniz bunu? Yılmaz Tunç (AKP, Bartın)- Ayıp… Ayıp… Demokrasiden korkma, demokrasiden! Esfender Korkmaz (Devamla) … Türkiye’de ortalama Kasımdan Kasıma TÜFE 5,53, buna mukabil Diyarbakır’da 7,83. Ee yazık değil mi, Diyarbakır halkı ne diye daha pahalı ürün alsın, ne diye bunu Diyarbakır halkı çeksin, neden çeksin? Mehmet Tunçak- Paşam, sen bilemezsin bunu! Paşam sen hâlâ darbeyi savunuyorsun Mecliste. Esfender Korkmaz- Ben, bunu senden de iyi bilirim. Senin yaşın kadar da benim tecrübem var. Tartışma böyle sürüp gidiyor. Artık şu “darbe” kelimesi ağızlara alınmasa daha iyi olmaz mı? Almayalım ki, demokrasiyi, milletin refahını, huzurunu konuşabilelim. * * * YÜZYÜZE GÖRÜŞEMEZ HALE DÜŞMEK Son yıllardaki liderler arasındaki söz düellosundaki üslup bozukluğu sık sık dile getiriliyor. Millete örnek olması gereken siyasiler bazen ağza alınmayacak sözler, hakaretler hatta küfürler söyleyebiliyor. Böyle olunca da yüzyüze bakmakta zorlanılabiliyorlar. Bu da işi kutuplaşmalara kadar götürebiliyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Hiç ayrım yapmadan herkese söylüyorum. Herkesin ağzından çıkanı kulağı duysun. Ağzından çıkanı önce bir dinlesin” uyarısını yaptıktan sonra Köşk’te liderler zirvesini yapmayı düşündüğünü açıklamıştı. Bu teklife hem Erdoğan’dan, hem de Baykal’dan hemen “red” cevabı geldi. Erdoğan, “Hükümeti ihanetle, hıyanetle adeta hakarete maruz bırakan bir anlayıştan ben hiçbir şey beklemiyorum ve onlarla bir araya gelmeyi de arzu etmiyorum” derken Baykal “İktidar bu anlayışıyla devam ettiği sürece biz konuşsak da konuşmasak da bir şey değişmez” diyerek kapıları kapattılar. Bir başbakan anamuhalefet partisinin lideriyle 3,5, diğer muhalefet partisi lideriyle 6.5 yıldır görüşemiyorsa bir eksiklik yok mu? Unutmamak lâzım ki, demokrasilerde iktidar kadar muhalefette ödemlidir. Muhalefet olmazsa onun adı diktatörlük olur. Millet artık siyasilerden üslûplarına dikkat etmesini ve sorunlarına çözüm bulmasını bekliyor. * * * ONLAR SİZİN DENGİNİZ DEĞİL! YÖK Danıştay’ın kararından sonra çıkış yolu ararken, diğer yanda sınavı bekleyen yüzbinlerce öğrenci ve ailesi şaşkınlık ve merak içinde ne olacağını bekliyor. Danıştay’ın durdurma kararından sonra birçok sivil toplum kuruluşu tepkilerini değişik vesilelerle dile getirdi. Konunun direk muhatabı olanların da sesleri fazla çıkmasa da çıkınca da “büyükleri”ne ders verir nitelikte oldu. Kendilerine “Genç Siviller” diyen bir grup geçtiğimiz hafta içinde “eşitliği” sağlayan kararı durduran Danıştay binasının önünde bir eylem yaptı, Danıştay hâkimlerine noter yoluyla ihtarname gönderdi. Burada lisede okuyan bir öğrencinin okuduğu ortak metindeki mesaj pekçok şeyi anlatıyordu: “Paranoyalarınız için ne yaparsınız yapın, ama ne olursunuz çocuklarla uğraşmayın. Onlar sizin denginiz değil. Onlar daha çocuk. Size itiraz edemezler. Haklarını savunamazlar. Seslerini duyuramazlar. 13-14 yaşında verilmiş kararlara bütün bir ömrü mahkûm etmek zulümdür. Buna hakkınız yok.” Fazla söze gerek var mı? * * * ‘ŞART’A BAK YÖK’ün meslek liselerindeki katsayı eşitsizliğini kaldırmasından sonra Danıştay’ın bu kararı durmasının ardından meslek liseleri tekrar Türkiye’nin gündemine geldi. Meslek lisesi denildiğinde hep imam hatipler akla geliyor. Çünkü 28 Şubat döneminde YÖK’ün aldığı karar İHL’leri hedef almış, diğer meslek liseleri de “yaşın yanında kuru da yanar” atasözü gereği yanmışlardı! Meslek liselilerini ilgilendiren bir haber okuduk ki, şaşkınlık içinde kaldık. Genelkurmay’ın sitesinde “Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı ile bağlı birlikleri için açıktan memur alımı” başlığı ile bir ilân yayınladı. İkisi bayan toplam 14 güvenlikçi ve hizmetli kadrosu için alınacak personelde aranacak şartlar sıralanırken, “Lise mezunu (meslek liseleri hariç) olmak” notunun düşülmesi dikkat çekiciydi. Haberi okuduğumuzda aklımıza başörtüsü yasakçıların kafalarında yatan “Başörtülünün okumakta, çalışmakla ne işi olur, temizlik yapsınlar, tarlada çalışsınlar” mantıklarını getirdi. “Meslek liseli isen mesleğini yap. Git tornacı ol, kaynakçı ol, araba tamirciliği yap, imamlık yap. Ne işin var başka işlerde…” 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Yolun, ama boğazlamayın |
Geçen hafta bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Bütünlüğü korumak amacıyla önce kısa bir hatırlatma. Yazımızda devlet kurumlarının vatandaşa eziyet ettiğini, ekonomiyi baltaladığını, buna rağmen ülkenin yine de iyi yerde olduğunu vurguladıktan sonra bir örnekle bunu ispatlamaya çalışmıştık. Güncel örnek şu idi: Maliyenin, somut bir delile dayanmaksızın tamamen şüphe üzerine, sahtecilikle suçlayarak haber vermeden ve savunma hakkı tanımadan yasadışı bir uygulama ile aralarında pek çok tanınmış şirketin bulunduğu onbinlerce mükellefi kara listeye aldığını, listeye bir kere girenin temize çıkamadığını söyledikten sonra bu durumun rezalet olduğunu anlatmış ve “Beterin beteri var” diye yazımızı noktalamıştık. Şimdi yazımızı burdan sürdürelim. Daha beteri ne olur? Olur. Kara listedekilerden zinhar mal almayın. Alırsanız... Siz de yandınız. Masumluğunuzu ispat külfeti size ait. Göbeğiniz çatlar. Yine de kabul edilmez. Vergiyi tekrar ödersiniz. Hem de tefeci faiziyle. İade ve mahsup talebiniz... Reddedilir. Şu sıralar binlerce şirkete mektuplar postalanıyor. Özeti ve tercümesi: 2004-2008 yıllarında kodda bulunanlardan mal alırken, ödediğiniz KDV’sini tekrar ödeyin. Yoksa? Seni de koda alır, incelerim. İmza, Vergi Dairesi. Aklın, mantığın durduğu, sözün bittiği an. Tek umudumuz Sayın Bakan. Lütfen her aşamasında hukukun katledildiği bu uygulamaya el koyunuz ve bürokratlarınıza sorunuz: Sayıları yüzbini aşan mükellefler nasıl olur da gıyaplarında, belgesiz, delilsiz sahtecilikle damgalanabilir? Çoğunluğu Bir yaptırımla karşılaşmadan... Cezai takibata uğramadan Faaliyetlerini sürdürürken... Bunlardan... Vergisini ödeyerek... Mal ve hizmet satın alan... Herhangi bir kusuru olmadığı halde... Neden KDV’sini faiziyle birlikte tekrar ödemek zorunda kalır? Neden gerçek suçlular cezalandırılmaz, suç işlemelerine yıllarca göz yumulur? Neden isimleri gizlenerek dürüst mükelleflere bir nev’î tuzak kurulur? Bu sorulardan sonra biz iyisi mi sinirimizi daha fazla bozmadan geçen haftadaki yazımızın başına dönelim. Hukukun paspas edildiği, ticarî hayatın engellendiği, tehdit ve şantaj kokan bu şartlara rağmen... Türkiye yine de iyi yerde... Derken... Haksız mıydık? Tek bir örnek bile bizi doğrulamıyor mu? Ya şartlar normal olsa idi... Tutabilene aşkolsun. Teşvik, destek, para gerekmiyor. Hukuka saygı duyun... Bürokrasiye son verin... Güveni esas alın.. İstismar edeni asla affetmeyin... İnsana odaklanın... Gölge etmeyin... Kâfi. Çok mu zor? Esasında... Binbir güçlükle boğuşarak Üreten... İş ve aş sağlayan Vergi ve sigorta ödeyen... Döviz kazandıran... Ekonominin lokomotifi... Bu insanlar... Gerçek kahramanlardır. El üstünde tutulmalı... Omuzlarda taşınmalıdır. Hadi vazgeçtik. Kayıtdışılığın keyfini sürenleri... Kollayıp.. Kümesteki kazları yolmaya devam edin... Ama... İnsafa gelin... Bari boğazlamayın. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Bir harf kâtipsiz olamadığına göre... |
Yaratılış, düşünen insanlığın en eski meselelerinden biri, belki de birincisidir. Kendini tabiattan ayrı ve bağımsız bir varlık olarak hisseden her insan, ilk iş olarak kendi aslını, insanlığın aslını düşünecek ve soracaktır. Bu konuda elde edeceği bilgi, kişiyi ister istemez, etrafını saran fizikî çevrenin, yani dünyanın, göklerin, ay, güneş ve yıldızların da aslını sormaya sevk edecektir. Eğer merak sahibi ise! Yaratılıştan amaç, Cenâb-ı Allah’ın yarattığı eserlerindeki san’atı görmek ve göstermek istemesidir. 1 Her gün gözümüz önünde nice kafileler gelip geçiyorlar. İşte o kafilelerden birisi de insanoğludur. İnsanoğlu, büyük bir kervan ve muazzam bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücut ve hayat çöllerinde misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve süslü bağlarına yönelip kafile kafile arkasında peş peşe yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini çeker. “Şu garip ve acip mahlûklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Neden gelen durmuyor, giden dönmüyor? Buradaki vazifeleri nedir?” diye hallerini anlamak üzere yaratılış hikmeti, hikmet ilmini karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir konuşma başladı: Hikmet: “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” Bu soruya, insanoğlu adına, diğer büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî (asm) çıkarak şöyle cevapta bulundu: “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risâlet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risâlet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”2 Günümüzde san'atlı bir eser yapılmadan önce planlanır. Bu işin kader safhasıdır. Kaderi tayin edilmiş bu eserin varlık âlemine çıkması için, plana uygun yapılması gerekir. Bu da işin kudret safhasını teşkil eder. Bunun için insan gücü, gerekli materyal ve mâlî imkânların olması gerekir. Kâinatın Yaratıcısı için bu safhalara ihtiyaç yoktur. Bütün bunlar “kâf-nûn” fabrikasında gerçekleşir. Yani “ol” deyince bir anda oluverir. Kâinatın ilk başlangıcını araştıran insan zihni orada kalmayıp, bunun tabiî sonucu olan bir başka soruya geçerek “Sonumuz ne olacak, nereye gidiyoruz?” diyecektir. Özetle doğumla başlayıp, ölümle noktalanan bir hayat kaderine tâbi insanoğlu başlangıcını ve sonunu hep sora gelmiştir: “Nereden geldik, neciyiz, nereye gidiyoruz, bu dünyadaki işimiz nedir?” Tarih boyunca bu sorulara cevap olacak görüşler ortaya atılmıştır. Tesadüfle başlatıp mutlak bir sonla tamamlayan, insanlığı yokluğa atan maddeci felsefî görüşler olduğu gibi, ruhun ezeliyetini kabul eden ruhçu, mâneviyatçı görüşler de olmuştur. Tarihin mezarlığında bu görüşlerin enkazlarını görmek mümkündür. Müsbet hareket edemeyenlerden müsbet sonuç elde edilir mi? Aslında dinler de insanlığın cevaplandırmakta zorlandığı bu sorulara cevap vermek için vardır. Kâinatta nizam ve intizam varsa tesadüf yoktur. Din tesâdüfî başlangıcı reddeder. Bir saat intizamıyla belki daha dakik ve hassas çalışan Güneş Sistemi’miz ve kâinat çok usta bir Yaratıcının elinden çıkmıştır, der. Varlıklar arasındaki itme ve çekme kuvvetleri şeklinde tezâhür eden irtibâtı; birbirine zıt ve şuursuz unsurların hayatın devamında ortaya koydukları işbirliği ve tamamlayıcılığı, kâinatın parçaları ve cüzleri arasındaki dakik ve hassas intizamı; bunların bir elden çıktığına, ustalarının çok mâhir ve kâdir olduğuna, yaratma işini irâde ve şuurla yaptığına delil kabul eder. Acaba şöyle düşünsek olur mu: “Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?” 3 Varlıklar âlemi, İslâm dininde Nur-u Muhammedî tâbir edilen bir ilk maddeden yaratılmıştır. Kadir olan Yaratıcı’nın “Ol!” emri ile bir anda, yaratılış ağacının çekirdeği durumundaki Nur-u Muhammedî’den ilk varlık filizi ortaya çıkmıştır. Bu filiz tıpkı bir ağaç gibi büyüyerek, sonunda insan meyvesini verecek mükemmelliğe erişmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), yaratılışın bu tekâmül seyri içerisinde meyvelerin meyvesidir. En son, en mükemmel meyve, Fahr-i Kâinat’tır (asm). Yani Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz kâinat ağacının hem çekirdeği, hem de meyvesidir. İslâmiyet, yaratılışla ilgili konuların başlangıcı Hz. Muhammed’in (asm) nuru ile sonucu Hz. Muhammed’in (asm) zatı arasındaki safhaları ve halkaları anahatlarıyla aydınlatacak şekilde yapar, bâzı ipuçları verir, fezlekeler sunar, fakat ayrıntılara girmez. Ortaya konulan özetler ve sonuçlar, dünün müneccimleriyle bugünün astrolog ve faraziyecilerinin safsata ve fantaziyelerine kapılmayı önleyecek, sapla samanı karıştırmayacak açıklıkta ve zenginliktedir. İnsanın, cin ve şeytanın, dünyanın yaratılışından, semâ ve arşın yaratılışına kadar birçok meselede rivayet edilen hadisler vardır. Onlardan ikisine göz gezdirelim: 1. “Başlangıçta Allah vardı, O’ndan önce başka bir şey yoktu. O’nun Arş’ı suyun üzerinde bulunuyordu. Sonra gökleri ve yeri yarattı. Sonra zikr denen kader defterinde ebede kadar cereyan edecek her şeyi yazdı.”4 2. Ömer İbnu’l-Hattâb (r.a.) der ki: “(Bir gün) Resûlullah (a.s.m.) aramızdan doğrularak mahlûkatın ilk yaratılışından başlayarak (geçmiş olan ve gelecek olan bütün safhaları) cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme girmesine kadar anlattı. Bunu bir kısmı öğrendi, bir kısmı unuttu.”5 Bu rivayetlerde, yaratılışın başlangıcı ile ilgili bazı açıklamalar yer almaktadır. Bunlarda âlemin yaratılışının başlangıcı hakkında bazı özet bilgiler mevcut olmakla beraber, anlayışımızın kavrayamadığı bazı ifadeler de mevcuttur. Burada anladığımız temel fikirler şunlardır: * Hiçbir varlık yok iken Allah vardı. * Önce suyu ve su üzerinde Arş’ı yarattı * Sonra gökleri ve arzı yarattı. * Meydana gelecek yaratılış fiillerini kader kitabında önceden yazdı. Vukuat bu yazıya göre meydana gelmektedir, olayların hiçbirinde tesadüfe yer yoktur. * Resûlullah (asm), insanların merakı ve sorması üzerine başlangıç ve sonuçla ilgili açıklamalar yapmıştır. Şu halde hadislerden elde edilen bu özet bilgiler, mü’mini, eşyanın ve âlemin ve hattâ beşeriyetin başlangıcı konusunda insanlığın merakını bir kısım boş tahminlerle tatmine çalışan nazariye mâceracılarının ağına düşmekten kurtarmaya yeterlidir.6
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 916. 2- Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 28-29. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 83. 4- Buhârî, Megâzî, 67, 74, Tirmizî, Menâkıb, 3946. 5- Buhârî, Bed’ul-Halk 1. 6- İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, 5: 328-330. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Afganistan’da panikleyen Amerika |
Afganistan’daki sekiz yıllık savaşta Amerika paniklemeye başladı. İki ay önce ABD Birliklerinin komutanı General Mc Chrystal’in asker sayısı arttırılmazsa, savaşın yenilgiyle biteceği uyarısının ardından Amerika—Türkiye dahil— müttefiklerini yeni birlikler göndermeye zorluyor. “On iki ay içinde inisiyatifi ele alıp isyancıların hızını kesmezsek, isyancıları yenmek artık imkânsız hale gelecektir” diyordu General. Bu panikle Obama 30 bin ilave asker gönderirken, müttefiklerinden de 7 bin ilâve asker sözü aldı. Şimdi de “Afganistan’daki askerlerimizin sayısını sonsuza kadar arttırıp duramayız” diyor. 2011 yılı Temmuz ayına kadar işi bitirip, yetiştirdikleri Afgan asker ve polisine görevi devretmeyi planlıyor Amerikan ordusu. Ancak görünen odur ki; Taliban’ın işini bitirmek o kadar kolay değil. Buna bir iki örnek verelim. Geçen ay Amerika birliklerini dört üsten çekince Pakistan sınırındaki Nuristan vilayeti tamamen Taliban’ın eline geçti. Daha kısa süre önce “Amerikan başarı öyküsü” olarak adlandırılan bir başka doğu vilayeti olan Host’ta şu anda kontrol büyük ölçüde Taliban’ın elinde. Güney Peştun yine aynı şekilde. Yani Amerikalılar bütün gücüyle saldırdığında geri çekilen Taliban, Amerika güya operasyonu tamamlayıp güvenli bölgelere döndüğünde, o toprakları yeniden ele geçiriyor. Bütün bunları da hesaplamalara göre Amerika ve müttefiklerinin on ikide biri kadar kuvvetle, uçak ve ağır silâhlardan yoksun biçimde yapıyor. Öbür yandan bu Amerika’nın Afganistan’da çok büyük bir askeri güçle—110 binden fazla—bulunması, Afgan halkında işgal altında oldukları izlenimini güçlendirecek ve direnişe desteği arttıracaktır. Amerika halen tek çıkış yolunu bir an önce Afgan ordusu ve polisini eğiterek, görevi devredip kaçmakta buluyor. İşte bu noktada Türkiye’nin eğitim ve yardım rolü öne çıkıyor. Bu yüzden Amerika, Türkiye’ye muharip birlik göndermesi için çok fazla baskı yapamıyor. Yılda iki taburun eğitimi önemli bir destek. Ayrıca şimdi Amerikalılar Türk askerinin bölge halkı ile ilişkilerdeki başarısını taklit etmeye başlıyor. Yani hastane, okul vs ihtiyaçların karşılanmasına katılma, sivil halkın saldırılardan zarar görmesini önleme, ve Kabil’in korunması. Afganistan’ın hileli seçimlerle iktidarını yenileyen lideri Karzai ve adamları ise, Amerikalıların en az beş yıl daha kalmasını istiyor. Böylelikle, The New York Times’ın ortaya çıkardığı gibi, CIA’nin maaşlı ajanı ve Kandahar şehrinin uyuşturucu kralı valisi Ahmed Veli Karzai, dolarlarını arttırmaya devam edebilecek. Karzai, Amerikalıların çekilmesinden sonra kendisinin ülkesinde bile kalamayacağını biliyor. Bu yüzden o Amerikalılara gitmeyin diye yalvarırken, Amerikalılar bir yandan 2011’de gideceğiz diyor, öbür yandan da hâlâ panik içinde yeni askerler göndermeye devam ediyor. Görülen odur ki; Amerika’nın Afganistan’dan çıkması uzun yıllar alacak ve geçen her yıl bu ülke Amerikalılar için Vietnam’a dönüşecektir. Peki bin Ladin ne olacak? O daha görevini tamamlamadı. Amerikalıların işine yaramayana kadar hayatta kalmaya devam edecek. Tabi bu arada Amerika yeni düşmanlar icat etmezse! Temennimiz Amerika’nın asker arttırmakla Afganistan’da kontrolü ele geçiremeyeceğini bir an önce görmesi ve bu ülkeden Pakistan’ı da saran alevleri daha da büyütmeden bir an önce ayrılmasıdır. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Tesettürü bayraklaştıranlar... |
Hayreddin Karaman Hocamızın, adına düzenlenen toplantıdaki beyanları hem dikkatimizi çekti, hem de bazı hususları tedai ettirdi. Hayreddin Hocanın ilme ve imam-hatip camiasına yaptığı hizmetleri burada tarif etmekten ziyade, onun millet yolunda yaptığı fedakârlığı hatırlamak, bizi daha çok heyecanlandırır. 12 Eylül’ün devamı niteliğindeki 28 Şubat ihtilâlcilerinin zalimane tatbik ettirdikleri “tesettür yasağına” karşı kahramanca duruşunu herkes alkışlamıştı. Ehl-i ilmin izzet ve şerefini kurtaran bir davranış olarak dinî mahfillerde konuşulmuştu. Zalimlere âlet olmamak üzere üniversitedeki vazifesinden istifa ederek mazlûmların yanında yer almıştı. Samimî Müslümanların hâlâ o izzetli davranışı alkışladıklarına inanıyoruz. 28 Şubat’ın gayri insanî uygulamaları yıllardır devam ederken, imam-hatip ve ilâhiyat kökenli kadrolar siyasette önemli yerlere geldiler. Milletin büyük beklentiler içine girdiği bu yeni dönemde gözler ve kulaklar, din ve vicdan hürriyetini çiğneyen mâkus sürecin tersine işlemesinin intizarına takıldılar. Hepimizin hüzün içinde yaşadığı ve çözüm için ümitler bağladığı zamanlar, su gibi akıp geçti. Hayal kırıklıklarını birlikte yaşadık. İnancı uğruna mağduriyeti göze alan yüz binlerce kız evlâdımız derin bir hüsranı benliklerinde yaşadı. Travmalarla perişan olmuş, ruhî hastalıklara yakalanmış veya kimyasal değişimlere uğramış vakıaların arasından geldiğimizi de biliyoruz. Reel tasvirine selim vicdanların dayanamayacağı dehşetli süreci anlatmayacağız. Anlatmayı bir vecibe kabul ettiğimiz başka hususlar var. Özal’lı 12 Eylül’ün iğfaliyle mukaddes değerleri “dünyevîleşme yolunda” pazarlık konusu yapanların açtığı çığırdan, 28 Şubat sonrasında imam-hatipli ve ilâhiyatçıların rahatlıkla yürüdüklerine hepimiz şahidiz. Hadisenin en hazin bir ciheti ise, bu kadrolarla birlikte “dünyayı güzel yaşamak isteyenlerde”! meydana gelen değişimdir. Eşlerinin ve kız çocuklarının tesettürlü giyimlerinde değişim başlamıştı. Hocalarımız müsaade ederlerse, tesettürde bid’at diyebileceğimiz cinsten, kırmızı çizgileri sıkıntıya sokabilecek radikal bir değişim. Bu değişimin bir kaçışın ipuçlarını verdiğini dikkatlice takip edenler göreceklerdir. Dış örtülerin önce boydan kısalmaları, zamanla başörtülerin boyun ve saçları kapatmayacak şekilde küçülmeleri ve nihayet dinin emrettiği örtünün bütün bütün kalkması... Vücut hatlarını gösterecek daracık üst ve alt giysilerle tesettürün uğradığı değişimin, İslâmî şeairi ve bilhassa tesettürü savunanların vicdanlarını kanatacağını biliyoruz. Bu kanayan vicdanların tesettürdeki “çözülme ve çürüme” sürecine müdahale edeceklerini düşünerek, şu satırları yazıyoruz. Binlerce dinî vaadle devletin en üst kademesinden en alt kademesine yerleşen bu dindar kadroların Hayreddin Hocamız başta olmak üzere, dinî sivil alanda temayüz etmiş hocalarımızın önünde saygıyla durduklarına inanıyoruz. Zaman gösterdi ki, hak ve özgürlükler alanında verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilemiyor. Artık gönül arzu ediyor ki, sevgili ve kıymetli hocalarımız, dinî cemaatlerde temayüz etmiş büyüklerimiz, din basamağıyla devlet katına çıkanları ikaz etsinler. Kendi elleriyle hem ailece geleceklerini, hem cemiyetin dinî hayatını ve hem de menfi birer örnek teşkil ettirerek İslâm dünyasının hanım ve genç kızlarının dinî şirazesini bozmasınlar. Siyaset, ticaret, diyanet ve bürokrasi âlemlerindeki dindarlarımızın dinî hayatlarından verdikleri taviz, ahlâken de İslâm toplumunu bir felâkete doğru sürüklüyor. Bütün bunları yad etmekteki muradımızı elbette ki anladınız. Batı felsefesinin sebep olduğu “modernite rüzgârının” başta Anadolu olmak üzere Asya İslâmında kavgaya dönüştüğünü arz etmek istiyoruz. Dindar kadroların vitrini doldurduğu ülkemizde iman, amel ve ahlâktaki dejenerasyonu ülkeyi idare edenler göremiyorlar. Dinsizlik, sefahet ve sihri körpe beyinlere üfleyen dinsiz felsefenin mahsulü romanlar ve sinema filmleri okullarımızı kasıp kavuruyor. Başta İslâmiyet olmak üzere bütün semavî dinlerden kaynaklanan insanî ve ahlâkî değerleri kökleriyle süpüren dehşetli fırtınalara imam hatipli veya ilâhiyat kökenli idarecilerimizin sihirlenmiş gibi bakmaları, millet olarak hepimizi ürkütüyor. Ben de bir imam hatipliyim. Uğruna verilen mücadelenin destanlaştığı neslin dünyevîleşme ile imtihanı gayet çetin geçiyor. Batıdan esen dinsizlik ve sefahet rüzgârının oluşturduğu tufanlar, çokça can ve aileyi ümitsizlik denizlerine taşıdı. Ekonomi, belediyecilik, ticaret ve maddî meselelerde projeleri olan “imam hatip neslinin” aslî vazfiesi ve mecrasında projesinin olmaması elbette sizi de hüzünlendiriyor. Hayreddin Hocamızın, tesettüre giremeyen kızlarımızın “gönül kilidini” ve “suretten öze intikal edemeyenler”in muhtevayı doldurmasını seslendirmesi bize ümit verdiğinden, maruzatımızı bütün hocalarımıza ve dinî cemaatlerin temayüz etmiş temsilcilerine arz ediyoruz. Zira bu felâketin dehşetli neticelerini aynı zamanda Avrupa’daki Müslümanlarla âlem-i İslâmın masum kadınları da görüyor ve ailelerinde yaşıyorlar. Umarız ki, gecikmiş olmayız. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Gizli mezarın sırr-ı hikmeti (2) |
Başbakanlık tarafından verilen "Kayıp mezarlar araştılsın!" talimatı ile başlayan kayıp mezar meselesine bugün de devam ediyoruz. Kaybedilen, ya da meçhûlde kalan her mezarın ayrı bir hikâyesi vardır. Bunların ortak özelliği ise, acı, hüzün, elem, keder, hasret... Bu mezarların çoğu, sahipleri, varisleri, yahut sevenleri tarafından ısrarla ortaya çıkarılması isteniyor. Tâ ki, rahatlıkla ve hiç çekinmeden gidip ziyaret edebilsinler diye... Burada istisnaî durum teşkil eden ise, Bediüzzaman Said Nursî'nin mezarıdır. Yaklaşık elli yıldır meçhûlde bulunan bu kayıp mezar meselesinin iki ciheti var: Beşerin zulmü ve kaderin adâleti. Bu iki cihet, Bediüzzaman, hayatta iken olduğu gibi, mematında da peşini bırakmamış. İnsanlar, ona zulmetmiş; kader–i İlâhî ise, adâlet etmiş. Bu hakikati, bizzat kendisi "Konuşan yalnız hakikattir" başlıklı bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor: "Risâle–i Nur'da ispat edilmiştir ki, bâzan zulüm içinde adâlet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple, bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur: Fakat bu vâkıa, adâletin tecellîsine bir vesîle olur. Kader–i İlâhî, başka sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan kimseyi, bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete sürer. Bu, adâlet–i İlâhiyenin bir nev'î tecellîsidir. "Küfr–ü mutlakla mücâdelede, bu kadar ağır şerâit altında, Risâle–i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattir, hakîkat–i îmâniyedir. "Mâdem ki, nûr–u hakîkat, îmâna muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun." (Tarihçe–i Hayat, s. 594) Bir başka mektubunda, dünya hayatında kendisini kalabalıklarla görüşmekten, konuşmaktan, sohbet etmekten men'eden bir hakikatin, vefatından sonra da devam edeceğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikatin, yani mezarının gizli kalması gerektiğine dair hikmetin sırrını şu şekilde izah ediyor. "...Bu zamanda şan, şeref perdesi altında, riyakârlık yer aldığından azamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar. Manevî duâ ve ziyaret etsinler, kabrimin yanına gelmesinler, Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. "Risâle–i Nur'daki azamî ihlâs ile bütün bütün terki enaniyet için buna bir manevî sebep hissediyorum. Kendini Risâle–i Nur'a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler." (Emirdağ Lâhikası, s. 417) 23 Mart 1960'ta vefat eden ve nâaşı Urfa'daki Halilurrahman Dergâhına tevdi edilen Üstad Bediüzzaman'ın "vasiyet" niteliğindeki bu sözlerindeki mânânın, ne zaman ve ne şekilde tecelli edeceği hususu, talebeleri tarafından merak ediliyordu. Nihayet, beşerin zalim eli 1960 Haziranında devreye girdi ve onun Halilurrahman'daki naaşı "cebren ve hile ile" alınarak bir meçhûle götürüldü. Böylelikle, insanların zulmünden sonra, kaderin adâleti de tecelli etmişti. Zalimler, onun mezarını kaybettirmekle, dâvâsını da bitireceklerini zannediyorlardı. Ancak, fena halde yanıldılar, aldandılar. Zaten, Üstad haykırarak söylemişti "Ben fâniyim; dâvâ ise bâkidir" diye... İşte, en büyük mânâ burada da bütün ihtişamiyle tecelli etmişti. Hakikatin lisân–ı hikmeti: "Hayatını iman dâvâsına vakfeden bu zâtı zindana da atsanız, hatta vefatından sonra mezarını dahi kaybettirseniz, yine de onun neşrettiği imân nurunu söndüremezsiniz" diye nidâ ediyordu. * * * Bediüzzaman Hazretlerinin hayattaki talebelerinin hemen tamamı, onun vasiyetine uyarak mezarının gizli kalması gerektiğini söylüyor. Şayet, bu mezar, araştırılarak ortaya çıkarılacak olursa, başta Hz. Üstad'ın ruhaniyeti olmak üzere, hakikî hiçbir talebesinin buna razı olmayacağını da ifade ediyorlar. Buna rağmen, yine de ısrarla ve inatla onun mezarı umumun nazarında aleni hale getirilecek olursa, bu takdirde neler olup neler yaşanacağını şimdiden kestirmek hayli zor görünüyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, şu an hesapta görünmeyen birtakım hadiseler zinciri vücuda gelecek ve bu işin müsebbibleri yaptıklarına belki bin pişman olacaklardır. Kaldı ki, Bediüzzaman Hazretlerinin naaşı şu an itibariyle gizli, resmî kurumların bildiği yerde de değil. Has talebelerinden Tahirî Mutlu ile Bayram Yüksel'in anlattıklarına göre, yıllar sonra bir şekilde "resmî yerini" öğrendikleri Üstadlarının naaşını bizzat kendileri alıp bir başka meçhûle götürmüşlerdir. Burayı ise, ne devletin resmî adamları biliyor, ne de hariçten başka kimseler. Esasında, başkasının bilmesi de gerekmiyor. Zira, ortada son derece düşündürücü ve ibret verici bir vasiyet metni var. Ayrıca, muhtelif bahislerde, mezar yerinin gizli kalmasına dair hikmetli izahlar var. Bütün bunları hiçe sayarcasına, tutup illa da onun mezar yerini araştırmak, yahut meydana çıkarmaya çalışmak, bize göre son derece riskli ve bir o kadar da mânevî mes'uliyeti mûcip bir meseledir. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Stres ve denge |
İstanbul’da otobüse binen bir Karadenizli, yolculara seslenir: “Beyler, lutfen ileri cidelum!” Gençler, dalga geçmeye başlar: “İleri cidelum, ileri cidelum, ileri cidelum!” Temel dayanamamış: “Gençler, ileri cidelum, cidelum da, o kadar da ileri citmeyelum!” *** Her an dıştan/içten gelen uyaranların etkisinde kalırız. Eğer çizgiyi, ölçüyü aşar ve olumsuz olurlarsa bizi strese sokar, şiddete yönlendirirler. Stres; fizikî, psikolojik ve sosyal faktörlerin etkisiyle insanın hâlet-i rûhiyesinde meydana gelen sıkıntı hâli ve bunun hastalık olarak bedene yansımasıdır.1 Denge, stresten kurtulmak için harcadığımız çabadır. Normal değeri aşan her uyarana karşı dengeyi korumak için sarf ederiz. Şayet yetersiz kalırsa uyumumuz değişir, dengemiz bozulur. Bu da, bedenî ve rûhî sıkıntı, gerginlik, yakınma, sızlanma, acı ve ağrılara sebep olur. Meselâ, aklımızı ilmî izâh; kalbimizi gerçek sevgiyle tatmin etmezsek; öfke, kızgınlık, üzüntü, kaygı/endişe gibi olumsuz duyguların anaforuna kapılırız. Hem kendimiz, hem de toplumla çelişip, çatışırız. Uyaranlara karşı dengeyi korumamız, kendimiz ve toplumla uyum sağlayabilmemizin en önemli şartı şuûr ve bilgidir. Gerçek şuûr ve hakikî bilgi de, ilimlerin şâhı, padişahı tahkîkî imânla elde edilir. Ancak, akıl, kalb, gözlem ve tecrübeye dayanan imân ilmiyle kâinata meydan okuyabilir, hâdiselerin baskısından kurtulabiliriz.2 Stresi minimuma indirmek için başka neler yapabiliriz? Olayların sebep ve sonuçları hakkındaki bütün ihtimalleri dikkate almalı. Müsbet/olumlu düşünceler geliştirmeli. Boş şeyler konuşmaktan kaçınmalı. Daima güzel, coşku ve sevgi veren kelimeler kullanmalı. Zîrâ, menfî/olumsuz cümleler, kelimeler, bakış açısı; sıkıntı, üzüntü, depresyon sebebidir. Tıpkı, sıcaklık, yüksek nem ve gürültünün zarar vermesi gibi; çirkin, olumsuz, kötü söz ve müzik de beynimizi tahriş eder. Kendimizi dünyanın işlerine, nefsî arzulara kaptırmamak için sık sık kendimize şu telkini verebiliriz: Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.3 Diğer taraftan; arzularımızı gerçekleştirememenin de bize sıkıntı vereceğini unutamayız. Yapmamız gereken; bir şeyi bütün bütün elde edemezsek, bütün bütün kaçırmamaktır. Tam çözüme ulaşamayacaksak, kısmî çözümlere başvurmalıyız. Sebeplere uyarak çalışmayı yaptıktan sonra sonuca rıza ve kanaat işin püf noktasıdır. Problem ve sıkıntılarımızı; ümitle, ümitvâr insanlarla bir arada bulunmaya özen göstermekle çözüp atlatabiliriz. Yeni kişiler tanımak, çevremizi genişletmek de enerji verir, dayanma gücümüzü arttırır.4
Dipnotlar: 1- Doç. Dr. Sefa Saygılı, Strese Son, s. 9. 2- Sözler, s. 284. 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 111. 4- Doç. Dr. Hasan Herken, AA/26.01.2003. 14.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Su içmekte sünnet |
Emine Hanım: “Sünnet olan su içme tarzı nasıldır? Geçenlerde bir hoca ayakta içilen suyu hemen çıkarın, ondan hayır gelmez dedi. Doğru mudur?”
Yediğimiz ve içtiğimiz şeylerde dikkat edeceğimiz en mühim nokta, helâl olmasıdır. Yediğimiz ve içtiğimiz şeyler helâl olmak kaydıyla sünnette olan hususları uyguladığımızda ise sünnet sevabı kazanırız. Fakat sünneti farz gibi algılayamayız ve anlatamayız. Sünnet teşvik edilmelidir; fakat zorlama yapılmamalı, uygulaması kişinin tercihine bırakılmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri yemek, içmek ve yatmak gibi günlük davranışlarda dahi sünnete uyulmasını teşvik etmiştir. En küçük bir davranışta ve amelde, hattâ yemek, içmek ve yatmakta Sünnet-i Seniyyeye uyduğumuz dakikada bu davranışın, sevaplı bir ibâdet derecesine yükseleceğini bildiren Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, çünkü o sıradan davranışla Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâma uymuş olduğunu, böylece bu davranışın güzel dînimizin bir prensibi olduğunu hatırladığını ve bu hatırlamakla kalbinin Allah’a yöneldiğini ve bir huzur ve ibâdet kazandığını kaydediyor. Bedîüzzaman’a göre hayatını sünnet-i seniyye prensipleriyle donatan, ömrünü âhiret açısından hep meyvedâr etmiş, bütün iyi davranışlarından sevap kazanmış olur.1 Su içmenin farzları: 1- Suyun helâlinden olması. Cenâb-ı Hak: “Size verilen nimetlerden hesaba çekileceksiniz”2 buyurmuştur. Su içmenin sünnetleri: 1- Suyu hızlı değil, yavaş içmek. Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm): “Su içtiğinizde emerek için, ağzınıza dökercesine içmeyin” 3 buyurmuştur. 2- Suyu bir defada değil, iki veya üç defada içmek ve içerken içine nefes vermemek. Ebû Katâde (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin.” 4 Ebû Saîd (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Su bardağını ağzından uzaklaştır, sonra nefes al.” 5 3-Suyu mümkünse oturarak içmek, mümkün değilse ayakta içmek. Ebû Said el-Hudrî, Resûlullah’ın (asm) suyu ayakta dikilerek içmeyi yasakladığını bildirmiştir.6 Fakat Hazret-i Ali’den (ra) gelen bir rivâyet de şöyledir: Hazret-i Ali (ra) Kûfe mescidinin kapısında ayakta su içti ve şöyle dedi: “Bazı kimseler birisinin ayakta su içtiğini fenâ görürler. Halbuki ben Peygamber Efendimiz’in (asm) benim içtiğimi gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm.”7 4- Suyu sağ eliyle içmek. İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem efendimiz (asm) buyurdu ki: “Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin. İçtiği zaman da sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eli ile yer, sol eli ile içer.”8 4- Suyu içerken “Bismillahirrahmânirrahîm” demek. İçtikten sonra Allah’a hamd etmek, yani “Elhamdülillah” demek. Ebû Hüreyre (ra) uzunca bir hadisin sonunda bildirmiştir: “Resûlullah (asm) süt kadehini aldı, Besmele çekti, içti ve Allah’a hamd etti.”9 Ömer ibn-i Seleme (ra) bildirmiştir: Ben resûlullah’ın (asm) terbiyesinde bulunuyordum. Yemek yerken elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı. Resûlullah (asm) bana: “Çocuğum! Allah’ın adını an. Sağ elinle ye ve sana yakın olan taraftan ye.” buyurdu.10 5- Suyu âile içinde de olsa, suyu ikrâm etmek. İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.” 11
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 55; 2- Tekâsür Sûresi: 8; 3- Câmiü’s-Sağîr, 1/392; 4- a.g.e., 1/294; 5- a.g.e., 1/38; 6- Müslim, Eşribe, 114; 7- Buhârî, Eşribe, 7/200; 8- Müslim, Eşribe, 105; 9- Tirmizî, Kıyâmet, 2595. 10- Tirmizî, Eşribe, 108; 11- a.g.e., 1/380 14.12.2009 E-Posta: [email protected] |