Faruk ÇAKIR |
|
Dünyayı mı kurtarmalı insanı mı? |
Dünyanın ‘imtihan yeri’ olduğunu unutanlar; kâinatın ‘fani’ olması karşısında çaresiz kalıyorlar. Bütün gayretler, dünyanın ‘fani’liğini, son bulmasını biraz daha ötelemek üzerine yoğunlaşıyor. İngiliz The Sunday Times gazetesi, (aktaran: Vatan, 30 Kasım 2009) 12 Aralık’ta yapılacak “Kopenhag İklim Değişikliği Zirvesi” öncesinde, zirveye katılacak liderlere ‘Dünyayı kurtarmak için yapılması gerekenler’ çalışmaları hatırlatmış. Tekliflerin bır kısmı halen uygulanırken, bir kısmı da ‘proje’ safhasında. Tekliflerin bir kısmı şöyle sıralanıyor: *Güneş enerjisi: Enerji konusunda en zararsız üretim yollarından biri güneş enerjisi. Bu alanda İspanya dünyaya öncülük ediyor. Ülkenin en büyük güneş enerjisi santrali güneşin açısına göre değişebilen 600 aynadan oluşuyor. 2011 yılında faaliyete girecek santral 25 bin evin elektrik ihtiyacını karşılayacak. *Karbon depolama: Norveç'te termik santraller tarafından üretilen elektrik enerjisi sırasında ortaya çıkan karbon gazı tabiata salınmadan petrol kuyularında depolanıyor. *Akıllı sayaçlar: Evlerde tüketilen elektriğin gereksiz kullanımını önlemek ve elektrikten tasarruf etmek için akıllı sayaçlar bütün Avrupa’ya yayılıyor. İtalya bu alanda dünyaya liderlik ediyor. *Rüzgâr enerjisi: İngiltere’de 2020’ye kadar rüzgâr enerjisinin toplam tüketimin yüzde 30’unu karşılaması bekleniyor. *Nükleer enerji: Sanılanın aksine nükleer santraller dünyaya en az zarar veren enerji üretim şekillerinden biri. 13 ülkede 53 nükleer reaktör şu an yapım aşamasında. *Güneş çiftlikleri: Özellikle geniş düzlüklere sahip güneş alan ülkeler enerji ihtiyaçlarını karşılamak için dev güneş panellerini bu bölgelere yerleştirerek “güneş çiftlikleri’ kuruyor. *Dalga enerjisi: Dalgalı denizlerin bulunduğu şehirlerde denizin ortasına kurulan dalga çiftlikleri elektrik üretimi için temiz ve ideal bir yöntem oldu. Özellikle Portekiz ve İskoçya bu yolla enerji üretimine ağırlık veriyor. *Gel git enerjisi: Gel-gitler sonucu ortaya çıkan akıntılarda meydana gelen su hareketlerini elektrik enerjisine çevirmek mümkün olursa deniz kıyısındaki ülkelerin enerji ihtiyaçlarının yüzde 5’inin bu yolla karşılanabileceği belirtiliyor. *Çatılara güneş paneli: Apartmanlar, siteler giderek daha artan şekilde çatılarına güneş panelleri yerleştirerek enerji ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlar. *Yeni bio-yakıtlar: Su yosunlarından elde edilebilen enerjinin mısırdan elde edilen bio-yakıttan 100 kat daha fazla olabileceği ispatlandı. 2050 yılında jet yakıtlarının yüzde 12’sinin yosunlardan elde edileceği belirtiliyor. *Sıcak su ile enerji: Danimarka’da birçok şehirde evlere santraller tarafından ısıtılan sular borular aracılığıyla aktarılıyor. Bu sıcak su hem enerji üretiminde hem de evlerin ısınmasında kullanılıyor. *Video konferans: İş adamları başka ülkelere toplantılara gitmek için uçak yolculuğunu tercih etmek yerine dünyanın bütün ülkeleriyle video konferans yapıyor. Bu şekilde uçak yolculuğunda ortaya çıkan karbon salınımı engellenmiş oluyor. *Güneş yansıması: Güneş enerjisinin yeniden uzaya yansıtılması durumunda ortaya çıkacak mikrodalga ışınları ile enerji üretilebilmesi teknolojisi üzerinde bilim dünyası çalışmalar yürütüyor. Elbette bu çalışmaları hafife alıyor değiliz. Ancak ‘dünyayı kurtarmak için’ bunca gayret sarfeden insanoğlunun, ‘insan’ı ebedî hayata hazırlamak için gayret sarf etmemesini garip karşılıyoruz. Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” demişti. Biz de bu sözden yola çıkarak; “İnsanı yaşat ki dünya yaşasın” diyebiliriz... 01.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Bahriyeliler dikkat! |
Gazi Hızır Paşa, Osmanlı Devletinde yıllarca Kaptan-ı Derya yani Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuştu. Barbaros Kardeşlerin en meşhuru olan bu amiralimize başarılarından dolayı bizzat Kanunî Sultan Süleyman tarafından “Hayreddin” ismi verilmişti. Ağabeyi Oruç Reis de en az kendisi kadar meşhurdu ve bir savaş esnasında şehit olmuştu. Barbaros Kardeşler tecrübeli bir denizci, komutan oldukları kadar maneviyat sahasında da “velâyet” rütbesine yükselmiş büyük insanlardandır. Gazi Hızır Paşa bir defasında görmüş olduğu rüyadan, isyan eden İspanyol askerlerini fark etmiş, aldığı tedbirler sayesinde büyük bir felâketi önlemişti. Kısaca şahadet şerbetini içmiş olan ağabeyinden pek farklı sayılmazdı. Fakat ne yazık ki yüzyıllar sonra onun makamına oturan, yani Bahriyelilerin başına geçen amirallerimiz onun yerini dolduramamış ve lâyık olamamışlardır. Aksine öyle büyük yanlışlara imza atmışlardır ki daha dünyadan gitmeden başları felâketlerden kurtulamamıştır. İbret olması ve akıllarını başlarına alması bakımından bunlardan üçüne değinmek istiyorum: Bunlardan bir tanesi dine ve dindarlara adeta savaş açmış bir komutandı. İrticayı en önemli tehdit olarak görüyor, namaz kılan ve eşi başörtülü yüzlerce bahriyeli subayı vicdansızca ordudan atmakta beis görmüyordu. O kadar fütursuzca hareket ediyordu ki, bir defasında başbakanın konutundaki dâvetinde “Burada rakı yok mu?” diyerek dışarıdan getirme cüretini göstermişti. Yaptıklarının karşılığını daha ölmeden görmeye başladı. Öyle bir kanser hastalığına yakalandı ki, yatmış olduğu hastanedeki diğer odalarda bulunan hastalar fena koku yüzünden bulundukları katı terk etmek zorunda kalmıştı. Bir diğeri ise, diğer bir kuvvet komutanına, dâvetli oldukları yemekte “Sen niye alkollü içki içmiyorsun?” diye çıkışmış, şarap içmeye zorlamıştı. Diğerinden farklı olmayan yöntemleri kullanarak yüzlerce subayın bahriyeden uzaklaştırılmasında önemli roller üstlenmişti. Hatta sayıca az olmasına rağmen YAŞ Kararları ile ordudan atılan bahriyelilerin sayısı karacı ve havacıların sayısını geçmişti. O da büyük bir felâkete uğradı. Mazlûm insanların âhı tutmuştu. Emekli olduktan sonra “yolsuzluk yapmaktan” mahkûm oldu. Ailesi ile birlikte hapse düştü. Bir diğeri ise, onlar kadar olmasa da yapılan zulümlere sessiz kalmıştı. Hatta atılan birçok subayın evraklarını bizzat imzalamıştı. O da çok kötü durumlara düştü. Yazmış olduğu darbe günlüklerini “Ben yazmadım” diye inkâr etti. Fakat mahkemede bunların kendi bilgisayarından çıkmış olduğu ispatlandı. Öyle kötü bir durumla karşı karşıya kaldı ki, soru sormasınlar diye yıllarca basının önünden kaçmak zorunda kaldı. İşte böyle sevgili okuyucular... Dine ve dindarlara savaş açmanın acı sonuçları var. Allah, suçun büyüklüğüne göre bazen daha bu dünyadan ayrılmadan cezasını çektiriyor. Kabir ve sakar cezası, mahşer günü ve sonsuz bir azap da işin cabası... Tövbe kapısı kapanmadığı için yaptıkları yanlışlardan dönmeleri, ölmeyenler için bir kurtuluş yoludur. Umut edilir ki, dine karşı yapılan düşmanca davranışlardan nedamet etsinler. Seçim kendilerinindir. Lâkin, Barbaros’un koltuğunu işgal edenler yaptıkları ve yapacakları işlere çok dikkat etmelidirler. Meselâ sivil mahkemelerce büyük bir suç örgütüne üye olduğu iddiâ edilen bazı askerleri korumayı bırakıp gereğini yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde yıllarca emek verdiğim şanlı bahriyemiz lekelenmiş olacaktır. Hem şu darbeci askerleri korumakla kime ne fayda sağlayacaklar? Ordumuzun darbeci ve cuntacılardan çektiği daha yetmedi mi? Kahhar-ı Zülcelâl olan Allah, imtihan sırrıyla belki bir müddet mehil verir, lâkin yapılan hiçbir zulmü ve haksızlığı karşılıksız bırakmaz. Derecesine göre bazen bu dünyada dahi cezasını çektirir. Aklımızı başımıza almamızın zamanıdır, vesselâm… 01.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bediüzzaman ve İttihatçılar |
Bundan 101 sene evvel ilân edilen II. Meşrûtiyet dönemine (1908–1922) dair yazdığımız yazıların sayısı hesaplanamayacak kadar çoktur. Keza, aynı dönemde tesirli roller üstlenmiş olan Bediüzzaman Said Nursî'nin Sultan II. Abdülhamide, onun Mutlâkiyet rejimine, bilâhare iktidara gelen İttihatçılara ve bu fırkanın siyasî icraatlerine nasıl baktığına dair sayısız yazılar yazdık. Sırası geldikçe, münasebet düştükçe veya ihtiyaç hasıl oldukça, aynı konuları değişik veçheleriyle yazmaya devam ediyoruz. Şimdi bir vesile daha çıktı: Star gazetesi yazarlarından İbrahim Kiras, 26 Kasım 2009 tarihli köşe yazısında, Said Nursî'nin gerek Sultan Abdülhamid ve gerekse İttihatçılar hakkındaki tavır, görüş ve düşüncelerinin ne olduğunun tam olarak anlaşılmadığını nazara vermiş. Aslında mesele gayet açık, net ve basittir. Meselenin anlaşılmayacak hiçbir yanı da yoktur. Fakat ne gariptir ki, o çalkantılı dönemin olaylarına ve aktörlerine dair kafa karışıklığının ve zihnî bulanıklığın sonu bir türlü gelmiyor. Ne yapalım... Bize de—velev ki, yüz seksen kere olsa bile—bu gibi konuları izah etmek, muğlak görünen noktaları vüzûha kavuşturmak düşüyor...
Şahıslar gidici, ölçüler kalıcı
Star yazarı sayın Kiras'ın söz konusu yazısında dikkatimizi çeken cümleler aynen şöyledir: "İttihat ve Terakki büyük bir koalisyondur. Liberal Cavit Beyin, Türkçü Ziya Gökalp’in, İslâmcı Mehmet Akif’in ve Said Nursî’nin 'ortak idealler' etrafında bir araya geldikleri bir konfederasyondur. "Türkiye’de İslâmcılık bir kültürel proje ve siyasal bir akım olarak Abdülhamit rejimine karşıtlık temelinde ortaya çıkmıştır. Bugünkü İslâmcıların gözündeyse, İttihatçıların en büyük günâhı Abdülhamit yönetimine son vermiş olmalarıdır. "Bu durumda, ya o dönemin İttihatçı İslâmcılarının (meselâ Mehmet Akif veya Said Nursî) veya bugünkülerin Abdülhamit rejimine ilişkin bilgilerinde hata olmalı." (Star, 26 Kasım 2009) Hemen ifade edelim ki, II. Meşrûtiyetin ilânı esnasında İttihatçılarla birlikte hareket eden Üstad Bediüzzaman'ın, ne önce, ne de sonradan Sultan Abdülhamid'in şahsına yönelik tahkir veya tezyif edici herhangi bir ifadesi olmamıştır. Gösterilemez. Aynı şekilde, bilâhare Said Nursî ile yollarını ayıran İttihatçıların da zaman içinde değişmedikleri ve 1908'deki başlangıç noktasından inhiraf etmedikleri iddia edilemez... Şimdi, bu iki meselenin detaylarına bakalım. Said Nursî, hayatı boyunca hürriyet ve meşrûtiyet taraftarı olduğu için, Sultan Abdülhamid'in—şahsına değil—onun mutlâkiyet rejimine muhalefet etmiştir. Üstelik, bu muhalefetinden dolayı da herhangi bir pişmanlık duymamıştır. Aşağıda, muhtelif eserlerinden yapacağımız iktibaslar, bu gerçeğin açık bir ifadesi olacaktır. Öte yandan, sırf hürriyet ve meşrûtiyetin ilânı ve idamesi maksadıyla İttihatçılarla müşterek bir hareket içinde görünen Said Nursî, bilâhare iktidara gelen İttihatçıların dahilî siyasetlerine şiddetle muhalefet etmiş, bundan dolayı da idam talebiyle yargılanmıştır. İttihatçıların iç politikadaki icraatlarını beğenmeyen Said Nursî, ülkenin haricî saldırılara maruz kaldığı yıllarda (1914–18) ise, hükümetin yanında ve ordunun içinde yer alarak, talebeleriyle birlikte canla başla çalışmaktan geri durmamıştır. Bir noktanın daha altını çizmekte yarar var: Said Nursî'nin İttihatçılara muhalefetinin Sultan Abdülhamid'le doğrudan bir alâkası bulunmadığı gibi, onlarla birlikte hareket etmesinin de İttihatçıları beğenmesinden dolayı değildir. Şimdi, bu noktalara açıklık getirecek sözleri "birinci el"den dinleyelim. Sultan Abdülhamid'in şahsını veli padişahlar makamında gören Said Nursî, onun zamanındaki rejimi "hafif", İttihatçılar devrindeki rejimi ise "şiddetli" istibdat mânâsında görüp şu şekilde yorumluyor: "Vaktaki hürriyet dîvanelikle yâd olunurdu (1907–8); zayıf istibdat, tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktaki îtidal, istikamet irtica ile iltibas olundu (1909); meşrûtiyette şiddetli istibdat, bana hapishaneyi mektep eyledi." (D.H. Örfî, ilk paragraf.) Şimdi gelelim, Said Nursî'nin İttihatçılarla neden farklı düştüğü noktasına... Bu hususta, 1909'da kendisine tevcih edilen "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?" şeklindeki suâle, bizzat Üstad Bediüzzaman aynen şu şekilde cevap veriyor: "Cevap: Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lâkin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar. Hamiyetlerinden şüphem yoktur, fakat mukabillerinde garaz hissettiler; onlar da, tabiî, garaza ittiba ettiler. "...Ben hamiyetli ve dindar adamlarla daima beraberim. Ben Selanik'te Meydan–ı Hürriyet'te okuduğum nutuk ile ilân ettiğim mesleğimi, şimdi de takip ediyorum." (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 97; Beyanat ve Tenvirler, s. 107.) Demek ki neymiş? Başlangıç noktasında mutabık kalınan hedeften ayrılan, anlaşmayı bozan ve bataklığa sapan İttihatçıların kendileri imiş. Bilâhare, aynı mevzu hakkında Münâzarât isimli esere derc edilen bir suâl–cevap şu şekilde olmuş: Sual: "İttihat ve Terakkî hakkında reyin nedir?" Cevap: "Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete mûterizim." (Age, s. 135–36) Ve, gelelim son safhaya... İttihatçıların iç siyasetteki şiddete, dolayısıyla zulme dayalı uygulamalarına karşı gelen Said Nursî, iş vatan ve millet müdafaasına gelince (I. Dünya Harbi), hiç tereddüt dahi etmeden hükûmetin yanında yer almıştır. Bu husus, bazı dostlarının da dikkatini çekmiş ve İttihatçılara muarız olmasına rağmen, nasıl olup da harp esnasında onların yanında yer aldığını sorgulamışlar. Bediüzzaman ise, onlara susturucu ve bir o kadar da ibretli şu cevabı vermiştir: "Bence yol ikidir; mizânın (terazinin) iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." (Sünûhat, s. 67) Temenni edelim ki, Said Nursî'nin Sultan Abdülhamid'e bakış ve değerlendirmesinin yanı sıra, İttihatçılarla olan münasebetlerinin de, nerede başlayıp nerede kesildiği hususu vüzûha kavuşmuş olsun. 01.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namaz kurtarır |
İsmet Bey: “Üstad Hazretleri, 1339 tarihinde Meclis-i Mebusana hitâben yaptığı konuşmanın onuncu maddesinde namazın yüzde doksan dokuz necat verdiğini beyan eder. Yüzde bir neden hariç tutulmuştur? Yüzde bir kimlerdir? ”
Bahse konu paragrafı buraya alalım: “Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik haysiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Hâlbuki ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinâd, tek bir ihtimal-i necât olabilir. Acaba dîne ve dünyaya zarar olan ihmâl ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder?”1 Üstad Hazretleri, Risâle-i Nûr’un muhtelif yerlerinde namaz ibâdetinin bizi hangi oranda kurtaracağını sayısal değerle nazarımıza verir. Meselâ, Üçüncü Söz’de Üstad Hazretleri; ubûdiyet yolunun, zararsız olmakla berâber, onda dokuz ihtimâl ile saadet-i ebediye hazînesine ulaştırdığını, fısk ve sefâhet yolunun ise hem menfaatsiz olduğunu, hem de onda dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketine sebep olduğunu kaydeder.2 Hazret-i Üstad Dördüncü Söz’de de namazın yüzde doksan dokuz ihtimâl ile hazîne-i ebediyeye ulaştıracağını belirtir ve yüzde birlik bir ihtimâli yine dışarıda bırakır.3 Fakat Bedîüzzaman On Üçüncü Söz’de dalâlet ve sefâhetin yüzde yüz ihtimâl ile kabirde ebedî münferit bir hapse kat’î sebep olduğunu; îman ve ubûdiyetin ise yüzde yüz ihtimâl ile kabri ebedî bir hazîneye ve saadet sarayına çevireceğini kaydeder.4 Söz konusu yerlerde geçen oran rakamları hakkında şunlar söylenebilir: 1- Meclis-i Mebusan üyeleri zafer sarhoşluğu içinde bir fıtrat ve yaratılış borcu olan namazı büyük çoğunlukla unutmuştur. Namazı terk etmeye en büyük sebep aslında şeytanın verdiği evhamdır. Bu evhama göre insan ibâdete zaman ayırmayı zaman kaybı olarak görmekte, işleri aksattığını ve yavaşlattığını düşünmekte; bundan dolayı namazı ya terk etmekte, ya da ertelemektedir. Yani namaz kılmakta yüzde bir oranında dünyevî bir zarar tevehhüm etmektedir. Oysa bu zan, gafletten ve tembellikten beslenmektedir. Aynı tevehhüm ve zan, namaz kılmamakta ise yüzde bir oranında bir kurtuluş ihtimali görüyor. Yani yine gaflet ve dalâlet nazarıyla bakıyor; namaz kılmamakla dünya açısından zaman kaybına uğramadığını zannediyor. Zannettiği yüzde birlik necat ve kurtuluş budur. Oysa böyle olsa bile aynı namazsızlar, namaz kılmakta yüzde doksan dokuz kâr ve fayda olduğunu kabul ediyor. 2- Fısk, dalâlet ve sefâhette gidenler için onda bir kurtuluş ihtimâli, tevbe ve af kapısının ölene kadar açık olduğuna işârettir. Cenâb-ı Hak mağfiret Sahibidir; tevbe eden günahkâr ve âsi kulları ile dilediklerini bağışlayabilir ve Cennetine alabilir. 3- Îman ve Ubûdiyet yolunda gidenlerin onda birlik veya yüzde birlik bir ihtimâl ile necat ve kurtuluş dışında bırakılmış olması ile: I) Halk açısından bakılırsa; “ihlâs”ın önemine; II) Hâlık Teâlâ cihetinden bakılırsa, necât ve kurtuluşun ancak Cenâb-ı Hakk’ın fazlı, lütfu ve ihsânı ile olduğuna işâret edildiği söylenebilir. 4- İnce bir remiz: Namaz kılmakta insan oğlu yüzde bir oranlı bir zarar tevehhümü içindedir. –Burada aynı zamanda insan oğlunun, namazın yüzde doksan dokuz fayda verdiğini kabulü de söz konusu- Kezâ, namaz kılanlar için Üçüncü Söz’de onda birlik ve Dördüncü Söz’de yüzde birlik açıkta kalma oranı, On Üçüncü Söz’e gelindiğinde yüzde sıfıra inmektedir. Demek; On Üçüncü Söz’e kadar her bir Söz’ü birer basamak sayarak okuyan insan; –bu basamaklarda; îmanın, taatin, namazın, ibâdetin, Allah rızâsını kazanmanın ehemmiyetini kavrıyor, Haşrin muhakkak vukûuna tahkîkî seviyede îman ediyor, insanın ve kâinâtın mâhiyeti ile peygamberlik müessesesinin vazgeçilmez lüzûmunu idrâk ediyor ve Kur’ân’ın yüksek hakîkatini anlıyor- On Üçüncü Söz’e geldiğinde İnşaallah yüzde yüzlük bir ihtimâl ile gerçek tevekkül ve teslime ulaşmış, Allah’ın rızâsına nâil olmak için yüksek bir ufuk ve nazar elde etmiş olmaktadır. Allah’ın rızâsına ermek ise, hiç şüphesiz hedeflerin en görünmezi, en kıymetlisi, en pahalısı, en ideâli, en büyüğü ve en ulvîsi bulunmaktadır. Allah’ın rızâsına eren, İnşallah yüzde yüz kurtulmuş bulunmaktadır.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 86. 2- Sözler, s. 25. 3- Sözler, s. 27. 4- Sözler, s. 132. 01.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şefkat duygusunun sapması ve kurban |
Şefkat, yani acıyıp yardım etmek, insanın olmazsa olmaz şartlarından. Zirâ, şefkatlerden, acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var.1 Ne var ki, ruh ve duygularımızı terbiye edemediğimiz için, sevgi sapması yaşadığımız gibi, şefkat sapması da yaşıyoruz. Yani, sevgiyi kime, ne kadar, ne ölçüde, ne zaman kullanacağımızı bilmediğimiz gibi, şefkat de aynı durumda… Kimileri, kurbanlık hayvanlara acır. Kesilmelerine karşı çıkar. Oysa, aynı kişiler, hergün kasaptan, balıkçıdan kilolarca et ve balık alır. Düşünmezler ki, o hayvanlar mezbahanelerde kesiliyor, balıklar ağ veya oltayla yakalanıyor… Şimdi şu vahşete bakınız: Danimarka’ya ait olan Faroe Adalarındaki Dantesque’de, binlerce Yunus, erişkin olduklarını ispatlamak için gençler tarafından katlediliyor. Fotoğraflarını internetten görebilirsiniz. Sahil binlerce hayvan ölüleriyle dolu ve boydan boya kana boyanmış… Birçok insan için bu katliâm bilinmiyor, hiç duymamışlar. Akıllı ve merakından insanlara yaklaşma huyuna sahip yunus cinsi bir balık olan Calderon’a karşı yapılan bu barbarca işi engellemek için, hiç kimsenin bir şey yapmaya kalkışmaması da kesinlikle inanılmaz. Yine bir hiç uğruna, İspanya’da boğaların matadorlar tarafından öldürülmesine ve kanlı sahnelerin yüz milyonlarca insana seyrettirilmesine ses çıkarmıyor, bunları medenilik sayıyor birileri. Oysa, kurban, hem Allah’ın emri, hem de bir yıl boyunca kursağına bir dirhem et girmeyen fakirler, yıllık et ihtiyacını karşılıyor. Hem ekonomiyi canlandırıyor. Yani, kurbanlık hayvanı yetiştiren, nakleden, satan, dağıtan vs. tümü istifade ediyor… Acaba neden bazıları meselenin bu boyutlarını görmüyor da, kurbanlık hayvanlara acıyor? Bunun iki sebebi var: 1- İnkârını, manevî değerlere düşmanlığını “acıma” perdesi altında izhar etmek, intikam almak… 2- Diğerleri gibi, şefkat duygusunun da sapması. Oysa, ihsân-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.2 Dolayısıyla şefkat-i İlâhiden fazla şefkat, şefkat değildir. Bir sefer, mülk Allah’ındır. Hayvanları da yaratan Hâlık-ı Kâinattır. Belli şartlardaki hayvanların kurban edilmesini emreden Allah’tır: “Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk.” 3 ««« Kurbanlık Allah’ın, kul Allah’ın, emir Allah’ın; size ne! Eskiden, aydınlatma kandillerden sağlanırmış. Kandile zeytinyağı konur; fitil de yanarmış. Camilerde aynı uygulama varmış. Adamın birisi fenâ halde acıkmış. Ekmeği kandil yağına banıp banıp yiyormuş. Müezzin mi, imam mı, cemaatten birisi mi, onu görmüş: “Vay, ne yapıyorsun; niçin kandilin yağını yiyorsun!” Şu cevabı vermiş: “Beyt (ev) beytullah (Allah’ın evi), zeyt (yağ) zeytullah (Allah’ın yağı), ene fakirullah (Ben de Allah’ın fakiri), sana ne?” Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 216.; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 127.; 3- Kur’ân, Hac, 34. 01.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |