Şükrü BULUT |
|
Köyün Bekçileri... |
Yazımızın başlığı “çobansız köy” olacaktı. Birçoğumuz çobanlığı veya çobanlığımızı unuttuğumuzdan, yanlış anlaşılabilir endişesiyle değiştirdik. Halbuki Efendimiz (a.s.m.), “Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyetinizden sorumlusunuz” diyor. Sonra da çobanlıktan anlayacağımız mânânın üst başlıkları aynı hadis-i şerifin devamında zikrediliyor. Bekçilikte mânâ daha dardır. “Zarardan koruma” mânâsı bu tabirde öne çıkar. Yapılacak güzel işlerden ziyade “sakınılması gereken” hususlar anlaşılır. Türkiye’de raiyyetin mevcut siyasî kadrolardan ve onların marifetiyle işbaşına geçmiş bürokrasiden “güzel işler beklediği” dönem yavaş yavaş geride kalırken, “şerlerin ve kötülüklerin” toplumdaki sökünü, ahalinin zihnine milletin üzerine vatan, millet ve İslâmiyet zararına boca edilen sefahete karşı “Yardım eden yok mu?” sorusunu getiriyor. Her gün genişleyen ve umumîleşme istidadı gösteren bu maddî-manevî yangını söndürmede “yardımcı kuvvetler” bekleyen halkın yeise doğru sürüklenme tehlikesi, hamiyet sahibi herkesin meselesi olsa gerek. İyiliğin ve güzelin kanunlarca tutsak edildiği ve sefahetin de rejimin koruması altına alındığı Türkiye’de vatanını ve milletini seven herkesin bunun için feryat etmesi gerekiyor. Bâtılı tasvir sâfi zihinleri elbette bozar. Hamiyetperverleri paniğe ve saldırgan dinsizliği atağa sevk edecek bilgilendirmenin de bize faydası olmaz. Fakat günümüz Türkiye’sinde ruh sağlıkları bozulmasın diye TV’lerin anahaber saatlerini seyretmeyen insanların sayısı az değil. Hatta felâket ve çürüme haberleriyle ruha gelen darbe ve baskıların uzvî hastalıkları tetiklediğini iyi bilen Müslümanların bir kısmı, moral bozucu renkli renksiz gazete ve mecmualara bakmaktan da imtina ediyorlar. İnsanî değerleri düzleyerek haber yapan ekran ve gazeteleri rahatça izleyebilmek için vicdandan, insanî hislerden, iffet ve ahlâktan gelen itirazları kulak ardı edip sesleri susturmak gerekiyor. Yerlerde çiğnenen insanlığın iffet ve değerlerine bigâne kalarak “sağlıklı yaşamak” mümkün olmuyor. Güzel ve hayırlı işlerin zincirlerle bağlı ve şerlerin kapılarının sonuna kadar açık bırakıldığını mutlaka sizler de görüyorsunuzdur. İnsanlık tarihinde, Allah korusun, büyük gazapları celb eden bunca fiillerin işlenmesine seyirci kalan ve bazen de o işleri kolaylaştıran idarecilerin bulunduğu bir Türkiye’de “emniyet bozgunu” yaşıyoruz. Milletin beden, ruh ve içtimaî sağlıklarıyla vazifeli kadrolara duyulan güvenin, inkisarlarla cemiyeti terk etmeye başlaması, yeni bunalım ve felâketleri tedai ettiriyor. “Bekçi” ve “yasak” kelimelerinin hiç de sevimli olmadığını biz de biliyoruz. Fakat global eşkiyaca garat edilen fukara milletin zarurî serveti, ayaklar altında çiğnenen iffeti, Ergenekoncularca tahkir edilen izzeti ve her gün yeni bir felâket haberiyle sarsılan sıhhati, sizin de aklınıza def-i şer mânâsındaki “bekçiyi” getirmiyor mu? Çobandan vazgeçtik... Zira çoban, raiyyetinin hayır ve iyiliği yolunda dağ taş demeden, gece gündüzde kurt ve canavar korkusuna kapılmaksızın ve kendi rahatını heder ederek koşturur. Biz ise, düne kadar din ve vatan üzerine hamasî nutuklar söyleyen kadrolardan, yalnızca hayır ve güzele yardım etmek isteyenlerin rahat bırakılmasını istiyoruz. Yukarda arz ettiğimiz gibi iyilik yapmak isteyenlerin, güzeli gösterenlerin veya doğruyu tavsiyeye çalışanların yolları her gün taş ve dikenle kapatılırken; milletin aslî değerlerine musallat sefahete “duble yollar” yapılıyor. Yaklaşan belâ, musibet ve felâketlerden milletin haberdar olmaması için devletçe tedbirler alınıyor. İşin en acı tarafı da köye bekçi tuttuklarımızın “sefihlerin” oyunlarına şuursuzca entegre olmaları... Bu gidişle ahali bekçi ile hırsızı, katil ile mağduru, iffetli ile faciri ve Mehmet ile Salamon’u birbirinden ayıramayacak hale gelecek... Buna karşı, Mamehuran hırsızlarını tevbekâr eden sırrı yakalayıp, ahalinin tamamını “emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker” çizgisinde seferber etmekten ve buna yönelik manevî hizmetlere yoğunlaşmaktan başka çare var mı? 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Türkiye, Filipinler’de arabulucu olacak mı? |
Filipinler hükümeti ile otuz yılı aşkın süredir bağımsız bir Moro İslâm Devleti için mücadele eden Moro İslâmî Kurtuluş Cephesi şimdi Filipin hükümeti ile müzakerelere aracılık eden devletler arasına Türkiye’nin de katılmasını istiyor. Eylülde Türkiye’yi ziyaret eden Filipinler Cumhurbaşkanı Gloria Macapagal-Arroyo’nun ardından şimdi de MİKC Türkiye’nin de Malezya ve İslâm Konferansı Örgütü ile birlikte arabuluculuk çabalarına katılmasını istiyor. Peki Moro’da neresi? Orada neler oluyor? Filipin Devletinin en güneyinde yer alan ve ülkenin ikinci en büyük adası olan resmî adıyla Mindanao ada grubunda özellikle Bagsamoro bölgesinde yaşıyor Moro Müslümanları. İlk Müslümanlar, bu bölgeye 8. yüzyılda gelen tüccarlar. İlk resmî birliği oluşturdukları 1450 yılından bu yana önce İspanyollarla, sonra onların Moro’yu Amerikalılara satması üzerine Amerikalılarla savaştılar. İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonlar bu adaları işgal edince bu kez Japonlara karşı savaştılar. 1946 yılında Filipinler bağımsızlığını ilân ediyor. 1968 yılında yüz civarında Müslüman gencin Filipinli askerlerce öldürülmesiyle, Filipinlerle Moro Müslümanları arasındaki çatışmalar başladı. En büyük katliâm da 1972 yılında yaşandı. Bütün yerleşim yerleri karadan ve havadan bombalandı. O tarihten bu yana devam eden çatışmalarda, Filipin ordusunun rakamlarına göre çoğu Müslüman 150 bin kişi vefat etti. 1976 yılında varılan anlaşmayla bölgeye özerklik verildi. Sonra tekrar çatışmalar başladı. 1996 yılında yeniden bir uzlaşmaya varıldı. Bu kez Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bölgelere özerklik yeniden tanındı. Şu anda yedi milyon civarında Müslüman yaşıyor bu bölgede. Geçen yıl Malezya’nın öncülüğünde yeniden başlatılan müzakerelerde geçen Temmuz ayında ateşkes sağlandı. Ancak bir türlü anlaşmaya varılamadı. Aslında Mindanao adasında özerk bir bölge kurulmasına yönelik olarak varılan anlaşmayı da Filipinler Anayasa Mahkemesi iptal etti. Şimdi Amerika’nın da baskısı ve desteğiyle bu kez nihaî anlaşmaya götürecek müzakereler başlatılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Filipinler Cumhurbaşkanı Arroyo’nun görev süresi bitmeden bir barışa varılması için çaba gösteriyor. İslâm Konferansı Örgütü de aynı çabanın içinde. Bu arada MİKC içindeki çeşitli adam kaçırma ve bombalama olayları dolayısıyla tepki çeken Ebu Seyf grubu, barışın önündeki önemli engellerden birisini oluşturuyor. Amerika’nın barış görüşmelerini desteklemesinin en önemli sebeplerinden birisi de, buradaki örgütlerin el-Kaide ile birlikte Amerika’ya yönelik tehdit oluşturmasını önlemek. Amaçları ne olursa olsun, Moro Müslümanlarına barış ve huzur getirecek olan bu çabaların desteklenmesi gerek. Devletimizin de bu arabuluculuk teklifini en iyi şekilde değerlendirerek, açılımlara bir de “Moro Açılımı” eklemesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Dolar düştükçe, ABD kazanıyor! |
Dolar… Dile kolay. Altmışbeş yıldır dünya ekonomisine damgasını vurmuş, ABD hegemonyasının simgesi. 1944’de imzalanan Bretton Woods Antlaşmasıyla altına endekslenmişken 1971’de bu bağını kopardı. Böylece kendisini sınırlayan bir engel kalmadığından ABD Merkez Bankası (FED) istediği kadar basabilirdi. Maliyeti birkaç sentti. Enflasyon riski yoktu. Zira rezerv paraydı. Ülkelerin merkez bankaları ile uluslar arası finans kuruluşlarının portföylerinde altın ile birlikte en baş köşede yer alıyordu. Dünya ekonomisinin dörtte birine sahip olmanın verdiği güçle bu imtiyazını koruyabildi. Şimdi kan kaybediyor. Mart ayından bu yana Euro karşısında yüzde 18’den fazla değer yitirdi. Euro/dolar paritesi 1,50’nin üzerine çıkarak son 15 ayın zirvesini gördü. Altına göre de fiyatı geriledi. Dolar neden düşüyor? ABD hükümeti iç talebi canlandırmak, işsizliği önlemek ve batma noktasına gelen banka ve finans kuruluşlarını kurtarmak için doğrudan ve dolaylı olarak piyasalara trilyonlarca dolar sürdü. Bol paranın yanında faizlerde sıfıra yaklaşınca doların ucuzlaması kaçınılmazdı. Resesyondan Türkçesiyle durgunluktan, çıktığı duyurulan ABD’de işsizlik rakamlarının Ekim ayında yüzde 10,2’ye yükselmesi, son 26 yılın en kötü verisi olarak kayda geçti. İşsizlik arttığı sürece bol dolar ve düşük faiz uygulamasından vazgeçilemeyeceği anlaşılıyor. Dolardaki değer kaybının bir diğer sebebi de “carry trade” işlemleri. FED’den sıfıra yakın faizle dolar borçlanıp faizin yüksek olduğu bir başka ülkede doların bozdurulması işlemi olan “carry trade” de dolar fiyatını aşağıya çekiyor. ABD’de 2009 yılında millî gelirinin yüzde 11 oranına ulaşan bütçe açıkları da doları zorluyor. Ayrıca yeni bir rezerv para arayışı altının yanı sıra euro’ya yönelmelerde doların tahtını sallıyor. Sallarken de varlık fiyatlarının gereksiz şişmesine sebep oluyor, yeni bir finansal krize zemin hazırlıyor. ABD hükümeti bu gidişe ne diyor? Garip gelecek, ama hayatından memnun. Belki de el altından süreci destekliyor. Çünkü dolar düştükçe, ABD kazanıyor. Dışarıya sattığı mallar ucuzladığından ihracat artıyor. Satın aldığı mallar pahalandığından ithalat daralıyor. Böylece rekor düzeydeki dış ticaret açığı kapanıyor. İç talep ithal mallarından yerli mallara kaydığından üretimi olumlu etkiliyor. Tabiî diğer ülkeler, özellikle de Avrupa Birliği durumdan şikâyetçi, doların değerini yükseltmesi için ABD’ye baskı uyguluyor. ABD’de; Çin’in parası Yuan’ın değerini düşük buluyor, arttırılmasını talep ediyor. Çin de; doların hakimiyetine son verme çabasında. Elinde 2,4 trilyon tutarında döviz rezervi olan Çin, bu paraların 800 milyar dolarını ABD Hazine tahviline yatırmış, geri kalanının önemli bir kısmını da yine ABD’de özel sektöre ait hisse senetlerinde değerlendirmiş. Yani eli kolu bağlı, zarara uğruyor. Dolardan ani bir çıkış hem dünya ekonomisini derinden sarsar, hem de zararını büyütür. Bu sebeple fincancı katırlarını ürkütmemek için temkinli bir politika izliyor. Aynı sıkıntıyı çeken diğer BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan ile temas halinde yeni bir para birimi peşinde. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Irak, İran gibi ülkeler ticarî ilişkilerinde kendi paralarını kullanmayı tasarlıyor. Merkez Bankaları rezervlerinde altına ağırlık veriyor. Yine de kısa vadede dolardan kurtulmak mümkün değil. ABD hükümetinin faizleri yükseltmesi ve malî disipline dönmesiyle dolar tekrar tırmanışa geçebilir. Ülkemizde beklentiler bu yönde. Ekim sonu itibariyle bankalardaki 102 milyar döviz hesabının 60 milyar dolar cinsinden olması bunun göstergesi. Oysa son bir yılda TÜFE’den arındırılmış reel getirisi eksi 6’nın üzerinde. Demek ki tasarruflarını dolarda tutanlar zararda. Buna rağmen ileriye dönük umutlarını koruyorlar. Yarınlar nelere gebe, kimse tahminde bulunamaz, ahkâm kesenlere inanmayın. Hele böylesine kaotik bir ortamda. Küçük yatırımcılar dikkatli olmalı, kumarhaneyi andıran para ve sermaye piyasalarında kazananların, daima spekülatörler olduğu gerçeğini akıllarından çıkarmamalıdır. Dolar, borsa, faiz şeytan üçgeninin oluşturduğu, emek vermeden havadan para kazanıldığı bu gayri adil düzen yerine, alın teri ve göz nurunun itibar gördüğü, gelir dağılımını dengeleyen, herkese iş ve aş sağlayan bir ekonomik sistemin kurulması temennisiyle yazımızı noktalayalım. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Kurban Bayramı ilâvesi |
Geçen hafta haber verip, ardından devam eden anonslarla duyurduğumuz Kurban Bayramı ilâvemizle ilgili çalışmalar sürüyor. Kurban ve hac bahislerini içeren muhtevası hakkındaki bilgileri, konu başlıklarıyla vermiştik. Bayram arefesinde, yani önümüzdeki Perşembe günü gazeteyle birlikte takdim edeceğiz. O gün için ek gazete taleplerinizi en geç yarın akşama kadar Abone Servisimize bildirmenizi rica ediyoruz. *** Broşürümüz ses getirmeye başladı 13 Kasım’da gazeteyle birlikte okurlarımıza takdim ettiğimiz “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığını, yine bu köşede duyurduğumuz gibi, önemli adreslere de ulaştırıyoruz. Bu çerçevede, Meclisteki milletvekillerine ve Başkanlık Divanı üyelerine gönderdiğimiz kitapçıklar hafta içinde yerlerine ulaştı ve o andan itibaren ses getirmeye başladı. Buna dair haberler 20 Kasım Cuma günü bazı haber ajansı bültenlerine konu olurken, çok sayıda internet sitesinde ve bazı TV kanallarında yayınlandı. Konuya özel bir ilgi gösteren TVNET, aynı gün ana ve ara haber bültenlerinde kitapçığımızı haber yaptı, içindeki yazılardan pasajlar aktardı, 17:00 haber bülteninde de kitapçığın yazarı ve gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz’le canlı telefon bağlantısı kurarak hayli geniş bir mülâkat gerçekleştirdi. Kitapçığımızın Meclise ulaşması, 21 Kasım tarihli Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde de “Vekillere Said Nursî kitabı” başlıklı haberlere konu oldu. (Hatırlanacağı gibi, yine Güleçyüz, 6 Kasım gecesi Kanal 7’deki İskele Sancak programına katılarak “demokrasiye komplo” planları ve demokratik açılımla ilgili kanaatlerini dile getirmiş ve bu çerçevede demokratik açılımın başarılı olabilmesi için Said Nursî’den mutlaka istifade edilmesi gerektiğini vurgulamıştı.) İşaretler, “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığının, önümüzdeki günlerde de gündem oluşturmaya devam edeceğini gösteriyor. Temennîmiz, bu vesileyle, dikkatlerin Said Nursî ve Risale-i Nur gerçeğine çevrilmesi ve asırlık vahim hataların sonucu olarak ortaya çıkan kronik sorunların çözümü için çıkış yolunun bu adreste bulunduğu gerçeğinin artık fark edilerek, gereğine göre davranılması. Bütün çalışmalarımız bunun için. Çünkü Yeni Asya’nın misyonu bu. *** Her yere ulaştıralım “Said Nursî ve Demokratik Açılım” kitapçığını, daha önce verdiğimiz “Said Nursî Kimdir?” broşürüyle birlikte, mahallerdeki devlet erkânına, üniversitelere, parti teşkilâtlarına, STK’lara ve diğer adreslere ulaştırma çalışmalarının da devam ettiğine ilişkin bilgiler alıyoruz. Nitekim Balıkesir ve ilçelerinde, belirlenen adreslere kitapçıklarımız, kısa birer takdim mektubuyla birlikte ulaştırılıyor. İstanbul’un birçok semtinde esnaf okurlarımız, broşürleri komşu dükkân ve işyerlerine dağıtıyor ve aldıkları ilginç yankıları bize iletiyorlar. Meselâ Kapalıçarşı esnafından Besim Üçkardeşler, CHP’li bir komşu esnafın broşürü okuduğunu ve içindeki fikirlerin büyük çoğunluğuna katıldığına dair beyanlarını aktardı. Adana’da ise Sami Narin ve Said Ceylan, geçtiğimiz günlerde şehre bir ziyarette bulunan İçişleri Bakanı Beşir Atalay’la görüşerek broşürümüzü hem kendisine, hem de yardımcılarına bizzat takdim ettiklerini ve Atalay’dan “Mutlaka okuyacağım” sözü aldıklarını bildirdiler. Mahallerde devam eden çalışmalarla ilgili olarak buna benzer bilgi ve anekdotların bize ulaştırılmasını rica ediyoruz. Bize bildirin ki, bu köşede duyuralım. Böylece hem nümune-i imtisal teşkil etsin, hem de şevke medar olsun. *** Kurban Bayramınızı şimdiden tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını diliyoruz. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Her şey kontrol altında! |
Türkiye’nin borcu, geçen yıla nisbetle yüzde 15 artmış. Kredi kartı kullanıp da borcunu ödeyemez duruma düşenlerin sayısı 800 bine dayanmış durumda. Kredi kartı ve ferdi kredi borçlarının toplamı 2010 bütçesinin neredeyse yarısına eşit. Ekonomik olarak böyle bir tablo varken, sosyal hadiselerde de işlerin iyi olduğunu söylemek kolay değil. Yani sadece maddî sıkıntılarla değil, manevî sıkıntılarla da karşı karşıyayız. Eğitimde, sağlıkta velhâsıl her konuda sıkıntılar var. Tabiî ki bu sıkıntılar sadece bugünün meselesi değil. Yıllardan beri devam edegelen bir ihmal söz konusu. Bugünün sıkıntısı, ‘dert’lerin hafife alınıyor olmasıdır. “Şöyle bir problem var, buna çare bulunsun” denildiğinde; Türkiye’yi idare edenler hemen itiraz edip “Merak etmeyin, her şey kontrol altında!” diyorlar. Mesela, “Bu çağda, dünya âlem ‘uzay’a giderken hâlâ üniversitelerimizde başörtüsü yasağı uygulanıyor. Bu yasak sona ersin” diyoruz. Cevap hazır: “Merak etmeyin, her şey kontrol altında!” “Gazetelerde hâlâ alkollü içkilerin reklamları yapılıyor, engel olun!” diyoruz, yine cevap hazır: “Merak etmeyin, her şey kontrol altında!” “Lobilere değil, KOBİ’lere destek verilsin” diyoruz, yine cevap hazır: “Merak etmeyin, her şey kontrol altında!” Bunları bir yana bıraktık, ‘cunta’cılıkla tescil edilenlerin yaptıkları yeni ‘plan’lar ortaya çıkıyor ve Türkiye’yi idare edenler yine aynı tavrı sergiliyor: “Merak etmeyin, her şey kontrol altında!” İyi güzel de; bunları merak etmeyip, çare bulunmasını istemek kabahat ise ne zaman ve neyi merak edelim? Bir haftadan beri ‘cunta’cıların yaptığı yeni ‘kaos planları’ gazeteleri ‘süslüyor.’ Üstelik bu planlar bizzat hükûmeti hedef alan ‘tuzak’lar. Elbette hedef sadece hükümet değil, ama onlar da tuzağa düşürülmek istenenler arasında yer alıyor. Buna rağmen Türkiye’yi idare edenler çok rahat. “Darbe” planları yapanlara ders vermek yerine, bu planları deşifre edenlere itiraz edip, bir anlamda “Hop, o kadar da ileri gitmeyin” diyorlar. “Olay yargıya intikal etmişse bu işi bu kadar kurcalamanın ne anlamı var?” (Sabah, 21 Kasım 2009) demenin ‘anlamı’ nedir? Bu işler ‘kurcalanmasa’ darbecilere kim dur diyecek? Bunca yıl bu işler ‘kurcalanmadığı’ için Türkiye bu noktada değil mi? Yıllar yılı ihtilâl yapıp, demokrasiye tuzak kuranlar, hiç bir şey olmamış gibi ‘tuzak kurma işleri’ne devam mı etsin? Keşke Türkiye’yi idare edenlerin dediği gibi “Her şey kontrol altında” olmuş olsa! Aslında bu tesbit bir bakıma doğdurur, ama tersinden doğrudur. Yani her şey darbecilerin kontrolü altında! Türkiye’de yaşayan vatandaşlar olarak darbecilerin her şeyi kontrol altında tutmasına itiraz ediyoruz, edeceğiz ve etmeliyiz. Çünkü ne Türkiye ne de başka bir ülke, darbecilerin kontrolüyle huzurlu, mutlu ve zengin olamaz. Ülkemizin yakın ve uzak tarihi buna delildir. Kontrolün millette olmasını talep ediyor ve Türkiye’yi idare edenlere bir defa daha sesleniyoruz: Lütfen, kontrolü darbeci, cuntacı ve ‘tuzak’çılardan alınız! Millet size bunun için ‘temsil’ hakkını verdi ve ‘vekil’ eyledi. Her şey milletin kontrolü altında olsun vesselâm... 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Stresin keskin ilâcı ve tedavisi: İman ve tevekkül |
Günlük problemler bizi sıkıntıya mı sokuyor? İstikbal endişesi kaygılandırıyor mu? Olumsuz olaylar moralimizi mi bozuyor? Ülkemizde tam 33 çeşit olan afetler veya musîbetler, direncimizi mi kırıyor? Kimi zaman kendimizi halsiz mi hissediyoruz? Yalnızlık mı çekiyoruz? Nasıl bir hayat rotası takip edeceğimizi, hangi olay karşısında nasıl tepki vereceğimizi, kime nasıl davranacağımızı kestirememenin şaşkınlığını mı yaşıyoruz? Ve bütün bunlar bizi strese mi sokuyor? Yapacağımız tek şey, iman gücünün tevekkül düğmesine basmaktır! Zira, iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül mutluluğu getirir. Bu stresin derecesini minimum seviyelere indirecek, direcimizi arttıracak, moralimizi yükseltecektir. Bu da moralimizi yüksektecek ve üzüntülerimizi sevince çevirecektir. İman, sonsuz ilim, kudret gibi isim ve sıfatlar Sahibini tanımaktır; isim ve sıfatlarını öğrenmektir, O'nu sevmektir. Zira, sevgi, bitmez, tükenmez bir enerji kaynağıdır. Bu, müthiş bir güven duygusu verecektir. İmanın ibadetle pratik hayata yansıması, dünya ve ahiret mutluluğuna vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini tanzime de sebeptir. Yani, ferdin ve toplumun olgunlaşması, gelişmesi, kalkınması da iman ve ibadetlerini düzenli olarak ifa etmesine bağlı.1 Zira, iman, hem nur, hem kuvvettir.2 Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz ettiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde onu çalıştırır; iman da mânevî elektrik gibi, insan hayatının bütün safhalarına, toplumun bütün katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Zira, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman bizatihî ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri ifa etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır. Elbette hakikî iman, yalnızca “İnandım, kabul ettim!” sözcüğüyle gerçekleşmez. Dudakta değil, kalbe inen iman, zihnin bütün merhalelerinden geçerek istidatlarımızı (potansiyel hâlindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi inkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirir. İbadetlerimizi ifa etmemizi sağlayan, yani namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır. Dolayısıyla, İslâm’daki “ulûhiyet”, iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her katmanında her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden ve maddî-manevî her noktada yükselten bir sır olur. Tevekkül, çalışmayı yaptıktan, tedbiri aldıktan sonra sonucu Allah’tan beklemektir. Yani, sebeplere uymak, tabiat kanunlarına riâyet etmek... Kanaat ise, yetinmek değil, çalışmanın sonucuna razı, memnun olmak ve çalışmaya devam etmektir. Çalışmak Kur’ân’ın emridir. Kadere razı olmak, olaylara teennî ile, îtidalle yaklaşmaktır. Bu, tarifi imkânsız, ancak, yaşanılarak öğrenilen, hissedilen, bir haz, huzur ve mutluluk kaynağıdır.
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’caz, s. 140. 2- Sözler, s. 284. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Hastalıklarımızı ne kadar tanıyoruz? |
Hastalıklarınızla hiç yüzleştiniz mi? Peki, kaç çeşit hastalık vardır? Hemen aklınıza grip, kanser, tansiyon, romatizma, felç, kalb krizi gibi hastalıklar gelir. Acaba hastalıklarımız sadece onlar mı? Niyazi-i Mısrî’nin şu mısraları Risâle-i Nur’un bazı kısımlarında çok tekrar edilir: “Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, Bir devâsız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.” 1 Yani, insanın kalbi bütün kuvvetiyle beka istediği halde, hikmet-i İlâhiye onun cesedinin harabiyetini gerektiriyor. Lokman Hekîm de çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düşmüştür. Çaresi bulunmayan dert, yaşlılık ve arkasından gelen ölüm olsa gerektir. Yirmi Altıncı Lem’a’yı (İhtiyarlar Risâlesi) okursanız yaşlılığı daha çok seversiniz. Ben Üstadın sanki Hastalar Risâlesini hasta olmayanlara (sağlamlara), İhtiyarlar Risâlesini de gençlere yazdığını düşünüyorum. Eğer İhtiyarlar Risâlesini sadece ihtiyarlar, Hastalar Risâlesini de yalnızca hastalar okusaydı, diğerleri gaflete düşüp günahlara girmez miydi? Bediüzzaman, “Gençlerinizin hayırlısı ihtiyarlarınıza benzemeye çalışanlar; ihtiyarlarınızın kötüsü de gençlerinize benzemeye çalışanlardır” hadisini şöyle yorumlar: “En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur.” 2 Bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “hastalık gelmeden sağlığın kıymetinin” bilinmesini tavsiye etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî, hastalıkları iki kısma ayırmakta ve “Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir” demektedir. Allah’ın “Esmâü’l-Hüsna” dediğimiz sayısız isimleri vardır. Onlardan birisi de Şâfî ismidir. Rezzak ismi açlığı istediği gibi, Şâfî ismi de hastalığı istemektedir. Hakikî hastalıklar için, Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, dünya dediğimiz şu büyük eczahanesinde, her derde bir devâ, her hastalığa bir derman depolamıştır. Günümüzde pek çok insan ve kuruluş bu devaları keşfetmeye çalışmaktadır. O devâlar ise elbette dertleri, hastalıkları isterler. Cenâb-ı Hak her derde bir derman yaratmıştır. Tedavi için ilâçları almak, kullanmak meşrûdur; fakat tesiri ve şifayı sadece Cenâb-ı Hak’tan bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O verecektir. Hâzık, mütedeyyin, dindar doktorların tavsiyelerini tutmak, önemli bir ilâçtır. Çünkü günümüzdeki pek çok hastalığın kaynağı, sû-i istimâller, perhizsizlik, israf, hatalar, sefahet ve dikkatsizliktir. Mütedeyyin, dindar hekim, elbette meşrû bir dairede nasihat eder ve vasiyette bulunur. Sû-i istimâlleri, israfları yasaklar ve hastalara teselli verir. Hasta o nasihate ve o teselliye güvenir, hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinde bir derece ferahlar. 3 Elbette hasta olduğumuzda Allah’ın Şâfî isminin kapısını çalacağız. Hâlimizi O'na arz edeceğiz. Hastalıklarımızı Allah’a şikâyet edeceğiz, ama O'nu kullarına şikâyet etmeyeceğiz. Oradan dertlerimize derman isteyeceğiz. İkinci nev'î hastalığın vehmî hastalık olduğunu söylemiştik. Bu hastalık en az önceki kadar yaygındır. Vehmî hastalığın ilâcı maddî değildir. Bediüzzaman vehmî hastalığın en etkili ilâcını şöyle açıklamaktadır: “Ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır.” Bu durumu şu örneklere benzetir: “Arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür, hattâ bazen onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.” Günümüzde evham ve vesvese türünden hastalıklar daha çok yaygındır. Bu tür hastalıklara mübtelâ olanların daha çok mânevî hayatlarının tehlikeye girdiklerini görürüz. Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate dönüşür. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi kırılır. Yani ilgiye, alâkaya değmeyen çok küçük bir şeyi büyütür. Tohum gibi küçük bir şey dağ gibi olur. Sonuçta onun altında kalıp ezilir. Bediüzzaman’ın hasta-doktor ilişkisindeki tesbiti de çok dikkate değer: “Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.” 4 Günümüzde hasta ve yakınlarının bu zaaflarından faydalanan insafsız doktorları saymaya bilmem lüzum var mıdır? Evhamların tahrik edilerek malların nasıl heba edildiğini; akıl ve sağlıkların nasıl yok edildiğini üzülerek seyrediyoruz.
Dipnotlar: 1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 504, 557. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 474. 3- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 493-494. 4- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 494. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
Allah’ın Resûlü’ne (asm) muhabbet |
Peygamberimizin (asm) mu’cizelerinden olan, mescitte yeri değiştirilen kuru direğin ağlaması meşhurdur. Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) hutbe okurken dayandığı kuru direk, geçici bir ayrılığa dayanamamış, mescitteki yüzlerce sahabenin şahadetiyle dokunaklı bir şekilde ağlamıştır. Sebep, “Sen olmasaydın Habibim, felekleri yaratmazdım” hitabına mazhar olan Peygamberimizden (asm) muvakkaten bir ayrılıktır. Uğruna ve yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Âlemlerin Efendisine (asm) destek olmaktan ve hizmet etmekten terhis olma hüznüdür. Ancak bir gerekçesi ve bir sebebi daha vardır ki, bizlere eşyanın hakikatını ve melekûtunu ve insan olan insanın vazifesini ve misyonunu hatırlatır, ikaz eder. Mektûbât’ta bahsedildiği gibi Peygamberimiz (asm) izah ediyor: “Onun mevkiinde okunan zikir ve hutbedeki zikr-i İlâhînin iftirakındandır ağlaması.” Peygamberimizin (asm) ifadesinde hem büyük bir tevazu var, hem de büyük bir hakikatın beyanı var. Evet kuru direğin ağlamasının sebebi, hem Peygamberimize (asm) olan hasrettendir, hem de Allah’ın zikredildiği yüksek bir mevkiden ayrılmaktandır. Bediüzzaman Hazretlerinin bu gerekçeyi ve izahı zikretmesi önemlidir. Gerçekte, Peygamberimize (asm) olan hasret ile, Allah’ın zikredildiği mescidleri, medreseleri, dershaneleri birbirinden ayrı düşünmemek gerekiyor. Çünkü zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin, her nerede ve her ne zaman olursa olsun, bir makam ve mevkide marifetullahtan bahseden ilim varsa ve orada Âlemlerin Rabbinin sıfat ve isimlerini ve mânâlarını zikreden iman ehli varsa, Peygamberimiz (asm) oradadır. Zikir ve mânâsı yoksa da derin bir hasret vardır. Hele bir zamanlar derslerin, sohbetlerin yapıldığı mekânlar artık tenhalaştı ise, müdavimleri ve talebeleri ihmalkâr ise “Evimizde de okusak olur” ya da “okuduklarımız ve dinlediklerimiz yeter” deniliyorsa, oradaki eşyanın feryat ve figanlarını duyamayışımız kalb ve akıl kulağımızın zafiyetindendir, sağırlığındandır. Yirmi Dördüncü Söz’den hatırlanacak olursa, hayvanlar ve kuşlar âleminin, nebatat ve bitki âlemine hususan güllere olan aşkını, onların bir temsilcisi olarak ilân eden bülbülden bahsedilir. Onun hazin nağmeleri sanki bütün kuşlar adınadır. Aynen bunun gibi, eşyanın hem Resûl-i Ekrem (asm) Efendimize, hem de zikr-i İlâhîye olan hasreti adına, bir kuru direk, alenî ve açık olarak ağlamış diye düşünmek gerekiyor. Geri kalanın mânevî ya da gizli ağlamalarını duymak ise akıl ve kalb kulağının hassasiyetine bağlı. Gerçekte canlı cansız, zerrelerden yıldızlara kadar bütün mahlûkat hissiyatını ve kâinat mescid-i kebîrindeki zikir ve ibadetini; gerek hâl diliyle gerekse konuşma diliyle kendine mahsus bir tarzda ifade eder. Kur’ân-ı Kerim muhtelif sûrelerde ferman eder: “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder.” Her biri kendi makamında; kimisi hasretle, kimisi sevinçle, kimisi aşkla…. Öyle olmasaydı küçücük bir arı karmakarışık yeryüzünde yolunu, dev gibi gök cisimleri o uçsuz bucaksız fezada yörüngesini nasıl bulabilirdi? Küçücük karıncalar rızıklarını, koca yıldızlar yakıtlarını nasıl temin edebilirdi? Kâinat ve yeryüzü muazzam bir mescid ve hatta muazzam bir dershane. Ancak mescitlerde ön saflar ya da Mescid-i Nebevî’de bir bölüm sevap ve faziletçe diğer kısımlardan nasıl çok farklı ise, mescitler ve dershaneler de kâinat mescidinden o kadar farklıdır. Koca kâinat bunlar sayesinde ayaktadır. Elbette kuru direk gibi eşya ancak birilerinin onu götürmesiyle mescide gidebilirdi. İnsan öyle mi? Bu mekânlara gitmek için hür ve serbest ve kazandığı sevap attığı adımla başlıyor. Firaktan ağlamaların yanında, visâldeki sevinç ve şükür de unutulmamalıdır. Allah’ın Resûlünün (asm) nuraniyeti ile hazır bulunduğu nuranî meclislerde, ders mekânlarında, hava zerrelerinden elektriğe ve ışığa kadar eşyanın ve onlardaki müekkel meleklerin ve ruhâniyâtın zikri ve o sohbete katılmasıyla ifade ettikleri şükür, muazzam bir sürur ve sevinçtir. Bu sevinç ve lezzetten ve muazzam sevaptan mahrum kalmak akıl kârı mıdır? Yine Risâle-i Nur’da geçer: “Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hâdise-i mu’cizeyi şakirdlerine ders verdiği vakit, ağlardı ve derdi ki: ‘Ağaç, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a meyl ve iştiyak gösteriyor.. Sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız.’” Biz de, özellikle felâket ve helâket asrının insanı olan bu zamanın insanı, Kur’ân ve iman hakikatlarına, onun ders ve sohbetlerine daha fazla şevk ve meyle müstehakız ve onlardan daha fazla ihtiyacımız var. İsterseniz ağlayan ağacın nasıl sustuğunu ve Peygamberimizden (asm) ne istediğini Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) risâlesinden takib edelim: “Cennet’te beni dik ki; benim meyvelerimden Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada beka bulup, çürümek yoktur.” Kuru bir direğin talebini geri çevirmeyen şefkatli Nebî, elbette, doğduğunda “ümmetî ümmetî” diyerek ağladığı ümmetinin de taleplerini geri çevirmeyecektir. Yeter ki onun (asm) yolunda olalım ve ağaçlar kadar olsun ona iştiyak ve meyil gösterelim. 23.11.2009 E-Posta: [email protected] |