15 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Önyargılara da bir önyargı


A+ | A-

Önyargılar insanın bir tür zihin faaliyetidir. Daha çok insanın kuvve-i vehîmesinin harekete geçtiği bir zihin faaliyeti olan önyargılar, ilk gözlemde, ilk tecrübede oluşan ilk intibalardır. İnsanın savunma mekanizmasının en dış zarfını oluşturan ve kuvve-i gadabiye merkezli çalışan ve kendiliğinden bir tepki olarak çıkan düşüncelerdir. Özellikle ikili ilişkilerde veya inançla ilgili meselelerde vehim kuvveti, hayal ile beraber çalışırsa, akla aykırı ve gerçeğe uymayan görüş ve düşüncelere kapılabilir. Bunun için büyükler önyargıların çıkış noktası olan vehim kuvvetine, bedenin şeytanı demektedirler. Çünkü bedenin bütün kuvveleri aklın emrine bağlı çalışırken, vehim kuvveti bu emre bağlı çalışmaz.

Önyargıların tamamen zararlı olduğu söylenemez. Dozunda kullanıldığında faydalı olabilen bir zihin faaliyetidir. Fakat önyargının yargı haline gelmemesi gerekir. İnsanı gözlem, tecrübe, deneyden, kısacası hakikat arayışından mahrum bırakan bir önyargı, elbette zararlı olacaktır. Bu mekanizmanın sağlıklılığı, ancak önyargıya vardığımız kişi veya olguyu bizzat görmek, birebir temas etmek sûretiyle, önyargılarımızı teste tabi tutmakla olacaktır. Çünkü önyargıların sû-i zanna dönüşmek tehlikesi vardır.

İnsan yaşadığı gün boyunca akşama kadar, gerek insanlar, gerekse hadiselerle ilgili aklından sayısız düşünceler geçirir. Bunların elbette hepsi kötü düşünceler değildir. Kötü düşüncelerin hepsi de sû-i zan değildir. Çünkü kalbe gelen her düşünce sû-i zan olmaz. Zan, kalbin bir tarafa kayması ile oluşur. Oluşan bu ilk düşünce, önyargıdır. Önyargılar ile zanlar arasında çok ince bir perde vardır. Önyargılar, zihin basamaklarının tasdik kısmına gelmeden oluşan bir faaliyettir.

Önyargı insan tabiatının bir parçasıdır. Belli bir dereceye kadar faydalı bir fonksiyon görebilir. Önyargılar olmasa idi, insanın temkinli olması, gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklı olması mümkün olmayabilir, adem-i itimat sınırlarını aşıp zararlara açık hâle gelmesine sebep olabilirdi.

Böyle faydalı bir fonksiyonu olan bu zihin faaliyeti, ne oluyor da zarar verme ihtimâli yüksek, mânevî hastalanmalara sebep, içtimaî hayata zarar veren kötü bir sıfat haline geliyor?

Bunun cevabı, önyargılarımızın nereye kadar olması gerektiği, yani sınırlarını belirleyemeyişimizdir. İnsan, her karşılaştığıyla ilgili ilk intiba edinir ve bir önyargıda bulunur ve bu normaldir. Fakat bu normalliği bozan, anormal hâle getiren ise, daha sonraki tecrübelere, gözlemlere rağmen, ilk yargıdaki ısrardır. Gerçeği kabul etmemek ve görmemek bu zihin faaliyetini zararlı hale getirir. Bu artık önyargı olmaktan çıkıp, sağlıksız bir yargı haline gelmiş, hatta hastalanmış bir düşüncedir.

Önyargılar zihinde oluşmaya başladığı andan itibaren hata yapma ihtimali artmaktadır. Hatta zulüm ve haramlara bile girmek söz konusudur. Çünkü zihne giren bir düşünce öyle yerli yerinde durmaz. Önce tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam ve itikat haline gelinceye kadar bir dizi zihin basamaklarından geçer ve insan artık sû-i zan yapar, sû-i zan gıybete ve belki de iftiraya bile götürebilir. Bu zihinsel kirlenme, kalbi kirlenmeye yol açar ve insanda mânevî hastalıklar oluşur.

Önyargılarımızın birçoğunu başkaları, hem de hiç tanımadığımız insanların oluşturması da işin bir başka vehametidir. Bugün medya organları, bu türden yanlış bilgilendirmelere, bilgi kirlenmelerine, önyargılara sebep olmaktadır. Bu yüzden özellikle başkaları tarafından oluşturulan önyargılara da bir önyargı gereklidir. Zihne giren bilgileri test etmek, doğruluğunu sınamak ve bu süre içinde sû-i zan ve gıybete girmeden beklemek en doğrusu olacaktır.

İşin bir kötü tarafı da, test etme imkânı bulduğumuz halde, buna yanaşmamak, önyargıda ısrar etmektir. Bu bir alışkanlık hâline gelirse, bu düşünce tarzı insanı paranoyak yapar. Bediüzzaman, Hikmetü’l-İstiâze Risâlesinde, bu paranoyak ruh hâlinin tahlilini yapar. Daha çok imanî konulardaki şek meselesini anlatır: “Bir delilden neş’et etmeyen ihtimal-i zâtî, bir imkân-ı zatî olmaz ki, şüphe verip ehemmiyeti olsun.” İşte bu düstura göre insanlar, iman meselelerinin haricinde de delili olmayan imkân-ı zatileri, ihtimalleri asıl kabul edip, hüküm vermek gibi bir hastalığa düşebilir ki, bu hastalık şüphecilik dediğimiz, paranoyadır.

O halde, önyargılarımızı zaman içinde sağlıklı yargılara dönüştürmenin yolu, hep hakikat arayışı içinde olmakla mümkündür. Elde edilen verileri de, akıl terazisinden ve vicdan süzgecinden geçirerek, insaf düsturlarıyla tartarak bir kanaate ulaştırmak gerekir. Muhakeme ve vicdanın devre dışı bırakıldığı yargılar, sahte ve aceleye getirilmiş yargılardır. Vicdan ve akıl ötelenerek varılan sonuçlar aslında bir yalandır.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Bazı hassasiyetlerimizi muhafaza edelim


A+ | A-

Hata ve kusurlar bize mahsus; günahlara girmek de beşer olmamızın bir gereği... Bilhassa günümüzde, bilerek veya bilmeyerek kusur, günah işlemeyen insan yok. Kaldı ki ne kadar mükemmel olursa olsun, ne derece dindar ve müttaki olursa olsun her insan, hata yapabilir, günah işleyebilir.

Kulunun bu yapısını, bu özelliğini nazara alan Yüce Allah, kulunun işlediği kusur ve günahlardan temizlenip, kurtuluşa ermesi için istiğfar ve istiâze yolunu açık tutmuş. İsteyerek veya istemeyerek işlediği hata ve günahlarından pişmanlık duyup istiğfarda bulunan kulunun bu nedametini kabul edip, günahlarını affediyor. Yeter ki kusurlarımızın farkında olalım, kusur ve günahlarda ısrarcı olmayalım, pişman olup, kusurlarımızı itiraf edip, Allah’tan affımızı dileyelim.

Bu noktada Bediüzzaman’ın; “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur” (Lem’alar, s. 138) tesbiti, kusur ve günahlardan temizlenmenin kısa ve etkili yolunu gösteriyor.

Bütün mesele işlediğimiz hata ve kusurlardan pişmanlık duyup, üzüntü çekip çekmediğimiz meselesidir. Bilerek veya bilmeyerek yaptığımız günah ve kusurlarımızdan dolayı iç dünyamızda bir rahatsızlık, bir vicdan azabı çekiyorsak, bu hâl bir nev’î pişmanlık ve nedamet işaretidir ve eninde sonunda bizi istiğfara götürerek affımıza vesile olabilir.

İşlediğimiz kusur ve yanlışlarımızdan ötürü herhangi bir rahatsızlık hissetmiyorsak, herhangi bir pişmanlık ve üzüntü duymuyorsak, işte o zaman bizim için tehlike çanları çalıyor demektir. Bu demektir ki yaptığımız hatalarımızı göremiyor, işlediğimiz günahları hafife alıyor ve dolayısıyla işlediğimiz günahları ve suçları itiraf etmek aklımıza gelmiyor. Ve bunun bir sonucu olarak istiğfar edip Allah’tan affımızı dilemek de aklımıza gelmiyor.

Bu mânada Bediüzzaman’ın; “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstahak olur” (Lem’alar, s. 138) teşhis ve tesbitini iyi okuyup, yaşamakta fayda var.

Ortada acı fakat gerçek bir durum vardır ki, bazı hassasiyetlerimiz kırıldı. Ehl-i din olarak çok duyarlı, çok hassas olmamız gereken konularda dahi, olması gerekli dikkati ve titizliği gösterme noktasında üzerimize düşeni yapamaz hâle geldik. Dünyanın çekiciliği, modernizm ve maddiyât, ehl-i din olarak çoğumuzu sarstı ve sarsmaya devam ediyor. Çabuk toparlanıp, silkinip üzerimize sinen bu ülfet ve gaflet tozunu, pasını söküp atmazsak, dünyevî ve uhrevî hayatımızı tehdit eden bu tehlike daha da büyüyecek gibi görünüyor.

Avâm-ı ehl-i dinin nümûne-i imtisâl olarak bildiği ve benimsediği, rehber insan olarak tanımlanan insanlarda dahi dînî yaşantılarda müşahede edilen keyfemâyeşâ haller ve lâkaytlıklar hiç şüphesiz hayra alâmet olmayan durumlar olsa gerek. Toplum olarak günah ve hataları işlemekteki ülfet ve alışkanlıkların zamanla gafletlere dönüşerek, akıl almaz duyarsızlıklara ve oradan da işlenilen suç ve günahları savunmaya kadar götürmesi, gerçekten günümüz ehl-i dini adına acı ve ürkütücü bir hâldir.

Mü’minin hâli böyle mi olmalıdır? Bu duyarsızlığa, bu lâkaytlığa nereden geldik, nasıl düştük? İyi ve doğru bir muhasebenin yapılıp, silkinip yeniden kendimize gelmemiz lâzım.

Efendimizin (asm), “Kâfir, fâcir, günahını burnundan geçen bir sinek gibi hafif görürken; mü’min, dağ üzerine düşecekmişçesine korku ve endişe içerisinde olur” hadis-i şerifini iyi okuyup, doğru tahlil edip, nefis muhasebemizi yeniden yapmakta fayda var.

Ayrıca Bediüzzaman’ın; “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır” tesbitindeki derin mânâyı da tefekkür etmekte zarûret var.

Yine bu meyanda Bediüzzaman’ın; “İman etmek, Kur’ân-ı Azimüşşan’ın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir” (Emirdağ Lâhikası, s. 177) teşhis ve tesbitini de çok iyi tahlil edip değerlendirmek gerekir.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Şaban Döğen’den “mesaj” var!


A+ | A-

Aziz kardeşlerim, nur yoldaşlarım! Emr-i Hak vâki oldu, biz de def’aten, âniden, dünyamızı değiştirip, gerçek âlemimize geçtik. Vefat edenlerin çoğu gibi, biz de dünyadaki işlerimizi yarım bırakarak gittik. Gerçi bizim dünyadaki işlerimizin ekserisi de, yine âhirete bakıyordu ama, vazife tamamlandı, vakt-ı merhun geldi çattı, ne bir saniye öne, ne de arkaya, şaşmadı….

Cenaze namazımın kılındığı camiye, defnedileceğim kabristandaki, beni son yolculuğuma uğurlayan kardeşlerime, dostlarıma şöyle bir baktım da; çoğu mahzun, şaşkın bir eda ile bana bakıyorlardı. Halbuki ben memnundum, büyük seferin bir merhalesini daha geçmiştim. Âlem-i ervahtan başlayan seyahatimiz; annemin karnından dünyaya, bebekliğe, çocukluğa, gençliğe ve kemâlâta kadar uzandı. İhtiyarlığın alâmetleri yeni görünmeye başlamışken, işte biz şimdi, sizin gördüğünüz halde, buradayız. Burada da; haşir sabahını intizar edeceğiz, bekleyeceğiz. Sıratı, sırat-ı müstakîmde gidenlerle beraber geçtikten sonra, inşaallah Rabbimin vaat ettiği Cennete, Cennet-i Firdevs’e gideceğiz…

Ah sevgili dostlarım, kardeşlerim! Taa nerelerden zahmet edip, buralara kadar gelmişsiniz? Sizleri böyle temâşâ edince; “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz dünyada, birimiz ahirette de olsak, biz yine beraberiz…” hakikatinin tecelli ettiğini, buradan bakarak daha iyi idrak ediyorum. Ve Rabbime tekrar binlerce şükrettim, bizi böyle aziz bir cemaatin içine dahil ettiğinden dolayı. Aslında sizler bana son vazifenizi değil, devam eden vazifelerinizi de yapıyorsunuz biliyorum. Hemen bana, hatimler indirmek için, cüz taksimleri yaptınız. Duâlarınızda artık bana da “rahmetli” diyerek rahmetler kattınız, Fatihalarda unutmadınız, Allah hepinizden razı olsun. İnşaallah, dünyada iken istikametinizi bozmadan buraya gelince, yine sizlerle, Peygamberimizin (asm) sancağı altında, Üstadımızın çadırında yine görüşeceğiz, hatıraları yâd edeceğiz…

Aziz kardeşlerim, Nur yoldaşlarım! Din-i mübin-i İslâm’a, aziz dâvâmıza hizmet edebilmek için çok gayret gösterdik. Sizlerle çok beraber olduk, ”mesajlar” yolladık. Artık bu son mesajımızla da size teşekkürler ve duâlar ederek, sizlerin de dâr-ı saadete geleceğiniz günü bekliyor, ehl-i necat ve ehl-i cennet olmanızı Rabbimden niyaz ediyorum… İmam efendi kardeşimin, musallâ başında “Haklarınızı helâl ediniz!” dediğinde, hep bir ağızdan “Helâl olsun!” dediğiniz gibi, yine hakkınızı helâl ediniz! Allah’a ve Resûlüne itaat ve inkıyadla, Üstadımızın çizdiği nurlu yoldan ayrılmadan ömrünüzü tamamlayınız İnşaallah! Allah, hepinizden razı olsun….

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur, imanın sesi ve soluğudur


A+ | A-

Risâle-i Nûr, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) mübarek hayatı, muazzam şahsiyeti, sözleri, sünneti, fiiliyâtı, mu'cizeleri, müjdeleri ve muhkem ve müteşâbih hadislerini aslına uygun bir yaklaşımla yorumlayan çağdaş bir rehberdir. Hiç şüphesiz dünyayı bin dört yüz sene önce aydınlatmaya başlayan o muazzam nur-u İlâhî’nin, her asırda olduğu gibi asrımızda da tasarrufunu sürdürmesi, büyüklüğünün ve evrensel oluşunun tescilidir.

Risâle-i Nûr’un tek gündemi sâfî imandır, imanın kendisidir. Hangi sayfasını açarsak açalım, imanımız inkişaf eder; hangi satırına takılırsak takılalım, iman ufkumuz genişler; hangi cümlesine göz ucuyla bile ilişsek, kendimizi alâ-yı illiyyîne uzanan bir manevî asansörün içinde buluruz.

Çünkü Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın sesidir. Kur’ân’ın ana temâsı “îmân”dır çünkü. Îman edenlere Cennet1, ebedî saadet2, büyük kurtuluş3, büyük müjde4 ve Allah’ın rızâsı5 gibi aklımıza ve havsalamıza sığmayan büyük vaad ve taahhütlerde bulunan Cenâb-ı Hak, esasen bir âyette îman edenleri de îman etmeye çağırıyor. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey îman edenler! Allah’a, Peygamberine, Resûlüne indirdiği Kitâba ve daha önce indirdiği Kitaba îman edin!” 6

Risâle-i Nûr’da îmanın altı erkânı, mü’mini yüksekler yükseğine çıkaran birer nûrânî sütundur. Her bir sütun sayısız deliller, burhanlar, hüccetler, keşifler, şuhudlar ve şehâdetler ile ispat edilir. Bu vasıflarıyla Risâle-i Nûr, îmanı merkezine almış olan Kur’ân’ın asrımıza düşen bir aydınlığıdır.

Risâle-i Nûr asrımızın Fıkh-ı Ekber’idir. Hicrî yüzlü yıllarda İmam-ı Azam’ın attığı ilk tohum olan Fıkh-ı Ekber’in, bin üç yüzlü yıllara gelindiğinde Risâle-i Nûr tarzında tezâhür etmesini ancak ilmin, îmanın ve mârifetin devamlılığı prensibiyle îzah etmeliyiz. Asırlar değişti; vitrin de, tarz da, versiyon da değişti şüphesiz. Ama iç, öz ve hakîkat aynı! Sımsıcak!

İslâm Tarihinin her yüz yılı hiç şüphesiz şeref yapraklarıyla doludur. Hicrî yüzlü ve iki yüzlü yıllarda hak mezhep imamları, Kur’ân ve sünneti “hükümler” noktasında tararlar; İslâmiyeti ve hükümlerini tedvin ve tasnife tâbi tutarlar ve ümmete kıyâmete kadar yaşanır bir din mîras bırakırlar. Hicrî dört yüzlü yıllarda İmam-ı Gazâlî İhyâ-i Ulûmuddîn ile İslâmın emir, ahlâk ve âdâbını tecdid rûhu içinde yeniden ele alır, ümmete yeni bir şafak bırakır. Hicrî beş yüzlü ve altı yüzlü yıllarda Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylânî ve Hoca Ahmed Yesevî değerli irşad ve feyiz kaynaklarıyla devrededirler; Anadolu ve İslâm toprakları bir baştan bir başa yeni bir hidâyet rüzgârı ile dalgalanır. Hicrî yedi yüzlü yıllarda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ilhâmen kaleme aldığı Mesnevî-i Şerîf ile ümmete yeniden ufuk olur, kucağını—günahlı, günahsız, ehl-i Kitap—herkese açar, “Kim olursan ol; gel!” çığırı ile milyonların gönlünü fetheder. Hicrî binli yıllarda İmam-ı Rabbânî belirir ufuklarda Mektûbâtı ile; îman, ahlâk ve fazîlet üçlüsünü ümmetin dimağına yeniden nakşeder.

Ve, bu kısa satırlarda saymaya güç yetiremediğimiz nice altın soluklar, nice mânevî bahadırlar, nice akıl, ilim ve gönül erleri, nice hak ve hakîkat âşıkları, nice büyük himmetli Allah dostları doğarlar ümmetin baharına, kışına. Allah hepsinden râzı olsun!

İnkârın, cehâletin, temerrüdün ve şüpheciliğin ufuklarımızı karartırcasına sokaklara döküldüğü asrımızda bu geleneğin bozulacağını zannedenler, yanıldıklarını neden sonra anlarlar! Bu gelenek bozulmaz! Aynı himmet, aynı sıcaklık, aynı tarâvet, aynı tâzelik, aynı ferâgât, aynı ilim, aynı irfân, aynı îman hakîkatları yeni bir vitrin ve yeni bir tarz bulur kendisine sadece. Çağımız fehmine ve anlayışına uygun bir dil, mantık, hüccet, hikmet ve ilim örgüsü ile bu defa Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Risâle-i Nûr tarzında başta ehl-i îmân olmak üzere bütün dünya insanını müşfik sinesiyle kucaklar.

Risâle-i Nûr’da hedef, imanı “tahkik” derecesine çıkarmaktır, asra inat! Çünkü bu asır, başka asırlara benzemez! İmanda tahkik ehli olmazsa bir Müslüman, bid’at, dalâlet ve nifak sellerine karşı kendisini koruyamaz; yıkılır! Oysa Kâinatın Sahibine iman eden niçin yıkılsın? Allah’a iman hem dünyada, hem ahrette bütün saadetlerin kaynağı ve başı değil mi?

Bu vesileyle, siyasetin son günlerdeki açılım gündemini Risâle-i Nur çerçevesinde ele alan ve kamuoyu ile paylaşan Yeni Asya’ya binler tebrikler, teşekkürler.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/25.

2- Beyyine Sûresi, 98/8.

3- Bakara Sûresi, 2/5.

4- Ra’d Sûresi, 13/29.

5- Fecr Sûresi, 89/28.

6- Nisâ Sûresi, 4/136

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Aynadaki Peçe: Ortadoğu’da örtünmenin tarihi


A+ | A-

Sefih medeniyetin maddeci ve hayatın her türlü lezzetlerini tadabilme hırsı özellikle Batı ülkelerinde ya da onlara özenen toplumlarda sosyal bir çürümeye sebep olmakta.

Kadınlar bu tabloda en çok etkilenenler arasında. Kadın haklarındaki problemler konusunda kafa yoranlar, artık yüzlerini Doğu’ya çevirmiş durumdalar. İslâm toplumlarındaki kadın tablosunda gördüklerini kendi toplumlarındaki kadın figürüyle mukayese edip bu konuda ürün veren, düşünen kadınların sayısı gün geçtikçe artıyor. Onların söylediklerini zaman zaman sizlerle paylaşıyoruz.

Bunlardan bir tanesi de Amerikalı kadın yazar Ann Chamberlin…

Ülkemizde “Safiye Sultan” romanlarıyla tanınan Amerikalı yazar Ann Chamberlin yeni kitabının tanıtımı için geçtiğimiz günlerde İstanbul Kitap Fuarı’ndaydı. Yazarın yeni kitabı “Aynadaki Peçe: Ortadoğu’da Örtünmenin Tarihi” ismini taşıyor.

Medyada kendisiyle yapılan görüşmelerde feminizm, çalışan kadın, Batı toplumlarındaki kadının problemleri, Hollywood kültürü gibi kavramlar üzerine söyledikleri ilginçti.

Evet, kadın fıtratı dünyanın dört bir yanında aynı “yaratılış mührü” nü taşıyor:

“Feministler ‘Biyolojinizi inkâr edin. Kadınlar, erkeklerin yapabildiği her şeyi siz de yapabilirsiniz’ diyorlar. Bu görüşe saygı duyuyorum, ama bana bu düşüncede eksik bir şeyler var gibi geliyor. Var olan sorunların, gerçeklerin üstünün kapatıldığını düşünüyorum. Bence feministlerin bu konudaki görüşü tek boyutlu…

“Aslında ben her iki cinsin de aynı meslekleri yapabileceklerini düşünüyorum. Ancak bu durumda kadının aile ve çocuklarla ilgili sorumluluklarını hafifletecek bir yapı kurulması lâzım. Bugüne kadar böyle bir şey gerçekleşmedi ve bundan sonra gerçekleşebileceğini düşünerek hayatta ilerlemek zor….

“Batılı bazı kadınlar bana gelip ‘Doğu’daki kadınlar sürekli istismar ediliyor’ diyor. Ancak Batı’da da kadınlar istismar ediliyor. Fakat bu görmezden gelinerek, sanki bu durum sadece Doğu’ya özgüymüş gibi bir hava oluşturuluyor. Doğu’da insanlar binlerce yıllık bir süre içinde kadın istismarıyla baş etmek için bazı yöntemler geliştirmiş. Başörtüsü de bu yöntemlerden biri. Ancak Batılılar, bu tür yöntemler geliştirmemiş…

“Amerika’daki tutucu tarikatlar bile Eski ve Yeni Ahit’teki örtünmeyle ilgili pasajlardan etkilenmiyorlar. Bu durumun popüler kültür ve Hollywood’un etkisiyle alâkalı olduğunu düşünüyorum. Popüler kültür geleneği zayıflatan, onun yapısını değiştiren bir şey. Sanırım Batı dünyasında o yüzden yaygınlaşmadı örtünme geleneği. Doğu toplumlarında ise bildiğiniz gibi gelenekler daha güçlü….”

Ann Chamberlin’in kadının örtünmesini bütün semâvî dinlerde yer alan bir emir olarak kabullenmesi ve popüler kültürün bu bağı zayıflatması tesbitleri sizce de doğru değil mi?

Dışarı çıkarken örtünmek gerek!

Kur’ân’ın tesettür emrine karşı olanların söylediği ilk sözlerden biri “Örtünmek kadının beden sağlığını, kemik gelişimini engelliyor” tarzı sözlerdir bilirsiniz….

Özellikle ülkemizde 1920’li, 30’lu yılların gazetelerini incelediğinizde bu sözde bilimsel tesbitle (!) ilgili onlarca yazı görmeniz mümkündür. Kadının güneş ışınlarının şifalı etkisinden faydalanabilmesi için alabildiğince açık giyinmesi gerektiğini anlatan bu tür yazıların sonu, genelde Kur’ân’daki tesettür emrine muhalefet tarzı yorumlarla bitmektedir.

Oysa ki son yapılan araştırmalar neticesinde uzmanlar “Güneşe çıkarken örtünmek gerekir” diyorlar.

Prof. Dr. Richard Marais, İngiltere Kanser Araştırma Enstitüsü’nde ölümcül cilt kanseri (melanoma) üzerine yaptığı araştırmalarla tanınıyor.

Cilt kanserine sebep olan geni bulduklarını ifade eden Marais, İngiltere’de melanoma vak’alarının yüzde seksenine güneş ışığının sebep olduğunu, her beş kanserden dördünün önlenebilir özellik taşıdığını belirtiyor ve ekliyor: “Güneşe çıkarken örtünmek gerekir. Bronzlaşma modası melanomayı tetikler” (9 Kasım 2009, Milliyet Cadde)

Bilim, Kur’ân’ın tesettür emrini tasdik ediyor. Ne dersiniz?

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Elimizi cüzdanımızdan çekip, vicdanımıza koyalım!


A+ | A-

9.11.2009 tarihinde basına yasınsıyan “okullardaki şiddet ve ahlâksızlıkla” ilgili bir iki haberi okudum.

Bunlar, basına yansıyanlar. Ya basına yansımayanlar? Ya yansıyıp da duymadıklarımız…

İstanbul, Ankara, İzmir, vesâirede, eğitim camiasında yaşanan iğrenç hadiseleri nakletsem, mideniz bulanır.

Bu ve benzeri olaylar gösteriyor ki, eğitim sistemi felç, okullar mefluç! Ciğerimizi yakan bu hadiseler karşısında bir iki “Ah, vah!” edip işimize mi dönelim; yoksa “Suçlu kim?” diye araştıralım mı?

Sahi, suçlu kim?

Sevgi, saygı, hürmet gibi duyguları öğretmeyen; helâl-haram, günah-sevap nedir anlatmayan; alkolik, sapıtmış tek bir kişiyi örnek gösteren; ezberci, bıktırıcı eğitim sistemi mi?

Millî Eğitim Bakanı mı? İl veya ilçe eğitim müdürleri mi? Okul müdürü mü? Öğretmenler mi?

Karma eğitim mi? Karma karışık eğitim mi?

Gençleri eyyamcılığa, oyun ve eğlenceye, magazin programlarıyla şehvetperestliğe, ahlâkî dejenerasyona yönlendiren basın mı?

Yoksa, bu problemler dururken, şovlarla vakit geçiren ve “Atatürkçülük derslerini” yüzde 15 daha arttırarak; namaza yardımcı oldular diye okul yöneticileri hakkında soruşturma açan iktidar mı? Vurdum-duymaz anne-babalar mı? Yoksa hepsi mi?

Belki de hepimiz!

Belki de bu Anayasa’ya oy verenlerdir!

Belki de, toplumu yıllardır mağdur eden Kemalizm’i ihyâ eden, darbecileri alkışlayanlardır.

Belki, eğitim, adalet, Anayasa, AB vesâir temel meselelerle ilgilenmeyen, ancak “yol, su, hastane postane işlerini ayarlayan ve kendilerine ucuz ev imkânı verenleri” destekleyenlerdir!

Belki de deccalizmdir. Hiç şüphesiz deccalizmdir.

Ama, belki de benim! Zirâ, deccalizmin tehlikesini anlatamadığımdandır. Deccalın sevgisi orada burada yaygınlaştırılırken; hakikî mahiyetinin anlaşılabilmesi için hapse girmeyi, hatta idam olmayı göze alamamamdır…

Belki de hasis menfaatleri için deccalı öven—sözüm ona—dindarları bile gereği gibi uyaramamamdır!

İsterseniz, hepimiz kendimizi bir kenara çekelim. Başımızı iki elimiz arasına alalım. Önce derin derin düşünelim! Sonra elimizi cüzdanımızdan çekip vicdanımıza koyalım! Gözyaşlarıyla birlikte tevbe edelim! Umulur ki tevbemiz kabul olur ve gözyaşlarımız hatalarımızı silip süpürür.

Belki de, “Bir genç imansız gitti haberi karşısında o kalbin atom zerreleri adedince parçalanması gerekir!” diyerek hizmete dört el ile sarılır, gencecik insanların hiç yoktan birbirlerini ifna etmelerini engeller; kurtuluşlarına vesile oluruz!

15.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Fatma Nur ZENGİN

“Kavga edersem sakın karışma, annadın mı?”


A+ | A-

Bizim insanımıza asabî denir hep. Bu bir yafta gibi yapışmıştır üzerimize her nedense, dünyanın hangi köşesine gidersek gidelim atamayız üstümüzden. Asabî, agresif, inatçı, katı gibi bir sürü sıfatı bölgelere göre değişen sıfatların yanında hep duyarız.

Bu durum beni çok rahatsız ediyordu. Aslında hâlâ da ediyor zaman zaman. Önyargıların ülkeler ve o ülkenin insanları açısından yanlış bir tanıtım olduğunu biliyorum. Tabiî Türkler asabî diye Türkiye’ye gelme planını değiştirmiyor bir insan, ama bir iş yapacağınız zaman, bir iş görüşmesine gittiğinizde, okul başvurunuzda yahut benzer başka bir durumda bu önünüze bazen bir engel olarak çıkabilir.

İnatçı ve de agresif olmamama rağmen (Mısır’da hayat her ne kadar biraz agresifleştirse de insanı), bana Kahire’de “demir beyinli” derlerdi, inatçı ve agresif sıfatlarını bir tanımda birleştirircesine. Daha sonradan bir hocam, Türk olan babaannesi için de hep aynı tabiri kullandıklarını belirtmişti. Bir yandan da insanın hoşuna gitmiyor değil, ilginç bir sıfat yakıştırması. Ama neyse, asıl konumuza dönelim.

Bugün, şu Ankara hayatımın neredeyse dördüncü haftasına girmişken, çok az gülen yüzler, ciddiyet, sürü psikolojisi v.s. gibi şehri ve insanlarını genellememe sebep olan durumlar şöyle dursun; agresiflik, asabiyet, inatçılık gibi bütün nahoş sıfatlarımızı doğrulayan görüntülere de her gün tanıklık eder oldum. Sokakta ve trafikte bağrışanlar, ufacık bir mesele yüzünden saç saça baş başa kavga edenler… Bunu Ramazan’da da görmüştüm: herkese sinirlenen otobüs şoförleri, yolcularla aralarında yaşanan huzursuzluklar, trafikte insanların birbirine yol vermeyişleri v.s. Ama hiçbiri bugünkü kadar “kavgaya hazır” ve “sabah evden çıkmadan kavga etmeye niyetli “olan bir toplum olduğumuzu olanca açıklığıyla göstermemişti bana…

Hiç sevmediğim ve mümkün oldukça kullanmadığım toplu taşıma aracı olan minibüse binmek zorunda kaldım bugün. “Ne de olsa gideceğim mesafe az” düşüncesiyle, koltuğun kenarına ilişiverdim. Bir yandan dehşet bir şekilde arabayı kullanan şoföre de dalıyordu gözlerim. Onun o aşırı asabî hallerinden fazla rahatsız oldum ve akabinde bunda haksız da olmadığımı anladım. Şoför beyimiz, yanında yeni çalışmaya başlayan gence “Kavga edersem sakın karışma, annadın mı Gökhan” diye nasihatte bulunuyordu işin inceliklerini öğretirken. Yani “Ben her sabah evden kavga etmeye ayarlı çıkarım,” “Biz minibüsçüler kavga etmezsek olmaz, işin prensibidir bu” mesajlarını bu gence aşılıyordu bir bir. “Türk milletiyiz, doğruyuz, asabiyiz, agresifiz” yakıştırmalarını doğrularcasına.

“Fişavi’nin fıstıkçılarına ve Kahire’ye dair” türlü zenginlikleri içine misafir eden yazım aklıma gelirken, “Ankara’nın minibüsçüleri ve agresif Türk insanına dair” bir yazı mı yazmış oldum diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Sabah evden sinirlenmemeye programlı çıkıp, olumsuz bir durum karşısında “Aman ne olacak ki sanki” demeye kendimizi bir gün bile ayarlarsak, çok şey değişebileceği kanaatindeyim. İrademizden dolayı “demir beyinli” diye anılıp, güler yüzümüzden dolayı “melek gibi” sıfatını hak edenlerden olalım artık. Bu bizim elimizde.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Yeni, içinde pek çok ‘yenilik’ler taşır


A+ | A-

Her zaman bir takım sürprizleri vardır hayatın. Ne getireceğini bilmeden gireriz yeni zamanlara. Adeta bir hediye paketi gibi elimize tutuşturuluveriyor sürprizler. Onun için böyle durumlarda şaşırıp kalırız, elimiz ayağımıza dolaşır. Ama hayat hep böyledir. İyi ki de öyledir, yoksa önceden bilinseydi yaşanacaklar, hayat daha çekilmez bir hal alırdı. Hayatın en zor sürprizlerine hazır tutmalıyız kendimizi.

Dün evinde, sıcak yatağında uyuyan hanımefendi/beyefendi bu gece morgda kaldı. Hayat bu. Hiç hatıra getirmediğimize, getirmek istemediğimize hazırlamalıyız kendimizi.

Her yeni, pek çok yenilikle geliyor.

Bu günlerde, iş yerinde yeni bir odaya taşındım. Gerçekten de yeniler, içinde pek çok yenilikler de taşıyor.

Hayat, pek çok mekânda, pek çok insanla, pek çok değişik şekillerde birlikte yaşamayı öğretiyor insana. Her mekânın bir ruh taşıdığına, özel sakinleri olduğuna ve ne kadar çok insanla tanışırsa insanın, bir o kadar da olacaklara antrenmanlı olacağına, artık daha çok inanıyorum. Her yeni bir kazanımdır.

Ve her yeni, içinde pek çok ‘yeni’likler taşıyor.

Yeni odamdayım. Önce yeni odanın komşularıyla tanışıyoruz. Komşular hayatın gerçekleri. Her mekânın komşuluğu özel. Kabir de bile.

Komşular, bana yeni odamın eski hikâyelerini anlattılar. ‘Eee bana ne bundan’ da diyemiyorsunuz. Yani, önce yeni taşındığınız odanın eski hikâyeleri ile karşılaşıyorsunuz.

Yeni taşındığım odaya, yeni bir hatıra getirinceye kadar, bu eski izler sürecek anlaşılan. Oysa şimdi yeni bir sakini var bu odanın. Her şeyiyle yeni. Hatta öyle yeni ki, daha henüz acemice oturduğu koltuk bile söylüyor bunu. İğreti bir oturuş. Yeni koltuğa oturan, otuz yıldır oturan gibi bir görüntü taşıyabilir mi? Mümkün değil.

Yeni odamın, önce fizikî yapısına rengine, kapısına, penceresine, masasına, koltuğuna hasılı, odada bulunan her şeye yepyeni, utangaç, biraz da yabancı gözlerle bakıyorum. Tam bu düşünceler içerisinde, mekâna alışma antrenmanı içerisinde iken, çatı arasından bir böcek sesi ile irkiliyorum. Böcek adeta bir şeyler için bağırıyor gibi. Bizim kendisine ulaşamayacağımız bir noktadan sürekli ritimli sesler çıkarıyor. Gerçekten de çıkardığı ses, ‘Benim varlığımı dikkate almak zorundasın’ mesajı taşıyor.

Zaten o faaliyetine başlayınca, çalışma yapmak imkânsız hale geliyor.

Ben gerçekten de şaşkınları oynuyorum. Böcek resmen bir şeyler der gibi. Bu bir ‘hoş geldin’ seslenişi mi, yoksa ‘sen kimsin?’ sorgusu mu, yoksa, ‘buralar bizden sorulur’ tanıtımı mı tam olarak anlayamadım. Anladığım bir şey var ki, o da, benim buralarda yeni olduğum ve her şeyin bana yeni yüzünü sunduğudur.

Mekânın da bir ruh taşıdığına inanıyorum. Onun için yeni geldiğim odaya da olumlu duygular içerisinde alışmaya çalışıyorum. ‘Vardır pek çok hikmetler’ diyorum her seferinde.

Tabiî sonunda böcek konusunda da bir sonuca kısmen ulaştık gibi. Böceğin yaşadığı yere ulaşmak ve onu susturmak beni gerçekten aşıyor. Ama bir şeyi çözdüm artık. Laptopumdaki Kur’ân tilâvetini dinlerken, böceğin de tam bu esnada sustuğuna şahit oluyorum. Tamam diyorum, bu şifre çözüldü. Evet, odam yeni. Ama aslında, ben orada yeniyim. Oda ve içindekiler, böcekleriyle birlikte eski. Ama buradaki yenilerin de Kur’ân tilâveti karşısında, kapılarını bana açmaları ortak noktamız. Mahlûk olarak farklı farklı olabiliriz, ama hepimiz Kur’ân karşısında O’nun muhatabız. Bu, arının peteğinde Allah lâfzı yazıyor olması gibi apaçık bir hakikat.

Yeni odamı sevdim, bu yeni mekânda beraber Kur’an dinlediğimiz böcekler var.

Bu müthiş bir şey!

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

“Kart-kurt”dan günümüze...


A+ | A-

Yıllarımızı esir alan ve ülkemizi maddî anlamda da çökerten terör belâsından kurtulmak için nasıl bir ‘açılım’ yapılması gerektiği nihayet TBMM’de de tartışıldı. Ortaya çok net hedefler çıkmamış olsa da, kanı durdurmak ve terörü sona erdirmenin Türkiye’nin menfaatine olduğu kabul ediliyor.

Gerek muhalefet ve gerekse iktidar, yanlış noktalardan hareketle kendilerine istinad noktaları arıyorlar. Nitekim CHP, kamuoyunda çok da bilinmeyen “Dersim zulmü”nden örnek çıkarmak isterken, iktidar partisi de nihayetinde ‘tek parti’ uygulamalarını örnek alacağını bilmânâ ifade ediyor. Başbakan konuşmasında ‘ilk meclis’ örneğini verirken, ana muhalefet de haklı olarak ‘peki ya sonra?’ diye soruyor. Herkesin bildiği gibi ‘ilk meclis’ ve ‘ilk anayasa’ iyi idi, ama sonra? 1950’ye kadar ‘tek parti’ ile yönetildiğimiz ve muhalefetin susturulduğu ve sindirildiği kesin değil mi? O halde ‘tek parti’ yöneticilerinin uygulamalarını örnek alarak doğru bir ‘açılım’ yapmak mümkün değil.

Şimdinin anamuhalefet partisi, eski ‘tek parti’ Genel Başkanının TBMM’de yaptığı konuşma da çok çelişkili. Konuşmanın bir yerinde şöyle demiş: “(...) Türkiye’de yaşayan Arnavut, Çerkez, Kürt, Türk milletinin Arnavutu, Çerkezi ve Kürdüdür.’’

Bu sözler ve bu bakış açısı hiç de yabancı olmadığımız bir bakış açısını ele veriyor. Bu bakış açısı ‘tek parti’nin de bakış açısı aynı zamanda. Bu bakış açısını en son 12 Eylül ihtilâlinin liderinin ağzından duymuştuk. İhtilâl günlerinde Türkiye’yi gezen ve ‘(cahil) milleti aydınlatan’ ihtilâl konseyi başkanı “Türkiye’de ve dünyada Kürt diye bir şey yok. Onlar dağlarda, buz tutan karların üzerinde gezerken ‘kart-kurt’ diye ses çıkardığı için onlara Kürt denmiş. Aslında onlar da öz be öz Türk’tür” demişti. Elbette ihtilâl liderinin sözleri tam olarak böyle değildi, ama ifade edilmek istenen mânâ buydu.

Murat Belge, geçenlerde “‘Kart-Kurt teorisi’nin tarihçesi”ni yazmıştı. Oradan aktarmakta fayda var: “Elimde, teorik olarak elimde olmaması gereken bir şey var: KKK’lığı Yayınları’ndan, 1982 tarihli (K.K.K. Ankara Basımevi), başlığı ‘Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar’ olan bir kitap. (...) Bu kitabın 43. ve 44. sayfaları: ‘KÜRT: ‘Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz ve kış aylarında erimeyen karlar vardır. Bu karların üzeri, güneş açınca hafif eriyerek buzlaşır, camsı parlak ve sert bir tabaka ile kaplanır. Üst kısmı sert, altı yumuşak kardır. Bu karın üzerinde yürüyünce, ayağın bastığı yer içeriye çöker ve Kart-Kürt diye bir ses çıkarır. İşte bu sese izafeten sıkışmış kara-yatkın kara Kürt kar veya Kürtün denmektedir. Bu gün hâlâ Anadolunun bir çok yerinde ve Azerbaycan’da fırtına ve rüzgârın sürükleyip getirdiği ve çukur yerlere doldurduğu sıkışmış kara Kurtuk-Kürtük veya Kürtün denmektedir. ‘Yüksek yaylalarda ve karlı bölgelerde yaşıyan TÜRK’lere Kürdak’lar denmiştir.” (Murat Belge, Taraf g., 13 Eylül 2009)

1950 öncesinin ‘tek parti’si, şimdinin anamuhalefet partisi genel başkanının TBMM’de yaptığı şimdiki konuşma ile bu bakış açısı arasında paralellik yok mu? “Türk milletinin Arnavutu, Çerkezi ve Kürdü” ne demek?

Nasıl ki ‘Kart-kurt’ diyerek bir yere varılamadı, bu anlayışla da varılamaz. İnkâr yerine, problemi kabul edip kalıcı çare aramakta fayda var. Bu bakımdan ‘açılım’ın temelleri sağlam olmalı vesselâm.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

“Tarihî açılım görüşmesi”nin ardından...


A+ | A-

Aylardır beklenen Kürt/Demokratik/millî birlik açılımı nihayet Meclis’te konuşuldu. Açılımda neler olduğuna bakıldığında aslında bu açılımın -en azından şimdilik- Kürt açılımı olduğu ortaya çıktı. Başbakan bunun böyle olmadığını söylese de açıklananlar bunu gösterdi.

Bunu önerge sahibi adına konuşan İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın konuşmasından da anlamamız mümkün. Atalay, açılımın dinamik bir süreç olduğunu söylerken, kısa ve orta vadede atılacak adımları sıraladı. Buna göre, isimleri değiştirilen yerlere eski isimleri geri verilecek, farklı dil ve lehçelerde siyasî propaganda serbest olacak, üniversitelerde seçmeli ders konulması, farklı dil ve lehçelerde 24 saat yayın yapma imkânı verilecek. Bu projeler daha önceden kamuoyuyla değişik vesilelerle paylaşılmıştı. Ayrımcılıkla mücadele için komisyon kurulması ve BM işkenceyle mücadele protokolünün onaylanması ise yeni tekliflerdi.

Diğer yandan açılımın sloganı “Yurtta sulh, cihan’da sulh” olarak açıklanmışken, yeni slogan kulağa hoş gelen “Herkes için daha fazla özgürlük” oldu. Atalay, Türkiye’de demokrasinin standartlarını gerçek mânâda yükseltecek olan şeyin demokratik ve sivil bir anayasa olduğunu söyledi, mevcut anayasanın her açıdan toplumumuzun gerisinde kaldığını ve milletin bu anayasayı hak etmediğini ifade etti. Değiştirilmesini ise “mümkün olan en geniş toplumsal katılım ve mutabakatla olması”na bağladı. Çoğulcu ve özgürlükçü bir anayasanın hazırlanması gerekli olduğunu söylerken de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri, devletin üniter yapısı, bayrağı, millî marşı ve resmî dili bu tartışmaların dışındadır” dedi. Üniter yapıyı değiştirecek açılım eleştirilerine de “Demokratik açılım üniter yapımıza, millî birliğimize asla zarar veren değil bunları pekiştiren bir çalışmadır ve öyle olacaktır” diyerek teminat verdi.

Atalay’dan sonra kürsüye gelen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve DTP Genel Başkanı Ahmet Türk bir saatlik konuşma sürelerini dahi tamamlamadan kürsüden ayrılırken, Türk’ün ve Bahçeli’nin ağır sözlerine salondan tek cevap gelmemesi dikkat çekti. Hatta Bahçeli’nin “Girdikleri yanlış yolda sonuna kadar gideceğini söyleyenler çok iyi bilmelidir ki MHP Türkiye’nin geleceğinin ateşe atılmasını, bedeli ne olursa olsun, nasıl ödenecekse ödensin önlemeye azimli ve kararlıdır” şeklindeki meydan okumasına dahi kimse cevap vermedi.

Baykal’ın sözlerini de DTP dışında pek itiraz gelmedi. Bunun nedeni Erdoğan’ın Baykal’a “Lütfen grubunuza hâkim olun! Bakın, edep, adaptan uzak hareket ediyorlar. Ben grubuma siz konuşurken böyle bir saygısızlık yaptırttım mı?” sözlerinde gizliydi.

AKP grubu adına konuşan Ömer Çelik gelene kadar birkaç sataşma dışında neredeyse salondan çıt çıkmadı. Çelik daha konuşmasına başlar başlamaz, dinleyici localarından iki “eylem” yapıldı. Üç gün öncesinde CHP sıralarından açılan pankartın benzerinin yaşanmaması için tedbir alınmıştı, ancak dinleyicilerin protestoları hesaba katılmamıştı. Protestocular yaka paça ağızları kapatılarak salondan çıkarılırken, üç gün önce genel kurulda pankart açanların bu protestoculara sahip çıkması da dikkate çekiciydi! Çelik’in konuşması dört saatlik sükûneti bozarken, sert diyaloglar yaşandı.

Erdoğan’ın konuşmasının başlarında yazılı metinden okuduğunda salondan pek bir sataşma yaşanmazken, karşılıklı “atışmayı” seven Erdoğan’ın genel kurul sıralarından gelen tek cümlelik itirazlara cevap vermesi atışmayı arttırdı, söz düelloları ondan sonra başladı. Konuşmasının sonlarına doğru söylediği “Şehitler gelsin de biraz daha fazla bağıralım’ diye bekleyenler var” sözü üzerine, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ayağa kalktı, milletvekilleri de peşinden Genel Kurul Salonunu terk ettiler. MHP milletvekillerinden bazıları ayağa kalkarak Bahçeli’ye doğru gittiler ama onun bir harekete ile yerlerine dönüp oturdular.

Atalay’ın “açılımın detaylarını başbakanımız açıklayacak” demesinden sonra kürsüye gelen Erdoğan’ın konuşması da açılımın detaylarının anlatmak ziyade, genel bilgilerin verildiği bir konuşma oldu. Görüşmelerin ardından muhalefetin “yandaş medya” diye suçladığı, hükümeti destekleyen gazetelerden birinin tecrübeli Meclis muhabirinin şu ifadesi görüşmeyi özetlendi: “Normal olarak yazsak ‘Dağ fare doğurdu’ diye yazardık ama…”

Görüşmeden akıllarda kalan ön görüşmelerde olduğu gibi açılımın kapsamından çok yapılan söz düelloları oldu. Hükümetin açılımına karşı muhalefet partileri yıllardır çözülemeyen Kürt sorununun çözümü noktasında bir şey söylenmedi. Sadece “gelsinler teslim olsunlar, yargılanıp cezalarını alsınlar” şeklinde teklifleri getirmekle kaldılar.

Anlaşıldı ki, “açılım”da hükümet yoluna tek başına devam edecek. Yaşananlar bakıldığında da bu işin çözümünde hükümet hayli zorlanacak. Diğer partilerden destek değil, köstek gelecek. Her kanun değişikliğinde bu tartışmalar yaşanacak. Oysa böyle olmamalıydı. Yıllardır süren pek çok sorun karşısında herkesin bir çözüm teklifi olmalı, milletin hayrına olacak işlerde “mutabakat” sağlanabilmeli… Ama olmayacağı görüldü.

Şimdi sıra hükümetin yapacağı icraatları beklemeye kaldı. Hükümet bugünden itibaren Meclis’te tam olarak anlatamadığı açılımı milletle paylaşmaya başladı. Ancak şu ortaya çıkıyor ki, demokratik açılım için ihtilal anayasasının değişmesi şart. Ve birçok konuda açılım yapılması de gerekiyor.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Şevk “mesaj”ları


A+ | A-

45 yaşlarında bir bayan, yana yakıla Kocaeli Yeni Asya Bürosuna gider, “Şükür buldum” sizi der. “Ben Bediüzzaman’ı arıyorum. Nihayet sizin sayenizde bulacağıma inandım. Hani siz geçen sene Mart ayında bir Bediüzzaman eki vermiştiniz ya, onu zevk ve heyecanla okudum. Bu ülke Bediüzzaman gibi bilginlere sahip olduğu için çok şanslı. O broşürden öğrendiğime göre Bediüzzaman gerçekten bizim için büyük bir nimet. Onun görüş ve düşünceleri beni mestetti. Tekrar tekrar okudum o broşürü. Onu yakından tanımak, eserlerini okumak istiyorum. Nihayet size ulaştım.” Kocaeli temsilcimiz Salih Oral anlattı bu hatırayı.

«««

Balıkesir Temsilcimiz Enver Tezer Ağabeyimizin anlattığı bir hatıra: Bir gün bir genç büroya uğrayıp, “Ben sizin gazeteniz sayesinde namaza başladım” demiş. Hapishanede gazetemizi tanımış, namaza başlamış, namazın ve sair ibadetlerin ruh ve esaslarını anlatan Risâle-i Nur'u nasıl elde edebileceğini öğrenmek için oraya gelmiş. Onun ıslah-ı hal edişi hapishane müdürünün dikkatini çekmiş, altı ayda bir dışarı çıkma izni vermiş ve bundan istifade ile büroyu bulmuş.

«««

Nevşehir’den Bilal Altunbaş ve Eşref Mert kardeşlerimiz ilgililerle görüşerek hapishaneye gazeteyi ulaştırmış, her gün 160 gazete hapishaneye göndermişler. Bu hizmetten o kadar memnun olmuşlar ki, Halil Uslu’nun orada olduğu bir sırada hapishane müdürü konferans talebinde bulunmuş, o somurtkan insanların konferans sonucunda nasıl yüzlerinin gülümsediğini müşahede etmişler. Ruhlara, kalplere ve bütün duygulara hitap eden Kur’ânî hakikatler, arayış içinde bulunan, hayatın bin bir türlü sıkıntısı, cenderesi altında ezilip kalan insanlar için ne kadar rahatlatıcı; bunu bizzat görmüşler.

«««

Bilal Altunbaş kardeşimiz heyecanla anlatıyor: “Bugün hapishaneden bir gardiyan geldi. Mahpuslardan birinin Yeni Asya’daki reklâmlar sebebiyle Risale-i Nur Külliyatını almak istediğini belirtti, almak için gelmiş.” Bilâl diyor ki: “Hayatımda bu kadar hiç sevindiğimi, mutlu olduğumu hatırlamıyorum.” Ne kadar sevinse yeridir. Gazetenin, diğerleri bir yana sadece şu hizmeti bile bizi gayrete getirmeye yetmez mi?

«««

Kırşehir’den Şahin Tokmak güzel bir hava yakaladığımızı, aşk ve şevkle bunu devam ettirmemiz gerektiğini söylüyor. Bugün basın dünyasında Yeni Asya kadar Üstadın misyonuna sahip çıkabilen, savunabilen ikinci bir gazete var mı? Geçen kırk yılı, çınarın köklerinin yerin derinliklerine kök salması gibi kabul edin. Bundan sonraki gelişmeler yukarda, dallarda olacak. Yeni imkânlar bulacak, hata ve eksiklerimizi telâfi edecek, daha ilerilere doğru adımlar atacağız.

«««

Geçmişte acısıyla tatlısıyla bazı olaylar yaşadık, bugünlere geldik. Geçmişten gerekli dersleri alıp geleceğe ümitle, şevkle yönelmemiz gerekiyor. Ama şu soruyu kendi kendimize mutlaka soralım: “Yeni Asya bu noktada mı olmalı?” Buna, “Evet” dememiz mümkün değil. “Hayır” diyorsak mutlaka birşeyler yapmamız gerekir. Hem “Üstadın basındaki dili” diyeceğiz, hem de ona şayeste bir faaliyet içine girmeyeceğiz, bu mümkün değil. Çıkaranları ve okuyanlarıyla kolları sıvamanın zamanı gelmedi mi? Yeni projelerle yeni bir Yeni Asya hedefimiz olmalı.

«««

4 Kasım’da rahmete kavuşan Şaban Döğen’in 20-27 Ekim günleri çıkan “Mesaj” yazılarındaki bu şevk anekdotlarını, Yeni Asya’nın verdiği hizmetin değerini ve ulaşması gereken hedefleri samimî bir üslûpla vurgulayan ve geride kalan bizlerin hiç hatırdan çıkarmamamız gereken mesajlar olarak tekrar dikkatlere sunuyor ve bu vesileyle yazarımızı yine rahmetle yad ediyoruz.

15.11.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

ABD’nin fake (feyk) istihbaratları ve danışıklı dövüş


A+ | A-

Bugün herkes Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal ederken bahane olarak öne sürdüğü “kimyasal silâhların” ve bu silahların üretildiği tesislerin esasında birer hayal ürünü olduğunu bilmektedir. Nitekim ABD’nin Saddam’ın Irak’ını işgaline zemin hazırlamak üzere istihbarat birimlerince, medya ve diğer kitlesel iletişim araçları vasıtasıyla pompalanmak suretiyle Irak bir “kimyasal silâh” cenneti olarak gösterilmiş ve bu bir bakıma başarılı olmuştur. ABD Irak’a girip de tek bir kimyasal silâh bile ortaya çıkarmayınca olayı “basit bir istihbarat hatası” olarak geçiştirmiş ve zaten fiili olarak başlayıp, hallettiği işgalin esasında meşrû bir dayanağı olmamasına rağmen “oldu bitti”ye getirmiştir.

Bugün artık Irak’ta kimyasal silâh olup olmaması kimseyi ilgilendirmiyor. ABD ve onun koalisyon ortaklarınca işgal gerçekleşti, Irak’ın altı üstüne getirildi, alınacaklar alındı, verilecekler verildi ve bugün Irak içinden çıkılamaz bir bataklığa döndürülerek, kaosa teslim olmuştur.

Şimdi bu girişi neden yaptığımıza gelelim…

Malumunuz geçtiğimiz gün Başbakan Recep Tayip Erdoğan “Batı’nın İran endişeleri dedikodu”dur şeklinde bir açıklama yaptı. Türkiye, Erdoğan döneminde İran’la nisbeten iyi ilişkiler geliştirdi. Ahmedinecad, Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette adeta bir kahraman gibi karşılanmıştı. Başbakan’ın bu açıklaması biraz da bu iyi giden ikili ilişkilerin daha da sağlamlaştırılmasına ve perçinlenmesine yönelik bir açıklama olarak değerlendirilebilir.

Başbakan’ın bu sözleri pek tabiî ki Washington’un hoşuna gitmeyecektir. Nitekim ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip J. Crowley, Başbakan’ın bu sözlerine hemen bir cevap verdi. Crowley dün yaptığı açıklamada şöyle dedi: “”Türkiye Başbakanı’nın bu yorumları konusunda konuşmayacağım. Aralık ayının başında Washington’da olacak. Bölgedeki gelişmeler konusunda konuşma imkânımız olacak. Bizim İran’la ilgili endişelerimizin dedikodu olduğunu zannetmiyorum. Bu endişeler, gerçektir. Araştırmacılar, son zamanlarda Kum şehrinde yeni bir tesis keşfetti. Araştırmacıların buldukları ile ilgili raporu bu ayın sonunda bekliyoruz. Türkiye’nin İran’la, Irak’la, Suriye ve bölgesindeki diğer ülkeler ile ilişkileri açısından bölgesinde çok önemli bir rol oynuyor.”

Crowley açık açık “Erdoğan Washington’a geldiğinde bu konuda kulağını çekeceğiz” demek istiyor. Sonra da hemen ardından Kum şehrinde güya tesbit etmiş oldukları tesislerden dem vurarak kendince İran’la ilgili şüphelerini haklı çıkarıyor.

Başbakan’ın kulağını çekerler mi çekmezler mi bilmem ama Erdoğan’a bu konuda hak vermemek mümkün değil. Zira yazının ta en başında hatırlattığımız, ABD’nin Irak işgali öncesinde “kimyasal silâhlar” ile ilgili yaptığı sistemli dezenformasyon ve uydurma çalışmalarının bir benzerini İran ile ilgili yapıyor olmadığı konusunda bize kim garanti verebilir? Sürekli olarak “fake” (feyk) istihbaratlar üreten ABD’nin bu konuda temiz bir sicili olmadığı aşikâr. Bu saatten sonra da kimseyi samimî olduklarına inandıramazlar. İşte Erdoğan’ın bilhassa bu “tesbit edilen tesisler” hususunda temkinli olması ve “dedikodudan ibarettir” şeklinde açıklamalar yapması yadırganmamalıdır. Hem de İranla ilişkilerin sıkı tutulması bağlamında yapılmış stratejik bir açıklamadır.

Esasında Crowley de bunun farkında. Nitekim sözlerinin sonunda Türkiye’nin bölgedeki ülkelerle ilişkilerinin ve “rolünün” kendileri için de çok önemli olduğunu vurguluyor. Yani ABD aslında Türkiye’ye şu mesajı veriyor: “Tamam söylemde bölge ülkeleriyle yan yana durabilirsin, onların hoşuna gidecek açıklamalar yapabilirsin, ama siyaseten hep bizim yanımızda ve eksenimizde olmak durumundasın.”

Nitekim bu yaklaşım AKP’nin dış politika anlayışına da çok uygundur. Aynı şeyi Davos’ta mangalda kül bırakmayan ama siyaseten İsrail ile dirsek temasından vazgeçmeyen Türkiye imajında da görmek mümkün.

Sakın dış politikadaki bütün manevralar aslında bir “danışıklı dövüşten” ibaret olmasın?!

15.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.