Mikail YAPRAK |
|
Şaban Döğen’in bâkiye-i âsârı |
Önce Dokuzuncu Söz’deki namaz vakitlerinin neleri hatırlattığını bir hatırlayalım. Yatsı vaktinin neleri hatırlattığı hususunda şöyle bir ifade geçer: „Vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini..“ Bu cümle ile billûrlaşan bir hakikat, öyle beliğ ve berrak bir şekilde ruha akıyor ki, mânâsı itibariyle insanı titretirken, ruhu ürpertirken bile uhrevî bir haz veriyor, kalbe niyaz veriyor. Aklı ve vicdanı ebedî iklimlerde gezdirerek, masivadaki fena damgasını gösterip, imanı ve aklı tam olan insana "küllü şey’in halikün illâ vechehû“ dedirtiyor. Bu hakikatın sırrına tam vâkıf olan mü’min ve mücahid kullar, ölüm ile terk edecekleri ve arkalarında bırakacakları mamelek ve evlâda kalplerini bağlamazlar ki, ayrılırken de fazla acı çekmeden, onları sahib-i hakikîlerine havale ederek, rahat-ı kalple bu dünyadan göçüp giderler. Bu derste, dehşetli ve celâlli perdeler sıralanırken; vefat eden kişinin bakiye-i âsârının dahi vefat etmesini, unutulmuşluğun, gözden kaybolmuşluğun, tabiri caiz ise, „gözden düşmüşlüğün“ en korkunç ve ürpertici vaziyetini, şimdi hayatta olan herkes, şimdiden tahammülü nisbetinde tasavvur edebilir. Bu gerçeği, camilerde hocalarımız cemaate el açtırıp "amin“ dedirtirken, "nesilleri kesilmiş, tamamen unutulmuş, arkalarından bir Fatiha gönderecek kimseleri kalmamış kimselerin de ruhlarına“ şeklinde ifade ederler . Ey Kadir olan Mevlâm! Ey Bâki olan Allah’ım! Bir insanın bakiye-i âsârının dahi vefat etmiş olmasının ne demek olduğunu daha şimdiden, ecel kapımızı çalmadan, çenemiz kapanmadan, gözlerimiz yumulmadan bize idrak ettir ki; ona göre yaşayıp, hayatımızı da ona göre sürdürelim. Bediüzzaman kulunun notalarına iyi kulak verelim. Şu âlemin fenasından sonra bize refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla bizden müfarakat eden birşeye kalbimizi bağlamayalım. Berzah seferinde bize arkadaşlık etmeyen ve kabir kapısına kadar bizi teşyi etmeyen şeylere meyletmeyelim. (Burada içimden “Şaban Döğen kulun gibi” demek geldi.) On İkinci Nota’da Üstad der ki: “Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tevbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar.” ««« Şaban Döğen’ in de bâkiye-i âsârından sayılabilecek, sabit ve bir derece devam edebilecek kitapları vardır. Ama bu devamlılığın nereye ve ne zamana kadar olacağını Allah bilir. Lâkin onun da yazdıklarına kaynak ve esas olan âyet ve hâdislerin ebedî olduğuna, Kur’ânî risalelerin dünya durdukça okunacağına olan imanımız tamdır. Öyleyse Şaban Döğen’in bakiye-i âsârını da, bu Nur dairesinde bulunan herkes gibi burada ararsak, korku ve endişeye, dehşete kapılmaya gerek kalmaz. Zira onun şahsî ve nesebî bakiye-i âsârı tamamen tükenmeye yüz tutsa da, oralarda unutulsa da, risâleler onu unutmaz, Sahib-i Kur’ân onu bırakmaz. İşte İhlâs Risâlesi’nde geçen bir hakikat: ”Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, ‘Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum’ diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve ‘O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum’ der, rahatla yatar.” ««« Evet, Şaban Ağabey hâla aramızdadır. Hâla gazetemizin İnternet sitesinde ilk sayfada yüzümüze gülüyor. Biliyorum, geçen yazımda bu köşedeki bu ifadelerimi de gülerek ve memnuniyetle karşıladı. Ama bir mukabelede bulunmadı. Zira, kendisinden bahsettiğimi sadece o biliyordu. Ama bu güzel vasıfların onda olduğunu siz değerli okurlarımız biliyorsunuz. Evet, o zaman şöyle yazmıştık: “Kırk yıllık bir yazarımız, elektronik mailinde meth ü sena meyliyle bize teveccüh göstermiş. ‘Şiirde olduğu gibi, yazıda da başarılısın’ demiş. Vallahi ben öyle görmüyorum. Ama asıl olan, o muhterem yazar ağabeyimin nasıl gördüğü veya nasıl görmek istediğidir. Yani makbul olan benim yazılarım değil, onun nazarı ve iltifatıdır. ‘Başarılı olmaya mahkûmuz¹ şeklinde algılamak istediğim, önemli mesajıdır. Bize uzatılan böyle makbul bir iltifat elini ancak öperiz. Asıl fazilet; birçok kitaba imza atmış kırk yıllık bir yazarın, bir başkasının yazısını beğenebilmesi ve bunu açıkça ifade edebilmesidir. Yeni Asya mektebinin yetiştirdiği bir yazar olarak yerinde sebatıdır. Karadelikler gibi ihlâsı yutan ve insanı şöhret hastalığına müptelâ eden medya meddahlarına itibar etmemesidir. Edep ve marifetini buradan alıp, emek ve himmetini başka kulvarlarda harcamamasıdır. Ve asıl fazilet, ‘faziletfüruşluk’ yapmama faziletidir. Bilmem, bu yazar ağabeyimin, ‘kardeşlerinizin meziyetiyle şâkirane iftihar’ düsturuna uyduğunu söylersem, ‘meziyetfüruşluk’ mu yapmış olurum?” Gazetede bu satırları yazmadan önce, bizzat kendisine de şöyle mukabelede bulunmuştum: “Bismihî Subhanehu, sevgili Şaban Abim, son zamanlarda zatınızdan gelen güzel iletilere teşekkürler. Allah razı olsun. Cenâb-ı Hak sizlere sıhhat ve sağlık içinde hayırlı uzun ömürler, halisane hizmetlere muvaffakiyetler ihsan etsin. Ayrıca yazılarımızla alâkalı lütufkar kabulünüz, Rabbimize arz edilen duadır İnşaallah. Bizler çırak, sizler ustasınız. Ustanın kabulü çırağı ancak sevindirir. Duâlarınıza amin diyerek, selâm ve hürmetlerimi arz ederim.” ««« Yavuz Sultan Selim hakkında yazdığım bir yazı da Şaban Ağabeyin hoşuna gitmiş, bilhassa aşağıdaki yorumu “güzel” bulmuştu: “Ey ‘Hadimü’l Haremeyn’ olan aziz sultan! Sen berzah âleminde, ben dünyadayken bile, sana yönelip seninle hasbihal etmenin lezzetini tattım. Bu iman ve his yakınlığından cesaret alarak, senin de büyük ‘tezat’ olarak ifade buyurduğun ‘zayıf’ hissine kendimce bir yorum yapmak istiyorum. Hani şu Mısır seferi esnasında, çadırına hizmet için giren Türkmen kızıyla ilgili olduğu rivayetine hamledilen; ‘Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan/ Beni bir gözleri ahûya zebûn etti felek’ mısraların var ya... Bence senin gibi İslâm Birliği siyasetinde vazifeli olan bir müceddit için, bunu nefsanî yorumlamak hata olur. Olsa olsa, senin ruh âleminde gizlediğin bir idealinin sevdasıdır, o şekilde tezahür etmiştir. Veya bunun sırrını berzahta ve ahirette öğrenmeye havale edip, rivayetlere göre Şah İsmail’e yazdığın bir dörtlükle arzuhalimi noktalayıp, İslâm Birliğinin gerçekleşmesi bayramında buluşmak üzere... El Baki Hüvel Baki. “ Ne dersiniz, Şaban Ağabey berzahta Yavuz Sultan Selim Hazretleriyle görüşüp bu sır üzerine konuşmuş olamaz mı yani? Allah dilerse, elbette olur. ««« Şaban Ağabeyi, Haziran ayında Münih’teki dört günlük aile proğramına eğitimci olarak dâvet etmiştik. Onunla alâkalı yazışmalar hâlâ duruyor. Bakalım onun bâkiye-i âsârı olarak daha ne kadar duracak. Münihli dost ve kardeşler ona çok dua ediyorlar. Bilhassa program boyunca onunla beraber olan Oğuz Bey diyor ki: “Cenâb-ı Hak, onun yazdığı ve söylediği her harf mukabilinde binler hasenat yazsın.” Fatih Bey de, “Allah ondan razı olsun ve bizleri Peygamberimizin sancağı altında Üstadımızla beraber haşretsin” diye niyazda bulunuyor. Ayrıca Münihliler diyorlar ki, Ali Uçar ve Bayram Ağabeyler de son Münih ziyaretlerinden dönerken vefat ettiler. (Olsun, biz yine gerektiğinde Münih’e gideriz. Değil mi?) 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Şaban Hocamız |
Her Cuma günü yazdığımız makalemizin geçen haftasındaki dipnotunda, aramızdan beka âlemine intikal eden değerli kardeşim Şaban Döğen için geçmiş olsun notunu koymuştum. Daha sonra Yeni Asya’mıza makalemi gönderirken bu notu bir his ile sildim ve kendi kendime bir sonraki hafta bu sultanımız için bir makale yazmak istedim. Bir kast-ı tevâfuk ki, yazıyı gönderdikten takriben 6 saat sonra Çorum’dan bana daima gür sesiyle konuşan Ticaret Borsası Başkanı Sn. Ömer Güney aradı, fakat sesi kısıktı. O anda, o daha bir şey demeden içimden “Eyvah” dedim ve Ömer Bey, beni gözyaşlarına boğan Şaban Hocamızın vefat haberini verdi, gözyaşlarımı tutamadım ve notumu neden sildiğimi sonradan anladım. Keşke aramızdan hiç ayrılmasaydı, fakat takdir-i İlâhî, dar-ı faniden dar-ı bekaya göçtü. Merhum Şaban Döğen Hocamızı yıllardır tanırım, kendileriyle bir çok hukukumuz var. Bu hukuk hep hizmet sahasında, fikir bazında, neşriyat hususunda olmuştur. Hakikaten müstesna bir şahsiyetti. Onun çehresinin hiçbir zaman asık ve katı olduğunu görmedim. Konuşurken dahi edebinden yüzü kızaran bir edep manzumesiydi. Kimsenin kırılmasını istemeyen bir gönül kahramanı idi. Onun hatıralarını bir makaleye sığdırmak mümkün değil. İnşaallah her yıl Ağustos ayının ilk Pazarında müşterek deruhte ettiğimiz “Kargı Yaylası Pikniği”nde, bu yıl konuyu Şaban Hocamıza ayırmak isterim. Eğer organizede bulunan Çorum meşvereti bu fikrimizi kabul buyurursa, her yıl daima aramızda bulunan Şaban Döğen kardeşimizi mânen de olsa tekrar aramızda görmek mânâsında yâd etmenin bahtiyarlığını yaşayalım ve gündem maddemiz bu olsun.. İki hatırayla bu haftaki makalemizi noktalamak istiyorum: Birincisi; bundan birkaç yıl önce, Kargı’dan Şaban Hocamızın kayınbiraderi, fedakâr insan Seraceddin Bey, bizi geceleyin Şaban Hocamızın Kargı Yaylası'ndaki evine getirdi, gece orada yatacağız, sabahleyin yakınında bulunan yayla piknik yerine geçeceğiz. Yatma zamanı, mahdumları Nurullah kardeşimiz yayla evlerinin alt katlarına benimle birlikte, E. A. Turhan ve A. Göllü kardeşlerimizi indirdi ve dedi ki: “Ağabey burası bizim odunluk idi, babamın da gayretiyle burasını bu hâle getirdik vs.” Merhum Şaban Hocamız da şakacı olduğu için, hep birlikte dedik ki: “Demek Şaban Hoca bizi odunluğa lâyık gördü.” Aynı gecenin sabahında Mehmet Kutlular Ağabeyimiz geldi, bizlere hitaben “Durumlarınız nasıl?” dedi. Biz de “Durumumuz kötü, gece Şaban Hocanın odunluğunda yattık” dedik. Gülüşmeler vs. oldu. Şaban Hocamız “Ağabey, birazdan size göstereceğim, inan beş yıldızlı otel gibi” dedi. Kutlular Ağabey de bize katılarak “Ben anlamam, sen bunların diline düşme, bütün Türkiye’de anlatırlar, gerekeni yap” dedi. Şaban Hocamızdaki sabah kahvaltısından sonra, dıştan açılan alt kata Kutlular Ağabeyin zorla bakmasını istedi ve birlikte baktık. Yine “Sen bunları sustur, susturmanın bir çaresini bul, bana göre iyi” dediler. Biz de yaylada kimi görsek “Gece Şaban Hocamızın odunluğunda yattık” diyoruz. Şaban Hocamızı da görenler “Yahu bu kardeşlerimizi neden odunlukta yatırdın, olur mu, vs.” deyince Şaban Hoca bizleri tekrar tekrar buldu: “Yapmayın ne olur, ne isterseniz size ikram edeyim?” dedi. Ben de “Hayır istemeyiz, yalnız bu haftaki makalemde ‘Şaban Hocanın odunluğu’ başlıklı makale yazacağım” dedim. Şaban Hocam da sonradan öğrendiğime göre, her Cumaki makaleme önceden bakarmış, ne zaman çıkacak, durduralım diye. Hâsılı, kendisini böyle inlettik, birbirimizin şakalarına çok katlanırdık... Hatta kayınpederi, çok kıymetli ağabeyimiz Şerafeddin Küçükdingil “Seni görünce bir yıllık gülmemi alıyor ve depoluyorum” der. İkinci hatıramız ise, çok okuyucularının okuduğu 21.10.2009 tarihli “Aşk ve şevk oldukça“ başlıklı makalesinde, Bilâl kardeşimin naklettiği Nevşehir Cezaevinde bu Ramazan’da verdiğimiz konferansı dile getirmiş. Benim inancımda, benimle adeta vedalaşmıştır. Onun için gözyaşlarımı hiç tutamadım. O mütebessim ve mütevazi simâsını seyretmekteyim, boşluğu zor doldurulur bir kardeşimiz idi. Ruhu şâd olsun... 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Marangozu, “ulema” yapan sırrı kavrayabilmek! |
Geçen hafta dört gün boyunca İstabul’daydım. Amacımız mutad “Sonbahar Umumi Meşvereti” başta olmak üzere bir dizi hizmet toplantılarına katılmaktı. Elhamdülillah hepsi gerçekleşti. Aşk ve şevkimiz tazelenmiş ve artmış olarak memleketimize ve aile efradıyla dostlarımıza kavuştuk. Yazının başlığına koyduğum hadiseye gelince: Hafta sonu, Yeni Asya Vakfı merkezinde beraber kaldığımız Bandırmalı Ali abinin teklifi ile orada bulunan birkaç dostla birlikte Pazar sabahı Marangoz Şevket Günder abinin evine kahvaltıya gittik. Şevket abinin evine varınca, onu daha önceden Fatih’teki derslerden tanıdığımı hemen hatırladım. Aslen Gönenli olan ve elli yıla yakın bir zamandır İstanbul Karagümrük’te ikâmet edip, Nur Camiası ve Yeni Asya’ya tam sadakatle bağlı olan, yıllarını bu hizmete veren ve istikametini kaybetmeyen Şevket Günder abinin bir dâvâ adamı olduğunu Ali abi önceden bahsetmişti. Mütevazi evine dahil olduktan birkaç dakika sonra mevcut manzara ve kararlı davranışlarından her şey zaten anlaşılıyordu. Şevket abinin evinin zemin katı, marangozhaneden çok bir kütüphane ve ilim ve araştırma merkezi görüntüsündeydi. İlim tetebbu odası niteliğindeki bu katta biraz vakit geçirdikten sonra Şevket ağabey bizi üst kata kahvaltı masasına davet etti. Orada sohbet ve kahvaltıyı birlikte yürütmeye çalıştık. Araştırma merkezimizden Ali Toker Ağabeyin de katılmasıyla çok hoş bir gönül ve sohbet sofrası da kurulmuş oldu. İşte bu dostlar sofrasında Şevket ağabeyin nasıl “ulema” nâmıyla bir harika hizmete vesile olduğunu öğrendik. Bu ibretâmiz olayı da bilmeyenlerle paylaşmak istedim. Kâbe’de ve Mescid-i Nebevî’de birlikte risale dersi yapılması mümkün değilmiş. Şevket Ağabey bu konuda gayret göstererek buralarda Risale okunmlasının serbestiyeti hususunda fetva çıkartılmasına vesile olmuş. Burada bu konuda kısaca bir bilgi verelim. Hacca gidenler bilir. Kâbe’de ve Mescid-i Nebevî’de halka oluşturarak toplu halde veya grup olarak ne sohbet edebilirsiniz, ne de bu şekilde kitap okuyabilirsiniz. Hemen sivil polisler gelir ve sizi ikaz eder. Bu iki mekânda bulunduğunuz zaman, namazdaki saf şeklinde durmanız gerekir. Geçmişte yaşanan çok çeşitli hadiselerden dolayı Suudi Devleti bu konuda çok hassas. Siyasi muhtevalı konuşma ve toplu hareket olmasın diye çok dikkat ediyor ve hiçbir gruba bu konuda müsamaha göstermiyorlar. Yalnız vaaz vermek isteyenler, hangi milletten olursa olsun, oradaki müftü veya sorumlu şeften izin almak zorundadırlar. Bu durumu bilen nur talebeleri de Risâle-i Nur Külliyatının orada gruplar halinde okunması, Türkiye’deki gibi “derslerin” yapılması için gayret göstermişler. Fakat her defasında polis müdahale edince bu defa Mekke Müftüsünden Risale-i Nur Külliyatının okunması için “fetva” almanın yolları araştırılmış. İşte Şevket Ağabey ve bir grup nur talebesi ağabey, o yıl bunun çarelerini araştırırken Mekke Müftüsüne nasıl gidilebileceğini öğreniyorlar. Sonunda oradaki “delil” denilen, Hac rehberleriyle olabileceği ortaya çıkıyor. Rehber aramak için otelden dışarı çıkar çıkmaz aradıkları rehberle karşılaşıyorlar. “İyi olacak hastanın; doktor ayağına gelirmiş.” “Delili” de arabaya alıp doğru Mekke Müftüsünün makamına gidiyorlar. Orada bir sürü ilim erbabı da çeşitli konularda suâl sormak ve “fetva” almak için müftünün huzurunda bulunuyorlar. Tabii ki Mekke Müftüsüne herkesin kimliğiyle tanıtılması gerekiyor. Sıra Marangoz Şevket ağabeye ve diğer Nur talebesi ağabeylere gelince, “delil”, yani rehber, Şevket ağabeyi, Müftüye: “Şeyh hazretleri, bu zat Türkiye’den ulemadan Şevket Efendi” diye takdim ediyor. Yanındaki diğer iki nur talebesi ağabeyi de birisini: “El umum Müdiri Ceride-yi Yeni Asya” (Yeni Asya Gazetesi Genel Müdürü), diğerini de “Tüccaran” yani Tüccar diye tanıtıyor, ki diğer iki ağabey de aslında emekli astsubaylar. Bu fasıldan sonra diğer ilim erbabının sorularını cevaplandıran Mekke Müftüsü, sıra “Marangoz Şevket ağabeye”; nâm-ı diğer “Ulema Şevket Efendiye” gelince “Senin derdin ne?” diyor. O da “Kur’ân’ın mânevî tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatı’nın Mescid-i Haram’da grup olarak, ders şeklinde okunması için ‘fetva’ istiyoruz” diyor. Müftü biraz düşündükten ve bazı sorular sorduktan sonra, cevap olarak: “O kudsî mekânlarda, siyasî, içtimaî dersler ve sohbetler yapılamaz” şeklinde bir beyanda bulununca; Şevket Ağabey aynen şunları söylüyor. “Bir anda ne yapacağım diye düşünürken, Üstadın bir ifadesi o anda sanki bana ilhamen geldi ve hemen: ‘Ya Üstad! Eûzübillâhimineşşeytanı vessiyaseh’ dedim. Müftü bu cevap karşısında hayrete düştü. Dakikalarca güldü. Ve sonunda ‘fetvayı ve beraatı’ verdi. ‘Risale-i Nur Külliyatını her yerde istediğiniz gibi serbestçe okuyabilirsiniz. Fetva veriyorum’ dedi.” Elhamdülillâh, o gün bu gündür Risâle-i Nurlar hem Mescid-i Haram’da, hem de Mescid-i Nebevî’de alınan bu fetvayla serbestçe okunuyor. Evet, hadisenin özü bu! Ben ve beraber olduğumuz dostlarımız bunları hayret ve ibretli dinledik. O sofrada daha birçok güzel hizmetler anlatıldı. Diğerlerini sonraya bırakarak şunu ifade etmeliyim ki; kendi iç dünyamda şunu bir defa daha tespit edip, sabitleştirdim: Biz Üstadın sözlerini aynen kabullensek ve yer, zaman, şahıs ve makamı da iyice tespit ederek ona göre davransak, kendi kafa feneri ve aklımızı fazla karıştırmasak, saf, temiz, mütevekkil, muhakemeli, feraset ve basiretli davransak ve de birazcık sabırlı ve akıllı hareket etmeyi bilsek, birçok problemimiz hallolacak. Dertlerimiz asgarîye inecek, İslâmın doğru anlaşılması ve yaşanması hem çok daha yaygın, hem de çok daha kolay ve güzel olacak. Bu sohbet sırasında Marangoz Şevket ağabeyden bir başka öğrendiğim husus ise, “vefa” duygusunun toplumda ve cemaatlerde çok erozyona uğramasının onun iç dünyasında meydana getirdiği gönül burukluğu ve üzüntüsü oldu. Bu konuda da daha dikkatli davranmam gerektiğini öğrendim. Vefakâr, cefakâr, fedakâr, sebatkâr hallerin gönül dünyalarımızda yerleşmesi ve her an yaşanması dilek ve temennilerimle... 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çocuklarımızı rahat bırakın! |
Mümkün olsa her şeyi bir yana bırakıp eğitim sistemindeki yanlışları, hataları ve ‘yalanlar’ı düzeltmeye gayret sarfetsek zarar etmiş olmayız. Ekonomik krizler, sıkıntılar ve ‘kavga’lar insanlara bir yere kadar zarar verebilir. Bu sıkıntılar nihayetinde gelip geçici sıkıntılardır. Ama eğitim sistemindeki sıkıntılar ve yanlışlar çocuklarımızı mahvediyor, onları hayatın gerçeklerinden koparıyor. Eğitim sisteminde çok hatalar var, ama en çarpıcı olanı M. Kemal’i anlatırken yapılıyor. İlkokul birinci sınıftan başlayan anlatımlar, çocukların gerçekleri değil de ‘hayalî bir kişi’yi tanımalarına sebep oluyor. Sonraki yıllarda ise gerçeklerle bir şekilde yüzleşenler, yıllar yılı yanlış bilgilerle kendilerini yanıltanları affetmiyor. Hepimiz bu yanlış anlatımlara şahidiz ve ne yazık ki bu yanlış anlatımlar hâlâ devam ediyor. Bir yazar, yalan-yanlış bilgilerle eğitildiğini itiraf edip, gerçekleri öğrendiğinde duyduğu kızgınlığı şu şekilde satırlara dökmüş: “(...) Yaşadığım büyük hayal kırıklığını biraz olsun hayal edin lütfen: İlkokuldan beri Atatürk döneminin ne kadar şahane olduğu öğretilmiş. Okuldaki ders yetmemiş, bir posta da evde dinlemişim... Gazete, radyo ve TV’de de aynı şey anlatılmış. Derken Atatürk döneminde, Türkiye’nin neredeyse yarısının, sürekli savaş hâlinde olduğunu öğreniyorum. İnanılır gibi değil! (...) Bütün bunları öğrendikten sonra ben Atatürk’ü nasıl özleyeyim? Onun dönemine nasıl ‘Altın Çağ’ diyeyim?” (Emre Aköz, Sabah, 12 Kasım 2009) Biri çıksın ve “Hayır, ders kitaplarında yanlış bir şey öğretilmiyor. Her şey doğru-dürüst anlatılıyor” desin! diyemez. Dediğini varsayalım, kimi inandırabilir? diyelim ki inananlar çıktı, bir veli olarak beni inandıramaz. Çünkü tarih konusunda yanlış şeyler öğretildiğinin ben de şahidiyim. Daha iki gün önce, ilköğretimde okuyan oğlum Mahmut Cemal, kendisine verilen ‘ödev’i bana uzattı ve sorulan soruların cevapları konusunda yardım istedi. 10 Kasım vesilesiyle bir okuma parçası verilmiş ve buna dayanarak sorular sorulmuş. Okuma parçasını okudum ve “Oğlum, burada anlatılanların çoğu yanlış” dedim. Yüzüme baktı ve her halde şaka yaptığımı düşündü. Öyle ya, hiçbir öğretmen ‘yanlış bilgi’ içeren bir soru sorar ve ödev verir mi? Daha fazla şaşırtmamak için “Götür, ağabeyin yardım etsin” diye havale ettim... Belki şaka geliyor, ama bu konu gerçekten çok önemli. Çocuklarımıza meselâ matematik dersinde “2 artı 2 eşittir 5” diye öğretilse susacak mıyız? Nasıl ki matematik dersinde bir yanlış öğretmeye itiraz etmek gerekiyorsa, aynı şekilde tarih dersinde öğretilen yanlışlara da itiraz etme hakkımız var ve uygun bir lisan ile itiraz etmeliyiz. Yani utanmasalar “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokardı” diyecekler! Tek başına iş başına gelen iktidarın bu konuları da birinci öncelikli olarak gündemine alması gerekir. Bugün öğrettiğimiz yanlış bilgilerin zararını yarın daha yakinen görürüz. Çocuklarımıza ve gençlerimize “ikili ve ikircikli” bir hayat yaşatmayalım. Okulda öğrenilen ile evde öğrenilen bilgiler birbiriyle örtüşsün. Aksi halde çocuklarımız hayatın gerçekleriyle yüzleştiğinde hem öğretmenlerinden hem de Türkiye’yi idare edenlerden şikâyetçi olur. Sonra da “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum”u düstur edinmesi gereken gençler olması gerekirken, öğretmenler gününde öğretmenlerini dahi hatırlamayan toplum haline geliriz. Ey Türkiye’yi idare edenler, çocuklarımızı yalan yanlış tarih bilgileriyle mahvetmeyin! 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“İlke ve inkılâplar”la “açılım”! (1) |
“Açılım”ın millet irâdesinin temsilcisi Meclis’te “Atatürkçülüğe” rampa edilerek 10 Kasım bahanesiyle bir dizi övgünün yanısıra “demokratikleşme” ile tek parti devrinden kalma “Atatürk ilke ve inkılâpları” arasında bağ kurulması, “en koyu Atatürkçüler”i bile şaşırttı. Bunun içindir ki, “Kemalizm” ya da “Atatürkçülüğün” resmî ideoloji olarak 1941’de okullarda “Türk İnkılap Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti dersi” olarak öğretilmeye başlanmasına, 1971’deki 12 Mart muhtırasının ardındaki ara dönemde “Millî Savunma Dersleri”nin “Millî Güvenlik Dersleri”ne çevrilmesine ve 12 Eylül darbesiyle “Atatürkçülük” dersinin “sil baştan” “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihimiz” adını almasına dikkat çeken Yalçın Doğan, her darbe ve darbe hevesinin “Atatürkçülük” adına yapıldığını yazıyor. 12 Mart ara dönemi darbecilerinden Muhsin Batur’un, “Rejimin adı hoş, fakat Kemalizmle hiç alâkası yok, Atatürk’ün ruhuna işkence” tesbitiyle, “Atatürkçülüğün”, “çaya-çorbaya limon gibi”, darbeleri meşru kılmak için kullanıldığını aktarıyor. (Hürriyet, 10 Kasım 2009) Aslında AKP’nin “Atatürkçülüğü”, her ne kadar “gömlek değiştirdiğini” söylese de tek parti devrindeki antidemokratik baskıcı uygulamaları bir tek “Atatürk sonrası” 40’lı yıllara hasreden Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu” zihniyetinden tevârüs etmekte. Bundandır ki, iktidar partisi, “açılım”ı “Atatürkçülüğe bir tuzak” olarak değerlendiren muhalefete karşı, Başbakan ve partisi sözcüleri, “demokratikleşme”nin “Atatürk ilke ve inkılâplarıyla örtüştüğü” açmazına saplanmakta…
DEMOKRATİKLEŞME, “ATATÜRKÇÜLÜK”LE OLUR MU? Bu açmaz, AKP’nin kuruluşunda “bir yanda Anıtkabir, diğer yanda Kocatepe Camii” söyleminin tabiî bir sonucu. İsrail Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı Alon Liel’in, “Erdoğanizm”i, “Kemalizmin yeni bir versiyonu” ve AKP’yi “İslâmı Kemalizmle barıştırma ve bağdaştırma hareketi” olarak tanımlanmasına Erdoğan’ın memnuniyetinin tezâhürü. “Gelişleri Obama, icraatları Bush gibi oldu, ‘Bushlaştılar” eleştirisine tepki gösterip, “Benzetileceksem, Atatürk’e benzetilmeyi isterim” diyerek, “Yaptıklarıyla Atatürk’e benziyor” övgüsünden onur duyacağını belirten Erdoğan’ın, “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmektir” sözü, bu husustaki “hassasiyeti”nin göstergesi… Hassasiyet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, hak ve hürriyetlerin ötesinde “Atatürkçülük”te. Bundandır ki her tartışmada, “hakikî ve öz Atatürkçü biziz!” atışmaları olmakta. M. Kemal’in Büyük Millet Meclisi’nde Hilâfetin kaldırılmasına karşı çıkanlara, “Muhtemel ki bazı kafalar kesilecektir!” cümlesinde özetlenen dönemin “demokrasi ile hiçbir alâkası olmadığı”nı “en katı Atatürkçüler” bile kabul ederken, AKP sözcülerinin “demokratik açılım” için “Atatürk”ü ve “Atatürkçülüğü” örnek göstermeleri, tam bir garâbet… Gerçek şu ki, AKP’nin “yedi” yıllık iktidarında, Türkiye’nin demokrasi kırılması, yalnız bu garâbetle kalmamakta. Öncelikle okul ders kitaplarında darbelerin övülmesi ve demokrasinin katledilmesinin ‘haklı’ ve ‘meşru’ gösterilmesi skandalı yaşandı. Atatürkçülüğün yüzde 40 arttırıldığı müfredattaki “laiklik” ve “irtica” bahisleri “darbeci mantığı”yla dercedildi. Başbakan’ın bazı internet sitelerinin “irticaî” diye fişlenmesi haberi üzerine 28 Şubat sürecindeki yönetmeliklerin antidemokratik ayrıklardan ayıklanması emrini verdiği bildiriliyor. Lâkin AKP devrinde basılan ders kitaplarında, milyonlarca öğrenciye, “İrticaî unsurların din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam ettiği’nden başlanarak, “Atatürk ilkelerine sımsıkı bağlanarak, laikliği her türlü tehdide karşı koruma görevi”ni belleten metinler okutuldu.
DİNİN VE DEMOKRASİNİN “RESMÎ İDEOLOJİ”YLE TANIMLANMASI… “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitaplarına Hz.Musa’nın, Hz. İsa’nın ve Peygamberimizin-haşa-“tasvirleri” konuldu. Peşinde önce “mezheplere gerek olmadığı” yazıldı, 2006’da basılan kitaplarda İslâm’da mezheplerin sayısı dörtten “beşe” çıkarıldı. “Kelime-i Tevhid, Lailâhe illallah’tır” ibâresiyle yetinildi. Namaz tarifinde, bayanlar için “başı yarı açık” resim kullanıldı. Cemaatlerin de tarikatlar gibi insanların din ve vicdan özgürlüğünü, ulusal birlik ve beraberliğini ortadan kaldıran gruplardır” ifadesi yer aldı. Başbakanlığın İçişleri Bakanlığı’nı okullara göndermekle görevlendirdiği genelgeyle, Kur’ân’da geçen, “cihad”, “fetva”, “halife”, “hicret”, “imamet”, “kâfir”, “medrese”, “mücâhid”, “şeriat”, “şirk”, “tağut”, “tebliğ”, “tekke” benzeri kelimelerin kullanılmaması istendi. Bazı bölgelerde ilköğretimlerde dağıtılan “okuma-yazma öğreniyorum” kitaplarında içinde haç işareti bulunan, çocukların kilisede aldığı eğitimi ve kilise dualarını gösteren fotoğraflar kullanıldı. Kimi açıkça darbe övgüsü yer alan bazı şeklî düzeltmelerin dışında, hâlâ AKP’nin “eğitimde Atatürkçülük” kırılması devam ediyor. “Atatürkçülük”, “laiklik” ve “irtica” bahisleri, körpe zihinlere tepeden dayatmacı bir darbeci zihniyetle dayatılıyor. Hâlen “Türkçe”den “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi”ne kadar birçok ders kitabında “Atatürk’ün görüşleri”ne atıfta bulunularak din ve demokrasi, “Atütürk’ün görüşleri”, “ilke ve inkılâpları” adesesinden tanımlanıp okutuluyor. Kısacası, “Kemalizm”i tahlil eden Dr. Theo Sommer’in tesbitiyle, “devlet kurucusunun ibadet şeklinde sunulan özdeyişleri, okul kitaplarında yer alan ruhu öldüren ideoloji”nin enjektesine aynen devam ediliyor. (Atatürk Devrimleri, Dünü, Bugünü ve Yarını,139) Peki, bu garâbetlerle “demokratik açılım” olur mu? 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Nihayet öğreneceğiz |
Gündeme geldiği Temmuz ayından bu yana Kürt açılımı ile başlayan, demokratik açılımla devam eden, sonrasında ise Millî Birlik projesini dönüşen “açılım”ın muhtevası bugün nihayet belli olacak. Salı günü ön görüşmelerindeki tartışmalara bakılırsa bugünkü görüşmelerin de hayli hareketli geçeceğini tahmin etmek zor değil. Ön görüşmeden sonra genel görüşmenin dün yapılması gerekiyordu. Konuşmalar normal seyrinde devam etmiş olsaydı bir-iki saatte bitmesi gerekirdi. Ön görüşmeler gece 21.30’da bitmesi dolayısıyla tüzük gereği genel görüşmenin 48 saat geçmeden yapılamadığı için bugüne alındı. Bugünkü görüşmelerde liderlerin konuşması bekleniyor. Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in “itidal çağrısı” yapmasına rağmen görüşmelerin de daha sert geçebileceği söyleniyor. (Aslında Salı günkü tartışmalarda yaşanan kargaşa, kavga ve küfürleşmeyi gördükten sonra çocukların izlememesi için görüşmelerin gece yarısı yapılmasında fayda vardı! Bunu küfürlerden bazılarının Meclis tutanaklarına dahi yazılamamasından durumun vahametini anlayabiliriz.) “Açılım görüşmeleri”nde yaşanan tartışmaları “kardeşlikle” irtibatlandırmak ne kadar doğru olur bilemiyoruz. Açılımla ilgili bilgi veren İçişleri Bakanı Beşir Atalay konuşurken CHP’liler pankart açıyor, AKP’li Suat Kılıç konuşurken kürsüye yürünüyor. Küfürler, hakaretler, protestolar havada uçuşuyor. “Açılımın koordinatörü” Atalay’ın konuşması dahil, neredeyse bütün konuşmalar tartışma ile geçti. Bunca tartışma arasında “kastı aştıysam özür dilerim” diyerek özür dileyen sadece Atalay oldu. Konuşmalar açılım “içeriği”nden çok “Niye 10 Kasım günü seçildi?” üzerinden yapıldı. Ön görüşmeleri takip etmek amacıyla Meclis’e gittiğimizde gördüklerimiz gerginliklerin olabileceğini gösteriyordu. Daha görüşmeler başlamadan önce CHP’li Canan Arıtman’ın kartonlara hazırlanan pankartları CHP’li milletvekillerine dağıtması dikkatimizden kaçmadı. Bazı milletvekilleri okutmamak için çaba gösterirken, bazı milletvekilleri fotoğrafların çekilmesi için açık şekilde “mesajlı pankartları” okuyordu. 10 Kasım’la ilgili konuşmalar yapılırken bir hareketlilik yoktu. Ne zaman ki AKP sözcüsü Avni Doğan kürsüye çıktı işte o zaman tartışmalar başladı. Yani fitili bu konuşma ateşledi. Ve hiç kimsenin tasvip etmediği görüntüler milletin gözleri önünde sergilendi. Aslında hükümet toplantının “Niye 10 Kasım?”da olduğunu açıkladı. Başbakan da net bir şekilde “Açılım, Atatürk ilkeleriyle özdeş” dedi ama muhalefet partilerini inandıramadı. Salı günü Meclis Genel Kurulu’nda yaşananlarla ilgili tartışma hâlâ devam ediyor. Özellikle CHP’nin içtüzüğe aykırı şekilde açtığı pankartlar ile CHP’li Onur Öymen’in “Dersim” vurgulu konuşması tartışılıyor. Meclis Başkanı Şahin’in yönetiminden ne iktidar ne de muhalefet memnun! Muhalefet Şahin’in istifasını isterken, iktidar “pankartlar karşısında içtüzüğü işletmediği” için tepki gösteriyor. * * * Böyle bir tartışmadan sonra millî birlikten ya da kardeşlikten ne kadar bahsedilebilir ki? Görüldü ki, ne bir birlik var, ne de kardeşlik… Görüşmelerde yakışıksız sözler sarfedildi. Millet böyle olayların yaşanmasını istemiyor. “Demokrasinin neresinde kavga, küfür, hakaret var?” diye soruyor. Kısaca millet sağduyu ve sorunlarına merhem olacak çözüm teklifleri bekliyor. Bugün genel başkanlar konuşacak. Genel başkanların gruplarına hâkim olup bugünkü görüşmede kavgaların, yakışıksız görüntülerin olmasını önlemeleri gerekir. Diğer yandan da millet aylardır tartışılan “açılım”ın içinin “dolu” olmasını iktidardan beklerken, muhalefetten de kavga yerine sorunlara çözüm alternatifleri getirmesini bekliyor. Umarız ki bugünkü görüşmeler Salı günkü görüşmeler gibi kısır siyasî çekişmeler yaşandığı bir kavga arenasına dönüştürülmez, milletin sorunlarına çözüm olabilecek konular konuşulur. Sadece Kürt sorunu değil, demokrasinin önünde engel olan birçok sorun karşısında açılım yapılması gerekiyor. 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Blackwater’ın Irak politikası: Öldür, rüşvetle sustur! |
Amerika’nın pis işlerinde kullandığı Blackwater şirketinin Irak’taki ‘Öldür, rüşvetle olayı kapat’ politikası uluslar arası gündemi sarstı. The New York Times’ın ortaya çıkardığı olaya göre; 2007 yılında Bağdat’ın Nisur Meydan’ında rastgele kalabalığa ateş açan Blackwater güvenlik şirketinin güvenlikçileri 17 masum sivili öldürmüş, bir çok kişiyi de yaralamıştı. Haberlere göre bu olay sonrası Irak’ta çalışmaya devam edebilmek için 1 milyon dolar rüşvet dağıtmışlar. Ölenlerin aileleri ve yaralılara tazminat olarak teklif edilen rakam ise kişi başı birkaç bin dolar! 2004 yılında işgalcilerin Irak Valisinin özel güvenlik güçlerine sağladığı dokunulmazlık yüzünden, bu şirketler yüzlerce sivili öldürdükleri halde hiçbir müeyyide ile karşılaşmamışlardı. Ancak 2008 yılında Irak hükümeti bu şirket personelinin Irak yasalarına tabi olması ve ruhsatlandırılmaları konusunda Amerikalılarla anlaştılar. Bunun üzerine Blackwater da 2004 yılından bu yana 1,5 milyar dolar para kazandığı Amerikan büyükelçilikleri ve görevlilerini Irak ve Afganistan’da koruma işini kaybetmemek için 1 milyon dolarlık rüşvet işine girişmişler. Suçu da olaya karışan altı personele yıktılar. Bu kişiler halen Amerika’da yargılanıyor. Peki Blackwater şirketi gücünü nereden alıyor? Eski çalışanlarının yeminli ifadelerine göre başkanı Erik Prince’in ‘kendisini Müslümanları ve İslâm dinini yeryüzünden silme göreviyle görevlendirilmiş Hıristiyan Haçlı olarak gördüğü’ bu şirket 1998 yılında kuruldu. Halen dünyanın sıcak noktalarında Amerikalı diplomatları ve CIA personelini koruyan ve aynı zamanda gizli operasyonlar yürüten onbinlerce personeli var. İşe 2002 yılında Kabil’deki CIA istasyonunu koruma işini almakla başladı. CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığından emekli olan üst düzey bürokratları işe alarak da ilişkilerini güçlendirdi. 2004 yılında CIA’nın bu şirkete birkaç milyon dolar vererek el Kaide yöneticilerini bulma ve yakalama işini ihale ettiği, ancak şirketin hiç kimseyi yakalayamadan bu paraları aldığı geçenlerde ortaya çıkmıştı. Halen bazı mensupları Amerika’da silâh kaçakçılığından yargılanmakta olan, vergi kaçakçılığı ve savaş suçlarıyla suçlanan şirketin halen yürüttüğü işler arasında Afganistan ve Pakistan’da sivilleri öldüren insansız uçaklara füze ve bomba yerleştirme işi de var. Peki rüşvet işe yaradı mı? Bu şirketin Irak’tan hemen çıkarılmasını isteyen Iraklılar kısa süre içinde sakinleşti. Şirket, Irak hükümeti bu şirkete ruhsat vermeyeceğini geçen ilkbaharda açıklayana kadar Irak’ta çalışmayı sürdürdü ve kimse üzerlerine gitmedi. Ruhsat alamayacakları açıklanınca, ABD işi Triple Canopy şirketine verdi; ama adını Xee olarak değiştiren Blackwater şirketi halen Irak’ta geçici işlerini sürdürürken, Afganistan’daki faaliyetlerinde aksama yok. Yani bütün suçlamalara ve dâvâlara rağmen işlerini gayet rahat sürdürüyor. Bazı haberlere göre ölümlü olay olduğunda ‘bir an önce tazminat ödeyin ve bu işi kapatın’ diyen zaten ABD Dışişleri imiş. Bu rüşvet konusunda da yetkililerin bilgisinin olduğu kuşkusuz. Öldürdüğü Iraklıların ailelerine 5 bin dolar ödenmesi konusunda Amerikalı milletvekilinin komisyonda ‘bir kimsenin hayatının 5 bin dolar ettiğine kim karar veriyor’ diye sordu şirketin başkanı Prince’e. ‘Değeri biz belirlemiyoruz efendim, Irak’taki genel politika böyle’. Bu olayın önemi aslında bir şirketin Irak’taki pisliğini 1 milyon dolar rüşvetle kapatmaya çalışmasından kaynaklanmıyor. Dünyanın süper liderinin pis işlerini yaptırdığı şirketlerle dünyanın bir çok yerinde masum insanları yok etmekte bir sakınca görmemesi, hatta bu şirketlerle çalışmaya devam ederek onları koruduğunu göstermesi çok anlamlı. Irak belki bu şirketten kurtuldu ama Afganistan’da aynı kirli işler sürüp gidiyor. Umarız uluslar arası kamuoyu bu ‘sorumsuz yetkili ve dokunulmaz’ şirketlerin Amerika adına kan dökmeye devam etmesine daha fazla seyirci kalmaz. 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Asıl belge bu |
Albay Dursun Çiçek’in imzasını taşıyan belgenin ortaya çıkmasıyla başlayan gelişmeler, çorap söküğü gibi devam ediyor. Yaz aylarındaki hararetli tartışmalardan sonra konunun tavsadığının düşünüldüğü bir noktada bir “ihbarcı” subayın, Adlî Tıp teyidinden geçen ıslak imzalı orijinal belgeye ilâveten, internet andıcını ve 22 Temmuz sonrası hazırlanan bilgi destek notunu gündeme getirmesini müteakip, sayısı 100’e varan yeni belgelerden söz ediliyor. Hepsi de Genelkurmay karargâhının ürünü. Bunlar, internet andıcının Genelkurmay tarafından doğrulanmasını takiben gündeme geldi. Bu andıcın önce Başbakanlık talimatıyla yapıldığından söz edildi. “Böyle birşey yok” denilince, 2000 yılına gidildi. O döneme ilişkin kayıtlarda da öyle bir talimatın olmadığı ortaya çıkınca bu defa yeni referans, 28 Şubat hedeflerini takip etmek için hazırlandığı belirtilen 100 sayfalık “irticayla mücadele strateji belgesi” olarak gösterildi. Hükümet kaynaklarının verdiği bilgiye göre, 28 Şubat’ta BÇG tarafından hazırlanan bu belge 2006’da Bakanlar Kurulunun gündemine gelmiş ve bazı maddeleri rötuşlanarak devam ettirilmiş. Şimdi ise, 28 Şubat hükümetlerince “irtica ve bölücülükle mücadele” için çıkarılan tüm yönetmelik, plan ve belgelerin iptali gündemdeymiş. Bunların ne ölçüde doğru olduğunu da, doğruysa ne derece uygulanabileceğini de bilmiyoruz. Başbakanın, “Genelkurmay Başkanının azliyle ilgili çalışma” yaptırdığına dair haberler için AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in yaptığı tekzip, onlarda da söz konusu olabilir... Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutunda ise, on yıl öncesine uzanmadan önce, AKP iktidarında, dört yıl önce yaşanmış ilginç bir olaya bakalım. “Gizli anayasa” olarak da nam salmış olan Millî Güvenlik Siyaset Belgesi 2005’te güncellendi. Belgenin yenilenmiş halinden bazı cümleler: * Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın temel yolu Atatürk milliyetçiliğidir. * Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlardır. * Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiler önem taşımaktadır. * Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü temel bir ilkedir. Atatürk’ün ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasî ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır. * İrticaî faaliyetler içte ve dışta sürmektedir. * Anayasadaki inkılâp kanunlarının ödün vermeden uygulanması gereklidir. * Eğitimde Tevhid-i Tedrisat Kanunu temel dayanaktır. Belgeden bu cümleleri aktardığımız “Teslimiyet belgesi” başlıklı yazımızda şöyle demiştik: “Hükümet tehdit belirleme yetkisini askere devrederken, aynı zamanda Atatürk milliyetçiliğini ve Atatürk’ün dini dışlayan millet tariflerini yegâne doğru imiş gibi dayatan, inkılâp kanunlarının tavizsiz uygulanmasını isteyen, Tevhid-i Tedrisatı kendi bildiği şekilde uygulamaktan vazgeçmeyen, sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkileri ‘ilkeler’ şartına bağlayan ve tehdit sıralamasında irticayı ilk sıraya koyan bir anlayışa da boyun eğmiş oluyor.” (Yeni Asya, 21 Aralık 2005) Böyle bir belgeye “evet” diyen hükümetin, bu belgeye esas teşkil eden zihniyetçe üretilen kronik sorunları çözüp “derde deva, sadra şifa” olacak bir açılım yapabilmesi ya da benzer içerikteki andıçların hesabını sorabilmesi mümkün mü? Ve AKP iktidarının son dört yılında uygulamada olan bu belge ortadayken, başka belge aramaya hacet var mı? Hükümet, diğerleriyle beraber, hattâ onlardan da önce bu belgeyi iptal etsin ki, her yerden fışkıran andıçların en temel referans ve dayanaklarından biri ortadan kalksın. Yürürlükteki ihtilâl anayasası bunu yapmasına imkân vermiyorsa—ki vermiyor—o zaman sivil, demokratik anayasa projesini askıdan indirsin. Çünkü rötuşlarla, makyajlarla bu iş çözülmez. 13.11.2009 E-Posta: [email protected] |