Basından Seçmeler |
“Atatürk hepimizin” diyen safdiller
ATATÜRK’ÜN toplumun tamamına ait bir değer olduğu veya olması gerektiği iddiası, pratikte bizzat bu iddianın sahipleri tarafından nakzediliyor. Çünkü “Atatürk’e sahip olmak” başkalarıyla paylaşmak istemeyecekleri anormal bir güç veriyor bunlara. Esas olarak asker ve sivil bürokrasi ile bunların toplumdaki destekçilerinin oluşturduğu bir “zümre” var Türkiye’de. Atatürk işte bu zümrenin elinde sopa olmuş, onunla hasımlarına vuruyorlar ha bire. Bu zümreyle çatışması olanlar “dokunulmaz” Atatürk’le kavgalı ilan ediliyor; biletleri Atatürk karşıtlığından kesiliyor. Bu zümrenin Atatürk’ü paylaşmaya yanaşacağını düşünmek safdillik olur. Ama safdiller var ve bunlar “hepimizin ortak değeri” diyerek Atatürk’e sahip çıkmaya çalışıyorlar. Doğuştan “Atatürk’e sahip olanlar” ile sonradan Atatürk’e sahip çıkmaya kalkışanlar arasında eşitsiz bir mücadele olduğu aşikâr oysa. 1950’ye kadar bu ülkede bir tür asr-ı saadet yaşandığına ve bu tarihten sonra her şeyin bozulduğuna iman etmezseniz Atatürk “sizin Atatürk’ünüz” olamıyor mesela. Ayrıca “Atatürkçü yaşama tarzı”ndan da sınava çekiliyorsunuz. Bu sınavları geçseniz bile “sınıfsal kökeniniz” sizi ele verebiliyor. Çünkü “doğuştan Atatürk’e sahip olanlar”ın bir diğer adı da “Beyaz Türkler”. *** Bu zümrenin Atatürk’le ilişkisinin birkaç boyutu var. Sözgelimi sosyolojik boyutunda kendi sınıfsal kimliklerini pekiştirme ve sosyal hayatta öteki sınıflara ait sınırları belirleme imtiyazını elde tutma arzusu ana motif. Bunun yanında, psikolojik ve sosyal-psikolojik anlamda tezahür eden “kutsal ihtiyacı” bu zümrenin ve mensuplarının Atatürk kavramına yönelişlerinde bir diğer belirleyen olarak dikkat çekiyor. Daha açık anlatalım: Hem bireysel hem de toplumsal hayatta bir “kutsal”a ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyacı esasen din ve dinî kurumlar karşılar. Ama dinin olmadığı yerde de bu alan boş kalmaz. Kimi zaman “kuram” doldurur burayı, kimi zaman “lider” kültü. Bizim Beyaz Türklerin Kemalizmi bir tür dine dönüştürmüş olmaları bu bakımdan absürt değil. Anıtkabir’deki törenlerin, saygı duruşlarının, “Ata’ya şikayet”lerin, 10 Kasımlar’da saat dokuzu beş geçe yapılan o “benzersiz” merasim dışındaki bütün uygulamaların esas olarak geleneksel dinlerin ritüellerinin taklidi olduğu çok açık. Anıtkabir ziyareti haccın, saygı duruşu namazın yerini tutuyor sözgelimi. Nutuk’un kimilerince açıkça “Kutsal Kitap” olarak lanse edilmesi yoruma hacet bırakmıyor zaten. *** Tamam, kutsal ihtiyacı anlaşılır bir durum. Doğal bir ihtiyaçtan söz ediyoruz burada. Üstelik hepimiz inanç özgürlüğünden yanayız! Ama “Türkiye’de her şeyin 1950’den önce -daha ortodoks bir rivayete göre ise 1938’den önce- güllük gülistanlık olduğu” inancını sosyal hayata ve siyasete dayattığınız zaman problem oluşuyor. 1950’den sonra ülkeye gelen demokratik sistemi yaşatmak isteyenlerin “hain” muamelesi görmesi bunlardan biri. Darbelerin, cuntaların yolu böyle açılıyor. Üstelik “eğitimli, modern, kentli” sıfatlarıyla anılan Beyaz Türkler yapıyor bu işi. Hatta asker ve sivil bürokrasinin Atatürk’ü bile Beyaz Türklerin Atatürk’ünün yerini tutmakta kimi zaman acze düşebiliyor. Birilerinin kafasında tabu, birilerinin elinde ise sopa olan Atatürk kavramı, kusura bakmazsanız bizim için “Atatürk meselesi” oluyor ve bu meselenin çözümü için kafa yormak bize düşüyor.
İbrahim Kiras / Star, 12.11.2009 |
13.11.2009 |
10 Kasım’da hayatı durduralım mı?
DİNİ bütün Yahudiler, Cumartesi günleri hiçbir iş yapmazlar. Bu onların inançlarının bir gereği. Elektrik düğmelerine bile dokunmazlar. Yemek yapmazlar, televizyonu açmak için düğmeye basmazlar. Peki o gün televizyon seyretmezler mi? Seyrederler. Cuma akşamından televizyonu açık bırakırlar. Böylece televizyonun düğmesini açmak için çalışmamış olurlar fakat televizyon seyretmeyi ihmal etmezler! Hem inançlarının gereğini yapmış olurlar hem de o gün yapılması gereken işlerini yapabilirler. CHP’lilerin Atatürk’ün ölüm günü olan 10 Kasım’da TBMM’de “Demokratik açılım konusu görüşülür mü” yollu serzeniş ve karşı çıkışları bana Yahudiler’in Cumartesi günleri hiçbir iş yapmama inanışlarını hatırlattı. Sormak gerek CHP’lilere. Acaba 10 Kasım günü nelerin yapılıp nelerin yapılmayacağına dair bir kural mı var? Atatürk’ün öldüğü gün yapılmaması gereken işler gibi bir 28 Şubat andıcı olabilir mi? Bu CHP’liler gerçekten komik oluyorlar. Ne yapalım yani 10 Kasım günü hayatı durduralım mı? Gazete çıkarmayalım o zaman... İşe gitmeyelim. Müzik dinlemeyelim. Sinema, tiyatro ve benzeri eğlence yerlerini kapatalım. Daha da ileri gidip o gün Meclis’in kapısına kilit vuralım. Rengarenk elbiselerimizi bir kenara bırakıp sadece ve sadece siyah giyinelim.
Nuh Gönültaş Bugün, 12.11.2009 |
13.11.2009 |
Meğer o da mizansenmiş
MECLİSTE Atatürk pankartı açan) Bu adamlar bana, on beş yıl kadar öncesinin “cesur yürek” lakabı takılan bir hanımını hatırlattılar... Hani birtakım çarşaflı kadınlar ve çember sakallı adamlar yürüyorlar, bir “cumhuriyet kızı” da onlara Atatürk fotoğrafı tutuyordu... Evet, bir Ortodoks papazının cemaate ermiş tasviri tutması gibi, “ikona” gösteriyordu... Kadın bir anda meşhur oldu, televizyonların haber bültenlerine, canlı yayına çıkarıldı (stüdyoda yanımda oturdu, oradan bilirim.) Sonra iş anlaşıldı: Meğerse hanımın kocası fotoğrafçıymış, olay da, adam resmini çekip yabancı basına satabilsin diye hazırlanmış bir mizansen! Para kazanacaklar..
Engin Ardıç / Sabah, 12.11.2009 |
13.11.2009 |
Bu, son isyan olsun
TÜRKİYE tarihi, biraz da Kürt isyanları ve ardından gelen baskı dönemlerinin tarihidir. İlk büyük ayaklanma, 1925’teki Şeyh Sait isyanıydı. İstiklal harbindeki ortaklık, ilk darbeyi orada yedi. Sert bastırıldı. Çok kan aktı. Kürtlerde Ankara’ya, Ankara’da Kürtlere karşı güvensizliğin tohumlarını attı. O yıl “savunma refleksi”yle “Şark Islahat Planı” hazırlandı. Planın özü, “Doğu’nun Türkleştirilmesi”ydi. 5. maddesine göre, “Ermenilerden kalan arazilere Türk (Laz, Gürcü vs) göçmenler yerleştirilecek”ti. 11. maddesine göre, “Şark’ta 2. derece memurluklara bile Kürt memur atanmayacak”tı. 14. maddesine göre, “okulda, bürokraside, çarşı pazarda Türkçeden başka dil kullananlar cezalandırılacak”tı. 15. maddesine göre, “yatılı bölge ve kız okulları açılarak yöre çocukları eğitim yoluyla eritilecek”ti. 18 ve 19. maddelerine göre, “görkemli hükümet binaları, jandarma karakolları ile askeri sevkiyata uygun yollar yapılacak”tı. (Tam metni için bkz: “Şark Islahat Planı”, Mehmet Bayrak, Özge Y. 2009) Plan, isyana tepkiydi tabii; uygulanamadı da, ama işi askere havale edişin miladı oldu. * * * Sorun çözüldü mü? Hayır. Şeyh Sait’i, Siirt, Nusaybin, Ağrı, Silvan, Hakkâri, Bitlis, Eruh, Van, Hınıs, Bitlis, Dersim’deki isyanlar izledi. 27 Mayıs 1960’da askerler bu kez bir “Doğu Raporu” hazırlattılar. Bulunan çare, yine “asimilasyon”du. “Bölgenin, Kürtler lehindeki nüfus yapısını Türk lehine çevirmek için Karadeniz’deki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmeyi, Kürtleri ise bölge dışına, hicrete teşvik etmeyi” düşündüler. Ansiklopedilerden “Kürt”leri kazıyıp, “Onlar Turani kavimlere dayanan dağlı Türklerdir” densin istediler. “Bölge okulları kurup kız ve erkek misyonerler yetiştirelim”, “Radyoyla, tiyatroyla, müzikle Türklük propagandası yapalım” “Dünyaya Kürt meselesi diye bir şey olmadığını anlatalım” dediler. Bu rapor da sonuç vermedi, ama iktidardaki zihniyetin niyetini ortaya koydu. * * * Sorun çözüldü mü? Hayır. “Türkçülük” baskısı, “Kürtçülük” bilincini tetikledi. 1970’lerde Kürt örgütleri kurulup palazlandı. 12 Eylül, “Kürtçe dil yasağı, Diyarbakır cezaevi işkenceleri” ile geldi. Peşinden, bölgede sıkıyönetimi, yakılan köyleri, göç baskısını sürükledi. PKK’nın silahlı mücadelesi de bundan sonra başladı. 85 yılda peş peşe gelen isyanlar ve darbeler, sorunu büyüttükçe büyüttü. Hangisi sebep, hangisi sonuçtu, isyanlar mı baskıya tepkiydi, baskılar mı isyanlara yol açmıştı; artık önemi yok. Önemli olan şu: Her isyan daha sert bir baskı, her baskı daha büyük bir isyan getirdi. Şimdi “son isyan”dan sonra ilk kez Türkiye, sivil bir çözümü konuşuyor. Kavga dövüş içinde gözden kaçırılmaması gereken bu... Paket eksik, süreç kötü yönetildi, Meclis’e yanlış günde geldi, doğru; ama bunlar, işin özünü zedelememeli... Sonunda bulacağımız çözüm, bizi ha bire dibe çeken isyanları da, darbeleri de bitirebilir; ışığa çıkmamızı sağlayabilir.
Can Dündar / Milliyet, 12.11.2009 |
13.11.2009 |
Atatürk dönemine nasıl “altın çağ” diyeyim?
LİSEYİ bitirdiğimde sadece 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’nı biliyordum. O da ‘Kürt İsyanı’ndan ziyade, yabancı devletlerin kışkırtmasıyla harekete geçen ‘şeriatçıların isyanı’ gibi öğretilmişti. Yeşil bayraklar filan... Üniversitede sosyoloji okudum ama kimse Kürt Sorunu’ndan söz etmedi. Ne zaman PKK saldırıları başladı, o vakit işin rengi değişti. Sadece ben değil, bütün arkadaşlarım allak bullak oldu. Cehaletimizi biraz olsun kırmak için okumaya başladık. Baktık ki olay bambaşka: Ağrı İsyanı var; yıl 1930... Dersim İsyanı var; yıl 1937... “Dünyanın ilk kadın savaş pilotu” diye övündüğümüz Sabiha Gökçen’in, kadın-yaşlıçocuk demeden köylere bomba attığını öğrendik mesela. Meğer bunlar büyük isyanlarmış. O dönemde, irili ufaklı, toplam 16 isyan meydana gelmiş. Bunları öğrenince, aldı beni bir düşünce. *** Yaşadığım büyük hayal kırıklığını biraz olsun hayal edin lütfen: İlkokuldan beri Atatürk döneminin ne kadar şahane olduğu öğretilmiş. Okuldaki ders yetmemiş, bir posta da evde dinlemişim... Gazete, radyo ve TV’de de aynı şey anlatılmış. Derken Atatürk döneminde, Türkiye’nin neredeyse yarısının, sürekli savaş halinde olduğunu öğreniyorum. İnanılır gibi değil! Adeta filmlerdeki o ünlü repliğin tam tersi bir durum: “Senin annen bir melek değildi yavrum.” Böylece Atatürk dönemindeki 16 isyanın ne anlama geldiğini kavrıyorum: Kötü yönetim! Belli işte: 1938’e kadar Türkiye çok kötü yönetilmiş. Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü ve GK Başkanı Fevzi Çakmak, Kürt Sorunu’nu ‘çözmeye’ değil, ‘yok etmeye’ çalışmışlar. Peki, başarmışlar mı? Başaramadıkları apaçık. Bütün bunları öğrendikten sonra ben Atatürk’ü nasıl özleyeyim? Onun dönemine nasıl ‘Altın Çağ’ diyeyim?
Emre Aköz / Sabah, 12.11.2009 |
13.11.2009 |