28 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Kanaate kanaat etmek


A+ | A-

İhtiyaç duyarak okumak; okumaların en şevklisi, en lezzetlisi, en ihtiyaç gidereni… Zaten Risâle’ler de müellifin ihtiyacına binaen, zamanın ihtiyacına cevap vermek için ânî ve def’î olarak telif edilmiş… Onu okumak, anlamak ve hayata tatbik etmek de bir nevî öyle olsa gerek; ızdırara varan istemek ve Rahmetin nazar etmesini beklemek…

Hastalar Risâlesi hasta olmadan da okunacak bir risâle, fakat onu en iyi hastalar anlar, musibetzedeler kavrar… Yüzü ve yüreği ahirete çevirerek faniliğe sırt çevirten Hastalar Risâlesi şifa iksirleriyle dolu…

Adına kriz denen yeryüzünü sarmış iktisadî sarsıntı, herkesi bir şekilde az veya çok etkiliyor, etkilenmedim diyen iktisat ve kanaat düsturlarını bihakkın uygulayan kimseler… Kapital virüs öyle bir sarmış ki beşeri, insâniyet vücudu farkında olmadan yıpranıyor, tüketiliyor, uyanmasın diye de uyutucu ve uyuşturucu hevesâtlarla oyalanılıyor…

İktisadî çaresizliğe en iyi çare Kur’ân iksirlerinde; Kur’ân’dan lemean eden Nur Risâlelerini, bilhassa İktisat Risâlesini iyi okumakta ve kavramakta, bakın ne diyor:

“‘İktisad eden, maişetçe aile belâsını çekmez.’ (Hadis-i Şerif) Evet, iktisad, kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki had ve hesaba gelmez”

Geniş zamanda, bollukta bu nükte okunsa, okuyan elbette hissiz kalmaz, geleceğe yatırım yapmış olur, fakat dara düşen kadar kimse kıymetini anlayamaz bu hakikatin… Damdan düşenin halini damdan düşen anlar misâli; iktisâdî darlıkta kanaatin kıymetini, israfın zararını en iyi o kederi yaşayanlar takdir eder…

“İktisad etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medâr olacak para, çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor.”

Nefis üzerine alınmak istemese de vakıa bu, israfın olduğu yerde bereket olmuyor, bereketin olmadığı yerde de var olanlar yetmiyor, daha fazla daha fazlaya sürükleniliyor, sonu gelmez koşuşturmalarla ömür tüketiliyor, haysiyet ayaklar altına alınıyor, şeref bir para, elde var yokluk… Neymiş rahat edecekmiş, malla kariyer elde edecekmiş, miş miş…

Onun için bir zamanlar Tabiat Risâlesini okumak ne kadar elzem idi ise, bugünlerde de tevhid bahislerinden hemen sonra İktisat ve benzeri Risâleleri okumak o denli önemli. Karşılıklı müzakereler yapılırken birbirinden iktisadlı yaşama seciyeleri devşirilebilir… Bir virüs gibi ceplerimizi kemiren kredi kartlarını terk etmek, kanaate kanaat etmiş, muktesid ve tevekkül sahiplerinin işi olsa gerek. Yapmıyorsak imanımız yenilenmeyi bekliyor; adı üstünde, “Kredi Kartı”, başka söze, fetvaya gerek var mı? Gününde ödenirse bir şey olmazmış, boş verin o sözleri, kalbinize bakın…

İktisadın küçüğü büyüğü olmaz; yerinde harcanılmayan bir lira israf olduğu gibi yerinde harcanılan bin lira da israf değildir… Bir liralık israfı Allah için kaçmak bakarsınız, Mevla’nın hoşuna gider, Rahmet nazarıyla muamele eder kuluyla, kim bilir? Âlim-i Hâkim en iyisini bilir.

TV’ler, gazeteler, boş meclislerde, boş konuşmalar, zihin ve kalpteki boş vesveseleri bırakarak zamandan iktisad edebilsek, kazandığımız bereketli zamanlarla İktisad Risâlesini yaşayarak okusak, eminim hayatımızı kanaat üzere geçirmiş olacağız ve dünyanın yaşadığı bu sıkıntı dünyamıza uğramadan gidecek, inşaallah.

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Amerika’nın Endonezya’daki soğuk savaşı


A+ | A-

Endonezya, Uzakdoğu’nun en büyük İslâm ülkesi. 240 milyonluk nüfusunun yüzde 86’sı (205 milyon kişi) Müslüman olan bu ülke, 2001 yılından bu yana Amerikan dış politikasının önemli odak noktalarından.

Ancak bu ülkeye yönelik Amerikan politikası Soğuk Savaş dönemi taktiklerini içeriyor. Bütün Ortadoğu’dan daha fazla Müslüman nüfusa sahip olan Endonezya’da, 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana ABD, dine müdahale etmek, bu ülkedeki Müslümanları Amerikan karşıtı olmaktan uzaklaştırmak için elinden geleni yaptı. Washington Post gazetesinin araştırması yapılanları çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Kendi tabirleriyle “Ilımlı” Müslümanları güçlendirmek için belli grupları eğiten Amerikalılar, bunlara her türlü malî desteği sağladılar. Yüzlerce Endonezyalı din adamı ABD’nin finanse ettiği kurslarda Kur’ân’ın (sözde) modern tefsiri üzerinde eğitildiler. Hatta yine ABD parasıyla vaaz kitabı hazırlandı. Hatta hutbe kitabı da yazıldı. Böylelikle hem İslâm’ın ılımlı yüzü güçlendirilecek hem de radikal grupların desteği azaltılacaktı.

Liberal İslâm İletişim Ağı adı verilen bir sivil toplum örgütünün başı olan Ulil Abşar Abdullah Washington’a dâvet edildi. Burada Amerikan derin devletinin önemli adamları Paul D. Wolfowitz dahil bir çok önemli adamla görüştürüldü. Kendisine destek verildi.

Taktik tam tersine işledi. Bu işlerin içinde Amerika’nın parmağı olduğunu ortaya koyan radikal gruplar güçlendi. Amerikan karşıtlığı şiddetlendi. Endonezya din işleri konseyi ABD’nin İslâm’ı yeniden şekillendirme kampanyasını reddetti ve “laiklik, çoğulculuk ve liberalizmi” lânetleyen bir fetva yayınladı.

Bir ülkenin halkının dinî hayatına karışmanın yanlışlığını fark etmeye başladı ABD. İşlerin ters gittiğini gören Amerikalılar finans sağlamada kullandıkları Asya Vakfı’nın stratejisini değiştirmek zorunda kaldılar. Vakfın Jakarta’daki yöneticisi Robin Bush, “İslâm içi tartışmaların uluslar arası örgütlerin müdahalesi olmaksızın daha etkin şekilde geliştiği” kanaatine vardıklarını açıkladı. Bu vakfın yerine 2003 yılında Herkes İçin Özgürlük Vakfı devreye sokuldu.

Bu arada Endonezya’da güzel gelişmeler oldu. Ekonominin güçlenmesi, küresel krize rağmen istikrarın sürmesi, eğitim imkânlarının artması, en önemlisi de din ve vicdan hürriyetinin güçlenmesi, ülkede hoşgörü ve aşırılıktan uzaklaşma anlayışını egemen hale getirdi. Amerikalıların yapamadığını, zaman yaptı. Şimdi ülkede İslâm’ın özüne uygun yaşamaya çalışan, terörü lanetleyen, Kur’ân’ı çağın ihtiyacına uygun tefsir ederek, hayatın her alanına uygulamaya çalışan milyonlar var.

Amerikalılar da artık başka bir ülkede toplum mühendisliğine soyunup, dinî hayatı şekillendirmenin yanlışlığını gördüler ve yeni akıma uygun stratejiler geliştirmeye başladılar. Yeni anlayışları “Eğer hiçbir şey yapmazsak daha iyi olacak”.

Bu olayı neden anlattık? Maalesef bu Amerikan taktikleri, ABD’nin önemli gördüğü bütün bölgelerde uygulanıyor. Her zaman da Endonezya’da olduğu gibi barışçı yollarla değil, toplumun huzurunu bozacak metotlarla uygulanıyor. Obama ile birlikte değişmeye başlayan bu stratejilerin, İslâm ülkelerinde etkili olamaması, Müslümanların şuurlu olmaları ve dinlerini en iyi şekilde öğrenmelerine bağlı. Amerika’nın da artık kendisine düşman yetiştirmek istemiyorsa, doğru İslâm’ı anlaması ve İslâm ülkelerini kan gölüne çevirmekten vazgeçirmesi gerek.

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hadiste sıhhat ölçüleri


A+ | A-

Zeynep Hanım: “Sahih hadisi uydurma hadisten nasıl ayırt edeceğiz? Ne gibi ölçüler vardır? Levlâke hadisinin kaynağı var mıdır?”

Sahih hadisleri uydurma sözlerden ayırmak için Hadis Usûlü ilmince bazı ölçüler belirlenmiştir. Bunları kısaca özetleyelim:

1-Sahih hadis Kur’ân-ı Hakîm’e aykırı olmaz. Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek ağzından çıktığında şüphe olmayan bir söz Kur’ân ile çelişmez. Eğer çelişiyorsa bu söz uydurmadır. Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm) vahye tabidir. Kur’ân-ı Hakîm’i hem tebliğ etmiş, hem açıklamış, hem hükümlerini uygulamıştır. Eğer hadis diye bilinen bir söz Kur’ân’a veya sahih hadislere aykırılık teşkil ediyorsa o hadisin uydurma olduğuna hükmedilir. Meselâ, “Kötü ahlâklı olmak affedilmeyecek bir günahtır” sözü uydurma bir rivâyettir. Çünkü bu rivâyet Kur’ân’ın, “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındakileri dilediği kimse için affeder”1 âyetine aykırıdır.

2- Sahih hadis, diğer sahih hadislerle çelişmez. Eğer hadis diye bilinen bir söz sahih hadislerle çelişiyorsa, bu sözün uydurma olduğu kabul edilir.

3-Sahih hadis akıl, sağduyu ve tecrübe ile kazanılmış bilgiler ile çelişmez. Eğer hadis diye bilinen bir söz akıl, sağduyu ve tecrübe ile elde edilen bilgilere ters düşüyorsa bu sözün hadis olmadığına hükmedilir.

4-Sahîh hadis târihe ve tarihî olaylara ters düşmez. Hadis diye bilinen bir sözde anlatılanlar tarihî gerçeklere uygun değilse, bu sözün uydurma olduğu kabul edilir.

5-Sahîh hadis güvenilir hadis kitaplarında yer alır. Hadis âlimleri, hadis toplama işinde kılı kırk yarmışlar, çok hassas ölçüler içinde çalışmışlardır. Uydurma sözleri sahih hadislerden ayıklamak için hadis ilmi içerisinde ayrıca Cerh ve Tadil ölçüleri belirlemişler, bu ölçülerle hadis rivâyet edenlerin kimliklerini, kişiliklerini ve rivâyet ettikleri hadisleri çok ince ve duyarlı elemelere tabi tutmuşlar; sahih olduğu konusunda şüphe ettikleri hadisleri kitaplarına almamışlardır.

6-Sahih hadis genellikle birden fazla sahabenin rivâyetleriyle bir bütünlük oluşturur. Birçok kişinin rivâyet etmesi gereken meşhur bir olayı bir kişinin rivâyet etmesi o hadisin zayıf veya uydurma olduğunu gösterir.

7- Sahih hadislerin lafzında veya mânâsında bozukluk bulunmaz. Hadis diye bilinen bir söz, eğer lafız veya mânâ itibariyle bozukluklar içeriyorsa bu hadisin uydurma olduğu var sayılır.

8-Sahih hadisleri rivâyet edenlerin râvîler zinciri güvenilir kimselerden oluşur. Râvîler zincirinde güvenilmeyen bir kimsenin bulunması o hadisin Hazret-i Peygamber’e (asm) ulaşıp ulaşmadığı konusunda şüphelere neden olur. Böyle hadisleri hadis âlimleri süzüp çıkararak kitaplarına almamışlardır.

Bu ölçüleri hadis diye bilinen her söze tatbik etmek hiç şüphesiz hadis kürsülerinin işidir. Bizim burada herkese önereceğimiz daha kolay bir yol vardır: Bir hadisin sahih olup olmadığını anlamak için, hadisin, güvenilirliği konusunda emin olduğumuz büyük hadis âlimlerinin kitaplarında yer alıp almadığına bakmamız yeterlidir. Eğer yer alıyorsa sahih kabul ederiz. İmam Malik bin Enes, İbn-i Hibban, İbn-i Hüzeyme, Dârekutnî, Ebû Dâvûd, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Mâce, Tirmizî, Neseî, Buhârî, Müslim, Dârimî ve sonraki dönem âlimlerinden İmam-ı Suyutî, İmam Nevevî, Aclunî, Aliyyü’l-Kârî sahih hadis derleyip toplamakta ehliyet sahibi oldukları ümmetçe kabul edilmiş âlimlerdir. Bu âlimlerin sahihlik ölçülerinde kitaplarına aldıkları hadisleri bu âlimlerin içtihatlarına itimad ederek sahih bilmemizde hiçbir sakınca yoktur.

Diğer yandan, Kur’ân âyetlerinin müteşabih kısmı olduğu gibi, hadislerin de müteşabih kısmı vardır. Âyetlerin ve hadislerin müteşabih kısımlarını doğru yorumlamak gerekiyor. Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin ifâdesiyle müteşabih âyet ve müteşabih hadisleri ya doğru yorumlamak, ya da teslim olmak şarttır.2

Şüphesiz müteşabih âyet veya müteşabih hadisleri doğru yorumlamak ise bir ehliyet meselesidir. Herkes doğru yorumlama ehliyetine sahip olmayabilir. Öyleyse bir müteşabih âyetin veya bir müteşabih hadisin bir âlim tarafından akla ve sağ duyuya uygun şekilde yorumlandığını gördüğümüzde bu âyete veya bu hadîse bu yorum ışığında itibar etmemizde bir sakınca olduğu söylenemez.

Bahsettiğiniz “Levlâke....” (Sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım) hadisini, Suyutî, El-Leâli’l-Masnûa 1/272’de; Aliyyü’l-Kârî, El-Esrâru’l-Merfûa 295 ve 296’da; Aclunî, Keşfü’l-Hafâ 2/164’te kaydetmişlerdir. Bu hadisi İmam-ı Nevevî, El-Ezkâr s. 15’te kayda almış ve izah etmiş; Aclunî, Aliyyü’l-Kârî, İbn-i Teymiye, Mevlânâ Câmî, Ahmed-i Cezerî, Mevlânâ Hâlid, İmam-ı Rabbânî ve nihâyet asrımızda Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu hadisin değişik açılardan izahlarını yapmışlardır. Hadis; “çekirdek-ağaç-meyve” misâliyle Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde anlaşılır, güncel ve çağdaş bir üslup içinde nihâî açıklamasına kavuşmuştur.3 O halde bu hadis-i kudsîyi bu yorumlar ışığında ele almalı ve kabul etmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 48

2- Sözler, s. 315

3- Bakınız: Sözler, s. 72, 215; Mesnevî-i Nûriye, s. 24, 38, 99; Lem’alar, s. 329

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Zorluğu takip eden kolaylık


A+ | A-

Her yokuşu bir iniş olduğu gibi her zorluğu da bir kolaylık takip eder. Bu İlâhî kanun İnşirah Sûresinde hem de peşpeşe iki defa, “Şüphesiz, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır” 1 şeklinde ifadesini bulur. Dünyada Allah için çekilen çile ve sıkıntıların sonunda da Cennet verilmez mi?

Bu İlâhî kanun olmasaydı insanlar karşılaştıkları güçlük ve sıkıntılara nasıl göğüs gererlerdi?

Her hususta olduğu gibi bu hususta da en güzel örnek, Resûlullahtır (asm). Taif’te tebliğe gittiğinde karşılaştığı olumsuzlukları, reddedilişini, bununla da kalmayıp ayak takımı tarafından taş yağmuruna tutuluşunu, ayaklarının kanlar içerisinde kalışını, nihayet Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin bağına sığındığını, o anda çok duygulu bir duâ yaptığını biliyoruz. Duâsında “Allah’ım, kuvvetimin za’fa uğradığını, çâresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakîr görüldüğümü ancak Sana arz ederim! (…) Yâ Rabbi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat Senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir. Allah’ım! Râzı oluncaya kadar affını diliyorum.”2

Bu duâ daha yeni bitmişti ki Cebrail Aleyhisselâm gelip kavminin yaptıklarından dolayı Allah’ın dağlar meleğini gönderdiğini, Mekke’yi altı üstüne getirebileceğini, emrini beklediğini belirttiği halde o şefkat Peygamberi (asm), “Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin sulbünden, ona hiçbir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah’a ibâdet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum...” 3 diye duâ etmişti.

Bu duâ kabul olacak, yıllar sonra Taif halkı kendi ayaklarıyla gelip Müslüman olacaklardı.

Fakat bu zorlukları takip eden peşin mükâfatlar da vardı. Biri bağda iken efendilerinin emriyle üzüm getiren Addas isimli Hıristiyan kölenin, hemen oracıkta Peygamberimizin (asm) peygamberliğini anlar anlamaz elini, ayaklarını, yüzünü öpüp Müslüman olmasıydı. Efendilerinin kınaması üzerine de “Ey sahibim, dünyada bu adamdan daha değerli bir şey yok. Bana sadece bir Peygamberin (asm) bileceği şeyler söyledi” 4 demişti.

Kısa bir süre sonra da Nahle denilen mevkide cinler gelip Kur’ân dinlemiş ve grup hâlinde Müslüman olmuşlardı.

Dahası hemen akabinden de Mi'rac mu'cizesi gerçekleşmişti.

Demek her zorluğu bir değil, hem de birçok kolaylık takip ediyor.

Dipnotlar:

1- İnşirah Sûresi: 5-6. 2- Tecrid Tercemesi, 2/614; İbn Hişâm, 2:61. 3- A.g.e., 9: 35 (Hadis No: 1333). 4- İbn-Hişâm, Sire, 2:63.

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Şeffaflık kaçınılmaz oldu


A+ | A-

Bırakın darbe–marbe yapmayı, Türkiye'de artık darbe plânı yapmak dahi neredeyse imkânsız hale geldi.

Zira, dünyada olduğu gibi ülkemizde de açıklık ve şeffaflık anlayışı hükümfermâ olmaya başladı.

Bu anlayışa teknoloji de yardımcı oluyor. Ne yapsan, nereye gitsen, kiminle ne konuşsan, bir şekilde kayıt altına alınabiliyor.

Son "İrtica ile mücadele eylem plânı" belgelerinde olduğu gibi, gizli belgelerin bir kısmı yakarak imha edilse veya bilgisayardaki kayıtları otuz defa silinse de, delillerin tamamı yine yok edilemiyor; olup bitenler, yazılıp çizilenler bir şekilde ortaya çıkıveriyor.

Durum, eskisi gibi değil artık.

Eskiden, belgeler tümüyle yok edilemezse de, en azından karartılabiliyor ve iz kaybettirilebiliyordu.

Eskiden, yüksek rütbeli bir komutanın çıkıp kaşlarını çatarak belgeler veya söylentiler hakkında sertçe bir konuşma yapması, medyamız tarafından bile "son nokta" şeklinde telâkki, hatta topluma empoze ediliyordu.

Şimdi memnuniyetle görüyoruz ki, artık medya da eski medya değil.

Türkiye medyası, andıçların acısını unutmadı, unutacak gibi de değil.

Andıçlara kanan ve andıçları dikte eden komutanların etkisiyle hareket ederek başkasının günahına girenler, gerçekler ortaya çıkınca meslektaşlarından özür dilemek zorunda kaldılar.

Günaha girenler, andıç özründe geç kalmışlardı. Lâkin, şimdi daha erken davrandıkları ve meselâ "kâğıt parçası" skandalı ortaya çıkar çıkmaz, hiç zorlanmadan ve tereddüt geçirmeden doğrulardan yana tavır aldıkları görülüyor.

O meşhûr "kâğıt parçası"nın essahtan da belge olduğu ortaya çıkınca, anında hatasını tamir eden ve özür dileme faziletinde bulunanlar oldu.

Bu arada, sürpriz bir gelişme de, Genelkurmay Başkanlığına ait resmî web sitesinde yaşandı. Orada aylardır (26 Haziran) beri duran "kâğıt parçası" telâffuzlu konuşma siteden kaldırıldı.

Öte yandan, ortaya yeni bir belgenin daha ortaya çıktığı iddia ediliyor. Ergenekon dâvâsı savcılarına ulaştırılan bu belgenin de "Bilgi destek plânı" mahiyetinde olduğu belirtiliyor.

Diğeri gibi, bu belgenin de gereği yapılıyor ve de yapılmalı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, artık gizli–kapaklı hiçbir iş yapılamıyor, hiçbir dolap çevrilemiyor.

Gerek hür düşüncenin inkişâfı ve gerekse teknolojinin ilerlemesiyle bu noktaya gelinmiş oldu.

Dolayısıyla, bundan böyle devlet ve millet adına yapılacak her şeyin açıklıktan, her işin şeffaflıktan geçtiğini bilmek, inanmak ve ona göre de hareket etmek gerekiyor.

Bu fıtrî gelişmeye ayak uyduramayanlar, kendileriyle birlikte başkasını yakmaktan kurtulamazlar.

Bütün bu gelişmelerin ardından, bakalım merakla beklenilen askerî cenahta ne gibi gelişmeler yaşanacak.

Tarihin yorumu 28 Ekim 1923

Nasıl bir Cumhuriyet?

Saltanat'ın kaldırıldığı 1 Kasım 1922 tarihinden beri, Ankara merkezli yeni devletin isim ve şekl–i idaresinin ne olacağı merak konusuydu.

Aslında yeni sistemin "Cumhuriyet" olacağı noktasında bir umumî kanaat vardı. Zaten başka türlüsü de olmazdı, olamazdı.

Saltanat ve monarşik düzene tekrar dönülemeyeceğine göre, ortada Cumhuriyet'ten başka bir alternatif kalmıyordu. İlânât için beklenilen asıl meselenin ise, "mutlak istibdat"a dayalı bir rejimin kurulması olduğu tez zamanda anlaşıldı.

Bunun için gerekli hazırlıklar tamamlandı ve nihayet 29 Ekim (1923) günü Cumhuriyet'in ilân edileceği noktasına gelindi. Nihaî karar, Meclis yerine bir önce (28 Ekim) Çankaya Köşk'ünde verdildi.

Bu karar, ertesi gün Meclis gündemine getirildi ve haliyle umumî kabul gördü. Meclis'te olsun, ülke genelinde olsun, Cumhuriyet'e itiraz veya bir muhalefet cephesi yoktu. Yer yer görülen itirazlar ise, Teşkilât–ı Esasî'de apar topar yapılan bazı değişikliklere yönelikti.

Teşkilât–ı Esasî, anayasanın nasıl yapılacağına dair belirlenen prensipler manzumesidir. İşte, bu noktada yapılan değişikliğin başında şu hususlar gelmektedir: "Türkiye reisicumhuru, aynı zamanda devletin reisidir. Bu sıfatla Meclis'e ve Heyet–i Vekile'ye (Bakanlar Kuruluna) de riyaset eder."

İşte bu ve benzeri mânâdaki değişikliklerle, yeni kurulan Cumhuriyetin idaresi, tamamiyle "tek adam"ın sultası altına girecek bir şekle sokulmuş oldu.

O tarihte Meclis'te Sinop milletvekili sıfatıyla görev yapan eski Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Kâzım Karabekir gibi bazı mühim şahsiyetlerin bu noktada bazı itirazlarının olduğunu, ancak yeni Meclis'te kuvvetin artık tümüyle M. Kemal ve İsmet Paşanın eline geçmesiyle kimsenin birşey yapamadığını anlatıyor. (Hayat ve Hatıratım–III, sayfa 1235; 1967 Almanya baskısı.)

Herşeye rağmen, Cumhuriyetin kuruluşu zamanında bile devletin dini Anayasada "din–i İslâm" şeklinde yer alıyordu.

Ne var ki, tam bir "istibdad–ı mutlak" sûretinde tatbik edilen Cumhuriyet, bir süre sonra Anayasadaki "İslâm dini" tâbirinden de soyutlanarak bir "laik Cumhuriyet"e döndürüldü. Üstelik, laikliğin esas mânâsı da çiğnenerek ucûbe bir rejim tarzı oluşturuldu.

Bu kaskatı anlayış, 1950'den sonra kerhen de olsa yumuşama eğilimine girmeye başladı.

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Müstencenlik ve Vahapoğlu’nun haltı!


A+ | A-

Yazar Ece Vahapoğlu’nun, kendisine yöneltilen bir soruya mukabil verdiği cevaba bakınız: “Bence en büyük sorun, harem-selâmlık yaşamdan kaynaklanıyor. Hormonların en deli çağında kıza erkek, erkeğe kız yasak. Ne yapsınlar? Homoseksüellik oranı artıyor.”1

Güya bu kanaate, konuştuğu psikologların anlattıklarından ulaşmış! Halt etmiş! Zira, ilmî veriler ve araştırmalar bunun tam tersini ortaya koyuyor. Batı’da alabildiğine açıklık, müstehcenlik ve serbestlik var. O nisbette de homoseksüellik, ensest ilişkiler var!2

Müstehcenlik, başta ferd olmak üzere, âile ve toplumu mahveden dehşetli bir kirlilik halini almış. Aslında müstehcenlik, açık-saçıklık insanların meşrû ve helâle karşı olan kuvve-i şeheviyelerini de kırar. Bunun dehşetli neticeleri, müstehcenliği tercih edenlerin hayatı incelendiğinde görülür. Müstehcenlik doyumsuzluğu getirir. Doyumsuzluk içinde kıvrananlar ise, cinsî sapmalara düşerler. AIDS gibi asrın vebası hastalıklar da herhalde bu gayr-i meşrû hayatın neticesi olsa gerek. Namus cinâyetleri, hırsızlık ve sâir kirliliklerde de müstehcenliğin rolü oldukça büyüktür. Açık-saçıklığın, kıskançlığı tahrik ettiği bir vâkıa. Bu tahriklerin neticesinde, ne gibi bir felâketin geleceğini hesaplayan bir âlet ise henüz icâd edilmemiş!

Örtünmenin fıtrî, yani tabiî bir ihtiyaç olduğunu vicdan tasdik ve teyid ediyor. Bilhassa kadınlar, “şehevî bakışlardan” rahatsız olduklarını her vesileyle açıklıyorlar. Ya bu psikolojik rahatsızlık, bir ömür boyu devam ederse, insanın duygularında ne gibi tahribatlar yapar? Sadece şunu söyleyebiliriz ki, erkekler, bayanları bakışlarıyla rahatsız ettikleri gibi, bayanlar da “nefret ve kin” oklarını erkeklere yöneltirler. Bunun da kadın-erkek münasebetlerinde olumsuz hisler uyandıracağı muhakkak. Duyulan bu tepkiyi feminizm hareketlerinde görmek mümkün.

Hollanda’da bir hastane, erkek hastaların ‘göz hapsine’ maruz kalmaları sebebiyle hemşirelerin pantolon giymelerini kararlaştırmış. Assen’deki hastanenin başhekimi Frits Korver, yaptığı açıklamada, kurum personelinin bu durumdan rahatsız olduklarını kendilerine bildirdiklerini söylemiş.

Kadının, yabancı, yâni mahrem erkeklerin bakışları altında müthiş bir sıkıntıya düştüğü hemen her vesileyle ifâde edilir. Aslında erkekler de aynı psikoloji içindedirler. Elbette kadın, erkeklerin şehevî ve hele nice ard niyet taşıdığı belli olmayan bakışlarından rahatsız olacaktır. Ve elbette, müstehcen bir kadın, erkeklerin nefsânî duygularını üzerine çekiyorsa, sıkıntıya düşme ihtimali yüksek olacaktır.

Batıda açık-saçıklık sebebiyle nice iğrençlikler de işleniyor. Devamlı müstehcen ortamda bulunan iki cins arasında gemlenemez kötü arzu ve isteklerin filizleneceği açık değil mi? Karşılıklı rızaya dayanarak veya zorla iğrenç fiiller işlemekten onları alıkoyacak nedir? Hapis korkusu mu? Sosyal baskı mı, serbest hayat düşüncesi mi, feminizm mi? Hangi ahlâkî değerler buna mâni olacaktır?

Gerek kültür, gerek iklim, gerekse “sınırsız hürriyet” anlayışı müstehcenlik ve sâir kötü alışkanlıklara karşı herhangi bir kayıt getirmiyor. Serseri mayınlar gibi ortalıkta dolaşan hevesâtın hangi hastalığı saçacağı, hangi hayata ne şekilde son vereceği belli değil. “Her şeyin bir bedeli vardır.” Avrupalılar, müstehcenliğin, gayr-i meşrû hayatın bedelini “cinsî sapmalar” şeklinde ve cezalarının bir kısmını peşin olarak görüyor. Ne yazık ki, kurtuluşuna vesile olacak hastaneyi yıkmaya, reçetesini yırtmaya, doktorunu kovmaya çabalıyor!

Dipnot:

1-Vatan / 25.10.2009.; 2-Milliyet, 20 Eylül 1992.

28.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Namaz kılan gençleri tebrik!


A+ | A-

Her türlü tehdit ve tehlike altında olan günümüz gençlerinin ‘namaz kılmaları’na karşı çıkmayı anlamak acaba mümkün olabilir mi? “Büyük bir gazeteci” lisede okuyan bazı gençlerin Cuma namazı kılmak için öğretmenleriyle birlikte camiye gitmesini ‘yılın skandal haberi’ edasıyla izleyicilerine duyurmuş.

Meselemiz gazetecinin şahsı olmadığı için ismini anmaya gerek görmedik. Önemli olan böyle bir bakış açısının hâlâ ‘sınırlarımızın içinde’ var olabilimesidir.

En başta şunu söyleyelim: Bugünkü şartlarda ‘risk’leri de göze alıp “Haydin namaza” davetine icabet eden gençlerimizi can-ı gönülden tebrik ediyoruz! Onlar gerçek anlamda ‘kahraman’dırlar! Çünkü nefis ve şeytanın yanı sıra ‘insî şeytanlar’ın da engellemelerini bir yana bırakıp namaz için camiye gidebilmişler... Tebrik, tebrik ve yine tebrik!

Gerçekten, itiraz edilen nedir? Namaz kılınması mı, yoksa ‘mesai saatleri içerisinde camiye gidilmesi’ mi? Öğrenci olsun ya da olmasın bilhassa ‘genç’lerin namaz kılmasına itiraz etmek mümkün değil. Elbette ‘ihtiyar’ların namaz kılmasına da itiraz edilmez, ama gençlerin namaz kılmasına itirazı ise anlamak hiç mümkün değil. Nihayetinde namaz, insanları ve bilhassa gençleri kötülüklerden alıkoyan bir ibadettir. Gençlerin namaz kılmasına itiraz eden anlayış, onların internet kafelerde ömür tüketmesini mi istiyor? Yoksa namazın eğitimi engellediği mi düşünülüyor? Eğer böyle bir düşünce varsa, kökten yanlış bir düşüncedir. Gerek Türkiye’yi idare edenler ve gerekse ‘aydın’lar şunu kabul etmek durumundadırlar: Namaz herkesi ve bilhassa gençleri kötülüklerden uzak tutar. Gençlerin namaz kılmasından değil rahatsızlık duymak, onları bu hususta teşvik etmek de gerekir.

Eğer, “Camiye gitmesinler, okulda kılsınlar” deniyorsa; Cuma namazı için bunu söylemek zor. Çünkü Cuma namazının kılınması için belli şartlar var. Bunları merak edenler ‘ilahiyatçılar’a sorabilir. Ama bu tartışma okullardaki mescid ihtiyacını gündeme getirmiş olması bakımından hayırlı olmuştur. İhtiyaç hissedilen her okula mutlak sûrette mescid açılmalıdır. İbadetlerini yerine getirmek isteyenler bu ihtiyaçlarını rahat bir şekilde bulundukları okullarda yerine getirebilmelidir.

Bakınız, yıllardan beri tartıştığımız konular var. Bunlardan biri de ‘başörtüsü yasağı’dır. Başlangıçta bu yasaklara yeteri kadar tepki göstermeyen ‘hür dünya’, artık bu yasakların sona ermesini isteyen ifadeleri hazırladıkları ‘insan hakları raporları’na koymaya başladı. Bugünlerde Amerika’da yayınlanan ‘rapor’ buna örnek gösterilebilir. Bugün değilse yarın, okullarda mescid açılması gerektiği bu raporlarda da yer alabilir. Bu bakımdan Türkiye’deki yasakçıların bu konulara daha insaflı bir bakış açısıyla yaklaşmasında fayda var.

Görmüyorlar mı ki gelişmeler hep aleyhlerinde seyrediyor. Sular tersine akmıyor ve akması da mümkün değil. O halde namaz kılan gençleri gammazlama anlamına gelecek ‘haber’leri manşetlere taşıma alışkanlığından vazgeçilse iyi olur.

Duâmız, bütün insanlığın “namaz dâveti”ne icabet etmesi ve gerçek huzuru bulabilmesi için...

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Gündemi, “gündem”le kapatma taktiği…


A+ | A-

Gündemi gündemle kapatma taktiği devam ediyor. Ve işin garibi, bu taktik bizzat siyasî iktidarca tatbik ediliyor.

“Açılım”ın riske girmesinden ve “süreçte başa dönmek”ten bahseden Başbakan’ın, peşinden Pakistan yolunda “Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkma hakkımız yok” diye süreci ertelemeleri, öncelikle hükûmetin bu hususta ciddî bir hazırlığının olmadığını gösteriyor.

Özellikle, “şehit âilelerinin rahatsızlığını nazara verip, “Spekülasyon da provokatörler de çok” demesi, aylardır hazırlıkları yapıldığı iddia edilen “Kürt açılımı/millî birlik projesi”nin varacağı noktanın hesaplanamadığını su yüzüne çıkarıyor.

Günübirlik gelişmelere göre tezatlarla çizilen zikzaklar, “açılım”ın hedef ve takviminin ve çerçevesinin belirlenemediğini, plân ve stratejisinin olmadığını deşifre ediyor.

Erdoğan’ın, “sınırdaki şamata ve şovlu dönüş”ten sonra, “Avrupa için hazırlıklarımızı yaparken, ilk gelişte arzu edilmeyen görüntüler, burada bir ara vermemizi gerektirdi. Sürecin Türkiye genelinde meydana getireceği hava, yapılan karşılamalar Güneydoğu’daki gibi devam ederse, İstanbul’da meydana getireceği sonuçları düşünmek durumundayız” demesi, bunun açık ifâdesi…

Başbakan’ın yurtdışında olduğu bir sırada Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, “Sayın Başbakan’ın sözleri, bir tepkiden meydana gelmiş. Süreç devam edecek ve devam etmeye mecburuz” cümlesi, hükûmetin “açılım” hakkındaki belirsizliğini ortaya koyuyor…

“AÇILIM”LAR ASKIDA, ERTELENİYOR…

Tablo ortada: Hükûmet, bu “açılım”ı öncelikle “terörün sona ermesi”, “anaların gözyaşlarının dinmesi” için yapıyor. Ve tamamen terör örgütünün kontrolündeki DTP’nin, “açılım”da hiçbir ağırlığı olmadığı, partinin eşbaşkanlarının her defasında, “terörün durması, örgütün silâh bırakması için etkin olamayız, İmralı muhatap alınmalı” ikrarlarından anlaşılıyor. Bu durumda, Erdoğan’ın tesbitiyle, “güven bunalımı doğdu”ysa bu “bunalım” nasıl giderilecek? “Siyasî rant devşirmeye çalışan mâlum parti” diye tanımladığı DTP ile görüşmeler bir netice sonuç vermeyeceğine göre, hükûmet hangi aktörleri muhatap alacak? Başbakan’ın “İstişareler neticesinde tekrar çalışalım, süreci öyle devam ettirelim” sözü hangi anlama geliyor?

Bütün bu soruların cevabı, konjonktür içinde Ankara’nın DTP ya da başka “aracılar”la terör örgütüyle pazarlık yaptığı ve “dolaylı” da olsa “istişare” maskesinde “muhatap” aldığı kanaatini kuvvetlendiriyor. Arınç’ın, dönüşlerin askıya alınması hakkında, “İnkıta ve ara verme süreci uzayabilir” açıklaması bunu ele veriyor…

Peki, “Güneydoğu’da yaşananlar basit derseniz ben de ona şaşarım. Gelen 34 kişi sembol olarak giyim kuşamla ortaya bir fark koyuyor, basite indirgememek lâzım.Ülke genelinde halkımızı yaralıyor” tesbitinde bulunan Başbakan ve hükûmet, süreçte kimi, nasıl “muhatap” alacak? Bu sorunun cevabı bilinmiyor…

Diğer yandan hükûmetin, Ekim’in ikinci haftasında Meclis’e getireceğini bildirdiği “açılım” görüşmeleri, Kasım’ın ikinci haftasına ertelenmiş; tıpkı İsviçre’de imzalanan “Ermeni açılımı” protokolleri gibi bir türlü gündeme getirilmiyor…

“AÇILIM” TIKANDI, “BELGE” İHBAR EDİLDİ!

Görünen o ki hangi sâikle olsun hükûmetin, ekonomik krizin tahribatını, yeni zam ve vergi furyasını, hatta içinden çıkılmaz bir karmaşaya dönüşen “Domuz gribi” ve “ithal aşı” tartışmalarını devre dışı bıraktırmak için ortaya attığı, “açılımlar” tıkanmış durumda.

Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın “tarihî fırsat” dediği “Ermeni açılımı” da, “büyük fırsat” dediği “Kürt açılımı” da açmazda, resmen askıya alınmakta…

Ve işte tam bu sırada, beş ay önceki “irtica ile mücadele eylem plânı”na dair bir “ihbar mektubu”, savcıların eline geçmesinden on gün sonra açıklanıyor. “Belge”ye dair kırk torba evrak yakıldığı, bilgisayarlar otuzbeş kez silindiği halde, “ıslak imzalı” olduğu belirtilen “orijinal nüsha” üstelik bir muvazzaf subay tarafından bir mektupla ihbar ediliyor. Yeniden “belge sahte mi, gerçek mi?” tartışmaları başlatılıyor. Oysa meşrû hükûmetleri deviren, milletin seçtiği Meclis’i ve bütün siyasî partileri kapatan, yüzbinlerce insanı işkenceden geçiren darbeciler ortalıkta geziyor. 12 Eylül ihtilâlini yapanlar hâlâ Anayasanın koruması ve kollaması altında…

Milletin inanç ve değerlerini “tehlikeli” görüp “irtica tehdidi” bahanesiyle binlerce vatandaşı fişleyen, demokrasiye balans ayarı vermek için tankları sokaklarda yürüten 28 Şubat postmodern darbe sürecini dayatanlar hiçbir muâhezeye tabi tutulmuyor.

AKP siyasî iktidarı bütün bunlara sessiz ve tepkisiz. Hükûmet, darbe anayasasını değiştirmekten, demokratikleşmeye, temel hak ve özgürlükleri temin edecek yasal düzenlemelere bigâne. Hiçbirini gündeme getirmiyor…

Kısacası darbeleri yapanlar ve dayatanlar için hiçbir “yargılama” yok. Varsa yoksa bir tek “AKP hükûmetini devirmeyi düşünen”ler gündeme getiriliyor. Ve bu taktikle Türkiye’nin gerçek gündemi kapatılmak isteniyor…

Başbakan Erdoğan’ın, tam da “açılım”ı askıya aldıklarını söylediği sırada “ihbar mektubu”nun ortaya çıkarılması ve Başbakan’ın bunu ısrarla nazara vermesi, bunun son örneği…

28.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

“Cuntalı demokrasi”


A+ | A-

Fasıla verilen “dağdan inişler”i dahi unutturacak şekilde yeniden gündemin baş sırasına oturan mâlûm belge ilk ortaya çıktığında, ismini saklı tutarak yine Taraf’a konuşan bir emekli orgeneral, görevde iken, o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Başbuğ’u “planı hazırlayan ekip”le ilgili olarak “Yanlış işler yapıyorlar” diye uyardığını ve ondan “Müsaade etmem” cevabı aldığını söylemişti (15.6.09).

Albay Çiçek’in “ıslak imza”sını taşıyan orijinal belgenin ekinde savcılara gönderilen ihbar mektubundaki iddialar doğruysa, mensupları isim isim sayılan bu ekibin deşifre edilmesi noktasında çok önemli ve kritik bir aşamaya gelindiği söylenebilir.

Çünkü medyada tam metni yer alan mektupta, söz konusu belgenin ve diğer benzerlerinin kimlerin talimatıyla kimler tarafından hazırlandığı ve bu belge ortaya çıktığında karargâhta bir “panik havası” içinde yürütülüp, bilgisayarlardaki dosyaların 35 kez silinmesiyle gerçekleştirildiği belirtilen “belge imha operasyonu”nda kimlerin emir verip kimlerin görev aldığı bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bunların içinde, son YAŞ toplantısında ordu komutanlığına getirilen veya o görevden emekli olan, terfî ettirilen ya da yerinde tutulan son derece önemli isimler de var.

YAŞ’taki terfi kararlarıyla ilgili haberlerde, Ergenekon savcılarına ifade veren albaylar içerisinde, tuğgeneralliğe yükseltilen bazı isimlerden söz ediliyordu.

Ancak gündemdeki ihbar mektubunda, söz konusu haberlerde hiç isimleri geçmeyen generallerden de bahis açılıyor.

Şimdi bütün bu iddiaların aydınlatılması ve doğru oldukları tesbit ve ispat edilirse derhal gereğinin yapılması icab ediyor.

TSK içinde var oldukları öteden beri seslendirilen “cuntacı” yapılanmaların tasfiyesi için bu, hele söz konusu ipuçları ortaya çıktıktan sonra, artık daha fazla ertelenmesi mümkün olmayan bir zorunluluk.

Bilindiği gibi, Genelkurmay belge etrafındaki tartışmaları şimdiye kadar “TSK’ya yönelik asimetrik psikolojik harekât” çerçevesinde değerlendiregeldi.

Ama ortaya çıkan bulgu ve ipuçları, tam tersine, Genelkurmay'ın içerisinde halka karşı yıllardır sürdürülen bir psikolojik harekâtın arkaplanına, işleyiş biçimine ve uygulamalarına ışık tutar nitelikte.

İhbar mektubunda aktarılan diyaloglardan birinde, Taraf’ta çıkan belge için “Bunu biz yapmadık, bizim dairenin işi değil” diyen Albay Çiçek’e—ki yazının başında atıf yaptığımız emekli orgeneral de onu bu olayın dışında tutuyordu—“Sen onu bırak, ben sana bu şekilde hazırlanan yüzlerce belge gösteririm, sen bu belgenin nereden sızdığını söyle” diye fırça atan tümgeneralin sözleri, bu noktadaki çok ilginç örneklerden biri.

Bilgisayarlardan 35 defa temizlendiği ifade edilen dosyalara ilâveten, imha edilen belgelerin tam 40 torbayı doldurduğuna ilişkin ifade ve bilgiler de.

Mektupta, Albay Çiçek’in evindeki 5-6 saatlik göstermelik aramayı yaptığı söylenen askerî savcı yardımcısına atfen aktarılan “Biz personelimizi böyle koruruz” sözü ise, askerî yargı sistemindeki hukuk dışı işleyişi ele veren bir gösterge.

(Bu arada, mektubun bir yerinde, “olay” belgenin yukarıdan gelen talimatla Çiçek tarafından hazırlandığı belirtilirken, bir başka yerinde yine Çiçek’in “Bunu biz yapmadık” sözünün aktarılması, dikkat çeken bir çelişki olarak duruyor.)

Bütün bunlardan sonra, mektuptaki ayrıntılı ve vahim iddiaların, “Başbuğ’un bilgisi ve haberi vardı”dan başlayarak, adı geçen bütün isimleri içine alacak şekilde soruşturulup aydınlatılması, gerçeklerin ortaya çıkarılması ve doğruluklarının tesbiti halinde sorumlularından hesap sorulması, çok hayatî bir önem kazanmış durumda.

Bu vahim iddialar böylesine kamuoyuna mal olduktan sonra, hiç kimse hiçbir şey yokmuş ve olmamış gibi davranma lüksüne sahip değil ve kesinlikle olamaz.

İddia edildiği gibi Başbuğ da işin içindeyse hükümet, değilse onun da katkısıyla yine iktidar ve de yargı, cuntayı tasfiye için gerekenleri hiç gecikmeden yapmalı.

Muhalefet de bu konuda kısır siyaseti bırakıp demokrasiden yana tavır almalı.

Tabiî cuntacıların işbirlikçisi değilse!

28.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.