Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyen. Fakat bu, Allah'tan korkanlardan başkasına pek ağır gelir. Onlar (Allah'tan korkanlar), Rablerine kavuşacaklarına ve O'nun huzuruna döneceklerine inanan kimselerdir.
Bakara Sûresi: 45-46 |
28.10.2009 |
Laiklik maskesi altında yapılan baskıya muhalefet ettim
Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır: 1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir. Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi. Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler. Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir. Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur. 2. Bana zulüm ve cefâyı revâ gören Devr-i Sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi, emniyet ve âsâyişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnad ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler, memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler, zindandan zindana attılar, kimse ile görüştürmediler, tecrid ettiler, zehirlediler; türlü türlü hakaretlerde bulundular. Biz ki beş yüz bin fedâkâr Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve âsâyişin fahrî mânevî muhâfızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zâlimâne ihânetlerde bulundukları halde; biz aslâ hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve âsâyişi temin yolunda, îman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle anarşîye sapanları düştükleri fevzâ gayyâsından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâlî kalmadık. Muhterem hâkimler, şunu katî olarak arz ederim ki; bu, delilsiz bir iddiâ değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda hiçbir vukuât kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mekteb-i irfânının talebeleri kalbler üzerinde işler; emniyet ve âsâyişin bekçisini, kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim îman derslerimiz anarşîye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zâbıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden birinin olsun, nizam ve intizama aykırı bir vukuâtı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizâmın en sağlam muhâfızı olan îman bekçisi vardır.
Tarihçe-i Hayat, s. 564-65
LÜGATÇE:
müteârife: Bilinen. Nasrânî: Hıristiyan. âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri. muvâzene-i adâlet: Adalet dengesi. fevzâ: Kargaşa, anarşi. gayyâ: Cehennemin beşinci tabakasında bulunan çok korkunç bir kuyunun adı. |
28.10.2009 |
İnsanlığın ve İslâmlığın büyük kongresi Hac
İnsanlık tarihinin en eski çağlarından beri, Asr-ı Saadet dışında, beşerin bir türlü yüzü gülmemiştir. Maddî ve manevî savaşlar, cinayetler, sömürge zihniyeti, vb. hep insanlığı boğarak tarih boyu sıkıntıya sokmuştur. Birinci ve ikinci Cihan savaşlarında telef olan yüz milyonlarca insan ve tahrip olan hadsiz maddî kaynaklar bunun en çarpıcı misalidir. İnsanlığın vahşice işlediği bu cinayetler ve zulümler sonucu, İlâhî ikaz mânâsında beşere gelen depremler, seller ve kasırgalar da işin diğer bir çabası... En azından İslâm âlemi mânâsında, Asr-ı Saadet ve 600 yıllık üç kıt'ada galibane hâkimiyeti zamanında Osmanlı dönemlerinde, yukarıda saydığımız sıkıntılar en aza inmiştir. Bunun sebebi de, haccın bu dönemlerde bir nebze de olsa fonksiyonunu icra etmesidir. Yaşadığımız uzay çağında teknolojinin zirvesinde bulunmasına rağmen, günümüz insanı maddeten ve mânen bunalımdadır ve en şedid şekliyle sulh-u umumiye muhtaçtır. Dünün komünist ülkesi Rusya’nın bile kendisini İslâm ülkesi saydığı günümüzde, bu hastalıkların giderilerek mutlu bir dünya teşekkülünde, Müslümanlığın büyük kongresi olan hac ibadeti; sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın maddî ve manevî dertlerine çare aranan devasa bir organizasyon haline getirilebilir. Peki, bu nasıl gerçekleştirilecektir? Belli başlı İslâm ülkelerinden ehil kişilerden oluşturulacak bir komite tarafından yapılacak planlama ve duyuru sonucu, bütün dünya ülkelerinden katılacak birer Müslüman yetkilinin temsiliyle Mekke veya Medine şehirlerinden biri merkez olmak üzere, büyük bir organizasyonla gerçekleştirilecek kongrede, insanlığın ortak problemleri olan terör, gençlik sorunları, fakirliğin kaldırılması, emniyet, yardımlaşma ve ekonomik refahın geliştirilmesi, ailenin korunması, dinler arası ilişkiler, İslâm ve diğer İlâhî dinler açısından insan hakları ve ortak yaşayış normları ve bütün bu ve benzeri problemler ve daha birçok konuda masalar oluşturulup, problemler tartışılabilir; bu problemlere Kur’ân ölçüsünde, günümüz anlayışına göre ortak çözumler üretilebilir, milletler arasında ikili ekonomik ve diğer işbirliği anlaşmaları yapılabilir. Haccın farz ibadetleri ve rükünleri dışındaki arta kalan zamanlar bu çalışmalara tahsis edilebilir. En az günümüz gelişmiş ülkelerinin değişik işbirliği platformları veya olimpiyatlar düzeyinde bir tanıtım çalışması sonucu her yıl yapılacak hac kongresinin sonuç bildirisi bütün insanlık âlemine duyurulabilir. Geçenlerde dost ziyaretlerinden birinde arkadaşlardan biri hac farizasını yapacağını beyan edince, diğer bir arkadaş “Arkadaş hacca gideceksin, ama dönüşte haccı tutup işi gücü bırakabileceksen hacca git, değilse haccın boşa gider” ve bunun gibi bazı lâflar etti. Ben de bunun üzerine haccın gercek mânâsının bu olmadığını, haccın her şeyden önce şartları tutan bir Müslümanın, diğer farzlar gibi, yerine getirilmesi gereken bir fariza olduğunu; hacca gidip dönen kişinin hem maddî, hem de mânevî açıdan terakkî etmesi gerektiğini, hac dönüşünde Cenâb-ı Hakk’a olan ibadet ve duâlarında her an peygamber iklimini hissederek yaşaması ve varsa ticaret hayatında daha dürüst bir şekilde, hac iklimini hatırlarcasına ticaretine devam etmesi gerektiğini hatırlattım. Arkadaş taaccüp ederek “Allah Allah, öyle mi, ben böyle bilmiyordum, hacca gidenin bütün dünya işlerinden elini eteğini çekmesi gerektiğini düşünüyordum” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Buradaki arkadaşın düşüncesi şu an ekseriyetle İslâm toplumunun yanlış olan ortak düşüncesidir. Bu düşünceyi değiştirip, haccın İlâhî muhtevasını öne çıkarmak gerekmektedir. İnsanlık ve İslâm âlemi şu an şaşkın bir haldedir. Maddî problemler, gençlik ve aile problemleri vb. birçok problem, insanlık âlemini işgal ederek toplumları yutmak üzere olan bir canavar haline gelmiştir. Bu bunalımlar ve sıkıntılar karşısında huzura kavuşması için insanlığın ve Müslümanlığın büyük bir kongresi anlamını taşıyacak bir kongre vasıtasıyla nefes alması sağlanabilir. Bu devasa hastalıkların çözümünde kâinat kitabının özeti olan Kur’ân ne diyor bakalım: “Evet sair kelâmların Kur’ân’ın âyâtına nispeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle, yıldızların aynına nispeti gibidir.” (R. N. Külliyatı, yeni tarz Sözler, 25. Söz, s. 701) Bu konuda Kur’ân’ın misli olamaz ve yoktur. Âl-i İmran Sûresi 97. âyette: “Ona varmaya gücü yetenlerin Kâbe’yi tavaf etmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Her kim bu hakkı tanımaz ve haccı inkâr ederse, doğrusu Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” Yine Hac Sûresi’nin 27-28. âyetlerinde “İnsanlara haccı ilân et ki, yaya olarak yahut uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üzerinde sana gelsinler. Tâ ki, orada dünyalarına ve ahiretlerine ait faydalar bulsunlar.” Bütün dertlerin tabibi ve âlemlerin efendisi ve rehberi Hz. Peygamber (asm) ise, bir hadis-i şeriflerinde “İslâm kendinden önceki günahları yok eder, hicret kendinden önceki günahları yok eder, hac kendinden önceki günahları yok eder” (Müslim, İman: 192) buyurarak, haccın ehemmiyetine işaret etmiştir. Bütün insanlığı ve hususan İslâm âlemini bu asrın ve gelecek asırların maddî ve manevî bunalımlarından kurtararak sulh-u umumiyi temin etmek üzere Kur’ân eczanesinden çözümler ve reçeteler sunan asrın Kur’ân müfessiri Bediüzzaman, Kur’ân hakikatleri Risâle-i Nurlardan Sünûhat adlı eserinin “Rü’yanın Zeyli” adlı bölümünde: “Rü’ya hacda sükût etti. Çünkü haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musîbeti değil, gadap ve kahrı celp etti. Cezası da keffaretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkârı, teâvünle teşrik-i mesâiyi tazammum eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimâîyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti. “İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini (baba) öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. (...) “İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor. (...) “İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide (anne) gibi saçlarını çekip ahu fizar ediyor. (...) “Fa’tebiru (Bundan ibret alın) (...) Fıtrî meyelân, mukavemetsuzdur (karşı konulamaz bir güçtür). Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat (genişleme meyli, genleşme) demiri parçalar. (...) “Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat “Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem” sözleriyle bu hakikat ve ümidi ne güzel seslendirmektedir. İnsanlık, Hz. Rasûlullah’ın (asm) ve haccın yüksek ruhuna muhtaçtır, insanlığın Kur’ân’ın sabahında mutlu olacağı çok yakın bir gelecekte haccın insanlığın maddî ve mânevî problemlerinin çözümü için büyük kongresi olacağı günleri, Bediüzzaman’ın “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır. Hâkim yalnız hakaik-i imaniye ve Kur’âniye olacaktır ve beşerde sulh-u umumîyi temin edecektir” müjdelerinden anlıyoruz ve bu güzel günleri çabuk getirmesi için kâinatın zerreleri adedince Rabbimize duâ ve niyazda bulunurken; bu ulvî yolculuğa çıkan bütün Müslüman kardeşlerimizin haclarının makbul olmasını, hac farizasını henüz yerine getiremeyenlerin ankarîbüzzamanda ifa etmelerini Rabbimizden temennî ediyoruz. |
ABDULLAH ŞAHİN 28.10.2009 |
Efendim
Ruhumu, kapladı da özlemin, Çaresizim, vuslata Efendim, Aksa da, gözyaşları sinemin, Yangınını, söndürmez Efendim.
Gönlüme doğsa, mübarek adın, Salavat, şifa olur Efendim, Uzak olsa da, bana makamın, Titrerim, huzurunda Efendim.
Utancım, Sana lâyık olmamak, Nasıl varsam, yanına Efendim, Nasib olsa, affa mazhar olmak,
Şefaat, sığınağım Efendim. Gönül bu, sevgiye gem vurulmaz, Çağlar, delicesine Efendim, Sevdan düşmeyen yürek, onulmaz, Dermansız, bir yaradır Efendim.
Âleme rahmet olan sözünü, Dinlemeyen, bilemez Efendim, Kâinatın hakiki yüzünü, Yaşasa da, göremez Efendim.
HÜSEYİN ÇETİN |
28.10.2009 |