Süleyman KÖSMENE |
|
Kader ve ölüm |
Harun Erdem: “Kaderle ölüm arasında nasıl bir bağlantı vardır? Ölümde irademizin sorumluluğu nedir? Ölümden kaçarken ölmek nasıl bir tecellidir?”
Ölümde kaderin hissesi ayrıdır ve bu hisse yaratmayla ilgilidir. Nitekim hayat nasıl yüzde yüz Allah’a ait bir tasarrufsa, ölüm de yüzde yüz Allah’a ait bir tasarruftur. “O ki, hayatı da, ölümü de yarattı...” 1 âyeti bu hakikati ifade eder. Zaten hayatı veren Cenâb-ı Hakk’ın, hayatı almayı kişinin kendisine veya başkasına bırakması eşyanın tabiatına da zıttır. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, bir yaratma ve takdir ile gelen hayatın içinden ölümü çıkarıp alarak Allah’tan başkasına vermenin imkânı da, gereği da, anlamı da yoktur.2 Fakat diğer İlâhî tasarruflar gibi, ölümde de ön plânda sebepler gözükür. Bunlar, başta sadece emri uygulayan Azrail (as); sonra Azrail (as) ile aramıza konulan musîbetler, hastalıklar, belâlar, ihmallikler, düşmanlıklar… vs. şeklinde tecelli ediyor. Ölümde Azrail’in (as) suçu ve sorumluluğu söz konusu olmaz. Çünkü Azrail (as) doğrudan Allah’ın tasarrufu kapsamında Allah’ın emrini yerine getirmektedir. Azrail (as) isyansız hilâfsız emir kuludur. Fakat Azrail’den (as) beride bulunan ve ölüm getiren sair sebeplerin suçları, kusurları ve hataları söz konusu edilir; sorulur, soruşturulur, araştırılır, mes’ûl tutulur ve bu mes’ûliyetle gerek dünyada, gerekse âhirette gerçek biçimde yargılanır. Ve yargılama sonucunda adalet gereği verilen ceza ile de zulüm edilmiş olmaz. Çünkü ortada bir ölüm varsa, bir de ölümün sorumlusu varsa hesap sorulur. Fakat bazen kader hükmünü icra edeceğinde, bir kaza ile ağını örer. Kaza sırasında basiretler düğümlenir, bütün tedbirler geçersiz kalır. Ve ölüm geliverir. Ölümün sorumlusunu da bulamazsınız. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciun” demekten başka çaremiz kalmaz. Meselâ bir ormanda ağaç kesen birisinin, kesilen ağaç kendi üzerine doğru yıkılma riski taşıdığında, altında kalmamak için kaçarken ağaca hedef olması ve ağacın altında can vermesi gibi bir tecelliyi düşünelim. Görürüz ki, ölümden kaçarken ölüm gelip bize çatar. O an ölüme, yani Allah’ın takdirine teslim olmaktan başka çaremiz olmaz. Çünkü kader var ve kader bizim her türlü tedbirimizi geçersiz kılar ve hükümsüz kılar. Böyle ölümlerde bizde kusur olsa bile, ölüme bilerek atlamak gibi bir kasıt olmadıkça, artık kusura bakılmaz. Yani ölümdür, takdirdir, Allah’ın emridir, hüküm Allah’ındır; gelip bulacaktır, bulur; alıp götürecektir, götürür; ölüm bir sebep tahtında gelecektir, bir sebep derhal yaratılır. Düşünülmeyen, hesapta olmayan sebepler yaratılır. Sıradan… Hiç böyle ölüm olur mu dedirtecek cinsten… Ama olur ve ölüm gelir. Unutmayalım: Doğum herkes için tektir; ama ölüm kişiye özeldir. Ölümün şartı da, şekli de, tecellî biçimi de kişiden kişiye değişir. Aynı feci kazada ölenler de vardır, burnu kanamadan kurtulanlar da. Ne ölenlere şanssız, ne kurtulanlara şanslı deme durumumuz vardır! Esasen ölüme ve hayata dair bir şey söylemeye yetkimiz yoktur! Ölümde eşitlik olmaz, aranmaz; ölümde takdir, meşîet ve irade esastır. Ölüm, en sığ görünümüyle, hayatı verenin hayatı geri almasından ibarettir. Hayatı veren Yaratıcı, hayatı dilediği anda, dilediği sebeple geri almaya elbette yetkilidir. Ölümden kaçarken kaderi gereği ölüme yakalanan veya hiç hesapta olmadığı bir anda ölüme teslim olan birisi için söylenecek tek söz, “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciun” (Biz Allah için yaşarız ve Allah’a döneriz!) olmalıdır. Mü’min bir kişiye ölüm, bir kazanın eliyle gelmişse, Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdesiyle o kişinin mânen şehit hükmünde olduğuna inanırız. Ve onu Allah’ın rahmetine ve mağfiretine ısmarlarız. Burada artık sebepleri sorgulamamızın pek bir anlamı kalmaz. Boşuna vakit kaybetmiş oluruz. Yapmamız gereken tek şey: Sağ kalanlara sabır ve sıhhat temenni etmek, ölen için de rahmet, af ve mağfiret için duâ etmek olur. Bu vesileyle; örnek hadis çalışmalarıyla Kur’ân’ın vahiy kaynaklı tek müfessirinin hadisler olduğunu fiilî olarak ortaya koyan ve kütüb-ü sitte hadislerini Kur’ân’dan süzülen Risâle-i Nur penceresiyle yorumlayan ve müessif bir kaza ile Rahmet-i Rahman’a ve nur-u cinâna kavuşan değerli hocamız İbrahim Canan’a Cenâb-ı Erhamürrâhimînden rahmet; geride kalanlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
Dipnotlar:
1- Mülk Sûresi, 67/2. 2- Mektûbât, s. 13. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Yüz binlere ulaşacak bir Yeni Asya |
“Muvaffakiyet, niyet-i halisenin refikidir.” 1 Bu ifade Bediüzzaman Hazretlerine ait. Demek başarı için olmazsa olmaz birinci şart halis niyet, onun da ruhu ihlâstır. Kim Allah için yola çıkar, çırpınırsa Allah da onunla beraber olur. Peki, ya şerde muvaffak olanlara ne diyeceğiz? Üstad onun için de şu ölçüyü veriyor: “Samimî bir ihlâs şerde dahi olsa, neticesiz kalmaz. Evet, ihlâs ile kim ne isterse Allah verir.” 2 Şerde dahi başarıya ulaştıran bir ihlâs, hayırda niçin ulaştırmasın? Kur’ân hakikatlerini asrın idrakine sunmada basın ve yayının şüphesiz büyük bir önemi var. Gazete de bu önemli neşriyat organlarından biri. Kırk yıllık Yeni Asya tavizsiz çizgisiyle onurlu bir şekilde basın-yayın dünyasında yerini alıyor. Bugün hakperest herkes, onun bu istikrarlı hâlini takdir ediyor. Peki, bu kadar haklı ve doğru bir çizgide bulunan Yeni Asya’nın kaderi bunca yıla rağmen on binlerde kalmak mı olmalıydı? Olmamalıydı şüphesiz. “Niçin bu noktadayız?” sorusu üzerinde elbetteki bir kısım lehte ve aleyhte değerlendirmeler yapılacaktır. Geleceğe daha emin adımlarla daima gelişerek ilerleyebilmek için de bu gerekli. Ancak onca badireden yıkılmadan, bükülmeden ayakta kalabilmek her şeyden önce takdire şayan. Bugünden sonra geçmişten ders alarak geleceğe daha büyük, daha akıllı adımlarla ilerlemek gerekiyor. Yeni Asya yüz binleri bulan tirajlara ulaşacak inşallah. 17-18 Ekim Konya Ilgın’daki gazete temsilcileri toplantısında, Hz. Musa’nın (as) Firavuna karşı Kızıldeniz’deki zaferinden sonra Arz-ı Mukaddes’i geri alabilmek için Tih Çölü’nde kırk yıllık bir bekleme süreci geçirdiklerini, ancak her bakımdan yetişmiş, hazırlanmış yeni nesille fethin müyesser olduğunu belirtmiştim. İşte vakt-i merhun buydu: Hazırlık vakti… Bunun üzerine bir arkadaşımız pusulayla gönderdiği notta “Hz. Musa’nın (as) kırk senelik bekleme dönemiyle Yeni Asya’nın kırk yılı arasında bir tevafuk yok mu?” diye sormuştu. Gerçekten ilginç bir tevafuk! Sebat ve sadakatle yoluna devam eden Yeni Asya’nın yüz binlik tirajlara ulaşmasının bir başlangıcı olamaz mıydı bu kırk yıl? Niçin olmasın? Tabiî yapılması gereken çok şey var. Çok yönlü ve ciddî gayretler gerekli. Bu son temsilciler toplantısında bunun kıvılcımlarını gördük. Önümüzdeki promosyon kitaplar için daha şimdiden 369 binlik bir taahhütte bulundu arkadaşlarımız. Bir önceki hamlede yüzde yirmilik bir artışı gerçekleştirmiştik. İkinci yüzde yirmilik artış için kollar şimdiden sıvandı. Böylesine gayyur, fedâkâr insanlarla inşaallah bunlar adım adım gerçekleşecek. Bütün mesele ümit, sabır, sebat, şevk ve gayret… Bundan sonraki hedefimiz ise adım adım 80 binlere ulaşmak! Yönetimi, temsilcileri ve okurlarıyla buna “Evet!” diyorsak gereklerini de yapmak için kolları sıvamalı değil miyiz?
Dipnotlar:
1- Âsâr-ı Bediiyye, s. 366. 2- Lem’alar, s. 154. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ticaret, siyaset, esaret |
Tâ çocukluğumda babamla birlikte gittiğim Diyarbakır’da bir büyük mağazanın en görünür yerinde şu sözün yazılı olduğunu görmüştüm: “Ne idim, ne oldum, ne olacağım?” Aslında herkesin kendine sorması gereken bu düşündürücü suâl, bugünlerde bilhassa Fransa’ya sığınma talebinde bulunan Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan için hatıra geliyor. Tıpkı babası ve kardeşi gibi, Cem Uzan da sonunda Türkiye’yi terk etmek durumunda kaldı. Oysa Uzan ailesi ve grubu, bir zamanlar ticarette en büyükler listesinde bulunuyordu. Ticaretin çeşitli dallarında başa güreşen bu aile, medya sahasında da devler liginde oynuyorlardı. Sonra siyasete atıldılar. Cem Uzan, kurucu başkanı olduğu Genç Partiyi 2002 seçimlerine soktu ve yaklaşık üç milyon seçmenin oyunu alarak şaşırtıcı bir netice elde etti. 2007 seçimlerinde oyları yarı yarıya azalan Uzan, bu gelişmeye paralel şekilde ticârî hayatta da büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Mahkemeden mahkemeye celp edildi. Sonunda kanuna aykırı iş ve faaliyetleri sebebiyle ağır cezalara çarptırıldı. İşte tam da bu cezaların bedelini ödemek zorunda kalacağı esnada, aldığı bazı kötü duyumlar sebebiyle Türkiye’yi terk ederek Fransa’dan sığınma talebinde bulundu. Böyle durumlar için hani derler ya “Neredeeen nereye” diye… Ne garip değil mi? Bir taraftan dağlardan, terör kamplarından ayrılarak Türkiye’ye sığınma talebinde bulunan PKK’lılar, bir yandan da Türkiye’yi siyaseten yönetmeye talip olmuş bir genel başkanın Türkiye’den kaçarak Avrupa’daki bir ülkeye sığınma talebi… Eş zamanlı olarak yaşanan bu iki hadise, Türkiye’nin tipik bir özelliğini nazara vermektedir. Bu iki hadise arasında daha başka benzerlikler, paralellikler de var. Meselâ, siyasetteki oy oranları. 2002 seçimlerinde yurt dışına kaçan Cem Uzan’ın partisi ile şimdi yurt dışından gelerek Türkiye’ye teslim olanların partisi birbirine çok yakın oranlarda oy aldılar. Dağdan inenlerin partisi, bugüne kadar hep kavgadan, zıtlaşmadan kazandı; ülke menfaatine yarayacak bir başka hizmetleri görülmedi. Bu iki partinin en büyük hizmeti ise, AKP’yi tek başına ve rakipsiz şekilde iktidara getirtmek oldu. Tabiî, bu işi doğrudan değil de, dolaylı şekilde yapmış oldular. Yine de, bugün pek çok insan terör örgütünün emrindeymiş görüntüsü veren DTP’nin, nasıl olup da üç milyon civarında oy aldığını hayret ve taaccüp içinde sorup duruyor. Ama esasında ondan çok daha taaccüp edilecek şey, bugün Türkiye’yi terk ederek Fransa’ya sığınma talebinde bulunan bir kimsenin beş yıl önceki seçimlerde nasıl olup da yüzde yediden fazla oy alabildiği hususudur. Ve bakınız, seçimlerde milyonların oyunu alan, dolayısıyla milyonlara ümit vadeden bir kişi, bir anda siyasette sıfırı tüketerek havlu atıyor. Üstelik gidip ecnebilere sığınma talebinde bulunuyor. Yabancı ülkelere sığınma vak’ası yeni değildir. Geçmişte de pek çok siyasetçi kendi ülkesini terk etmek ve bir başka devlete sığınmak zorunda kalmıştır. Bu durum, bir yere kadar makul karşılanabilir. Meselâ, eğer o ülkede darbe yaşandıysa veya demokratik kanallar ciddî mânâda tıkandıysa, geçici olarak gidip başka yerde siyâsî mülteci olarak yaşanabilir. Ancak, şimdiki durum çok farklı. Gerçi, Uzan’ın kendisi sığınma gerekçesini “siyâsî linç” şeklinde belirtmiş bulunuyor. Ancak, işin aslı hiç de öyle değil. Üstelik, bugünkü iktidar, bir cihette onun eseridir. Zira, tıpkı bugünkü gibi hatırlıyoruz, onun eski siyâsîler için söyleyip durduğu şu “Meclistekiler! Hepiniz gideceksiniz!” sözünü… Evet, Uzan’ın gideceksiniz dediği siyasilerin hepsi de gittiler. 2002 seçimlerinde baraj altında kalarak sahadan çekildiler. Onların yerine ise, AKP ve Erdoğan tek başına geldi. İşte, Uzan’ın başı da bunlarla derde girdi. Yani, kendi elleriyle iktidar koltuğuna oturmalarına siyaseten imkân tanıyan Uzan, aynı yerden, aynı elden tokat yedi. Burada bir noktanın daha altını çizmekte fayda var. Uzan’ın Türkiye’yi terk etmesi ve bir ecnebi ülkeye sığınması, siyasî sebeplerle değildir. Kendisi her ne kadar öyle dese de, işin gerçeği başkadır. Gerçek sebep, ticaretteki kanunsuzluklar ve usûlsüzlüklerdir. Dolayısıyla, bunu kalkıp siyaset perdesiyle örtmeye hiç gerek yok. Düşünün ki, siyasette bugün teröre bulaşanlara bile meydan açılıyor. Böyle bir Türkiye’de Uzan’ın istediği gibi siyaset yapması mümkün. Demek ki, asıl mesele başka. Bakalım, sığınma talebini değerlendiren Fransa bu işe ne diyecek? Ve bakalım, Uzan’a ümit bağlayan seçmen bundan böyle nasıl bir siyasî mecraya yönelecek? Temenni edelim ki, insanlarımız bundan sonra böyle sığ ve temelsiz politikaların kurbanı olmasın. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İmanın özelliği, hak ve hürriyetler - 2 |
İmân-hürriyet arasındaki münâsebetle ilgili olarak önce imânın tarifinden başlayalım: İmân, inanma, inanç, tasdik. Terim olarak, hak dini kabul etme, İslâm’ın inanılması gerekli olan esaslarına inanma.1 Bediüzzaman, ‘İmân hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imânı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir’ 2 der. Cüz’î irâde denilen hür irâdesini kullandıktan sonra, Allah’ın istediği kulunun kalbine ilka ettiği nûrdur.3 Meleklere imân eden, onların İlâhî bir kameraman ve kâtip gibi bizi takip ettiğini ve her hareketimizi yazdığını bilen biri, haksızlık yapamaz, kimseyi incitemez. Kitaplara inanan, onlardaki hak ve hürriyet meselelerine önem verir. Resûllere imân eden de, onların vermiş olduğu hak ve hürriyet mücâdelesiyle kendisini özdeşleştirir. Anne-baba hakkı, komşu hakkı, insan hakkı, hayvan hakkı, hattâ eşya hakları, peygamberler vasıtasıyla ders verilmiştir. Peygambere bile, inanç ve fikir açısından herhangi bir baskı, zorlama yapma hakkı verilmemiştir: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” 4 “Vazifemiz size gerçeği bildirmekten ibârettir.” 5 Şu halde, peygamberler ve din, hak ve hürriyetlerin kaynağıdır. Ahiret gününe imân, hesap, adâlet, mîzan, cezâ gününün geleceğini kesin olarak bilmek ise, ona göre hayatına yön vermek demektir. Kadere îman ise, insanın, mes’ul olduğu işlerde alabildiğine serbest irade sahibi, bütün fiil ve hareketlerinde hür olduğunu anlatır. İnsanlığın ortaya çıkabilmesi ve insanın tabi tutulduğu imtihanın gerçekleşebilmesi için, “cüz’i irade”, yani “hür irade” dediğimiz bir serbestlik verilmiştir. İnsan, mes’ul tutulduğu hususlarda hiçbir zorlamaya veya baskıya maruz kalmaksızın, istediği gibi hareket edebilir. İşte Kur’ân’ın bu husustaki tavrı: “...Dilediğinizi yapın; muhakkak O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” Bu, âyet-i kerime, her türlü hakkın kaynağıdır. İsteyene, dilediği gibi hareket etme hürriyeti tanınmaktadır... Diğer taraftan hemen bütün hak ve hürriyetlere dâir Kur’ân ve Sünnet’te direkt emirler, tavsiyeler, teşvikler bulunmaktadır. Kişinin, yalnız Allah’ı Rab tanıması gerekir. Yalnız Allah’tan korkması gerekir. Namazlarını düzenli olarak kılan bir mü’min, günde beş vakit namazda, 40 defa tekrarlar: “Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 6 Daha önce belirtmiştik, yeri gelmişken tekrar edelim: İnsan hak ve hürriyetlerini en mükemmel şekilde vaz eden İslâmiyettir. İnsan hakkı, inanç hakkı, vicdân hakkı, ibâdet hakkı, karı-koca hakkı, anne-baba hakkı, çocuk hakkı, komşu hakkı; hattâ hayvan hakkı, eşya ve çevre hakı; İslâm’ın getirdiği, yerleştirmeye çalıştığı haklardır. Kur’ân, baştan sona haklar manzûmesidir. Resûl-i Ekrem’in (asm) Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Ve binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince teferruatına kadar nakış nakış işler. İnsanların kalb ve dimağlarının ufkuna ekilen hak ve hürriyetler, bir kartopu gibi, akıldan akla, beyinden beyine, gönülden gönüle, zamandan zamana, devirden devire, asırdan asıra, toplumdan topluma, kitaptan kitaba yuvarlanarak büyümüş ve bugünkü şeklini almıştır. Bütün bu gerçekleri bize bildiren, aklımıza ve zekâmıza kapı açan dindir.
Dipnotlar:
1. Dr. Hasan AKAY, İslâmî Terimler Sözlüğü, s. 157). 2. Sözler, s. 284. 3. İşârâtü’l-İ’câz, s. 46. 4- Kur’ân, Yûnus, 99. 5- Age, Yâsin, 17. 6- Age, Fâtiha, 3. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali OKTAY |
|
27 Mayıs darbesi ve bir müzik adamının trajikomik hatırası... |
Geçtiğimiz haftalarda tanbur üstadı Necdet Yaşar’ın konuk olduğu bir programda dinlemiştim. Tanburi Necdet Yaşar Tanburi Cemil Bey ve oğlu Mes’ud Cemil Bey‘den gelen zincirin son halkasıdır. Müziğimizin de yaşayan birkaç çınarından biridir aynı zamanda. Necdet Bey’in anlattığı hatıralarından biri oldukça trajikomik, enteresan ve ibretlik idi. Özellikle ihtilâlcilerin, askerlerin korkusunun, bir müzik adamı ve bir radyo programcısı üzerindeki etkisini göstermesi bakımından paylaşmaya değer. Necdet Yaşar Hocanın anlattıklarından aklımda kalanlar şu şekilde: Necmi Rıza müzisyendir ve aynı zamanda Tanburi Necdet Yaşar’ın bir arkadaşıdır. TRT radyolarında da bir müzik programı hazırlayıp sunmaktadır. Belirgin özelliği de biraz pimpirikli, çekingen mizaçlı oluşudur. Dönem 27 Mayıs ihtilâlinin karanlık ve baskıcı günleri. Askerî idare, 27 Mayıs’ın hemen akabinde TRT radyolarında san'atçılara oynak, hareketli şarkılar türküler çalınması emrini vermiştir. Amaç elbette Menderes’i halka unutturmaktır. Necmi Rıza TRT radyolarında canlı yayınlanacak programı için eserleri seçmiş ve sıra son esere gelmiştir. Arkadaşı Necdet Yaşar’a “son şarkıyı seçtim, nasıl buldun?” diye sorar. Necdet Bey, “hangi eseri seçtin?” der. “Köprüler yaptırdım yolun geçmeye, çeşmeler yaptırdım suyun içmeye” türküsünü der, Necmi Rıza. Necdet Bey biraz muziplik olsun, hem de arkadaşını korkutmak için “Aman Necmi bey! Sen ne yapmışsın öyle köprüler, çeşmeler demişsin? “ “Evet ne oldu ki?” “Yahu köprü, çeşme kimi hatırlatıyor, Menderes’i değil mi? E şimdi askerler demez mi sen Menderesi mi kastediyorsun?” Necmi Rıza, panikle “Çok doğru, hiç düşünmemiştim doğrusu hemen gidip değiştireyim” der. Gider, değiştirir ve başka bir şarkı seçer. Necdet Yaşar “Ne seçtin?” diye sorar. “Ada sahillerinde bekliyorum” şarkısını.” Necdet Yaşar “Ne! Ya Necmi Bey, Adnan Menderes şu anda Yassıada’da değil mi? Şimdi askerler sen Yassıada’ya mesaj mı vermek istiyorsun demez mi?” “Çok doğru, hemen gidip değiştireyim” ve can havliyle gidip bu defa başka bir şarkı seçer. Necdet Yaşar yine sorar; “Ne seçtin?” “Bak artık askerler de buna bir şey bulamazlar. Hacı Arif Bey’in “Muntazır teşrifine hazır kayık şarkısını seçtim.” Necdet Yaşar yine korkutmaya devam etmiş: “Pes Necmi Bey! Askerler düşünmez mi şimdi yani ey Menderes kayık emrine hazır hadi kaçıralım öyle mi?” Necmi Rıza artık çıldırmış şekilde “Ya çok doğru bu da olmaz, çıldıracağım” deyip gitmiş. Necdet Bey artık bunun bir şaka olduğunu söyleyene kadar Necmi Rıza perişan olmuş.
GÖNÜLDEN DİLE...
Aldı ecel ayağımı , destimde yok amel Demen bana ki ahrete bi-amel gider Kendi evine dâvet ediptir Huda beni Dar’ül Kerim’e gitse kişi azığı nider?
Kemalpaşazâde 22.10.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Pişmanlıkla ömür tüketenler |
Dünyaya çeki düzen verme iddiasında olan ülkelerin ‘kudretli’ yöneticileri, yaptıkları ‘iş’lerden dolayı pişmanlıklarını ifade ediyorlar. ‘Pişman’ olan yöneticilerden biri de dönemin Eski ABD Dışişleri Bakanı Colin olmuş. İstanbul’da TİKAD tarafından düzenlenen ‘’Anneler Teröre Karşı’’ konferansında bir konuşma yapan Colin Powell, ‘’2003 yılında BM Güvenlik Konseyi toplantısında ‘Irak’ta kitle imha silâhları var’ dediği’’ hatırlatılarak yöneltilen bir soruyu cevaplandırırken istihbarat birimlerinin kendilerini yanılttığını söylemiş. Powell, ‘’Ama aslında istihbarat birimlerinin yanıldığını öğrendik. Kandırılmıştık ya da kendimizi kandırmıştık. Silâhlar orada değildi. Bu sonuçtan her zaman pişmanlık duyuyorum. Bu bilgi yanlıştı, orada silâh yoktu. Ve oradaki üs çatışma amaçlı değildi, ama bize söylenen bu şekilde. Böyle inanarak, istihbarat birimlerinin bize verdiği doğrultuda hareket ettik’’ diye konuşmuş. (AA, 20 Ekim 2009) Tabiî ki ‘yanılan’ sadece eski ABD Dışişleri Bakanı değil. Bunun gibi onlarca, belki de yüzlerce örnek var. İnsanoğlu yanılır ya da yanıltılabilir. Fakat ‘dünyaya nizam verme’ iddiasında olan yöneticilerin yanılmasının faturasını sadece kendileri değil, milyonlarca kişi ödemek durumunda kalıyor. Bu noktada asıl iş, Birleşmiş Milletler ya da İslâm Konferansı Teşkilâtı gibi kurum ve kuruluşlara düşüyor. Telâfisi imkânsız hatalara imza atılmaması için baştan tedbirler alınabilmeli. Irak örneğinde olduğu gibi bir ülkeyi ‘yok’ edip, sonra da “Üzgünüz, pişmanız, hata yaptık” diyerek işin içinden çıkmak mümkün mü? Zaten BM’nin kuruluş gayesi de bu değil mi? Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar sadece ‘güçlü’leri değil de ‘haklı’ları da dinliyor olsa belki de bu yanlışlara imza atılmayacak. Meselâ, Irak konusunda pek çok ülkede sivil toplum kuruluşları ABD’ye itiraz etti. “Yanlış yapıyorsunuz, hataya düşmeyin” diye seslerini duyurmak istediler. Fakat yanlış istihbarata sarılan ABD; hem Irak’ı mahvetti, hem de kendisi ve dolayısı ile dünya bedel ödedi. Keşke, Powell’in pişman olmasından ders alınabilse... Bu güne kadar ders alındığını gösteren bir adım atıldığını görmedik. Irak’ta yanlış yaptıklarını dolaylı da olsa itiraf eden Powell’dan sonra, meselâ Afganistan’da da yanlış yaptıklarını itiraf etmelerini mi bekleyeceğiz? Hatta ve hatta, yanlış yaptıklarını gördükleri halde Irak’tan çekilmeyi niçin birinci gündem maddelerine almazlar? Hem yanlış yapıp, hem de yaptıkları yanlışta devam etmeleri, inandırıcılıklarını tamamen ortadan kaldırıyor. Daha da kötüsü, bundan sonra yanlış yapmayacaklarına dair bir umut da vermiyorlar. Benzer şekilde İran konusunda da yanlış yapmaya hazır görünüyorlar. Dünyanın gözünün içine baka baka, “İran’ın nükleer silâhı var” diyerek orayı da ‘yok’ etmeyi planladıkları akla geliyor. Bunu söyleyenler nedense “nükleer silâhın kralı” olan İsrail’i görmüyor, duymuyor. Nükleer silâhların imhasına İsrail’den başlansın. Sıra ile Amerika’ya kadar gidilsin. Biz “sulh-u umumî’den, ‘dünya barışı’ndan yanayız. Ama bu barış isimden ve resimden ibaret olmamalı. Yani ‘sözde’ değil, ‘özde barış’ istiyoruz... 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Açılım” çıkmazları… |
Yeni yasama döneminin başında Meclis’in önünde hükûmetin “açılımları” var. “Sınır ötesi operasyon tezkeresi”ni kabul eden Parlamento, bu hafta “Ermeni açılımı”nı görüşüyor. Önümüzdeki haftalarda ise “demokratik açılım”ı ele alacak… Obama’nın gelişiyle Türkiye’nin gündemine sokuşturulan “Ermeni açılımı”nda da belirsizlik sürüyor. Bursa’daki “Azerbaycan bayrağı yasağı”, buna karşı Azerbaycan’daki Türk şehidliğindeki “bayrakların indirilmesi” krizleri bir yana. “Ermeni açılımı” da çıkmazda. Başbakan’ın Mayıs’ta Azerbaycan Millî Meclisi’nde güvence verip Zürih’te “protokollerin imzalanmasından sonra tekrarladığı ve Azerî Parlamento Heyetine taahhüd ettiği “Karabağ işgali sona ermeden sınırlar açılmayacak” sözü var. Buna mukabil, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, en üst düzeyde“Protokollerde Karabağ şartı bulunmuyor, bu ayrı bir konu, gündemde yok” diye kesip atıyor. Peki, bu çelişki nasıl giderilecek? Bir milyon Azerinin kaçkın (göçmen) durumuna düştüğü ve BM, AGİT ve bütün uluslar arası mercilerde Azerbaycan’ın toprağı olduğu deklâre edilen Karabağ işgali sona ermeden, Ermenistan sınır kapısı nasıl açılacak? Sonra, mâhiyeti ve işlevi belirlenmeyen “ortak tarih komisyonu” nasıl kurulacak? Her gün bir yenisi eklenen Ermenilerin “gayr-ı menkul ve tazminat dâvâları” arasında “soykırım konusu” nasıl ele alınacak?
“AÇILIMLAR”IN SORUMLULUĞU Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev, protokollerin imzalanmasıyla Ermenistan’ın daha da uzlaşmaz bir havaya girdiğine dikkat çekiyor. Bu durumda Başbakan’ın sözüne ne olacak? Ankara, Ermenistan’ın Karabağ dışında işgal ettiği beş reyondan (il ve ilçeden) çıkmasını “yeterli” görüp sınırları açarsa, Erivan Karabağ işgalini sona erdirecek mi? Hükûmetin gönderdiği “protokoller”i görüşecek olan TBMM, bunun kararını neye göre verecek? Başbakan’ın “Karabağ teminatı”, sırf Azerleri teskin için mi? Değilse, hükûmet neden Karabağ işgalinin sona erdirilmesinde Erivan’ın olumlu tavrını görmeden “protokoller”i alelacele Meclis’e sevk ediyor? Yoksa hükûmet, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ikrarıyla “Türkiye’nin stratejik çıkarlarının tam uyuştuğu” ABD’nin “baskısı”yla imzalandığı her halinden belli olan “protokoller”in politik rantını elde ettikten sonra siyasî sorumluluğunu yine Meclis’in üzerine atma taktiği mi gütmekte? İçinden çıkılmaz hale getirdikten sonra, “Meclis’e havale”yle oyalama peşinde mi? Veya yeni bir “1 Mart tezkeresi” oylaması mı tekrarlanacak? Bütün bu istifhamlar ve belirsizlikler ortasında tam bir muammaya dönüşmekte, çıkmaza girmekte… Diğer yandan ismi “Kürt açılımı”ndan “millî birlik projesi”ne değiştirilen ve hergün yeni bir şekle bürünen “açılım”da da hâlâ bir açıklık yok. Aslında Erdoğan’ın, “Açılımın içinde neler olacağı tam belli olmadığı için açıklanmıyor” açıklaması, bizzat Başbakan’ın ağzından “açılım”ın içinin boş ve belli olmadığının açık itirafı. Tespit şu ki bu “açılım” da içinde ne olduğu bilinmeyen bir “kutu”. Üzerinden aylar geçtiği halde, hükûmet hâlâ “kutu”yu açmış değil; içinde ne olduğu bilinmiyor…
DEMOKRATİKLEŞME, “AÇILIM”A KURBAN Bu arada İmralı’daki terörist başı “Öcalan’ın emri”yle olduğu belirtilen “sembolik dönüş”ün DTP tarafından siyasî şova dönüştürülmesi, bu “açılımı” daha da zora sokmakta. “Demokratik açılım”, DTP ve terör örgütünün “yerli işbirlikçileri”nin “talepleri”ne indirgenmekte. Öcalan’ın muhatap alınmasına, “yol haritası”na, “federasyon fitnesi”ne âlet edilmekte; iftirak-ayrılık zemininin hazırlanmasında istimal edilmekte. Ve bu durum daha baştan “dönüş” yolunu dinamitlemekte, “açılım”ı açmaza itmekte, kapamayla karşı karşıya bıraktırmakta… Oysa Meclis’in görüşeceği öncelikli konular, “demokratikleşme”nin birinci şartı olan ve hükûmetin gündeme alıp almama arasında zikzaklar çizdiği “yeni anayasa” ve uyum reformları askıda… Müzâkere sürecinde AB’ye taahhüd edilen ve son “ilerleme raporu”nda dikkat çekilen yargı reformu, siyasetin demokratikleşmesinde fevkalâde önem taşıyan siyasî partiler ve seçim yasaları gibi bir dizi uyum yasası Meclis’ te ele alınacak âcil düzenlemelerin başında bekliyor. Ayrıca Meclis komisyonlarında 190, Genel Kurul’da 82 tasarı duruyor. Bu siyasî kargaşada Ankara’nın gündemi, bizzat Başbakan ve hükûmet sözcülerinin ifâdesiyle muhtevası belli olmayan, nereye varacağı kestirilemeyen süreçte güven vermeyen ve tıkanmayla yüzyüze kalan “açılımlar”a endekslenmiş. Ve demokratik açılım, Başbakan’la ana muhalefet liderlerinin günübirlik “kameralı görüşme” ve “biri bizi gözetliyor” atışmalarına kurban gitmekte... Yazık değil mi? 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Hani tek millet iki devlet idik! |
Ermenistan’la iki protokolün imzalanmasıyla birlikte Azerbaycan’la aramızı açmaya çalışan nifak kazanları da kaynamaya başladı. Türkiye’nin en yetkili ağızlardan ‘Yukarı Karabağ sorunu çözülmeden sınır açılmayacak’ vaadini vermesine karşın, birileri Türkiye’nin Azerbaycan’a ihanet ettiği dedikodularıyla iki ülkenin arasını açmaya çalışıyor. Bursa’da Türkiye-Ermenistan millî maçında Azerî bayraklarının FİFA tarafından sahaya sokulmamasını bile dillerine doladılar. Kadim dostlarımız Azerîler ise bu tahriklere çabuk kapılıyorlar. Önce Türkiye’ye satılan doğal gazın fiyatının yükseltilmesi, ardından Türk şehitliğinde bulunan Türk bayraklarının indirilmesi, bu da yetmiyormuş gibi Rusya ile ortak inşa edilecek güney boru hattının Türkiye’den geçmesini protesto edebileceklerini açıklamaları işte bu anlamsız tepkilerin başta gelenleri. Bu tahriklere CHP lideri de “PKK’ya gücünüz yetmiyor da Azerbaycan’a mı yetiyor” sözleriyle körükle katıldı. Önceki gün hem Başbakan Erdoğan hem de Dışişleri Bakanı Davutoğlu en kesin ifade ile “gök yere inse Yukarı Karabağ konusundaki Türkiye’nin duruşunun değişmeyeceğini” dile getirdiler. Cumhurbaşkanı Gül de Medvedev’i telefonla arayarak Yukarı Karabağ sorunun çözümü sürecinin hızlandırılması talebini tekrarladı. Peki bunca teminata ve açıklamaya rağmen Azerîler neden ikna olmuyor? Azerîler Yukarı Karabağ sorununun çözümünde asıl aktörün Türkiye değil, Rusya olduğunu bilmiyor mu? MİNSK grubunun bu konudaki aracılığını sürdürdüğü bir sır mı? Elbette Azerîler bütün bunları biliyor. Zaten Türkiye’nin etkisinden bağımsız olarak Rusya’nın baskısı ile Azerilerle Ermeniler arasında Yukarı Karabağ sorununun çözümüne ilişkin görüşmeler sürüyor. Bugün de Moskova’da iki ülke heyetleri arasında Rusların da katılımıyla bir görüşme yapılacak. Protokollerin Bakanlar Kurulunda imzaya açılmasının sanki TBMM tarafından onaylanmış gibi yansıtılması da ilginç. Halbuki bu adım sürecin yalnızca teknik bir başlangıcından ibaret. Protokoller meclis gündemine geldiğinde, tıpkı yasa tasarılarında olduğu gibi senelerce komisyonlarda bekletilebilir. Nitekim hükümet çok açık bir şekilde bırakınız sınırın açılmasını, protokollerin onaylanmasını bile Yukarı Karabağ sorununda ilerleme kaydedilmesine bağladı. Bazı çevreler Türkiye ile Azerbaycan arasındaki iyi ilişkilerin bozulmasından yarar umuyor. Ya da Azerîleri kışkırtarak Ermenistan’la girilen ilişkileri normalleştirme sürecini baltalamak istiyor. Bu çevrelerin tahriklerinin ardında petrol ve doğal gaz boru hatları projelerini engelleme amacının da yatabileceği unutulmamalıdır. Kars-Tiflis-Bakü demiryolu hattı projesi de bir çoklarını huzursuz ediyor. Türkiye’nin son yıllarda bölgesindeki faaliyetinin artmasından rahatsız olan çevrelerin bu oyunlarına her iki ülke kamuoyu ve hükümetinin de gelmemesi gerekir. “İki devlet tek millet” ideali, birkaç art niyetlinin oyunlarıyla yıkılmamalıdır. Bu açıdan Azerbaycan yönetimi ile iletişim kaynaklarının daha güçlü tutulması yararlı olacaktır. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Başlangıç ve sonrası |
Dağdaki militanlardan ve Mahmur sakinlerinden bir grubun, PKK ve DTP tarafından “barış elçisi” olarak nitelendirilip, adeta “zafer kazanmış komutanlar” edası verilerek Türkiye’ye gönderilmelerinde, farklı birkaç yönden endişeleri davet eden hususlar vardı. Bunlardan biri, DTP-PKK cephesinin, olayı, “Zaferi biz kazandık” havasında takdim ederek, tertiplediği coşkulu karşılama törenlerinde yeni provokasyonlara zemin hazırlaması ihtimaliydi. Çok şükür ki, öyle olmadı. DTP’nin organize ettiği ve on binlerce kişinin katıldığı karşılama mitinginde böyle tezgâhlara meydan verilmedi. Her ne kadar Erbil’deki buluşma ile başlayıp sınırı geçerek Türk güvenlik güçlerine teslim olma aşamasına kadarki seyahat serüveninde, işin şov ve gösteriye çevrilmek istendiğini düşündüren bazı görüntüler oluştu ise de, sürecin tümüne bakıldığında, korkulanın olmadığı görüldü. Bunda, hadiseyi canlı yayınlarla takip eden TV kanalları başta olmak üzere, medyanın sergilediği sakin ve sağduyulu tavır da etkili oldu. Diğer bir endişe konusu, gelenlerin “devlet” tarafından ne şekilde ve nasıl karşılanacağıydı. O cenahta da “Nasıl tıpış tıpış geldiniz; burnunuzu iyice sürtelim de görün bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu; şehitlerin kanını yerde bırakmayıp, yaptıklarınızı burnunuzdan fitil fitil getireceğiz” gibisinden haşin bir tutum ve uygulamaya tevessül edilmesi riski söz konusuydu. Neyse ki, öyle olmadı ve orada da hukuk devletine yakışan dengeli bir tavır ortaya konuldu. Gelenleri teslim alıp sağlık kontrolünden geçirme ve sorgulama aşamalarında gayet dikkatli davranıldı. Hem kurallar uygulandı, hem de karga tulumba görüntülerine meydan verilmedi. İfade ve işlemleri tamamlandıktan sonra kısa sürede serbest bırakılmaları, oluşan olumlu havayı pekiştirdi. Böylece, kalan diğerlerini de dönüş için teşvik edecek bir atmosfer oluşturuldu. Sonuçta, eve dönüş sürecindeki ilk adım ve denemenin hayli başarılı olduğu ve bundan sonraki aşamaların daha rahat ve kolay şekilde devam edebileceği bir ortamın doğduğu söylenebilir. Şu anda dağda bulunanların yüzde 90’ının, bir çatışma ve eyleme katılmadıkları için, inip döndükleri takdirde, sorgularını müteakip serbest kalabilecek durumda olduklarına ilişkin “istihbarat raporları”ndan söz edilmesi, bu teşvikkâr ortamı daha da güçlendirmeyi amaçlıyor olmalı. Eğer öyle ise ve gizli temaslarla bu mesaj dağdakilere iletildiyse, dönüşler hızlanarak sürebilir. Bunun güçlendireceği olumlu ortam ve yumuşama iklimi, bir sonraki aşamada, örgütün yönetici kadroları için öngörülen formülleri hayata geçirmenin şartlarını da olgunlaştırabilir. Ve nihaî aşamada, örgüt dağılır, terör biter. Tabiî, daha öncesindeki birikim ve tortuları saymazsak, çeyrek asırdır Türkiye’yi uğraştıran ve hepimize büyük acılar yaşatan dehşetli bir fitnenin tamamen tarihe gömüleceği o noktaya bir günde ve çok kolay bir şekilde ulaşılması beklenemez. Her türlü provokasyona açık, çetin ve zorlu bir sürecin henüz başlarında bulunuluyor. Örgütü tasfiye edip terörü bitirmeye yönelik dış konjonktürü ya kavrayamayan ya da direnen iç aktörlerin siyaset, medya ve toplum içindeki uzantıları, eski söylemleri devam ettirerek, şehit ailelerinin acılarını kullanarak ve komplo teorilerine sığınarak, süreci sabote etmeye çalışabilirler. Terörün devamından rant devşirme esasına dayalı bazı karanlık yapılanmaların muhtemel provokasyon girişimleri de gündeme gelebilir. Bütün bunlara karşı, artık kanın durmasını, barış ve kardeşliğin hakim olmasını, kucaklaşma ve dayanışmayı, yekvücut halde sorunları çözüp her alanda hep birlikte gelişmeyi ve ilerlemeyi samimiyetle arzu eden herkesin, çok farklı bir duyarlılık, dikkat, temkin, sorumluluk, sağduyu ve sabırla çözüm sürecini teşvik etmesi lâzım. Bunun için şart olan toplumsal şuur ve sağduyunun halkımızda mevcut olduğuna inanıyoruz. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Nur’un merkezinden, Türkiye’nin merkezine |
Yeni Asya’nın Barla Sosyal Tesislerinin; hem nüvesinin atıldığı zamanlarda mevzuya sahip ve müdahildik, hem de açılış merasiminde de bulunmak nasib olmuştu, çok şükür. Bunu, daha önceki birkaç yazımızda ifade etmiştik. Barla, malûmunuz olduğu üzere, Risâle-i Nur Külliyatının telif edildiği ilk merkezdir. Tabiî oraya okuma programlarına gitmenin yanında, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin menzilleri olmasından dolayı da ziyaret edilen bir yerdir. Bu ziyaret kısmı olmasa, oraya memleketin her tarafından gitmek biraz zor olur. Yani sadece okuma programı için gidilen bir yer değil Barla. Söylediğimiz gibi, Nurun merkezidir. Geçenlerde, memleketim olan Ankara’ya bir ziyaretim olmuştu. Birkaç gün, peş peşe kadim dostlarla görüşme imkânımız oldu. Bu arada, yine daha önceden faaliyetlerini yürüten arkadaşlarla görüşüp, malûmat sahibi olduğumuz Ankara-Ayaş’taki Yeni Asya Sosyal Tesislerinin açılış merasiminin yapılacağını duyduk ve bizim de bulunduğumuz günlere tevafuk ettiğinden, yine burada da bulunmayı Cenâb-ı Hak, bize nasip etmişti, Elhamdülillah. Türkiye’nin merkezinde böyle bir tesisin düşünülüp yapılması, Ankara’daki gayyur ve cevval kardeşlerimizin emeğiyle mümkün oldu. Türkiye’nin her taraftan rahatlıkla gelinebilecek bir yer burası. Dediğim gibi, bu işe niyet edildiği zaman, “olur mu, olmaz mı?” diye düşünülürken, birden tahakkuk edip, çok kısa zamanda bitirildi. Ömer Tuncay Ağabeyin ifadesiyle, adeta bir çocuğun dünyaya gelmesi gibi, inşaata başlayıp bitirilmesi, dokuz ay on gün sürmüş. Zaten hep tevafukları yaşadığımızdan, bu da bir tevafuktu. İnşaallah, buralarda imanî mes’eleleri öğrenip vatan ve millete faydalı insanlar yetişecektir. Memleketimizin çok muhtaç olduğu sağlam nesillerin yetiştirilmesinin en büyük amillerinden olan Risâle-i Nur Külliyatını, buralarda okuyup vatan sathının büyük bir mektep yapılması idealine giden yollardan birinin daha faaliyete geçmesi bizleri çok memnun etmiştir. Cenâb-ı Hak, oranın faaliyete geçirilmesi işinde, tozunu dahi alandan razı olsun. 22.10.2009 E-Posta: [email protected] |