Faruk ÇAKIR |
|
Hanımlar ayrı otobüse! |
Bazıları yine kızacak, ama gerçekleri ifade etmekten başka çare yok: Mümkün olan her yerde hanımlara ayrı otobüsler tahsis edilmesi gerekir! “Bu çağda böyle şeyler olur mu? Böyle uygulamalar laikliğe aykırıdır! İlke ve inkılâplar elden gider! Kimse Türkiye’yi geriye götüremez!” gibi sloganları bir yana bırakıp, gerçekleri görmek vaktidir. Elbette istisnalar bir yana bırakılırsa hanımlar için en rahat yer evleridir, çocuklarının yanıdır. Bir kısım insanlar bu tesbitlere de karşı çıkıp, “Kimse kadınları eve kapatamaz! Burası ‘komşu ülkelerimiz’ gibi değildir!” diyebilir. Tabiî ki dilin kemiği yoktur ve insanlar düşüncelerini ifade etmekte hür olmalıdırlar. Fakat bu itirazlar Türkiye, dünya ve yaradılış gerçekleriyle ne ölçede örtüşüyor? “Hanımların yeri, evi, çocuklarının yanı olmalıdır” tesbitini, “Hanımlar evlerine kapansın” şeklinde anlamanın da gereği yok. Geniş anlamıyla ‘çocuk yetiştirmek’ basit bir iş midir ki, ‘anneler çocuklarının yanında olsun’u bazıları ‘kadınlara hakaret’ olarak anlamak istiyor? Herkes kabul eder ki; çocuk yetiştirmek, mutlu ve huzurlu bir aile yuvası kurmak ve onu devam ettirebilmek dünyanın en zor, zahmetli ve aynı zamanda o derece de önemli bir ‘iş’idir. “Hanımlar çocuklarını eğitsin, onlarla ilgilensin” teklifine tepki gösterilmesini anlamak mümkün değil. Meselâ, çocuğu olan bir hanım niçin kendi çocuğunun eğitimini ‘ücreti mukabilinde çalışan bir bakıcı’ya bırakıp da ‘ekmek parası peşinde’ koşsun? İstisnaları bir yana bırakırsak, ‘hanımların evinde olması’ fıtrata daha uygun olan tavırdır. Aksini iddia etmek, Türkiye ve dünya gerçeklerini inkâr anlamına gelir. Hepimiz biliyoruz ki, zaman zaman gündeme gelen “hanımlar için ayrı otobüs ihdas edilsin” talepleri bazı çevrelerden ciddî tepki alan ve ‘darbe’ye bahane edilen konulardan biridir. ‘Yanlışlıkla’ bir belediye böyle bir uygulamaya imza atsa, emin olun ki hemen bir ‘andıç’ bile yayınlanır. Bununla da kalmaz, ‘büyük gazete’ ve TV’lerde günlerce, bıktırırcasına haber konusu yapılır. Çoğunlukla da bu adımı atan belediyeler özür beyan ederek bu uygulamadan vazgeçer. Türkiye’de darbelere bahane edilebilen bir konu, başka ülkelerde ‘ihtiyaç’ olarak görülüyor ve gereği de yapılıyor. Bunun son örneği geçenlerde Japonya’da sergilendi. Başşehir Tokyo’da daha önce başlatılan “sadece hanımlara özel vagon”lardan sonra şimdi de bir adım daha atılarak “sadece erkeklere özel vagon” uygulaması isteniyormuş. Dikkat edelim: Hanımlar için zaten böyle bir uygulama var. ‘Taciz’den bıkan kadınlar daha önce böyle bir talepte bulunmuşlar ve ‘insana değer veren’ idareciler bu talepleri yerine getirmiş, hanımlar için özel ve ayrı vagonlar tahsis etmiş. Şimdi de ‘taciz iftirası’ndan korkan ve bıkan erkekler, sadece erkeklerin binebileceği özel vagonlar istiyormuş. (Yeni Asya, 18 Haziran 2009) Bu talep sebebiyle Japonya ‘geri’ gitmediği gibi, irtica da hortlamamış, ilke ve inkılaplar da elden gitmemiş. Üstelik Japon ana muhalefet partisi de bu talebe karşı çıkmamış! Çıkmış olsaydı her halde duyulurdu. Mümkün olsa bütün Türkiye’de, özellikle de büyük şehirlerde kadın ve erkeklerin ayrı toplu ulaşım vasıtalarını kullanmasına acil ihtiyaç var. ‘İftira’ meselesi de çok ciddî. Belki çoğunuz kalabalık otobüslerde böyle ‘iftira’ ve tartışmalara şahit olmuşsunuz. Yakın zaman önce böyle bir tartışmaya şahit oldum. İstanbul Topkapı’dan hareketle uzak bir semte giden ‘halk otobüsü’nde bir tartışma başladı. Orta yaşlı bir hanım, en az kendisi kadar yaşlı ve belki de ‘dede’ olan bir beye ağır sözler söyledi ve onu ‘sarkıntılık yapmak’la suçladı! “Senin yüzünden erken inmek mecburiyetinde kalıyorum” diyerek ilk durakta indi. İtham edilen bey ise kendini savunmaya çalıştı, ama kim haklı, kim haksız bilmek mümkün mü? Allah böyle durumlara düşmekten hepimizi muhafaza eylesin. Amin. Sadece bu sebeple bile olsa kadınlar ayrı, erkekler ayrı otobüsle yolculuk edebilmeli. Hiç değilse bu şekilde yolculuk yapmak isteyenlere bu imkân sunulmalı. Bu talebi dillendirmek ‘gericilik’ ise bu ithamdan korkmayız. “İlerici”ler için iftiranın bir anlamı yoksa, kendileri bilir... 23.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nişanlılıkta dinî nikâhtan sakının! |
Bazı aileler, nişanlıların daha sık görüşebilmeleri ve haram işlemelerini önlemeye yönelik, güya “imam nikâhı” tedbirini alıyor. Oysa, resmî bir bağlayıcılığı olmayan bu nikâhtan sonra, fecî sonuçlar doğabilir. Terazilerin bozulduğu, ölçülerin yitirildiği, nefsi arzu ve isteklerin, olumsuz duygu ve hasletlerin tamamen başıboş kaldığı, ahlâksızlık bombardımanının yaşandığı bu zeminde, nişanlılık münâsebetleri de ince bir çizgiyi takip ister. İki şahit huzurunda (şahitler bunu ilân edecek, kamuya mal edecek mahiyette olmalı) tarafların kabul-icap şartlarını yerine getirdikleri nikâh, meşrû nikâhtır. Bunun dinisi, imamlısı, imamsızı olmaz. Nişanlılık devresinde, yalnızca “dini nikâh, imam nikâhı” son derece sosyal, hukukî birçok mahzurlar taşır. İmam nikâhının / dinî nikâhın devam etmesinin sebebi şudur: Cumhuriyet öncesinde, nikâhı belediye memurları yerine, resmen imamlar kıyardı. Dolayısıyla onun bir kaydı-kuyudu vardı ve hukukî işlemler, muâmeleler onun üzerine binâ edilirdi. Bugün, imam veya dinî nikâhın resmî ve hukukî hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Hatta, belediye memurunun kıydığı nikâh, imamın kıydığı ve adına “dinî nikâh” denen akitten çok daha güçlü ve makbuldür. Peygamberimiz (asm) “Bu evlenmeyi duyurun! Evlenme işlerini mescidlerde yapın! Üzerine de defler çalın! Çünkü, helâl ile haramı ayıran şey, onu duyurmaktır” 1 buyurmuştur. Evlenmek isteyen kişiler, teferruâtlı bir araştırma yaptıktan, küfüvünü, yâni dengini bulduktan, sözleştikten veya nişanlandıktan sonra, artık birbirini, âile ferdlerini iyice tanırlar. Nişanlılık ile de aralarında bir akrabalık bağı kuracaklarına dair bir kısım bağlayıcı ve resmî olmayan muamelelerde bulunurlar. Böylece, hem evlenecek olanlar, hem de onların âile efradı, tanışarak sosyal yapılarını daha iyi tanıma fırsatı yakalarlar. Nikâh, bir arada yaşamayı, bazı mükellefiyetleri yerine getirmeyi ve cimâyı, yani cinsi münâsebeti meşrû kılan ve şer’î ölçüler dahilinde yapılan bir akit, antlaşmadır. Diğer bir ifadeyle evlenmek, yuva kurmak, bir arada yaşamak ve neslin devamı için yapılan sözleşmedir. Sakın, sakın! Nişanlılık döneminde “dinî veya imam nikâhı” yapmayınız, yaptırmayınız. Zira, yaptırılırsa, artık dinen, örfen ve ahlâken karı-kocadırlar. Mahremiyet sınırları kalkmıştır... Ve bir zaman sonra, taraflardan birisi veya her ikisi, evlenmemeye karar verirlerse; mahremiyet sınırlarının ortadan kalkmasından dolayı doğan sonuçlar, hukuken nasıl çözülecektir? Resmî nikâh olmadığından nasıl sonuçlar doğuracaktır? Sakın, sakın! Resmen evli olanlar bile birçok problemle cedelleşip, haksızlıklara maruz kalırken, nişanlıların nikâhlanması intihardan farksızdır! Veya aileler şu dayatmalarda bulunacaktır: Madem karı-koca münasebetleri gibi ‘vahim sonuçlar’ ortaya çıktı; öyle ise evlenmelidirler! Peki, bu evliliğin ileride taraflara getireceği vahim sonuçları hesap edebilmek mümkün mü? Bu arada, vefat, tedâvisi imkânsız bir hastalık da arız olabilir. Bunlar zamanla ortaya çıkan hususlardır. Nikâh kıyarak, hem nişanlılık devresini, hem evlenecek olanları zor durumlara sokmanın anlamı yok!
Dipnot: 1- Aişe (ra) Rezîn. 23.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Onu, doğru sözlülüğü kurtardı |
Bayram yazıları sebebiyle geçtiğimiz Cumartesi günü devamını bir başka yazıya bıraktığımız Hz. Ka’b’la ilgili hâdiseye bugün devâm edelim: Dünya dar gelmeye başlamıştı Hz. Ka’b’a (ra). Herkes yan çiziyor, kimseyle iki kelâm edemiyordu. Birgün amca oğlu, çok sevdiği insan Ebû Katade’nin yanına gitmiş, selâm verdiği halde cevabını alamamıştı. “Ey Ebû Katade! Allah için soru-yorum. Allah’ı ve Resûlünü (asm) ne kadar sevdiğimi biliyor musun?” diye sormuş, yine cevap alamamış, ancak ısrarı üzerine, “Allah ve Resûlü (asm) daha iyi bilirler” diye karşılık vermiş, başka da bir kelime etmemişti. Birgün çarşıda dolaşırken yiyecek satmak için Medine’ye gelen bir Şam kıptîsi, yanına yaklaşmış, eline bir mektup tutuşturmuştu. Mektup Gassan Meliki’nden geliyordu. Kendisine uygunsuz davranıldığını belirttikten sonra “Allah sizi hukukun çiğnendiği, kıymetin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gel, size ikram ederim” diyordu. Hz. Ka’b, “Bu da başıma bir belâdır” deyip mektubu ateşe atıp yakmıştı. Aradan tam kırk gün geçmiş, bir elçi gelip, Resûl-i Ekrem’in (asm) eşinden ayrı oturmasını emrettiğini söylemişti. “Ne yapacağım, onu boşayacak mıyım” dediğinde, “Hayır, ondan ayrı oturacaksın, boşamayacaksın” denilmişti. Hz. Ka’b, eşini anne babasının yanına göndermiş, Allah’ın hükmü gelinceye kadar birlikte kalmalarını söylemişti. Böylece aradan tam elli gün geçti. Ellinci gecenin sabahında evinin damında sabah namazını kılmış, yeryüzünün onca genişliğine rağmen dar geldiği o günlerde Sel’ Dağından bir ses, “Ey Ka’b bin Malik! Müjde müjde!” diye seslenmişti. Allah Resûlü (asm) sabah namazını kıldıktan sonra Hz. Ka’b ve diğer iki arkadaşının tevbelerinin kabul edildiğini ilân etmiş, halk da koşarak bu müjdeyi ulaştırmaya çalışmış, müjdeyi ilk önce Sel’ Dağından seslenip ulaştıran kişiye sevincinden üzerindeki iki elbiseyi çıkarıp hediye etmişti. Oysa o gün için bu iki elbiseden başka bir elbise de yoktu. Emanet iki elbise alıp hemen Allah Resûlü’nün (asm) yanına koştu. Halk bölük bölük onu karşılıyor, tevbesinin kabulünü tebrik ediyor, “Allah’ın affı kutlu olsun” diyorlardı. Mescid’e gittiğinde Allah Resûlü’nün (asm) ashabın ortasında oturduğunu gördü. Talha bin Ubeydullah yerinden fırlayıp koşarak Hz. Ka’b’ın elini sıkıp tebrik etti. Mecliste selâm verdiğinde Allah Resûlü’nün (asm) yüzünün sevinçten parladığını görmüş, “Annen doğurduğu gündenberi üzerinden geçen günlerin en hayırlısıyla müjdelerim” buyurduğunda, sevincinden yerinde duramaz olmuş, “Ya Resûlallah, sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı?” diye sormaktan kendini alamamış, Allah Resûlü de (asm) “Benim tarafımdan değil, Aziz ve Celil olan Allah tarafından” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ka’b, “Ya Resûlallah! Tevbemi tamamlamak için bütün malımı Allah ve Resûlü (asm) yolunda tasadduk edeceğim” dediğinde Allah Resûlü (asm), “Malından bir kısmını yanında bırakman senin için daha hayırlıdır” buyurmuşlardı. O da Hayber’deki hissesini elinde bırakıp diğerlerini bağışlıyor, “Ya Resûlallah, Allah beni ancak doğru söylemem sebebiyle kurtardı. Hayatta kaldığım sürece doğru söylemek ancak tevbemin devamı olacaktır” diyordu. Gelen âyetlerden o ve onun gibilerle ilgili olan âyetler şu meâldeydi: “Haklarındaki hüküm geri bırakılmış olan üç kişiye de Allah tevbe nasip etti. Öyle ki, yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber onlara dar gelmiş, kalpleri sıkıştıkça sıkışmış ve Allah’ın azabından kurtulmak için O’ndan başka sığınacak bir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra Allah onlara pişman olup dönmeleri için tevbe nasip etti. Muhakkak ki Allah, tevbeleri çokça kabul edici ve kullarına merhamet edicidir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe Sûresi: 118-119.) 23.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Açılımı yasak konular |
Yasaklara sığınmak, yasakları savunmak, yasakçı bir zihniyeti yaşatmak, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de giderek imkânsız hale geliyor. Gerek teneffüs edilen hürriyet ve demokrasi havasının vermiş olduğu cesaret ve gerekse teknolojinin sağladığı imkânlar sayesinde, yasakçı cereyanlarla mücadele bir hayli kolaylaşmış durumda. Bu sebeple, tabu ve totemlere artık rahatlıkla ilişilebiliyor, yıllarca telâffuz edilmesi bile cürüm telâkki edilen meseleler, tartışma gündemine kolaylıkla getirilebiliyor. Ancak, yine de kapalı kutu gibi duran, ilişilmesi, hatta konuşulup tartışılması yasak veya sakıncalı addedilen daha nice konular var önümüzde. Yasaklanma, ya da tabulaştırılma sebebiyle de, halkımız ve bilhassa yeni nesiller bu konuların mahiyetini tam olarak bilemiyor. Bunları bilmek her vatandaşın en temel hakkı (bilgi edinmesi hakkı); ancak, doğru bilgilere ulaşılması şimdilik neredeyse imkânsız. İşte bu sakıncalı, yahut tabu addedilen noktalardan birkaç örnek: 1) Lozan'ın içyüzü, yahut Lozan'ın gizli gündemi. Görüşmeler esnasında ortaya çıkan Hahambaşı Haim Naum'un rolü, resmî görevi ve İsmet Paşaya tesiri. 2) Misâk–ı Millî sınırları içinde yer alan, ancak Lozan'da (1923) kısmen, iki sene sonra ise tamamen kaybedilen Musul meselesinin içyüzü. 3) Birinci Meclis'te (1920–23) yer alan, ancak Lozan kararlarının oylanmasından kısa bir süre önce diskalifiye edilen "İkinci grup"taki milletvekillerinin, bir süre sonra tamamen dışlanmalarının ve neredeyse hainlerle bir tutulmasının temel sebepleri. 4) Latife Hanımın sır mektuplarının ve TTK'ya emanet edilen özel belgelerinin—vasiyetine rağmen—niçin açılmadığının ve özellikle kamuoyundan niçin gizlendiğinin asıl sebebi. 5) Terakkiperver Fırkası (1925) ile Serbest Fırkanın (1930) kurulduktan kısa süre sonra kapatılmasının ardındaki temel gerçekler. 6) Medreselerin kapatılması, hilâfetin lağvedilmesi, Kur'ân harfleri ile Muhammedî ezanın yasaklanması fikri nereden çıktı? Bunların mevcudiyeti cumhuriyet rejimi ile bir zıtlık mı teşkil ediyordu? Son iki maddenin serbest kalmasıyla rejim mi çöktü, yahut Cumhuriyet zarar mı gördü? Diğer ilk iki maddenin tartışma gündemine getirilmesi bile mümkün görünmediğine göre, Türkiye'de "açılım"ı halen yasak olan konular var demektir. Yeni jenerasyon bunları da bilmesi lâzım ki, adımını doğru atsın ve yanlışlıkla yaş tahtalara basmasın. Tabiî, Türkiye'de yasak olan daha birçok konu, daha birçok temel hak ve hukuk meselelerimiz var. Zaman içinde bunların dökümünü de yapmak gerekir. İlânihâye yasak olamaz ki...
Tarihin yorumu 23 Eylül 1954
Bir keskin muhalif: Hüseyin Cahit
Eski İttihatçılardan CHP'li Hüseyin Cahit Yalçın, Demokrat Parti aleyhinde yazdığı hakaretamiz yazıları sebebiyle tutuklanarak Üsküdar Cezaevine gönderildi. (23 Eylül 1954) Ne var ki, bu durum DP'lilerin fikir hürriyetini kısıtladığı şeklinde yansıtıldı. O günkü medyanın neredeyse tamamı tarafından DP aleyhinde bir kampanya başlatıldı. Muhalefet partisi CHP'nin de aynı cephede yer almasıyla birlikte, iktidar aleyhindeki tepkiler alabildiğine şiddetlendi. Bu gerilimi fırsata dönüştürme hevesine kapılan CHP lideri İsmet Paşa, yaklaşık iki ay sonra Üsküdar Cezaevine giderek Hüseyin Cahit'i ziyaret etti. Oysa, vaktiyle kendi partisi de aynı Hüseyin Cahit'i yine aynı sebeple üstelik İstiklâl Mahkemesinde yargılayarak cezalandırmıştı. CHP'yi eleştirdiği için 1925'te Çorum'a "müebbed sürgün" cezasıyla gönderilen Hüseyin Cahit, 1926'da çıkartılan aftan yararlanarak serbest kaldı. Ancak, M. Kemal'in ölüm tarihi olan tâ 1938 yılı sonlarına kadar siyasetin dışında kalmaya mecbur edildi. Medyanın son derece tarafgir olan desteği, muhalefet partisinin bu işi serrişte edip durması, iktidar partisini sıkıntıya soktu. Bu sıkıntıyı katmerleştiren bir başka gelişme ise, Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın da Hüseyin Cahit meselesinde İsmet Paşa ile aynı çizgide buluşması oldu. Bayar, kendisinin de kurucusu olduğu DP'ye demediğini bırakmayan Hüseyin Cahit'i, anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak cezasını kaldırdı. Böylelikle, hayatının hemen her safhasında aykırı bir tip ve muhalif bir tavır koymakla tanınan Hüseyin Cahit, ömrünün son demlerini ise Demokrat Partiyi tenkit etmekle geçirdi. Ölüm tarihi, 8 Ekim 1957. * * * Aykırı damarları hemen her dönemde depreşen Hüseyin Cahit, ilk muhalefetini Sultan II. Abdülhamid'e karşı sergiledi. Hatta öyle ki, Sultan'ı bombalı sûikast ile öldürmek isteyen teröriste rahmet okuyan Tevfik Fikret'le aynı kulvara girdi ve birlikte neşriyat faaliyetinde bulundu. Sultan Abdülhamid'e karşı İttihatçıların safına giren Hüseyin Cahit, 31 Mart Vak'ası esnasında öldürülmekten şans eseri kurtuldu. Onun yerine, yanlışlıkla bir başka kişi, Lazkiye mebusu öldürüldü. Ancak, kısa süre sonra İttihatçılarla da arası açılan Hüseyin Cahit, kendi partidaşlarını da tenkit etmeye başladı. Hatta, bu sebeple başında bulunduğu Tanin gazetesi de bir müddet kapatıldı. İşgal yıllarında Malta'ya sürgün edilen Hüseyin Cahit, serbest kalıp Ankara'ya döndükten sonra da, iktidara çöreklenen tek parti zihniyetiyle mücadele etti. Bir taraftan da eski bazı İttihatçı arkadaşlarını savunma cihetine gitti. Bu yüzden de, cezalandırılmaktan kurtulamadı. Son derece karmaşık ve çalkantılı bir fikir ve siyaset hayatı yaşayan Hüseyin Cahit'in en çok muhalif olduğu cephe ise, Meşrûtiyet yıllarında Ahrarlar, Cumhuriyet döneminde de Demokratlar oldu. Kendisinin ne maksatla, nereye dayanarak ve kimin hesabına bu keskin muhalefeti yaptığı ise, tarihin sırlı dosyaları arasında bulunuyor. 23.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Gaylule, Kaylule, Feylule uykuları |
Elif Hanım: “28. Lem’a 9. Nükte uyku bahsinde; a) Gaylule’de güneşin doğuşuyla kerahet vakti bitinceye kadar (40–50 dakika arası) uyku; rızık noksaniyeti ve bereketsizlik. b) Feylule’de ikindi namazından sonra akşama kadar ki bütün zaman dilimindeki uyku; ömrün noksaniyetine sebeptir. c) Kaylule olan sünnet uykusundan bahsediyor ki; kuşluk vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Soru 1: Kuşluk vakti güneş doğduktan ve bir miktar yükseldikten itibaren başlar ve öğleden biraz sonraya kadar denilen vakti saat olarak izah eder misiniz? Soru 2: Bazı arkadaşlar güneş tam tepede iken namaz kılmakla ilgili kerahet vaktinin uyku için de geçerli olduğunu söylüyorlar? Bu doğru mudur? Bu kerâhet vaktinde uyunmaz mı?”
Gaylule uykusu fecirden itibaren güneş tamamen doğuncaya kadar geçen sürede uyumaktır. Bu zamanda uyumak sünnete uygun düşmez. Çünkü birçok iş kolunda sabahın erken saatlerinde işe başlamak rızkın bolluğuna ve berekete sebeptir. İnsanın işe motive olacağı en aktif zaman dilimi fecirden sonraki zaman dilimidir. Bu dilim, uykuyla geçmemelidir. Çünkü o saatte uyumak işe geç başlamak demek olacaktır ki, bu da iş kaybı, emek kaybı, zaman kaybı, kazanç kaybı, performans kaybı gibi kazancı bereketlendiren birçok ana unsurun devre dışı kalması mânâsına gelecektir. Bereketsizliğin sebebi budur. Fakat öte yandan kerahet vaktinde eğer iş ve yoğunluk uyumayı gerektiriyorsa pekâlâ uyunabilir. Meselâ gece mesaisi yapmış birisi sabah namazını kıldıktan sonra kerahet vaktinin geçmesini beklemeden uyuyabilir. Ve bu sünnete aykırı düşmez. Çünkü adam günlük mesaisini yapmış, sabah namazını da kılmış, kerahet vaktinin geçmesini beklemeye artık dinî bir sebep yoktur. Burada kerahet vakti sadece bir zaman ismi olarak zikredilmiştir. Yoksa mutlak derecede uyku yasağı getiren bir zaman parçası olarak gelmemiştir. Feylule uykusunda da aynı durum söz konusudur. İkindi namazından sonra güneş tamamen batıncaya kadar geçen zaman dilimi keza birçok iş kolu için en verimli zaman dilimidir. Bu saatte uyumak rızkı da, ömrü de noksanlaştırır. Çünkü insanın günün verimini muhasebe edeceği, ölçüp tartacağı, yarınki gün için yeni plânlar yapacağı, hayat için yeni moral ve motivasyon bulacağı bu zaman diliminde uyumak insanı bütün bu neticelerden genellikle mahrum bırakır. Buradaki uyku sakındırmasının da kerahet vaktine denk gelmesi ile ilgisi yoktur. Zaman dilimi bakımından sakıncalı görülmüştür. Fakat şüphesiz bunun da istisnası vardır: Meselâ, gündüz boyu aralıksız yoğun bir çalışma gösterip akşamdan sonra gecenin bir vaktine kadar yeniden yoğun bir çalışmaya girecek birisi için, eğer bu vakitte biraz boşluk söz konusu olursa, bu kişinin bu vakitte bir miktar kestirmesinde dinen bir sakınca olmaz. Görüldüğü gibi Gaylule ve Feylule uykuları kerahetle ilgili olarak değil, fakat çoğunluk için zaman dilimi olarak sakıncalı bulunmuştur. Kaylule uykusu olan kuşluk vaktinden öğle sonrası vakte kadar güneşin en hararetli olduğu zaman dilimi içinde yarım saat kadar uyumak ise sünnette tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeyi öğle öncesi giren kerahet vakti delemez. Yani kerahet vakti geldi diye sünnet olan öğle uykusunun yapılamaması söz konusu değildir. Çünkü esasen kerahet vakitlerinde sadece namaz kılma yasağı vardır. Bunun da gerekçesi hadiste açıklanmıştır. Hadisçe bunun gerekçesi, o vaktin, kâfirlerin güneşe secde ettikleri vakit oluşudur.1 O halde kerahet vakitlerinden olan sabah gün doğarken ve akşam gün batarken uyumanın mekruh görülmesinin, bu vakitlerin kerahet vakti olması ile ilgisi yoktur. Bunun gerekçesi, sadece insan fıtratının bu vakitlerde daha performanslı oluşu ve bu performansı negatif olarak uykuda öldürmeyip pozitif mânâda değerlendirme gereğidir. Bu durumda Kaylule uykusu olan öğle uykusu, öğle öncesi kerahet vaktinde yapılabilmektedir. Kaylule uykusunun tavsiye edildiği saat ise kaba kuşluktan ikindi öncesi zamana kadar geçen saattir. Bu saat kişiye ve iş yoğunluğuna göre ve kişiye özel olarak değişebilmektedir. Belirli bir saat verip itaat ehlini saatle sınırlandırmak doğru değildir.
Dipnot: 1- Müslim, Salâti’l-Misafirin, Hadis No: 294. 23.09.2009 E-Posta: [email protected] |