23 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Kim ki, Ramazan ayını ve (sonrasında gelen) Şevval ayından altı günü oruçlu geçirirse bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur.

Câmiü’s-Sağîr, No: 3668

23.09.2009


Yeryüzündeki en büyük meseleyle meşgulüz

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.

Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fânî hayatta zâlimâne olan düstûr-u cidal dâiresinde, gaddarane, merhametsiz ve mukaddesât-ı diniyeyi dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin çalıştıkları ve vazifedâr oldukları fânî hayâta bedel, bâkî hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imânın saâdet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde katî ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücâdele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nûr-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divânelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?

Bu âyet “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez. (Mâide Sûresi: 105.)” ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan “Er-râzî bi’z-zarari lâ yunzeru lehû” yani, “Başkasının dalâleti sizin hidâyetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düstûrun mânâsı: “Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek râzı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri mâlâyânî bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecâvüz edemeyiz. Bize tecâvüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nev'î nûrânî müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:

Risâle-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. “Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir?” diye, Boğazlar hakkında “boşboğazlığı” münâsebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nûriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.

“Eûzübillâhi mineşşeytâni ve’s-siyâseti (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.

(Beşinci Şuânın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)

Emirdağ Lâhikası, s. 41, (yeni tanzim, s. 89)

LÜGATÇE:

fütur: Ara, usanç, gevşeklik.

tevakkuf: Durma, duraklama.

rû-yi zemin: Yeryüzü.

mesâil: Meseleler.

vazife-i bâkiye: Daimî vazifeler.

düstûr-u cidal: Çarpışma kaidesi.

perestişkâr: İbadet edercesine seven.

ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar.

muvakkat: Geçici.

mâlâyânî: Mânâsız, faydasız, boş şey.

selb: Zorla alma, ortadan kaldırma.

Bediuzzaman Said Nursi

23.09.2009


Nurları anlatalım

Fitne ve fesat asrının Kur’ân hakikatleri olan Risâle-i Nurlara, bizim dışımızdaki insanların da, en az teneffüs ettiğimiz hava kadar, ekmek kadar, su kadar ihtiyaçları olduğunu; bizim de bu hakikatleri, ihtiyaç içinde olanlara ulaştırmamızın gerektiğini düşündük mü? Mutlaka düşünmüşüzdür; lâkin ne kadar aralıklarla?

İsterseniz, buradan hareketle kendimize şu soruyu soralım: Mülkiyeti bize ait gibi görünen ve vücudumuz dâhil olmak üzere, aslında hepsi Rabbimizin birer emaneti olan sahip olduğumuz şeyleri elde etmeyi ve korumayı ne kadar aralıklı olarak düşünmekteyiz?

Beni bu satırları yazma düşüncesine iten sebep; Risâle-i Nur Enstitüsü’nün, Ağustos ayında düzenlediği, “Hızlandırılmış Risâle-i Nur Eğitimi” sonrası memlekete dönme esnasında karşılaştığım bir hadise oldu.

Söz konusu program son derece verimli geçti. Ülkemizin değişik şehirlerinden gelen genç kardeşimizle birlikte, biz de kıdemli gençler olarak bu programa iştirak ettik. Katılımcılar içinde en kıdemlisi 52 yaşla bu fakir ve diğer kıdemli üç arkadaştan biri 33, diğer ikisi ise 40’a doğru yol alan gönül erleriydi. Bu yüzden anılan program son derece zevkli, renkli ve verimli geçti. Tabiî ki programın verimli geçmesinde, başta Mehmet Kutlular Ağabey olmak üzere, bize tecrübelerini aktaran Ali Vapurlu, Talip Çiçek, Mustafa Said İşeri, Hakan Yalman, Latif Salihoğlu, İsmail Kartal ve Celaleddin Çelebi başta olmak üzere görevli bütün kardeşlerimizin emeklerini teslim etmek gerek.

Neyse, sözü fazla uzatmadan sadede gelelim: Mazeretim sebebiyle, programdan biraz erken ayrılıp İstanbul’dan Ankara, Konya güzergâhıyla Adana’ya gitmek üzere yola çıktığım esnada, Esenler Otogarında hareket saatini beklemeye başladık. Yolda karşılaşabileceğimiz durumları hesaba katarak, yatsı namazını kılma isteğimize firma yetkilileri son derece yakın alâka göstererek, caminin alt katta olduğunu, istememiz hâlinde yazıhanenin ikinci katında namaz için mescit ve lavabo imkânı bulunduğunu belirttiler. Abdest için lavaboya yöneldiğim sırada, karşımda kırk yaşlarında gülümseyen ve tavırlarından namaz hazırlığı yapma telâşında bulunduğu anlaşılan bir yüzle karşılaştım. Bunu fırsat bilerek kendisine “Risâle-i Nurları okuyorsunuz galiba” deyince; kısık sesle “Ben Risâle-i Nurları okumadım, ama İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ını okuyorum” diye mukabele etti. Abdest hazırlığı sonunda, aynı arkadaşla tekrar karşılaştığımızda, bana ne iş yaptığımı sordu. Ben de emekli eğitim yöneticisi olduğumu ve İstanbul’a bir program için geldiğimi, Bediüzzaman’ın; İmam-ı Rabbani’den “mühim bir üstadım” diye bahsettiğini söyledim. O da ilâhiyatçı olduğunu ve fahri vaizlik yaptığını söyledi. Bunun üzerine kendisine Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur Külliyatı içinde Mektubat isimli bir eserinin bulunduğunu, bunu okuması durumunda meslekî ve imanî olarak çok istifade edeceğini ifade ederek yolculuğa devam etmek üzere ayrıldım.

Hülâsa olarak, bu hatıradan şuraya varmak istiyorum: Risâle-i Nur hakikatleri bütün dünya ülkelerinde fütuhata devam ederken, ülkemizde başta birçok ilahiyatçı ve üniversite mezunu olan veya diğer tahsil seviyesinde, kadın-erkek yüz binlerce insanımızın, henüz Nurlardan haberdar olmadığını düşündüğümüzde Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla omuzumuza yüklenen bu yüce dâvânın, ulaşabildiğimiz her yere, ihtiyaç sahibi olan gönüllere ulaştırılması konusunda, daha ne kadar gayret göstermemiz ve mesafe almamız gerektiğini düşündüm. Yüce Resul’ün (asm) “Bir tek adam seninle hidâyete gelse, sahrâ dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır” sözünü, hayatımızın her saniyesini nurlandıran bir emir telâkki etmemiz gerektiğini daha çok anladım.

Bir başka muhaverede buluşmak temennisiyle….

[email protected]

ABDULLAH ŞAHİN

23.09.2009


Kulağımla değil, gözümle işitiyordum

R

isâle-i Nûrlarda çok önemli kelimeler, cümleler ve kavramlar olduğunu biliyoruz. Zaman zaman üzerinde saatlerce hatta günlerce tefekkür ettiğimiz cümle ve kavramlar oluyor. Tefekkür ufuklarında gezinmek, sanki okyanus derinliklerine dalmak gerekiyor. Bir nebzecik de olsa o kavramlardan ve cümlelerden nasiplenmek için çırpınıp durduğumuz anlar oluyor. Bazen zihin muhakemeyi kesiyor ve derin derin dinlenmeye koyuluyor. Bazen de beyin fırtınaları başlıyor ve o fırtınalar içerisinde bir limana sığınmak icap ediyor. Bütün bunlar bir hakikate ulaşmak ve o hakikatten nasiplenmek uğruna oluyor.

Risâle-i Nûr eserleri her kesim tarafından okunabilen bir mahiyete sahip eserlerdir. Herkes ihtiyacı miktarınca nasiplenir. Çünkü Risâle-i Nûrlar bu zamanda ehl-i imânın selâmetli, kısa bir tarîk-i Kur’ân’ıdır. Bizler inanıyoruz ki Risâle-i Nûrlar, bütün ilimleri hâvîdir. Çünkü Onlar Kur’ân’ın mânevî bir mu'cizesi ve dersidir. Elbetteki “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır” (En’âm Sûresi, 6:5.) âyetinden, Kur’ân’ın bir aynası olduğu için Risâle-i Nûrlar da nasibini almıştır. Ancak her bir meselesini herkes göremiyor ve anlayamıyor olabiliyor.

Bu mânâda yine Risâle-i Nûr satırları arasında bulduğumuz teselli cümleleri ile rahatlıyor ve nefes alıyoruz. Bediüzzamân bizlere böyle durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini de gösteriyor. İşte bir numunesi: “Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem ‘Huz mâ safâ’ (Safa vereni al) derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim.” (Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 384)

Risâle-i Nûr bahçesine girdiğimiz zaman ise yine ümitvâr oluyoruz. Şöyle ki: “Bu ehemmiyetli risâlenin, herkes herbir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şuâlar, 2005, s. 163) Bizler de elimize girdiği kadarını almak istiyoruz.

Şimdi de Risâle-i Nûr satırları arasında dolaşırken dikkatimizi çeken bir cümleyi paylaşalım ve elimize geçtiği kadarından hissemizi almaya çalışalım. İşte bu cümlelerden bir tanesi de “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” (Lem’alar, 2005, s. 549) cümlesidir. Hakîkati kulakla işitmek değil, göz ile işitmek. Hâlbuki bizler işitme işinin kulakla yapıldığını biliyoruz. İşitme işi kulağa ait bir vazîfe değil mi? Evet işitme işi kulağa ait bir vazifesidir. Öyleyse bu cümledeki sır nedir?

İşte bazen saatlerce, bazen de günlerce üzerinde tefekkür ettiğimiz ve de edeceğimiz cümlelerden birisidir “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” cümlesi. Öyleyse bu cümledeki sırrı anlamak için öncelikle bu cümlenin Risâle-i Nûr’da geçtiği yere bir bakalım ve cümlenin önünde ve arkasında geçen cümlelere dikkat edelim. Belki de bazı sırları böylece aralayabiliriz İnşaâllah.

İşte o cümlenin geçtiği paragraf: “Rivayet-i hadîste vardır ki, her sabah bir melâike çağırıyor: ‘Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz’ (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2041) diyor. İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.” (Lem’alar, 2005, s. 549)

Cümlenin başında bir hadîs var. Her sabah bir melâike bizlere sesleniyor ve dünyaya gelişimizin hikmetini bildiriyor. Demek dünyaya ölmek için tevellüd ediyoruz. Ancak dünyanın mecazî yönüne dalıp, hakikî vazîfelerimizi ve ebedî yurdumuz olan âhireti unutarak binalar yapıyoruz. İşte bu hâlimizi her sabah bizlere ihtar eden meleklerin olduğunu bildiriyor o Yüce Nebî (asm) hadîs-i şerifiyle.

Üstadımızın kulağıyla değil gözü ile işittiği hakîkatin sırrı burada saklı olmalıdır. Bu hakîkat, ölüm hakîkatidir. Çünkü her gün binlerce cenazenin tebdil-i mekânı göz ile görülmektedir. Kendi vücudumuzdaki ölen hücrelerden tutun en yakınımızda hayvanât ve nebatâtın vefiyatları ve her gün dört yüz bine ulaşan insan cenazelerinin çığlıkları kulakla değil gözle işitilen çok büyük delil ve hakîkatlerdir.

Bedîüzzamân Hazretleri İhlâs Risâlesinde ölüm hakîkatinden şöyle söz etmektedir: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir.” (Lem’alar, 2005, s. 396)

Hem hadiste “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” (Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26) denilmiştir. Üstad Bedîüzzamân hakîkat mesleği olan mesleğinde ise râbıta-i mevtin şöyle olması gerektiğini söylüyor ve konumuza da bu açıdan güzel bir izah getiriyor:

“Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu râbıtayı, ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakîkate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.” (Lem’alar, 2005, s. 396)

Böylece “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” cümlesinin mânâsı kalp ve ruhumuzda biraz daha açılıyor. Risâle-i Nûr’daki bir cümleden daha tefekkür damlaları âlemimize in’ikâs ediyor.

[email protected]

BÂKİ ÇİMİÇ

23.09.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.