Cevher İLHAN |
|
Tribünlere oynama taktiği… |
Mâlum “irtica belgesi” Ankara’nın gündeminden düşmüyor. “Belge”nin tartışılması, şüphesiz demokrasinin yararına; ancak başta darbelerin ve darbecilerin yargılanması ve “yeni anayasa”nın bu gürültüye getirilmesi de tam bir handikap… Ne yazık ki Meclis’teki iktidar ve muhalefet partilerinin karşılıklı popülist politik polemiklerle bu handikapı aşamıyor. Bu kez “belge” üzerinden demokratikleşmeyi karambola getirme çıkmazına giriliyor. Darbecilerin yargılanmasını teklif eden CHP grup yönetiminin Meclis’te gece yarısı geçirilen “askerî personelin de sivil ve özel yetkili mahkemelerde yargılanması”na dair değişikliğe “aldatıldık, uyutulduk, korsanlık yaptılar” tepkisi ve MHP sözcülerinin, “Biz zaten red oyu verdik” demeleri ise tam bir garâbet. Lâkin muhalefetin bu garip tavrına karşılık hükûmette de “yandan çark sinyalleri”nin başlanması, “iktidar partisinin de demokratlığının iki hafta bir gün” sürdüğünün işareti oldu. Daha Başbakan’ın partisinin kongrelerinde, “Aklınız neredeydi, el kaldırıp oy vermediniz mi?” diye sorup “bunların demokratlığı iki hafta sürdü” diye yüklenmesinin üzerinden yirmi dört saat geçmeden AKP’de de “cayma” alâmetleri görüldü… Önceki gün Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un, MGK toplantısı öncesi “MGK’nın provası” olarak nitelenen ve perde arkasında “belge” ve “yasa”nın olduğu belirtilen Başbakanla başbaşa bir buçuk saat süren sürpriz görüşmesinin ardından yapılan Bakanlar Kurulu toplantısını değerlendiren Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in sözleri, bunun örtülü itirafı...
DARBELERİN YARGILANMASI, “SULU ŞAKA” MI? Çiçek’in, askerî personele sivil yargı yolunu açan düzenlemeye yeterince sahip çıkmayıp, “Muhalefet bunu Anayasa Mahkemesine götürebilir. Yasanın anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan makam Anayasa Mahkemesidir” cümlesi, bunun göstergesi. Şu hale bakın; iktidar partisi grubunun üç gün önce çıkardığı ve Başbakan’ın halka karşı “demokrasi mücadelesi”nin örneği olarak halka karşı muhalefeti topa tuttuğunun ertesi günü, hükümet sözcüsü, “kırılma” belirtileri veriyor. “Cumhurbaşkanı veto edebilir, eğer anayasaya aykırılık varsa Anayasa Mahkemesi iptal edebilir” tarzında “veto” ya da “iptal”le “işin içinden çıkma”ya çalışıyor. Daha üzerinden bir hafta geçmeden, 12 Eylül darbesi ve darbecilerini koruyup kollayan “geçici 15. madde”nin kaldırılması teklifini AKP hükümetinin nasıl “teğet” geçtiğini ikrar ediyor; darbenin yargılanma konusunun Bakanlar Kurulu gündemine gelmediğini söylüyor. Ve yine Başbakanın meseleyi o denli siyasî rant malzemesi yapmasına, kolaycılığa kaçmasına karşılık Çiçek’in,“irtica ile mücadele eylem planı belgesi” hakkında “Hukukî sürecin devam ettiği noktada, hukuku etkileyecek tartışmaları doğru bulmayız” diye konuşması, AKP siyasî iktidarının, darbelerin ve darbecilerin yargılanmasında yeterli demokratik irade ve dirence sahip olmadığını bir defa daha su yüzüne çıkarıyor. İşin bir başka çarpıcı yönü, renkli Çin gezisinden dönüşte Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Parlamentonun yaptığı çalışmaları, oradan çıkan kanunları bizim hukuk bürolarımız en ince bir şekilde, detaylı bir şekilde inceler. Eğer anayas’ya herhangi bir aykırılık görürsek, o zaman ‘bir kez daha görüşülsün’ diye geri göndeririz” demesi ve “iptal” in Anayasa Mahkemesinin takdiri olduğuna dikkat çekmesi… Diğer yandan Meclis Başkanı Toptan’ın, “Geçici 15. madde”nin Anayasaya konulmasının da korunmasının da yanlış olduğunu ve ihtilâlleri koruyup kollayan bir maddenin Türkiye’ye yakışmadığını belirtmesine mukabil, AKP hükûmeti ve Meclis grubu, muhalefetten gelen bu fevkalâde teklifi gündemine bile almaması. İktidarın millete asıl “sulu şakası” bu…
NAKARAT TEKRARLANIYOR… Belli ki AKP iktidarı eski nakaratı tekrarlama taktiğinde. Sonradan dönüp seçmene, “Ne yapalım, elimizden geleni yaptık, kanun çıkardık, ama iptal edildi” siyasî söylemleriyle halktan oy devşirme cingözlüğünde. Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla güya üniversitelerde başörtüsünü serbest bıraktırmak için hiç gereği yokken ve Anayasa Mahkemesinden iptal edileceğini bile bile anayasanın iki maddesinde yapılan değişikliklerde olduğu gibi. Temel hakların temininde, dinî özgürlüklere, din eğitimi ve öğretiminde olduğu gibi… Başbakan bir tek “belge” üzerinde politika yapıp partilere karşı veryansın etmekle meseleyi lâf kalabalığı ve günlük siyasî tartışmalar ortasında unutturmaya uğraşıyor. Görünen o ki yine tribünlere oynanıyor. Muhalefetin, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için öncelikle “geçici 15. madde”nin anayasada çıkarılması önerisine, “sulu şaka” diye tepki gösteren Başbakan, muhalefeti “samimiyetsizlik”le suçluyor. Ve bu suçlamalar ortasında hiçbir şey halledilmeden, Meclis tatile giriyor… Peki, bu nasıl “demokratikleşme” samimiyeti? 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Okul kıyafeti’ olmasa ne olur? |
kullar tatile girdi, ama haklı olarak hemen önümüzdeki yılın telâşı başladı. Telâşın başlaması da doğrudur, çünkü erken tedbir alınamazsa 2009-2010 öğretim yılında da sıkıntılardan kurtulamayız. Tabiî ki eğitim sisteminin problemlerini bir çırpıda sona erdiremeyiz. Bununla birlikte ‘çare yok’ diyerek işi oluruna da bırakamayız. Millî Eğitim Bakanlığı, iki gün süren bir “Öğrenci Okul Kıyafetlerini Değerlendirme Çalıştayı” düzenlemiş. Başkent Öğretmenevi’nde yapılan ‘Çalıştay’da konuşan Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, öğrenci kıyafetleri konusunda yeni bir değerlendirme yapmak üzere böyle bir ‘çalıştay’ düzenlendiğini belirtmiş. Çubukçu, çocukların her şeyden önce kendilerini ilgilendiren konularda görüşlerinin alınması ve sürece dahil edilmeleri gerektiğini de ilâve etmiş. (AA, 29 Haziran 2009) Okullardaki kıyafet konusunda şimdiye kadar çok şey söylendi. Yıllar önce ‘siyah önlük’lerin sona ermesi gerektiği de uzun süre tartışılmış, bazıları bu değişikliğe ‘kökten’ karşı çıkmış, ama sonunda ‘siyah önlük’ mecburiyeti sona ermişti. Bu değişikliğe karşı çıkanlara göre böyle bir değişiklik olursa “Türkiye batar”dı! Fakat herkes gördü ki, siyah önlükler tarihe karıştığında hiçbir problem çıkmadı, herkes de memnun oldu. Ancak bu memnuniyet yeterli değildi. En başta ‘önlük mecburiyetinin’ sona ermesi istendi, ama bu talep de ciddî dirençle karşılandı. Elbette ‘çalıştay’da bu konu enine boyuna tartışıldı, ama önemli olan tartışma değil uygulamadır. Okul kıyafetleri denince sadece ‘önlük’ konusuna da takılıp kalmamak gerekir. Sadece ‘renk’ değişikliğinin çare olmayacağını hepimiz görmeliyiz. Asıl önemli olan, ilköğretim ikinci kademe ve ‘lise’lerdeki keyfî kıyafet uygulamalarıdır. ‘Keyfî’den kastımız şudur: Güya, genelgelere uygun olarak pek çok okul kendisine has ‘özel renk ve dikim’ kıyafet seçiyor ve bu kıyafeti öğrenci ve velilere dayatıyor! Bu tavra ciddî olarak itiraz etmeliyiz! Bakan Çubukçu, haklı olarak “Kıyafet konusunu öğrencilere de sormalıyız” diyor. Peki, ‘veliler’e de sormak gerekmiyor mu? Üç öğrenci velisiyiz ve bu güne kadar hiçbir ‘kıyafet’ değişikliği bize sorulmadı! Elbette bunun ciddî bir sebebi var, o da şu olsa gerek: Muhtemelen bazı okul yöneticileri ‘dayattıkları’ kendi okullarına özel kıyafetler sebebiyle ‘maddî menfaat’ elde ediyor olabilirler. Meselâ, bir öğrencinin giyebileceği bir ‘takım elbise’ piyasada 100 TL ise, okulun ‘özel tasarlanmış renk ve desendeki kıyafeti’ meselâ 250 TL olabiliyor! Peki, aradaki bu ‘fark’ nereye gider? Veli olarak böyle oyunlarla karşı karşıya kalmak istemiyoruz. Maksat vatandaşa zorluk çıkarmak mı, yoksa öğrencilerin daha iyi eğitim almaları mı? Meselâ okullar kendilerine “özel arma” ya da “kravat” yaptırıp öğrencileri bunları almaya mecbur tutuyorlar. Bunlara da itiraz ediyoruz! Niçin 3 kuruşluk bir armaya 10 TL verelim? Böyle bir ‘arma’ olmasa öğrenci ne kaybeder? Okullardaki kıyafet konusu tartışılırken bu konular da dikkate alınmalı ve mutlak sûrette ‘veli’lerin görüşlerine itibar edilmeli. Bu konudaki tartışmaları sona erdirecek olan yol ise, ‘okul kıyafeti’ mecburiyetini sona erdirmektir. Avrupa ülkelerinde böyle bir mecburiyet yok. Öğrenci kalkıyor, elini yüzünü yıkıyor, normal zamanda giydiği kıyafeti giyiyor ve okula gidiyor. Aynı rahatlık bizde niçin olmasın? Kıyafet konusu ‘kökten’ tartışılmalı ve bu anlamsız uygulamalar sona ermeli. Millî Eğitim Bakanı, konuya bir de bu pencereden bakabilse... 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Kendini okuyan mektup |
Mektuplar, sevgiliden sevgiliye muhabbet taşır. Muhabbet ise, insanın ve kâinatın varlık sebebidir. Muhabbet olmasa ne habib, ne mahbup, ne de mektup olurdu. Mektuplar muhabbete vasıta olduğu için çok önemli ve çok değerlidir. Kâğıdı özenle seçilir, en güzel yazı ile kaleme alınır, en güzel zarfa yerleştirilir. Sevgiliden gelen bir mektup okunurken insan heyecanlanır. Kalbi yerinden çıkacak gibi sevinçle çarpar. Satırlar, yutarcasına okunur. İnsan her kelimesini, her harfini ezberlemek ve durmadan tekrar etmek ister. Kâğıdını okşar, zarfını koklar. O yazılar sevgilinin kaleminden çıkmış, zarfına onun eli değmiş, kâğıdına onun kokusu sinmiştir. Şu kâinat da Cenâb-ı Hak’kın bir mektubudur. Her çizgisi kudret cetveli ile çizilmiş, her satırı hikmet kalemi ile yazılmıştır. Her bir harfi ince ince işlenmiş, her bir sayfası nakış nakış süslenmiştir. Peki, bu kadar ziynetli, bu kadar hikmetli ve kıymetli olan kâinat mektubu, kimin için yazılmıştır? Bu mektubun muhatabı kimdir? Bu soruların cevabını, Âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak (cc), Âlemlerin Efendisine (asm) bildirmiştir. Bu kâinat mektubunu yazan Kadir-i Zülcelâl, muhatabını da kendisi seçmiş, “Habibim” dediği Zât’ın (asm) şahsında, bütün insanlara hitap etmiştir. Allah’ın Resulü (asm) bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak’kın, “Sen olmasaydın habibim, kâinatı yaratmazdım” dediğini ifade ediyor. (Cemu’l-Fevâid, 2: 442) Demek ki bu kâinat mektubu, insan için yazılmıştır. İnsanların en hayırlısı, en üstünü, en sevgilisi olan Hz. Muhammed’in (asm) hatırı için kaleme alınmış, onun hemcinsi olan bütün insanlara da hitap etmektedir. Aklı olan her insan, okuryazarlığı olmadan da bu mektubu okur, satırlarındaki san'atı, sayfalarındaki hikmeti anlar, kıymetini takdir eder. Şu âlem Cenâb-ı Hakk’ın bir mektubu olduğu gibi, insan da aynı kalemden çıkmış bir mektuptur. Âlem dediğimiz büyük mektupta ne yazıyorsa, insan dediğimiz küçük mektupta da onlar yazmaktadır. Sadece zarflar ve yazılar farklıdır. Kudret kalemi, kâinat mektubunu yıldızların, güneş sistemlerinin ve galaksilerin geniş sayfalarına çok büyük harflerle yazarken, insan denen mektubu küçük harflerle hücrelerin satırlarına yazmış, vücudumuzun sayfalarına sığdırmıştır. Her iki mektubun da mahiyeti aynı, mânâsı aynı, muhatabı aynıdır. Bu harika hâli, Bediüzzaman Hazretleri şu veciz cümle ile ifade etmiştir: “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.” (Lem’alar, s. 231) Bir başka yerde de, “Hilkat-i insaniye, hilkat-i âlemden daha aciptir” (Mektubat, s. 425) diyerek, insanın mahiyetinin, kâinattan daha hayret verici ve daha san'atlı olduğunu ifade etmektedir. Kudret kaleminden çıkan her iki mektubun da muhatabı insandır. Rabbimiz insanı “eşref-i mahlûkat” olarak yaratmış, onu kendine muhatap kabul ederek acib ve garib san'atlarını insanın idrâkine sunmuştur. İnsanın vazifesi, bu eserlere ibret nazarı ile bakmak, yüzlerindeki nakışları görmek, üzerlerindeki mânâları okumaktır. Semânın yüzündeki yaldızlı sayfaları okuduğu gibi, kendi yüzündeki hikmetli satırları da okuyup anlamaktır. Yani insan, kendi kendini okuyan bir mektuptur. İnsan kendini okumazsa, mânâ ve mahiyetini anlamazsa, Rabbini de bilmez. Peygamber Efendimiz (asm) “Kendini bilen Rabbini bilir” buyurmuşlardır. (İmam-ı Münavi, Künûzü’d-Dekâık). Yunus Emre de “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” derken, insanın kendisini bilmesinin önemine dikkat çeker. Yoksa, bütün okuduklarının ve öğrendiklerinin boşuna olduğunu belirtir. Ey, En Sevgili’den gelen en güzel mektup! Aynanın karşısına geç, gözündeki perdeleri aç, yüzündeki yazıları oku. Hikmetli satırları setreden gaflet perdesini kaldır, her bir uzvun üzerindeki nakışları gör, yazılarını oku, mânâlarını anla. Ruhunu nurânî bir kâğıt, cesedini ziynetli bir zarf yapan, üzerine senin sîman olan bir mühür vurarak seni sana yollayan Rabbinin bir mektubu olduğunu idrak et. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.” (Sözler, eski baskı 628)
İNSAN DEDİĞİN
Yürek sevmek için çıkmalı yola, Sevgi iksiriyle dolu olmalı. Kul olmamak için başka bir kula, İ nsan Yaradan’ın kulu olmalı.
Kardeşlik şarkısı söylesin diller Herkese sevgiyle açılsın kollar Gezilen bahçeler, yürünen yollar Hakikat ehlinin yolu olmalı
Allah için sever her sevdiğini, Kalpte barındırmaz nefreti kini, Hem gülünü sever, hem dikenini, Gönlü muhabbetle dolu olmalı.
Muhabbet ayakta tutar cihanı, O muhabbet insan eder insanı, Ne makamı, ne serveti, ne şanı, Güler yüzü, tatlı dili olmalı.
Leyla nazlı güldür, Mecnun bir bülbül, Bülbülün mekânı olsa da bir çöl, Bir gün mecnun olacaksa bu gönül, Mevlâ aşkı ile deli olmalı. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İslâm, Avrupa’nın yükselen değeri |
Avrupa eninde sonunda İslâm ile tamamen bütünleşmek zorunda kalacak. Bunu her geçen gün yaşanan gelişmelerle daha yakından müşahade ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî’nin daha bu asrın başında işaret ettiği “Avrupa bir İslâm ülkesine hamile” mealindeki tesbitinin ne kadar yerinde olduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Avrupa’daki Müslümanlar, gurbet, göç ve Türkler dediğimiz zaman ilk akla gelen Avrupa ülkesi hiç şüphesiz Almanya oluyor. Birinci Dünya Savaşında müttefikimiz olan ve İkinci Dünya Savaşı’nda bolşevik tehlikesine karşı mücadele veren Almanya bugün Müslüman göçmenleri, bahusus Türkleri en çok misafir eden Avrupa ülkesi konumunda. Türkiye’de yaşayan hemen herkesin en az bir akrabası yahut komşusu bu ülkede yaşamakta, çalışmaktadır yahut geçmişte çalışmıştır. İşte bu Almanya’da artık İslâm dini tıpkı Kiliseler gibi devlet tarafından tanınan ve muhatap alınan bir kurum olarak yerini almak üzere. Geçtiğimiz günlerde, Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schauble, Alman Hükümetinin, İslâm dinini Kiliselerle eşit statüye getirmeyi düşündüğünü açıkladı. Ayrıca bu muhatabiyetin Türk toplumu merkezli olacağı belirtildi. Buna göre Alman hükümeti, Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği’ni (DİTİB) kendisine muhatap kabul ederek devlet ile İslâm arasındaki ilişkiyi geliştirmeyi planlıyor. Bakan Schauble, “Tıpkı diğer dinî cemaatler ile olduğu gibi İslâm’la da devlet olarak bir işbirliğini öngördüklerini” belirtmiş. Alman hükümeti bunu böyle yapmaya mecbur. Zira İslâm artık geri dönüşü olmayacak şekilde Avrupa’da yerleşmiş ve kök salmıştır. Dün ajanslara düşen bir başka haber de bunu teyid eder nitelikte. Zira İngiltere’de sayısı 5 olarak bilinen şeriat mahkemelerinin esasında daha yaygın olduğu ve yaklaşık 85 adet şeriat mahkemesi olduğu belirtiliyor. İngiltere’de 5 resmî şeriat mahkemesi İngiliz adaleti tarafından tanınıyor. Şeriat mahkemelerinde İslâm fıkhına göre alınan kararlar İngiliz hakimlerin önüne gelerek inceleniyor, onaylanıyor ve yürürlüğe geçiyor. Bugün bir çok Müslüman ülkesinde bile uygulanamayan bu hukuk sistemi İngiltere’de tıkır tıkır işliyor. Bu da İslâmın bu topraklarda ne kadar canlı ve hayattar bir şekilde yaşandığının bir başka delili. Bu konuya son örnek de zaten son günlerde herkesin hakkında bilgi sahibi olduğu Belçika’daki başörtülü milletvekildir. Evet Belçika yerel parlamentosuna seçilerek göreve başlayan Mahinur Özdemir de bu tezimize büyük bir delildir. Özdemir, Avrupa Birliği’nin merkezi sayılabilecek Belçika’da parlamentoya başörtüsüyle seçilip, görev yapabiliyor. Bu da bir çok çoğunluğu Müslüman olan ülkede hayal bile edilemeyecek bir şey gibi görünüyor. Ama Avrupa’da mümkün oluyor... Şimdi kalkıp birileri halen Avrupa’yı bir Hıristiyan kıt'a, Avrupa Birliği’ni de Hıristiyan Klubü olarak niteleyebilir. Ama her geçen gün yaşanan bu türden vakıalar bu tezlerin tam aksini söylüyor. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
30 Haziran, Irak’ın bayramı olabilecek mi? |
Amerikan güçlerinin Irak’tan çekilmesi anlaşması çerçevesinde, Irak şehirlerindeki birliklerin son çekilme tarihi dündü. 2011 yılına kadar da bütün ülkeden çekilecekler. Amerikalılar, kendilerinin çekilmesi hâlinde kaos olacağı gerekçesiyle çekilmenin ertelenmesini teklif etmişlerdi. Son birkaç gün içinde ikiyüze yakın kişinin intihar bombacılarının saldırıları ile ölmesi de, Amerikalıları teyit eder gibi görünüyordu. Irak Başbakanı Malikî ise bu teklifi kabul etmeyeceklerini, ülkedeki son saldırı dalgasının münferit olaylar olduğunu, genel güvenlik hâlini etkilemeyeceğini belirterek, Amerikan güçlerinin çekilmesini geciktirmeyeceklerini ilân etti. Gerçekten de bu yıl başından itibaren Irak’ta güvenlik hızla düzelmeye, şiddet olayları azalmaya başladı. Son birkaç hafta içinde yaşananlar ise daha çok Malikî’nin yalnızca bir ABD kuklası olduğunu, ülkeyi yönetemediğini, dolayısıyla devrilmesi gerektiğini göstermeye çalışan bir kampanyanın parçası. Malikî ise tam tersi, ülkenin hakimi olduğunu göstermek için, bu çekilmeyi “büyük zafer”, yabancı işgalcilerin püskürtülmesi olarak ilân etti ve 1920 yılında İngiliz askerlerine karşı isyan ile kıyasladı. Hatta 30 Haziran bayram ilân edildi. Bağdat ve Musul dahil bütün karargâhlar kapatıldı. Şu ana kadar kapatılan karakol ve üs sayısı 150. Irak’ta kalacak olan 130.000 asker ise kamu düzeniyle alâkalı operasyonlara müdahale edemeyecek, devriye gezemeyecek. Yalnızca teknik yardım ve danışmanlık hizmeti verecekler. “Bari Bağdat’taki Şiî bölgesi olan Sadr şehrindeki karakolu açık tutalım” dedi Amerikalılar, ama Iraklılar “hayır” dediler. Malikî’nin bu kadar ısrarlı bir şekilde birliklerin çekilmesini istemesinin asıl sebebi, Irak güvenlik güçlerinin bütün Irak şehirlerinin kontrolünü eline aldığını, ülkenin artık işgal altında olmadığını ilân ederek, siyasal iktidarını güçlendirmek. Amerikalılar da, Irak’taki başarısızlıklarını gizleyebilecek böyle bir görüntüyü vermek için Malikî’nin isteklerine karşı çok hassas davranıyorlar. Böylelikle Amerika; “İşte Irak’ta demokrasi ve huzuru getirdik ve şimdi çekilip Iraklılara yönetimi devrediyoruz. Operasyonumuz başarılı oldu” diyecekler. Peki gerçekten öyle mi? Başbakan Malikî’nin beklentilerinin aksine, Irak’ta sular henüz durulmuş değil. İşgalci güçlerin her yerde yaptığı gibi, Irak’ta da dinî ve etnik gruplar arasına nifak tohumları ekildi ve uçurumlar genişletildi. Son zamanlarda hızını arttıran ve ne amaca hizmet ettiğini asla anlamak mümkün olmayan intihar bombalamalarının yeni dönemde de süreceği aşikâr. Şiîler ve Sünnîler arasındaki iktidar kavgası, Kürtler ve Araplar arasındaki petrol kavgası, ülkede uzun süren işgalin oluşturduğu toplumsal doku bozulması, ekonomik istikrarsızlık, ailelerin dağılması, yerlerinden edilmiş insanlar, Amerikan ordusunun çekilmesiyle anında çözülebilecek sorunlar değil. Görünen o ki, Malikî görünüşte sözünü tutmuş ve ülkesini Amerikan ordusunun ‘işgalinden’ kurtarmış olacak. Ancak başı sıkıştıkça yine Amerikalıların yardımını isteyecek. Amerikalılar ise memnuniyetle uçaklarla, helikopterlerle destek adı altında bombalamaya, kan dökmeye devam edecekler. Temennimiz bugüne kadar çok ağır bir bedel ödeyen Irak halkının, yaralarını bir an önce sarabilmesi. Ancak petrol gibi geleceğin en değerli malına sahip olan bu ülkenin başının yakın zamanda dertten kurtulması zor görünüyor. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Adını Üsküdar Musikî Cemiyetine veren bestekâr: Emin Ongan |
Yıl 1992-93’dü sanırım. Genç bir üniversite öğrencisi olarak İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Korosu’nun kapısından çekingen adımlarla girdiğimde... O güne kadar Türk Müziği adına bildiğim tek şarkı Dede Efendi’nin Yine bir Gülnihal isimli bestesiydi. Onu da rahmetli Barış Manço’nun albümünden öğrenmiştim. Nota, usul bilgisi pek de fazla olmayan bir müzik heveslisi için elimde tuttuğum şarkının notası, anlamsız bazı işaretleri çağrıştırıyordu sadece. Hocamız Süheyla Hanım’ın o gün bize geçtiği şarkı kürdîlihicazkâr bir eserdi. Aman Allah’ım ne güzel, ne hoş bir melodi. Sözleri şöyleydi: Hicri canan kan getirdi dide-i giryanıma/Vermesin Allah bu derdi dostuma düşmanıma/Yıldırımlar indi sandım sine-i suzanıma/Vermesin Allah bu derdi dostuma düşmanıma. İşte bu müthiş şarkının bestekârıydı Emin Ongan. Bu ismi o gün ilk kez işitmiştim. Daha sonra pek çok güzel bestesini öğrendik. Bu vesileyle adı yıllarca hocalığını yaptığı Üsküdar Musiki Cemiyeti ile özdeşleşen hocanın hayat hikâyesine kısaca da olsa değinelim dilerseniz: Merhum Emin Ongan 1906 yılında Edirne’de doğmuş. 12 yaşında iken kemana ilgi duyup müziğe başlamıştır. 1927 yılında o zamanki adı Dar’ül Feyzi Musiki olan Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne intisap etmiştir. Tekel İdaresinde idarî görevde bulunmuş daha sonra Konservatuar Türk Musiki İcra Heyeti azalığına tayin edilmiştir. 2 Şubat 1985 yılındaki vefatına kadar 50 yılı aşkın bir süre hocalık vazifesini sürdürmüştür. Ardında birbirinden güzel besteler bırakan Emin Ongan bugün ün kazanmış pek çok san'atçıya da hocalık yapmıştır. 01.07.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Fıtrata indirilen yeni moda darbesi: Estetik ameliyatları |
Günümüzün dehşetli moda hastalıklarından birisi de, bedende değişikliğe gitmektir. Batı felsefesinin moda ve güzellik anlayışının beraberinde getirdiği bu sosyal rahatsızlığın adı estetik ameliyatıdır. Vücudun burun, dudak, göğüs, yüz ve sâir organlarına yapılan cerrâhi müdâhalenin, sonunda ya maddî bir felâkete, ya hastalığa veya psikolojik rahatsızlıklarla depresyonlara sebep olduğunu hem sahanın uzmanları, hem de tecrübe edenler ortaya koyuyor. Magazin basını, bu tür olaylarla çalkalanmaktadır. İtalyan sinemasının yıldızlarından Laura Antonelli, 50 yaşına bastığı halde hâlâ genç bir kız yüzüne sahipti. Yüzündeki kırışıkları gidermek için sürekli iğne tedavisi görmekteydi. Ne var ki bu kırışıklıkları gideremediği gibi, yüzünü daha korkunç bir hâle getirmişti. Antonelli’nin feryadı her halde modaperest ve estetik ameliyat heveslilerine bir şeyler anlatacaktır. Şöyle diyor Antonelli: “Benim bu korkunç halim, ebedî gençlik isteyenlere ders olsun. Şimdi allerji krizleri geçiriyorum. Acılarımı anlatmam mümkün değil. Bırakın çizgileriniz olduğu yerde kalsın. İnsanın sağlığıyla oynamasına değmiyor. Basına açıklamayı, diğer kadınlar bu korkunç hâle ve korkulara düşmesinler diye yaptım...” Hayatını fotoğrafcılık yaparak kazanan 35 yaşındaki Cindy Jackson, yüzünü barbie bebeklere benzetebilmek için 24 kez bıçak altına yatmış. Almanya’da yayınlanan Bunte dergisi, 23.5.1993 tarihinde, fotoğrafçı kadının estetik ameliyatlarını barbie çılgınlığı başlığıyla okuyucularına duyururken, Cindy Jackson’ın estetik ameliyatlar için yüz binlerce dolar harcadığını bildirdi. Meşhur Amerikalı aktör Mickey Rourke’nin eski eşi top-model Carre Otis, moda dünyasında dönen dolapları İngiliz dergisi Sky’e anlatmış: “Aman ne kadar kusursuz bir vücudun var, gel seni model yapalım’ teklifinde bulunulunca dünyalar senin olur. Sonrası iğrençtir… Bağımlı olman için uyuşturucuya alıştırırlar... Seni resmen moda evlerine satarlar. Kısacası moda dünyası iğrençtir.”1 Hemen Türkiye’ye dönelim ve bir başka itirafa kulak verelim: “Ben bugünkü moda akımlarını sevmiyorum. Çünkü kadının rahat, ama kadın gibi olmasından hoşlanıyorum. Postallar, yırtık jeanlar giyiniyoruz. Oturmamızı, kalkmamızı, kadın gibi davranmayı unuttuk. Onların kadınları sevdiğine inanmıyorum. En büyük rakipleri bence. Kadını kadınlığından çıkartıp, feminitesini elinden aldılar. Kadın zerâfetini kaybetmemelidir.”2 Yüz binlercesinden bu birkaç örnek de göstermektedir ki, modayı takip eden, âdetâ onun kulu kölesi olur. Oysa hiçbir insan, hiçbir kadın, diğer kadınlara benzemez. Yüz, el, ayak ve beden şeklinden, saç teline, parmak izlerine, hatta sesine kadar nice farklı yanları vardır. Kadınların yüzde 99’u modanın çizdiği bu modele uymaz. Zâten istenen şey de budur. Hedef, kadınları çizilen modele şartlandırmaktır. Eğer kadınlar o modele şartlanırlarsa, artık tepeden tırnağa değişeceklerdir. Böylece “moda” uğruna zamanıyla birlikte sıhhatini, servetini, belki de nâmus ve şerefini, benliğini ve değerlerini fedâ edecektir. Hayatı alt-üst olacak, iğrençliklerle dolacaktır. Güzellik, aslında ve gerçekte “izafî ve geçici.” Eğer öyle olmasaydı, bir zaman esmer, başka bir zaman da beyaz tenli insanlar, moda dünyasınca makbul sayılmazdı. Şu halde, güzellik bir eğitim, bir değerlendirme, bir kültür meselesidir. Moda; bayağı arzu, çıkar ve maddî imkânlara göre bir güzellik imajı çizer. Herkesi bu modele şartlandırır. Bu sûretle üretilen malzemeleri tüketmeye çalışır. Ve moda sektörü, daha başka bir ifadeyle, moda mafyasının kasalarını doldurur. Medya ise, reklâmlarla beyinleri yıkayarak, “tüketim” ideolojisi içinde, moda ile ilgili imajları sürekli topluma pompalar. Ve insanların önce duygularını, sonra bedenlerini, nihayet paralarını sömürürler. Günün modasına göre güzel görünmek için yapılan estetik ameliyatları, Sâni’in san'atını beğenmemek ve onu değiştirmeye kalkmak değil mi? Siz, modern veya klâsik bir ressamın san'atına müdahale edebilir misiniz? Etmeye kalkarsanız, size ne nazar ile bakarlar? Zenci olan Hz. Lokman’a izafe edilir: Kendisine bakıp gülene, “Boyayı mı beğenmedin, boyacıyı mı?” diye cevap verir.
Dipnotlar: 1- Hürriyet, 29 Mayıs 1995. 2- Modacı Canan Yaka, Nokta, 25 Haziran - 1 Temmuz 1995. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Üstad, talebelerinden ne isterdi? |
“Üstadın talebelerinden en çok istediği hususların başında neler gelir?” diye sıralayın denilse hiç şüphesiz “tesanüd”ü ilk sıralarda sayabiliriz. Üstad en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği İhlâs Risâlesi’nde bu hizmette çalışanları bir vücudun azalarına benzetip der ki: “Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.” Ayrıca bir fabrikanın çarklarına benzetir. Fabrika çarklarının birbirleriyle rekabetkârâne uğraşmayacağını, birinin diğerinin önüne geçip tahakküm etmeyeceğini, birbirinin kusurunu görüp tenkit etmeyeceğini, çalışma şevkini kırıp tembelliğe atmayacağını, aksine bütün kabiliyetleriyle birbirlerinin hareketlerini umumî maksada yöneltmek için yardım edeceklerini, “hakikî bir tesanüd ve ittifak” ile yaratılış maksatlarına yürüyeceklerini belirtir. “Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akim bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak” der. Bu tesanüd, bu dayanışma var olduğu müddetçe hizmetler sürekli inkişaf eder, gelişir, genişler, yayılır, gönüllerde taht kurar. Aksi halde akim kalır, hatta fabrikanın dağıltılmasına kadar gider. Hz. Üstad, insî ve cinnî şeytanların aradaki tesanüd, muhabbet ve samimiyeti bozmak için her türlü hileye başvuracaklarını, vurduklarını görüyor, biliyor, talebelerini her hâl ü kârda uyarıyordu. Hele hapishane gibi sıkıntılı yer ve anlarda daha çok uğraşırlardı. Bir keresinde Üstad tesanüdü sarsacak böylesi desiselerin devreye sokulmak istendiğini müşahede ettiğinde talebelerini şöyle uyarmıştı: “Kardeşlerimden rica ederim ki, sıkıntı ve ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirlerine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa kardeşlerim mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim”1 diyordu. Böyle bir Üstadın talebelerine düşen de her hâl ü kârda tesanüdü muhafaza etmek ve onu sarsıcı davranışlardan şiddetle uzak kalmaktır.
Dipnotlar: 1- Latif Nükteler, s. 38. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Medresetüzzehrâ dilekçesi |
Cehalet, ilimle bertaraf olur
Üstad Bediüzzaman'ın cehaletin yegâne çaresi olarak düşündüğü maarif konusundaki gayesini tahakkuk ettirmek için Mabeyn'e (Saray Katipliği–Hükûmet Sekreterliği) verdiği ve kendisini birçok ceza ve musibetlere hedef eden dilekçesi üzerinde bir parça duralım. Bu dilekçesinde şöyle demektedir: 'Millet–i Osmaniye meyanında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan ahalisinin ahvali hükûmetçe malum ise de, hizmet–i mukaddese–i ilmiyeye dair bazı metalibatı (istekleri) arz etmeye müsaade dilerim.' (*) Dilekçesine bu cümle ile başlayan Bediüzzaman, asıl isteklerine geçmeden ve çareleri zikretmeden evvel, şu önemli tesbitlerde bulunur: 'Şu cihan–ı medeniyete ve şu asr–ı terakki ve musabakatta sair ihvan gibi yek–aheng–i terakki olmak için, himmet–i hükûmetle Kürdistan'a kasaba ve kurasında mekatip tesis ve inşa buyurulmuş olduğu ayn–ı şükranla meşhud ise de, bundan yalnız lisan–ı Türkîye aşina etfal istifade ediyor. Lisan–ı aşina olmayan evlâd–ı Ekrad, yalnız madaris–i ilmiyeyi maden–i kemalat bilmeleri ve mekatip muallimlerinin lisan–ı mahalliye adem–i vukufları (öğretmenlerin Kürtçe bilmemeleri) cihetiyle, maariften mahrum kalmaktadır."
Üç mühim noktaya dikkat
Bediüzzaman, işte bu mahrumiyetin sebep olacağı üç mühim noktaya dikkati çeker ve istikbâlde Kürtlerin başına gelen müthiş darbeleri adeta görür gibi kalbi dağdar olur ve şöyle devam eder: "Bu ise vahşeti, keşmekeşi; dolayısıyla Garb'ın şematetini dâvet ediyor. "Hem de ahalinin vahşet ve taklid hal–i ibtidasında kalmaları cihetiyle, evham ve meşkukun te'siratına hedef oluyor. Eskiden beri her vecihle Ekrad'ın madununda bulunanlar; bugün onların hal–i tevakkufta kalmalarından istifade ediyor. Bu ise ehli hamiyeti düşündürüyor. Ve bu üç nokta, Kürdler için müstakbelde bir darbe–i müdhişe hazırlıyor gibi ehl–i basireti dağdâr etmiştir." Bediüzzaman büyük cesaret gerektiren bir meseleyi, tam bir vukufiyet ve açık yüreklilikle dile getirir. Teşhis ettiği hastalıkların usulünce tedâvi edilmemesi halinde ise, neticenin çok vahim olacağını izhar eder ve dilekçesinde teklif ettiği çare bölümüne geçer: "Bunun çaresi: Nümune–i imtisal ve sebebi teşvik ve terğib (rağbet ettirme) olmak için Kürdistan'ın nukat–ı muhtelifesinden (muhtelif merkezlerden) biri Ertoşi aşairi merkezi olan Beytüşşebab cihetinde; diğeri Motkan, Belkan, Sason vasatında; biri de Sıpkan ve Haydaran vasatında olan nefs–i Van'da medrese nam me'lufiyle ulum–u dinîye ve fünün–u lazıme ile beraber, hiç olmazsa ellişer talebe bulunmak ve oraca medar–ı maişetleri hükûmet–i seniyece tesviye edilmek üzere üç Dârüttâlim tesis edilmelidir. "Bazı medarisin dahi ihyası, maddi ve mânevî Kürdistan'ın hayatı–ı istikbaliyesini temin eden esbab–ı mühimmedendir. Bununla maarifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde–i teessüsten ittihad takarrur edecek, ihtilâf–ı dahiliden dolayı mahv olan kuvve–i cesimeyi (potansiyel gücü) hükûmetin eline vermekle harice sarf ettirilmek için, hakkiyle müstehakk–ı adalet ve kabil–i medeniyet oldukları gibi, cevher–i fıtriyelerini göstereceklerdir."
Hükûmetlerin tutumu
Üstad Bediüzzaman'ın "Şark Darülfünûnu", ya da "Medresetüzzehra" şeklinde isimlendirdiği projesine ve bu husustaki düşüncelerine, Sultan Abdülhamid'in devr–i iktidarında olduğu gibi, daha sonraları işbaşına gelen (Meşrûtiyet, Cumhuriyet, Demokrasi dönemleri) hükûmetlerin de hiçbiri doğrudan karşı gelmemiş, cephe almamış veya alamamıştır. Hatta, görünürde bu projeye taraftar ve yardımcı olmaya bile çalışılmıştır. Ancak, buna rağmen bütün bu teşebbüslerinin hiçbirisinde arzu ettiği neticeyi alamayan Bediüzzaman Said Nursî, değişik sebeplerle ve gerekçesi anlaşılmaz evham ve bahanelerle, yaptığı her teşebbüsün ardından tevkifat, hapishane, tımarhane, sürgün ve zindan gibi çeşit çeşit musibet ve işkencelere maruz bırakılmıştır. Bu da, kaderin çok garip bir cilvesidir. Üstad Bediüzzaman, âhir ömründe neşrettiği bir mektubunda, hayatı boyunca Risâle–i Nur'a çalıştığı gibi, Medresetüzzehrâ'nın tahakkuku için de çalıştığını söyler; ayrıca, Nur Talebelerine de, bu gayesini bilfiil tahakkuk ettirmelerini tavsiye eder. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 410; Tarihçe–i Hayat, s. 252)
............................... (*) Bu dilekçe bilâhare Şark ve Kürdistan Gazetesi'nde de neşredilir. No: 1, 1324/1908 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur’ân öğrenme |
Abdulgani Bey: “Kur’ân öğrenmenin önemi ve fazileti üzerinde durur musunuz?”
Kur’ân’ı okumak, mânâsı üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek, onu ezberlemek, namazda kıraat etmek ibadettir. Kur’ân’ı doğru yorumlamak ibadettir. Kur’ân’ı anlamak ibadettir. Kur’ân’ı öğrenmek ibadettir. Kur’ân’ı yaşamak ibadettir. Kur’ân’ın hükümlerini kavramak ibadettir. Kur’ân’ın doğru yorumları olan tefsirlerini mütalâa etmek ibadettir. Kur’ân’ı hatim niyetiyle baştan sona okumak, bitirip yeniden başlamak, okudukça tefekkürü arttırmak, okudukça feyiz almak, okudukça kulluğun sırrına ermek, ibadetin inceliğine vâkıf olmak ibadettir. Kur’ân ile A’dan Z’ye meşgul olmak ibadettir. Kur’ân, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle yerin ve göğün sahibi olan Allah’ın tenezzül buyurup bizimle konuşmasıdır.1 Kur’ân Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan, her ismin en büyük mertebesinden gelmiş; bütün âlemlerin Rabb’i unvanıyla Allah’ın kelâmıdır; bütün mevcudatın İlâhî sıfatıyla Allah’ın fermanıdır; bütün semâvât ve arzın Hâlık’ı nâmına insanlara teveccüh buyurularak söylenmiş bir hitaptır, bir mükâlemedir, bir konuşmadır, bir ezelî hutbedir, Rabb-i Rahîm’in yüksek bir iltifâtıdır.2 Bundandır ki, namaz Kur’ân’la mümkündür, niyaz Kur’ân’la mümkündür, her türlü ibâdet Kur’ân’la mümkündür. Bundandır ki, namazda Kur’ân okumak farzdır. Kur’ân’sız namaz sahih değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın Kelâm sıfatından gelmiş ve halife-i rûy-i zemin vasfıyla ve insan olarak bizim omuzlarımıza yüklenmiş en mukaddes, en muaezzez, en temiz, en pak, en kıymetli ve en mânâlı bir emanet-i İlâhî’dir. Bu emanete sahip olmak, kimliğimizi kavramak, nereden gelip nereye gideceğimizi öğrenmek, bu dünyadaki vazifemizi benimsemek ve buna göre davranış geliştirmek ancak Kur’ân’ı okumak ve öğrenmekle mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın, “Kur’ân’ı tane tane, açık açık oku!”3 emri kulaklarımızda çınlamalıdır. * Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân’ı mahir olarak (mahrecini, tecvidini, sesini, kıraatini bilerek) okuyan, şerefli, itaatkâr elçiler olan meleklerle beraberdir. Kur’ân’ı kendisine zor geldiği halde kekeleyerek okuyan kimseye ise iki kat sevap vardır.”4 * İbn-i Mes’ud (ra) anlatıyor: Bana Peygamber Efendimiz (asm): “Bana Kur’ân oku!” buyurdu. Ben de: “Ya Resûlallah, Kur’ân sana indirildiği halde; ben mi sana Kur’ân okuyacağım?” dedim. Resûl-i Ekrem (asm): “Ben, Kur’ân’ı kendimden başka birinden dinlemeyi severim” buyurdu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem’e (asm) Nisa Sûresini okumaya başladım. Nihayet, “Her ümmetten birer şahit; onların üzerine de Habîbim, seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman onların hâli nice olur?” meâlindeki 41. âyete geldiğimde Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Yeter; kâfi!” buyurdu. Dönüp baktığımda ne göreyim; iki gözünden yaşlar akıyordu!”5 Şimdi yaz geldi; Kur’ân öğrenimi dönemi başladı. Çocuklarımıza Allah kelâmını öğretebileceğimiz, öğrenmelerine kapı açabileceğimiz, yardımcı olabileceğimiz altın günlerin içinde bulunuyoruz. Artık bu günlerde okul döneminin yorgunluklarını da attılar üzerlerinden. Mutlaka değerlendirelim. Çocuklarımız, kendi Yaratıcılarının öz kelâmıyla birebir muhatap olsunlar; okusunlar, öğrensinler. Camilerimiz, Kur’ân Kurslarımız, dershanelerimiz hizmete hazır. Birbirinden değerli gönüllü Kur’ân öğreticilerimiz çocuklarımızı altın kalpleriyle kucaklayacaklar. Yeter ki biz gönderelim, ihmal etmeyelim, ilgimizi eksik etmeyelim. Yarın mahşerde, “Annem veya babam bana dinimi öğretmedi, Kur’ân’ı öğretmedi. Allah’ım, senin kelâmını öğretmedi” şikâyeti bizi mahcup eder. Mahşerin mahcubiyeti bizi perişan eder. Spor kursuna, resim kursuna, yüzme kursuna, müzik kursuna, tiyatro kursuna, bale kursuna zaman ayırıp imkân bulurken; Kur’ân kursunu ihmâl etmenin hesabı hafif olmaz. Yalnız Mahşerde değil; dünyada bile bizi mahkûm etmeye yeter. Öyleyse, buyurun; Kur’ân öğrenmeyi ve öğretmeyi bir seferberlik haline getirelim.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 115, 2- İşârâtü’l-İ’câz, S.15, 3- Müzzemmil Sûresi, 73/4, 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 991, 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 1005. 01.07.2009 E-Posta: [email protected] |