31 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hasan GÜNEŞ

İNSANLIĞI DİRİLTMEK


A+ | A-

Bir zamanlar Vietnam savaşı meşhurdu. Artan kayıpları karşısında Amerikan ordusu hem kaçakları önlemek hem de propaganda maksatlı olarak duvarları afişlerle donatmıştı. Dikkat çeken afişlerden birisi de: “Orduya katıl, yeni insanlarla tanış!”

Öyle ya! Hareketsizlikten ve monoton bir hayattan sıkılan genç, orduya katılacak, yeni ülkeler yeni memleketler ve çok farklı insanlar görecek, tanıyıp tanışacaklardı. Fakat savaş suçları ve katliâmlar arttıkça bütün dünya ile birlikte ABD’de de savaş karşıtlığı tahminlerin ötesinde yükselişe geçmişti. Bilhassa, bir Amerikan subayının sokakta bir Vietnamlı’yı tabancayla öldürürken çekilen fotoğrafı ve yüz ifadeleri büyük bir infiâle sebep olmuştu. Artık muhalif gençler, elde boya ve fırça, “Yeni insanlarla tanış” afişinin devamına “ve onları öldür” ilâvesini yazıyordu. Ordu, afişleri kısa zamanda kaldırmak zorunda kalmıştı.

Evet bir fotoğraf, bir afiş ve bir slogan, sembol hâline gelerek çok şeyin değişmesine sebep olabiliyor. Çünkü bir cinayetin arkasında milyonlar cinayet saklı. Kur’ân-ı Kerim ferman ediyor: “Kim, bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisini diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.”

Her bir can, her bir insan ayrı bir âlem, ona göre dünya ya da âlem tek başına kendisi. Çünkü kendisi öldüğü zaman onun için âlem de, dünya da bitmiştir. Başkası ya da üçüncü şahıs olarak anlamak zor olsa da, kendimizi öldürülen masumun yerine koyduğumuzda Kur’ân’ın bu hakikatini kavramak daha kolaydır. Kudretin nazarında, bir insanı yaratmak ile bütün insanlığı yaratmak açısından nasıl bir fark yoksa, hukuk açısından da Cenâb-ı Hakk’ın nazarında bir insanın hukuku ile bütün insanların hukuku aynı derecede kıymetlidir.

Âyette geçen “diriltmek” ifadesi için genellikle yaşatmak izahları yapılır. Savaşları, anarşiyi, terörü ve kargaşayı önlemek, hastalıklara çare bulmak, insana hizmeti öne almak, tek bir insanı kurtarmak için bile olsa önemlidir. Çünkü bir fotoğraf karesi ya da bir afişin yaptığı gibi milyonların hayatını kurtaracak bir davranışın ve bir anlayışın tetikleyicisi olabilir.

Gerçekte tarihteki pek çok cinayet, yüz binlerin hayatına mal olan katliâmlar birkaç canın, koca memleket menfaati ya da ideolojiler karşısında önemli olmadığı anlayışından çıkmıştır. Yangın gibi bazı şeyler başlarken kolaydır, elinizdedir; fakat başladıktan sonra kontrolden çıkar ve nerede duracağını bilemezsiniz. Kur’ân-ı Kerim onun için bu zulümlerin önünü kesmek ve kapıyı kapamak için bu değişmez prensipleri vazetmiştir.

Hakikaten hayat bu kadar önemli ve hayata hizmet de bu kadar değerli olmakla birlikte insanın yaptığı diriltmek değil, var olan hayatı devam ettirmektir. Bir mânâda âyet, bu muazzam hizmetin ehemmiyetini ifade için mecazî bir mânâ yüklemiştir. Fakat başka bir yönden bakacak olursak, Risâle-i Nur’un çok yerlerinde ifade edildiği gibi, bu kısacık fâni ve geçici hayatı kurtarmaktan daha önemli bir vazife; bâkî ve ebedî bir hayatı kazandırmaktır. Korkunç bir cehennem azabından kurtarmaktır. Yeryüzü kadar bâki bir mülkün verileceği milyonlar senelik bir hayatı kazandırmaktır. Bu mânâda, izn-i İlâhî ile, sanki bir ölüyü diriltmek gibidir. Haşir meydanında, kabirden dirilerek kalkıp gelecek olan bir kişiye hayatının hayatı olan iman nuruna vesile olmaktır.

Şüphesiz öbür dünyadaki hayat da burada kazanılır. Bu sebeple buradaki hayat da en önemli sermayemizdir ve bu dünya hayatının da hayatı, esası iman iledir. İmanın olmadığı bir hayat yaşıyor da olsa, ölüdür. Çünkü fânidir, geçicidir ve bu sebeple kıymetsizdir. Yaratıcı ile olan irtibatını kestiği için sahipsiz ve iman nurundan mahrum olduğundan mânevî hayatının merkezi olan kalbi küfür karanlıklıkları içerisindedir ve ölü hükmündedir.

Bu sebeplerle, ölmüş kalpleri iman nuru ile diriltmek, cansız ruhlara âb-ı hayat olan iman suyunu vermek insanoğlunun yapabileceği en mühim ve en büyük hizmettir. Bu hizmetin büyüklüğünü anlamak için, Peygamberimizi (asm) dinleyelim: “Bir tek adam seninle hidâyete gelse, sahrâ dolusu kırmızı koyun ve keçilerden daha hayırlıdır.”

Hayat hakkı bakımından nasıl bir kişi insanlık kadar önemliyse, iman açısından da en az o kadar önemlidir. Hizmetin devamlılığı yönünden ise sonuçları muazzamdır. İslâm tarihinden bilindiği gibi, meşhur pek çok sahabinin Müslüman olmasında Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) bizzat gayreti ve hizmeti vardır. Bu açıdan bakıldığında, geçen asırlar da dikkate alınırsa, belki milyarlarca kişinin hidayetinde bir kişinin birebir hizmeti vardır denilebilir. Evet bir insanı diriltmek bütün insanlığı diriltmek gibidir.

Gerçek hayat imanda olmakla birlikte, hareket ve faaliyetin de hayat için vazgeçilmez olduğunu unutmayalım. Öyleyse gelin, hayatımızı hizmetle hayatlandıralım, yeni insanlarla tanışalım ve onların diriltilmesine, ihyâsına vesile olalım. Öldürenlerin hem de ebedî olarak, bu kadar çok olduğu bir dünyada buna her zamankinden daha çok ihtiyaç var…

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yetimâne hüzünler üzerine


A+ | A-

Avustralya’dan okuyucumuz: “İşârâtü’l-İ’câz’da müzikle ilgili olarak, “Yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler, haramdır” deniyor. Burada geçen ‘yetimâne hüzünler’ ne demektir? Açar mısınız?”

Bu kısım Bakara Sûresinin yedinci âyetinin tefsiridir. Bakara Sûresinin yedinci âyeti mealen şöyledir: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”1

Bediüzzaman’a göre, bu âyette anlatılmak istenen şudur: Kalp ve vicdan iman nuru ile yüksek hakikatlere mazhar olduklarında hayat, ışık ve kemalat kaynağı iken, küfre ve inkâra sapılması durumunda karanlıklı, ıssız ve muzır bir haşarat yuvası olurlar ve hakka ve hakikate karşı kendilerini kilitlerler.

Kalbe küfür girmesi durumunda kulağa ait de pek büyük bir nimet kaybedilmiş olur. Öyle ki, zarı iman nuru ile ışıklanan kulak, kâinatın her bir zerratından hal diliyle gelen zikir ve tesbih seslerini işitir ve anlar. Hatta o iman nuru sayesinde rüzgârların güzel ıslıklarını, bulutların yüksek naralarını, denizlerin dalgalarının anlamlı nağmelerini, yağmurun ince şıpırtılarını, kuşların mânâlı civcivelerini, suların derin şırıltılarını ve hakeza her cins varlıkların ulvî tesbihatını ve yüksek zikirlerini işitir ve anlar. Kâinat adeta bir musiki dairesi gibi olur. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere Rabbanî heyecanla dolu yüksek aşkları vermek suretiyle kalpleri ve ruhları nuranî âlemlere götürür, yüksek zevklere gark eder.2

Fakat gerçekte böyle yüksek hakikatlere lâyık olan o güzel kulaklar küfür ve dalâlet pislikleri ile tıkandığı zaman, o lezzetli, manevî, yüksek ve güzel seslerden mahrum kalır. Manevî lezzet veren avazlar ve güzel sesler, böyle kirli kulaklarda yetimâne ağlamalar zannedilir ve matem çığlıklarına dönüşür. Başka bir ifadeyle, kalpte ve ruhta küfrün ve dalâletin yer etmesi nedeniyle kirlenen kulaklar, zerrelerden kürelere kadar varlıkların yüksek zikir seslerini matem çığlıkları ve yetimane ağlamalar olarak algılar. Kalp, inançsızlığın getirdiği boşlukla, geçici dostluklara bel bağlar. Oysa geçici dostluklar umulmadık bir zamanda bitecek, dostlar beklenmedik bir anda ayrılacaklardır. Dünyada başlayan ayrılıklar, nihayet ölümle perçinlenecek ve her ölüm Allah için olmayan dostları birbirinden ayıracaktır. Ne var ki böyle dayanılmaz ayrılıklar, hep sevgiye lâyık, hep sevmeyi seven ve hep muhabbete âşık olan kalplerde ebedî yetimlikler, yetimâne hüzünler, çaresiz acılar ve dermansız yaralar açacaktır. Korkunç vahşetler ve sonsuz yalnızlıklar kalpte ve ruhta onarılmaz travmalar meydana getirecektir.

İşte bu sırdandır ki dinimizce bazı sesler helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Kalbe yüksek haz ve ulvî feyiz veren ve ilâhî aşkları dillendiren sesler dinimizce helâldir. Yetimane hüzünleri ve nefsin şehvetini tahrik eden sesler ise haram kılınmıştır. Bu ölçü bizim müzik parçalarını dinlerken esas alacağımız ölçüdür. Yani bir müzik parçası veya biz müziğin sesleri ve sözleri, şirk, isyan, Allah’a itaatsizlik, kaderi tenkit, kaderden şikâyet ve haram duyguları, haram istek ve arzuları dile getiriyor ise, böyle müzik parçası da, böyle müzik sözleri de, sesleri de dinlenmemelidir. Buna cevaz yoktur.

Bediüzzaman Hazretleri burada hüzünleri iki grupta dikkatimize sunuyor: 1-Ulvî hüzünler. 2-Yetimane hüzünler.

1-Ulvî hüzünler: Kulun Allah’a kulluğunu konu alan hüzünlerdir. Yani kulun günahları nedeniyle gözyaşı dökmesi, tövbe ve istiğfar ederken ağlaması, Allah’ın azabını, celâlini ve kahrını düşünüp korkup ağlaması, Allah için sevdiği dostlarının günahlarının bağışlanması için dua ederken hüzünlenmesi, dostların ayrılıklarında onları Allah’a emanet ederken kalbin rikkate gelip duygulanması ve gözlerden yaşlar süzülmesi, ölüm ve ayrılıklarda isyan hisleri ile değil, teslim, şükür ve duâ hisleri ile kalbin ağlaması, ölen bir dostunun kabir azabının kaldırılması için dua ederken gözlerden yaşlar gelmesi ulvî hüzünlerdendir. Böyle hüzünler sevaptır. Allah katında kıymetlidir. Bir damlası cehennem ateşini söndürür, kulu cehennemden azat eder. Nihayet Peygamber Efendimiz (asm) Allah korkusundan ağlayan göze cehennem ateşinin dokunmayacağını3 ve Allah’ın kıyamet günü azap etmeyeceğini4 ve Allah korkusundan bir sinek başı kadar da olsa yaş akıtan gözün kıyamet günü ağlamayacağını müjdeliyor.5

2-Yetimane hüzünler ise, kısaca kulun Allah için olmayan hüzünleri ve gözyaşlarıdır. Dünyevî aşklar ve ayrılıklardan kaynaklanan, dünyevî kaygılardan ve kuruntulardan beslenen, dünyevî endişelerin ve arzuların tetiklediği hüzünler bu sınıfa girerler. Böyle hüzünler Allah katında hiçbir değere sahip olmadığı gibi, ahirette de ne cennete girmeye, ne günahların bağışlanmasına, ne de cehennemden kurtulmaya hiçbir fayda sağlamazlar.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 7

2- İşârâtü’l-İ’câz, 72

3- Câmiü’s-Sağir, 3/1211

4- Câmiü’s-Sağir, 4/1564

5- Câmiü’s-Sağir, 4/1336

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Neden ilerleyemiyoruz?


A+ | A-

Ord. Prof. Süheyl Ünver Hoca, “Yeni bir rekorun kırıcısı olan atlet her şeyden önce bir adım geri giderek hız alır” der. Çok doğru. İlerlemeyi, hızlanmayı, yarışta geçmeyi hedefleyen herkesin yapması gereken bu.

Bir geri adımla hız alma ilimde de geçerli. Buna “âtiye sıçratan mazi” de diyebiliriz. Geçmişimizde şevke getirecek altyapımız varsa hız almaktan bizi kimse engelleyemez.

Tabiî ki her şeyden önce bunu hedeflemek gerek. Ulaşacağınız bir hedefiniz yoksa hızlanma gereği de duymazsınız.

Aslında hayatın kendisi bizzat bir yarış. İlim maratonunda da sâir milletlerle yarış yapmak zorundayız. Bugün ilim ve teknolojide gelişmiş milletlerin bir altyapılarının olduğu, bir noktalara geldikten sonra da katlayarak gelişmeleri gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Tarihinde her konuda “veren el” durumunda olan bir ecdadın evlâtlarının geçmişten aldığı bir güçle yeni hamlelere girmeleri, aradaki boşluğu kapatıp gelişmiş ülkelerle omuz omuza, yanyana yarış yapacak hâle gelmeleri aklın gereği değil midir?

Bunu yapamaz mıyız? Geçmişte yaptığımıza, hatta onları geçtiğimize göre niçin olmasın? Gençlerimizin özel okullarda yeni yeni şeyler keşfetmede dünya gençleriyle yarışacak noktaya gelmeleri oldukça sevindirici. Bu ruh ve anlayışla yetişen gençlerin azim, şevk ve gayretlerini sürdürdükleri sürece bir kısım ilmî yenilik ve gelişmelere imza atan ilim adamları arasına girmeleri için hiçbir engel yok.

Acaba bu ihtiyacı ne kadar hissediyoruz? “İhtiyaç medeniyetin üstadı” olduğuna göre öncelikle bu ihtiyacı duymak ve bu yolda adım atmak gerekiyor.

Daha ilköğretimde bu ihtiyacın duyulup bu yolda çalışmaların yapıldığını öğrendikçe de seviniyoruz. Özel Bağcılar Ensar İlköğretim Okulunun bu yolda attıkları adımlar tebrik ve takdire şayan. Okulda Bilim Öncüleri isimli bir kulüp kurulmuş. Bu kulübün görevi öğrencilere ilme ışık tutan, yön veren bilim adamlarımızı tanıtmak. Böylece öğrencileri aşağılık kompleksinden kurtarıp, “Demek biz de geçmişte böyle büyük bilim adamları yetiştirmişiz. Bizler de onlar gibi olmalıyız” tarzında moral ve şevk gücünü aşılamak.

Geçen sene Mimar Sinan’ı tanıtmakla işe başlamış Bilim Öncüleri Kulübü. Bu sene de 26-28 Mayıs günlerini İbn-i Sina Günleri olarak tesbit etmiş, İbni Sina’nın bilime katkılarını hatırlamayı ve gelecek nesillere aktarmayı hedeflemişler. Açılışı Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağrıcı yapmış. Sergi, konferans, İbni Sina belgeseli gösterimi gibi “İbn-i Sina Günleri”nin faaliyetleri arasında.

Sergi “Ünlü Türk Bilim Adamı İbn-i Sina Sergisi” adını taşıyor. İbni Sina’nın hayatı, eserleri, eserlerinin özellikleri, dünyada İbn-i Sina ve tıpta İbni Sina adında bölümlerde öğrenciler İbni Sina’yı tanıtıyorlar.

Bilim Öncüleri Kulübü üyelerinden gayretli öğretmen Süleyman Ceylan Bey bu husustaki çalışmalarımız sebebiyle 27 Mayıs’ta konferans vermek üzere okullarına dâvet ettiler. Biz de öğrencilere Kanun isimli meşhur eseri altı yüz sene Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan İbni Sina’yı yetiştiren altyapıyı, ilme bakış açısını, atılımları gerçekleştiren ruh ve heyecanı anlatmaya çalıştık. İlme yüzyıllarca ışık tutan ilim adamlarını yetiştiren atmosferden bahsettik.

Bu tarz çalışmalarıyla nasıl aktif olunabileceğinin de güzel bir örneğini gösteren Özel Bağcılar Ensar İlköğretim Okulunu idarecisi, öğretmenleri ve öğrencileriyle birlikte tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Modada yeni bir dönem: Başörtüsünün dönüşü


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta, Batılı kadının dönüşümü başlıklı yazımızda, medyada yer alan kadınların fıtrata dönüş hareketi olarak nitelendirebileceğimiz birkaç habere yer vermiştik. Bu hafta da bir yenisi ile devam edelim.

Köşeye sıkışan Hollywood kültürü

Bu haberi “vahşi kapitalizm”in yeni bir oyunu olarak da değerlendirenler olacaktır. Ama görünen o ki küresel çapta dünya toplumlarını çocuktan gencine, kadınından erkeğine, yemek tarzından giyim zevkine, dekorasyonundan oyuncağına varıncaya kadar etkileyen “Hollywood Kültürü” artık köşeye sıkışmış durumda! Çünkü insanlar artık türlü eğlencelerle sefahatin sınırlarını zorlayan sefih medeniyetin temsilcilerinden olan Hollywood’un fanteziyelerinden sıkıldılar. Bu yüzden farklı olana bir merak, bir yönelme söz konusu. Yüzlerini artık Doğu kültürlerine dönüyorlar. Yoga, meditasyon gibi spor türlerinden tutun, giyim şekillerine varıncaya kadar Doğu, Batı için her zamankinden daha güçlü bir cazibe merkezi. San'at alanında da öyle. Hind filmlerinin gündeme oturması, ülkemizde Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmleri, İran filmlerine çokça yer verilmesi de bunun işaretleri…

O yüzden fıtrat dini olan İslâma mükemmel ayna olmaya çalışmak, örnek olmak çok önemli. Bediüzzaman Hazretlerinin Hutbe-i Şamiye’de belirttiği gibi “Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete layık bir doğruluğu” sergileme gayreti biz âhir zaman mü’minlerinin çok önemli vazifesi.

Başörtüsü ilham kaynağı

Ülkemizde tartışılan bir konu olsa da Avrupa ve ABD başörtüsünü yeniden keşfediyor.

Şimdilerde Amerikan televizyonlarında yayınlanan, başrolünü Drew Barrymore’un oynadığı “Grey Gardens” filmi eşarp modasını yeniden gündeme getirdi. Gerçek hayattan uyarlanan film, ABD eski başkanı John Kennedy’nin akrabası Little Edie’nin annesiyle olan hayatını anlatıyor. Edie’nin göz alıcı broşlarla süsleyerek taktığı başörtüler, 1970’lerde modaya damgasını vurmuş. 39 yıl önceki bu gözde akım, film sayesinde şimdilerde ünlü modacılara ilham kaynağı olmuş durumda.

(Biliyorsunuz o yıllarda ülkemizde de Şule Yüksel Şenler, broşlarla süslediği eşarbları takarak başörtüsünü kadınlar arasında yaygınlaştırmıştı. Çeşitli illerde verdiği seminerlerde, basında neşredilen fotoğraflarında bu şekilde yer alırdı.) Çene altı eşarp bağlama şimdi ünlü modacıların koleksiyonlarında ilk sırada. Dolce&Gabbana, Calvin Clein gibi uluslar arası modacılar başörtülü kreasyonlarıyla defileler düzenliyorlar. Vogue, Herper Bazaar gibi ünlü moda dergilerinde de başörtüsüne sayfalar ayrılıyor.

Hatta İngiliz Guardian gazetesi “Başörtüsünü İslâm’la özdeşleştirdik. Ama 1970’li yıllarda Amerika ve Avrupa’da da çok kullanılıyordu” diyerek eşarbın çene altından bağlanma yöntemini yılın modası olmaya aday gösteriyor.

İnternetteki Hijabfashionista ve The Hijab Blog gibi sitelerde bu moda için “Avrupa, sonunda türbanı yeniden keşfetti” yorumları yapılıyor. Hegab Rehap adlı internet sitesi başörtüsünün yeniden su yüzüne çıkacağını ve bunun harika bir moda olacağını söylüyor.

(Kaynak: 25 Nisan 2009, Vatan gazetesi)

Saygınlık ve edep sembolü

Hıristiyan kültüründe başörtüsü tarih boyunca saygınlık ve edep göstergesi oldu. Hz. Meryem resimlerde hep başında bir örtüyle resmedildi. İngiliz Victoria ve Albert Müzesinin moda uzmanlarına göre tarih boyunca baş örtmek “doğru yolu” izlemenin bir işaretiydi.

1920’li yıllarda bir modaevi ilk kez hayranlıkla karşılanan ipek eşarp üretti. Sonraki yıllarda eşarplar İkinci Dünya Savaşı sırasında fabrikalarda çalışan kadın işçiler tarafından saçlarını korumak için kullanıldı.

Soğuk savaş yıllarında Audrey Hepburn, Jacqueline Kennedy, Grace Kelly gibi san'atçıların filmlerinde başörtüsü kullanmasıyla eşarp tekrar gündeme geldi.

Son yıllarda ise Dolce&Gabbana, Jean Pal Gaultier gibi tasarımcılar koleksiyonlarında “çene altı” eşarbı yaygın biçimde kullanmaya başladılar. Dolce Gabbana’nın kurucusu Domenico Dolce “Eşarbı modernize etmek, ona yeni bir hayat vermek ve genç nesle tanıtmak istiyoruz” diyor. Tüketim ekonomisinin yeni bir oyunu gibi görünse de, tesettür kavramını sulandırma gibi bir tehlikesi olsa da eşarbın Batı dünyasında kadın giyiminde baş köşeye oturması ilginç bir gelişme değil mi?

Hele de müstehcenliğin sınır tanımadığı bir zamanda!

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Bediüzzaman’ın ve talebelerinin örnek hasletleri


A+ | A-

Hemen hemen her yönü hârika idi onun. Ferâgati, metâneti, cesareti, ihlâsı, şefkati, iffeti... Hayran kalmamak, gıpta etmemek mümkün değil... Her yönüyle nümune-i imtisâl olmaya, yol gösterici olmaya değer bir büyük insan... Dinî yaşantıdaki hassasiyetlerini, İslâmı yaşamaktaki dikkat ve takvasını anlatmaya, onları ifade etmeye kelimeler kifâyet etmez. Gıpta edilecek, akıllara durgunluk verecek hangi hasletini, hangi hususiyetini ifade edelim ki?

Evet, Bediüzzaman’ın baştan sona bizim için nümune-i imtisâl olacak özelliklerini, meziyetlerini dile getirmeye ne bu yazının muhtevası, ne de kalemimiz kifayet eder. Şahsım olarak itiraf etmeliyim ki, takvasını, farz ve vaciplerdeki hassasiyetini, sünnet-i seniyyedeki ittibâ ve ısrarını okuyup öğrendikçe, bu eşsiz insanın büyüklüğünü, mânevî makam ve mevkiini daha iyi derk ediyorum. Diğer yandan da, bu konuda yani onun tarif ve tavsiye ettiği biçimde dînî yaşantımızdaki ihmallerimizi, zaaflarımızı görebilmenin gayretine düşüyorum.

Bu noktada elbette Bediüzzaman’a yetişilmez; ama ona benzemeye çalışmak mümkündür. O büyük insanı nümûne-i imtisâl eden, rehber kabul eden talebeleri de, bir çok hususta ona benzemenin, onu taklit etmenin gayretine girerek dînî yaşantılarında medar-ı iftihar olmuşlardır.

Meselâ; Bediüzzaman’ın, ilme hürmetinin hatırı için iki yıl Bitlis Valisinin hanesinde kaldığı halde onun altı adet kızından üç büyüğünü hiç tanımadığını bilen ve yine onun “şefkat kahramanları” diye tavsif ettiği ve “mânevî evlâtlarım” diyerek taltifte bulunduğu taife-i nisâ ile görüşmek mecburiyetinde kaldığında sünnet ölçülerine titizlikle riâyet ettiğine şâhit olan sadık talebeleri de, Üstadlarının bu hâllerinden hareketle, mümkün oldukça, nâmahremleri olan hanımlardan uzak durmayı esas almışlar.

Bu meyanda, daha delikanlılık yaşında olan Hüsnü Bayram Ağabeyin annesinin, oğlunu kendi eliyle Bediüzzaman’ın hizmetine tevdî etmek için gittiğinde, Üstadın, Hüsnü Bayram’ın annesine ancak uzaktan muhatap olduğunu hatıralardan öğreniyoruz.

Bu konu ile alâkalı olarak, uzunca bir süre önce gazetemizde yayınlanan merhum Ceylan Ağabeyin hanımıyla yapılan bir röportajdan; Ceylan Ağabey derslere gittiğinde, eve dönünceye kadar, hanımının 14 yaşlarındaki halasının oğlunun yanında kalması için kendisinden izin istemesine karşılık kesinlikle buna izin vermediğini öğreni- yoruz.

Görüldüğü gibi hemen her konuda Üstadlarını nümûne-i imtisâl kabul eden Nur Talebeleri, bu mevzuda da birer iffet âbidesidirler. Onların bu takvâlarına, bu hassasiyetlerine gıpta etmemek mümkün mü?

Belki de farkına varmadan bir çok hassasiyetimizin, duyarlılığımızın aşınmaya yüz tuttuğu bu zamanda, Üstadımızın ve onun hakikî talebelerinin örnek sergü- zeşt-i hayatlarını hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlenmeden önce kendimizi keşfetmeliyiz!


A+ | A-

Anne-babamızın yardımı; birikimlerimiz veya harç-borç yaparak evlenebilir, aile yuvası kurabiliriz. Bu işin en kolay tarafı. Zorluk ve sıkıntılar bundan sonra başlar. En önemlisi, evlendikten sonra, aile yuvasını sağlıklı sürdürebilmek; huzur ile mutlu bir şekilde devam ettirmektir.

Evet, ev “emniyet içinde barınmak için” yapılır. Bir şekilde eve sahip olabiliriz. Ama, bu evin, temizliği, bakımı, elektrik-su, ısınma ve sâir masraflarla birlikte yüzlerce kalem gideri var. Eğer, gideri karşılayacak gelir yoksa, o ev, zindana döner! Evlilik de böyledir. Eğer ruhumuzu/duygularımızı, kalbimizi keşfedip, gereklerini yerine getiremezsek; huzurlu ve mutlu olamayız. O zaman da o evliliği sürdüremeyiz…

Birey olarak, aile olarak huzur ve mutluluğumuzun yolu; ruhumuzu/duygularımızı, mânâ âlemimizle birlikte bedenimizi, nefsî cephemizi ve aralarındaki ilişkileri tanımaktan geçer. Öyle ise kendimizi keşfetmeliyiz.

Zira, evlilikle de peşinde olduğumuz şey, huzur ve mutluluktur. Ruhumuz/duygularımız ve geleceğimizle ilgili bir sürü hayatî soru dimağımızda cirit atar. Evlenmek ayrı, bu soruların cevaplarını vermek ayrıdır. Üstelik “evlenmekle” bu sorulara ve problemlere daha başkalarını da ilâve ediyoruz. Dolayısıyla şunu düşünmeliyiz: “Evlenmekle” bu soruların cevaplarını bulabilir ve hedefimize ulaşabilir miyiz? Şu sorular direkt kendimizi, evliliğimizi, aile hayatımızı etkiler:

Nasıl bir ruh/duygu yumağıyız? Psiko-biyo-fizyolojik yapımızın bedenimizle irtibatı nedir? Bunların hayatımızın şekillenmesinde; duygularımızın oluşmasında ne gibi müsbet-menfî tesirleri vardır?

Eğer hayal, hafıza, akıl, zekâ, niyet, kalb vs. gibi zihnî ve ruhî unsurlarımızı, olumlu-olumsuz duygularımızı tanıyamazsak kapasitelerini nasıl arttırabilir; dizayn ediliş biçimlerine göre nasıl kullanabiliriz?

Kalp, sevgi üretim merkezidir aynı zamanda. Onun dimağımızla olan ilişki düzeyini biliyor, daha da önemlisi bu ilişkiyi sağlayabiliyor muyuz? Zihnimizin faaliyetlerinden olan niyetimizin düşünce, davranış, fiil ve sonuçlar üzerindeki tesirleri nelerdir? Ruhumuzu/nefsimizi, duygularımızı terbiye edip tekâmül ettirmenin etkili metodu ve kısa yolu var mı?

Ruhumuzu nasıl programlayabiliriz? Nefis/ruh terbiyesinde riyâzetin, yani, az yemenin, az uyumanın, kuvve-i şeheviyeyi muvâzeneli tatmin etmenin yeri nedir? Olumlu duygularımızı yüceltirken olumsuzlarını tamamen dumura mı uğratmalıyız, yoksa kanalize mi etmeliyiz? Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?

Kâinattaki varlıkların en istidatlısı (sonsuz potansiyel yeteneklisi) olan insanın kendisini eğitip terbiye edebilmesi, kişisel gelişimini sağlaması, maharet ve beceri ve pedagojik formasyon kazanabilmesi için öncelikle kendini keşfetmesi gerekir. Kendini tanımayan, yaratılış gayesini bilmeyen, kendisini yaratılışı istikametinde geliştiremeyen eşini, çoluk-çocuğunu nasıl tanıyacak, onlarla iletişimi nasıl kuracak, onlara nasıl yardımcı olacaktır?

Ruh/duygu ve psiko-biyo-fizyolojik yapıyı ve aralarındaki ilişkiyi keşfetmek bir san'attır. Dolayısıyla ruh ve bedenimizi keşfettiğimiz oranda aile fertleri ve diğer insanlarla sağlıklı iletişim kurabiliriz. O zaman da huzur, başarı ve mutluluğu yakalarız.

31.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Osman ZENGİN

Kahire’den selâmlar!


A+ | A-

Dünya ne kadar küçüldü. Kocaman zannettiğimiz dünya, zaten küçüktü de biz büyük zannediyorduk. Bu yazıyı yazmadan 3 saat kadar önce İstanbul, Yeşilköy Havaalanındaydım. En son telefon görüşmemi de, uçağa binmeden önce sevgili kardeşim, Yazı İşleri Müdürümüz Mustafa Döküler’le yapmıştım. Şu anda ise, Mısır’ın başşehri Kahire’deyim; Elhamdülillah, sağ-salim geldik. İstanbul’un, Bursa’nın bir türlü ısınamayan havasından, hava sıcaklığı gece yarısı bile 25 derece olan Mısır’a geldik.

Bu benim Mısır’a ikinci gelişim. Bundan iki sene önce gelip, iki ay kalmıştım. Geliş sebebimiz de; Türkiye’de, kendi vatanında, öz yurdunda ‘başörtüsü yasağı’ yüzünden okunmasına izin verilmeyen, ”Mısır Mektubu” köşesinden sizlere Mısır’ı anlatan kızım Fatma Nur’u ziyaret içindi.

Aslında o ilk gelişimin dönüşünde, sizlere buradaki intibalarımı yazacaktım. Ama, serde biraz tembellik olduğundan, “ha bu gün, ha yarın“ derken bu günlere kadar sarktı bu iş. Biz yeniden Mısır’a geldik. Ama, daha yol yorgunluğum üzerimdeyken de olsa, hiç değilse bir selâm babında sizlere ”merhaba“ diyeyim istedim.

Ve inşaallah buradan, Mısır’dan, Kahire’den, Hz. Musa ve Yusuf Aleyhisselâmların beldesinden gördüklerimizi, intibalarımızı anlatmaya çalışacağız.

İnşaallah, sonraki günlerde daha geniş yazmak üzere...

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Fethe gölge düşürmeyelim


A+ | A-

Çağ açıp çağ kapayan İstanbul’un fethinin 556. yılı çeşitli faaliyetlerle kutlandı. Başta Büyükşehir Belediyesi olmak üzere çok sayıda sivil toplum kuruluşu, dernek ve vakıf bu tarihî hadiseyi gündeme taşıdı. Resmî kutlamaların yanı sıra, ‘özel kutlama’lar da İstanbulluların ilgisini çekti.

Tabiî ki İstanbul’un fethiyle ilgili başka tartışmalar da yapıldı. Bazı yazar ve çizerler, aradan bunca yıl geçtikten sonra hâlâ devam eden fetih kutlamalarına itiraz ediyor. Onların iddiasına göre, fetih kutlamalarını devam ettirmek, “Biz İstanbul’un asıl sahibi değiliz. Burayı yıllar önce zorla aldık” demek anlamına gelirmiş. Aynı iddianın sahipleri, “Yunanistan’da da ‘İstanbul’u yeniden geri almak’ için törenler yapılsa biz nasıl karşılarız?” diye de soruyorlar.

Fethin çeşitli yönleriyle tartışılmasına itiraz edecek değiliz. Ancak bu fethi sadece maddî gerekçelerle açıklamaya çalışmak insanı yanıltır. Milletimizin bu fethe gerektiği şekilde önem atfetmesi, hadisenin bir Peygamber (a.sm.) müjdesine dayanıyor olmasından kaynaklanıyor. Yoksa fethedilen sadece İstanbul değil ki! Başka iller ve bölgeler de fethedilmiştir, ama bu fetihler aynı ölçüde heyecan uyandırmamıştır.

İstanbul’un fethi; asırlar önce müjdelenmiş bir fetih olduğu için milletimiz nezdinde itibarlıdır, önemlidir ve bu sebeple de törenler dikkat çeker. Herkesin bildiği bu müjdeyi Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) “Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden asker ne güzel askerdir” demek suretiyle vermiştir. İşte (Fatih) Sultan Mehmed’i ve ondan önce İstanbul’u fethetmeye niyetlenenleri harekete geçiren de bu müjdedir. İstanbul’un fethini bu müjdeden ayrı olarak düşünmek doğru olmaz. Bu bakımdan, “Artık fetih kutlamaları yapılmasın” demek anlamını kaybediyor.

Fetihle ilgili çok güzel programların yapıldığını ifade ettik. Ancak bu güzelliklerin yanında bazı ‘fena’lıklar da yaşandı. Son günlerde yaşanan bazı ‘fena’lıklara itiraz ettiğimizi hatırlayanlar, “Bu fenalıklar da hep sizi mi buluyor” diyebilir. Fetih kutlamalarıyla ilgili ‘fena’lığa bir misal vermeye çalışayım ve kararı siz verin: İstanbul Büyükşehir Belediyesi fethin 556. yılı münasebetiyle bir “Fetih Resepsiyonu ve Konseri” (29 Mayıs 2009, saat: 19.00) düzenlemişti. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki toplantıya biraz da trafik yoğunluğu sebebiyle vaktinde ulaşamadık. Salona ulaştığımızda programın ‘resepsiyon’ ve ‘mehter konseri’ bölümü sona ermişti. Sahnede “Enbe Orkestrası”nın konseri devam ediyordu. Fethin 556. yılı kutlandığına göre ‘endişe’ye mahal yoktu! Ama sahneye baktığımızda Fatih Sultan Mehmed’in bir posterinin dahi olmadığını gördük. Elbette ki Fatih’in herhangi bir ‘poster’e ihtiyacı yok, ama fetih kutlaması yapılırken başka posterlerin o sahneye asılmasına ne gerek vardı?

Orkestranın ‘teknik’ yönüne ‘uzman’lar karar verir; ama ‘Kâtibim’ şarkısı ya da ‘Beraber yürüdük biz bu yollarda’nın fetihle irtibatını da kuramadım... Neyse ki ‘Ceddin Deden’i de seslendirdiler... “Bu çağda bu kafa” diye itiraz edenler olabilir, ama benim asıl itirazım orkestranın ‘solist’lerinin kılık kıyafetine oldu. İfade etmek istediğimiz şey, böyle kıyafetlerle, programlarla fetihler değil, başka şeylerin kutlanması gerektiğidir.

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Şimdilik çözüldü, ya sonra


A+ | A-

FLAŞ, FLAŞ, FLAŞ

“DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş, Genel Başkan Yardımcısı Emine Ayna hakkında açılan dâvâlar nedeniyle istenen ‘talimatla ifadesi’ için mahkemeye gitmemeleri üzerine, polisler nezaretinde Meclis’ten alınarak polis zoruyla mahkemeye götürüldüler.”

Neyse ki, böyle bir haber gerçek olmadı. Bu tür bir haberin olmamasında en büyük pay şüphesiz Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın. Peki, bu haber gerçekleşseydi ne olurdu? Şüphesiz demokrasimiz büyük bir yara daha alırdı. Geçmişte üstte kurguladığımız haber gerçekleşmişti. 15 sene önceki olay hâlâ tartışılıyor.

Geçtiğimiz Salı günü Meclis’te partilerin grup toplantıları vardı. Askerî tatbikatta olan Başbakanın Ankara’da olmaması nedeniyle AKP hariç grubu bulanan bütün partiler grup toplantısı yapacaklardı. Özellikle DTP’nin grubu merakla bekleniyordu. Gözler, adı geçen milletvekillerinin odalarında, kulislerde, Meclis’in bahçesindeydi. Ancak günler öncesinden Toptan’ın devreye girmesi ile “ara bir çözüm” bulundu. Meclis, vekillerin sürekli yurtdışında bulunduğunu gerekçe göstererek mahkemeye bildirdi. Mahkeme Meclis’ten gelen cevap üzerine duruşmaları 29 Eylül’e kadar erteledi. Dolayısıyla da bu tarihe kadar milletvekillerinin polis zoruyla mahkemeye götürülme ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Mesele şimdilik çözüldü, ancak 29 Eylül’de bu karışıklık ve gerginlik yine devam edecek. Mahkeme, ifade için yine tebligat gönderecek. DTP’liler yine gitmeyecek. O zaman Toptan’ın tavrı yine böyle olur mu, bu belli değil. Çünkü Meclis Başkanı herkesten anlayış beklediğini söylemesine rağmen DTP’lilerin sert çıkışları Toptan’ı hayli kızdırdı. “Gidin ifade verin demiyorum, ama kabadayılığa gerek yok” dedi.

Bu meselenin çözümü Meclis’in tatile gireceği 1 Temmuz’dan önce aranmalı. Çünkü, Meclis tatile girdikten sonra bu tür bir karar için erken toplanılamayacaktır. Meclis toplanmadan öncede mahkeme bunu görüşeceği için de bu gereklidir. Şimdi DTP’liler için sözkonusu olan bu durum, başka zaman başka partiye mensup milletvekilleri için de olabilir.

Demokrasiye zarar gelmemesi için herkesin akl-ı selim ve sağduyulu hareket etmesi gerekir. Mayınlı alanlardan birisi olan bu konudaki mayınlar temizlenmeli.

* * *

BUNU NASIL İZAH ETSİNLER Kİ?

Diğer bir notumuz da, yıllardır bir türlü çözülemeyen başörtüsü yasağı hakkında olacak.

Uluslararası Af Örgütü, yayınladığı yıllık raporunda Türkiye’de insan haklarının geriye gittiğini açıklarken, TCK’nın değiştirilen 301. maddesinin hâlâ istismar edildiğini hatırlattı ve Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü kararını eleştirdi. Kararı eleştirirken de, “Mahkeme diğerlerinin insan haklarına binaen din ve vicdan hürriyetinin kısıtlanmasının gerekçelerini yeterince izah edemedi” denildi.

Nasıl izah edilsin ki?

Başörtüsü yasağı konusunda ne bir kanun, ne de bir anayasa maddesi var. Buna rağmen yasak uygulanıyor. Çözüm bulma için bir girişim dahi yok.

Gazetelere yansıyan bir haberi görünce kimsenin bu yasağı izah edemeyeceği iyice anlaşılıyor. Bu konuda taze bir örnek: Açıköğretim Fakültesi öğrencisi ve dört çocuğu olan Hatice Demir’in birinci sınıfı geçmek için 3 dersi kalmıştı. Sınav yerine gittiğinde gözetmenler önce başörtüsüyle giremeyeceğini söyledi. Araya okul müdürü girince formül bulundu, başörtüsünü çıkartarak ‘bone’ ile soruları cevapladı. Farklı bir derslikteki üçüncü sınava da aynı şekilde girdi. Ancak adresine gelen sınav sonuç kâğıdı ile adeta şaşkına döndü. İlk iki ders için “kılık kıyafet kurallarına uymadığınız için ‘sıfır’ aldınız” yazıyordu. Farklı bir derslikte girdiği üçüncü sınavın karşısında ise aldığı not vardı. Kandırılmasına içerleyen Demir, “Önce sınava girmeme izin verdiler, sonra üzerinde ‘0’ yazan belge gönderdiler” diyerek tepkisini gösterdi.

Hadi bu durumu izah edelim bakalım?

31.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Müstehcenlik ve tesettür


A+ | A-

Derin mahfil ve kulislere yakınlığıyla bilinen bir yazar, mâlûm rejim kaygılarına ilişkin olarak kendi açısından tesbit ettiği umut işaretlerinden birini, geçtiğimiz hafta kutlanan 19 Mayıs törenlerinde bulmuş.

Gazetelerde kız-erkek öğrencileri dans ederken gösteren ve “Gençler dans etti, Atatürk izledi” resimaltıyla sunulan fotoğrafları “toplum uyanışının göstergeleri” olarak niteleyen yazar, “Eğitim kurumları çemberlerini kırıyor” hükmüne varıyor (M. Ali Kışlalı, Radikal, 22.5.09).

Yazarın övdüğü “çağdaş giysi”lerin, “müstehcenlik”ten başka bir kelimeyle tanımlanması mümkün değil. Ankara, İstanbul, İzmir gibi gözlerin hep üzerlerinde olduğu büyük şehirlerde bile böylesi “kıyafet”ler yıllardır terk edildi.

Ama söz konusu görüntülerin çekildiği Manisa, iki yıldan beri bu haberlerle gündemde.

Derin yazar, Manisa törenlerini sanki ilkmiş gibi yazıyor, ama geçen yıl da törenler aynı kıyafetlerle yapılmış; Arınç’ın, milletvekillerinin ve eski belediye başkanının tepkisini çekmişti.

Törenin ardından Ankara’ya gidip Arınç ve diğer vekillerle görüşen başkan şöyle demişti:

“Ankara ziyaretimizde bayan öğrencilerin kıyafetlerinin huzursuzluğa sebep olduğunu gördük. Böyle kıyafetlerin uygun olmadığı söylendi. Bu konuda programı yapan Millî Eğitim Müdürlüğümüzle görüştük. Önümüzdeki yıl kutlamalarda bu tatsızlığın yaşanmayacağını sanıyoruz.”

Aradan bir yıl geçti. Belediye başkanı da, millî eğitim bakanı da değişti; ama kıyafetler değişmedi ve bu giysilerle yapılan gösteriler, yeni seçilen MHP’li başkan tarafından coşkuyla alkışlandı.

Geçen defa “eski TBMM Başkanı ve sade milletvekili” iken bu yıl Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ünvanına sahip olan Arınç ise aynı konuda sessiz kalmayı tercih edip renk vermedi.

Buna karşılık yine Arınç, seçim bölgesindeki “çağdaş” 19 Mayıs kıyafetlerinden farksız bir kılıkla Eurovizyon yarışmasına katılan şarkıcıyı kutladı. Eurovizyon organizasyonunun, kendisine bağlı kurumlardan biri olan TRT’nin marifetiyle gerçekleşmesi mi, onu bu tebrike mecbur etti?

Böylece, “Din adına siyaset hataymış” deyip, “dindarların da siyasette başarılı olabileceğini ispatlama” iddiasıyla yola devam eden Arınç, bunun nasıl olacağına ilginç bir örnek vermiş oldu.

Tıpkı, 2002’de AKP’nin tek başına iktidar olduğu günlerde dünya güzeli seçilen Türk kızının Gül ve Erdoğan tarafından tebrik edilmesi gibi.

Ve Emine Erdoğan’ın Arap ülkelerine yaptığı ziyaretlerde, Arap âleminde ciddî eleştiri ve tepkilere yol açan Türk dizilerinin kadın oyuncularını beraberinde götürüp prezante etmesi gibi.

Hassasiyetler işte böyle böyle aşınıyor.

Madalyonun bir yüzünde bunlar olurken, diğer yüzünde başörtüsü yasağının mağdurları, bu dönemde daha da ağırlaşan çile yükünü taşımaya devam ededursunlar... Kimin umurunda ki?

Bilhassa yeni kuşakların inanç yapısını, dünya görüşünü ve hayat tarzını şekillendirme mücadelesinde tesettürün ne kadar kilit bir kavram olduğu, bu tür gelişmelerle çok daha iyi anlaşılmakta.

Millî mücadelenin devam ettiği günlerde yazdırılan talimatlardan birinin “Tesettür kalkacak” maddesi olması; ipler ele geçirildikten sonra tesettürü hayatımızdan silmek için sistemli bir stratejinin uygulanması; dönemin güdümlü basın organlarında, ideal demokrasinin herkesi açık saçıklıkta eşitleyen plajlarda kurulduğunu iddia eden yazılar yayınlanması; danslı baloların kadınlara başörtülerini çıkarttırma mekânları olarak kullanılması; okullu genç kızların 19 Mayıs kıyafetleriyle müstehcenliğe zorlanması, Said Nursî’nin Tesettür Risâlesi’ni yazdığı için mahkûm edilmesi, bu mücadelenin bazı önemli köşe taşları.

Bugün aynı mücadele, başörtüsü yasağını da, müstehcenliği de, paralel bir paradoks oluşturacak şekilde yaygınlaştırma çabalarıyla sürüyor.

Tesettürün içini boşaltma süreci ise, çok daha tahripkâr sonuçlarıyla bu çabaları destekliyor...

31.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis