Faruk ÇAKIR |
|
Kulak tıkamak çare değil |
ar olan problemleri görmemek, inkâr etmek ya da yanlış yorumlamak; ekonomik ya da sosyal krizleri aşmada bize yardımcı olmuyor. Gerek eğitim ve gerekse ekonomi gibi hayatın her safhasında karşımıza çıkan, onlarca belki de yüzlerce derdimiz var. Aslında bu dertler zaman zaman dile getiriliyor. Türkiye’yi idare edenlerin yapması gereken; bu ikazları uygun şekilde dinlemek, kısa yoldan da çare bulmak olmalı. Bu makul yol varken, nedense tam tersi bir tavır sergileniyor ve dertleri, problemleri dile getirenler ‘onuncu köy’e kovulmak isteniyor. En hafifinden; “Biz de bu işi en az sizin kadar biliriz, bizim de uzmanlarımız var, siz yanlış biliyorsunuz” denilmek suretiyle iş adamları, uzmanlar ya da vatandaş tersleniyor. Bu davranışlar o kadar sık tekrarlanıyor ki, artık kamuoyu da bunları bir bakıma kabullendi... Hangi konuya el atılsa böyle bir yanlışla karşı karşıya kalınıyor. Son ayların en çok konuşulan ve tartışılan konusu olan ekonomi politikaları bu konuda dikkat çekici bir örnek. Başlangıcından beri iş adamları ve ehil uzmanlar, meselâ uygulanan faiz ve rant politikalarını tenkit ediyorlar. Öyle ki, geçmiş yıllarda faize dayalı politikaları destekleyenler dahi, dünyanın geldiği bu günkü duruma bakıp faiz uygulamalarını tenkid ediyorlar. Elbette Türkiye de geçmiş yıllara nisbeten kısmen de olsa faiz yoluyla düzlüğe çıkılamayacağını anladı, ama bu konuda adım atılırken çok ağırdan alınıyor. Merkez Bankası’nın faiz indirimi konusunda adım atarken sergilediği tereddütleri hatırlamak lâzım... Bütün dünya hızlı bir şekilde faizleri aşağıya doğru çekerken biz yanlışta ısrar ettik ve neredeyse en yüksek faizi veren ülke konumunda kaldık. Ticaret hayatının içinde olan ve her fırsatta bu yanlışları dile getiren ‘oda başkanları’ var. Meselâ, Gaziantep Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Nejat Koçer, yaptığı son açıklamada faizlere ilişkin ticarî hayatlarında (şimdiye kadar) yaşamadıkları ‘’ölçüsüz ve insafsız bir durumla’’ karşı karşıya olduklarını söylemiş ve Türkiye’yi idare edenlerin bu sese kulak vermeleri gerektiğini de hatırlatmış. Benzer şekilde Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir de küresel krizin Türk sanayisini derin bir kuyuya attığını, şimdi kendilerine uzatılacak bir ip beklediklerini belirtmek suretiyle, ‘’Bu ip, yüzde yüz yatırım indirimidir’’ demiş. (AA, 17 Mayıs 2009) Elbette ki bu tesbitler ilk defa dile getirilmiyor. Aylardan beri benzer tesbit ve teklifler gündeme taşınıyor ve çare aranıyor. Fakat iş dünyasının bu talepleri can kulağıyla dinlenip çare aranması yolu tercih edilmiyor. Bunun yerine ‘bize bir şey olmaz’ anlayışıyla alınması gereken tedbirler erteleniyor. Keşke problemleri ertelemek ve ötelemek çere olsaydı. Keşke ‘bize bir şey olmaz’ demekle problemlerin üstesinden gelebilseydik. Keşke dertlere kulak tıkamakla işin içinden çıkabilseydik... Bu mümkün olmadığına göre; dile getirilen dertleri dinleyip buna uygun şekilde çareler aramak ve bulmak durumundayız. Hem de gecikmeden... 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantı haftası |
Bu hafta sonu, 23 Mayıs Cumartesi günü İstanbul’da yapılacak olan Temsilciler Toplantısı öncesinde, Kasım toplantısından bu yana gazetemizle ilgili olarak yaşanan bazı gelişmeleri birlikte hatırlayalım: * Ergenekon soruşturmasındaki gelişmeleri dikkatli ve dengeli bir tavırla izlerken, bazı üst düzey gözaltıların tahliye ile sonuçlanmasındaki arkaplanı sorguladık ve operasyonun saptırılıp sulandırılmaması gereğini vurguladık. Ergenekon’la ilgili yorumlarımız, 19 Nisan tarihli Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin’in takdirkâr ifadeler taşıyan yazısına konu olurken, bu yazıdan iktibasen başka gazete, internet sitesi ve TV haberlerine de yansıdı. * 40. hizmet yılımıza girerken, geçen yılki “Ses getiren manşetler” ilâvemizin daha geliştirilmiş bir versiyonunu, “Vicdanın ve sağduyunun sesi” adını taşıyan bir ek olarak verdik. * Şahs-ı manevînin gazeteye sahibiyetini gösteren 40 yıllık okuyucu röportajlarımız devam ediyor. * Üstadın vefatının 49. vefat yıldönümü vesilesiyle 23 Mart gazetesini yine özel sayı olarak çıkardık. “İlâhî ikaz: kriz” eki verdik. * 23 Mart’taki “Çıkış yolu Risale-i Nur’da” manşetimiz 25 Mart tarihli Radikal’de Türker Alkan’ın “Bediüzzaman’ın kurtuluş reçetesi” başlıklı köşe yazısına, ilâvemiz de aynı gün Cumhuriyet gazetesinde “Ekonomik kriz ilâhî ikaz” başlıklı geniş bir habere konu oldu. * 18 Şubat’ta, Ergenekon sanığı Eruygur ve Tolon başta olmak üzere hasta olduğu belirtilen generaller için attığımız “Paşaları, bağımsız bir kurul muayene etsin” manşetinin ardından, konuyla ilgili olarak Adalet ve Sağlık Bakanlıklarınca soruşturma açıldığı belirtildi. 20 Şubat’ta Genelkurmay’ın haftalık basını bilgilendirme toplantısında GATA’ya sevklerle ilgili yayınlar, isim verilmeden “kötü niyet”le suçlandı. Aynı manşete Tolon’un Yeni Asya’ya ağır hakaretler savurarak verdiği tepki ise 18 Mart’ta birçok TV kanalıyla internet sitesinde, 19 Mart’ta da gazetelerde haber oldu. (Adalet Bakanlığı soruşturmasının akıbetiyle ilgili herhangi bir gelişme olmazken, Sağlık Bakanlığının Levent Ersöz’ün GATA’ya sevkinde usulsüzlük tesbit ederek, sevki yapan doktorlara uyarı ve kınama cezaları verdiği açıklandı.) * Özbekistan’da Nur talebelerine yapılan baskıyı, 5 Mart’ta “Bu zulme engel olun” ve 8 Mayıs’ta “Risale-i Nur şiddeti reddeder” manşetleriyle gündeme taşıdık. * 21 Nisan’da Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle “Krizden çıkışta Peygamber yolu” adlı bir ek verdik. * 1 Mayıs’tan itibaren Cuma günleri Elif ekini vermeye başladık. Okuyucularımıza nostalji yaşatan bu çalışma dolayısıyla çok olumlu değerlendirmeler aldık. * Allah nasip ederse, 29 Mayıs’ta Fetih ilâvesi vereceğiz. * Statükoyu hedef alan çıkışlarıyla dikkat çeken ve savcılık görevinden ayrılmak zorunda kalan Gültekin Avcı, 12 Mayıs’ta Yeni Asya’da yazmaya başladı. Avcı, Salı ve Cuma olmak üzere haftada iki gün yazacak. * Mustafa Özcan’ın ayrılmasından sonra Halil İbrahim Can günlük, Umut Yavuz da fasılalı yazılarıyla devreye girdiler.
*** Pazar günü Neşriyat Komisyonu Temsilciler Toplantısından sonra, 24 Mayıs Pazar günü Türkiye Neşriyat Komisyonu toplanacak. Büro sorumlularıyla temsilcilerimizin katılacağı toplantıda, gazete başta olmak üzere neşriyatımızla ilgili konular görüşülecek. Bu çerçevede, 29 Mayıs Cuma günü vermeyi planladığımız Fetih ilâvesiyle, Ramazan ayı için düşündüğümüz üç kitaplık hediye seti (Ramazan-İktisat-Şükür Risâlesi, 100 Soruda Oruç ve 100 Soruda Zekât) hakkında da görüş alış verişinde bulunulacak. Toplantıya katılacak olan temsilcilerimizin bu konularda da zihnî ön hazırlıklarını yapmış olarak gelmelerini rica ediyoruz. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
DP’de toparlanma dönemi |
Demokrat Parti Büyük Kongresindeki canlılık ve coşku, her defasında “bitirildiği” zannedilen Demokratların kendi küllerinden yeniden doğduğunun açık bir göstergesi oldu. Olağanüstü Kongre, Demokrat Parti’nin Türkiye’de demokrasi içinde yegâne iktidar alternatifinin adı ve atılan büyük bir adımı olduğunu bir defa daha ortaya koydu. Onca hırpalanmaya ve tahrike rağmen delegelerin kavgasız gürültüsüz demokrat misyonun vakarı ve ciddiyeti içinde bütün adayları dinlemeleri, alkışlamaları ve birleştirici, bütünleştirici olmaları bunun belgesiydi. Bu durum adayların üzerinde de büyük etki yaptı. Eski Genel Başkan Süleyman Soylu’nun “veda konuşması”nda 16 aylık mücadelesinde bütün Demokratlara teşekkür edip “Kır’at asıl misyonunda ilerleyecek ve sırat-ı müstakimi bulacaktır” dileğiyle “tarih ve vicdan önünde sorumluluğunu yerine getirdiğini” söylemesi, bu açıdan anlamlıydı… Keza partililerin, Soylu’yu alkışlarla ve takdirlerle uğurlaması, adaylar arasında ve salonda hiçbir suçlayıcı ve kışkırtıcı, yaralayıcı tavır ve sloganların sergilenmemesi, “müsbet siyaset”e son bir örnek teşkil etti...
“KUŞAKLAR KONGRESİ” Eski-yeni bütün kadroların buluştuğu kongrede dikkati çeken en önemli hususlardan biri, DP câmiasının geçmişte hizmet etmiş ve misyonun temsilciliğinde bulunmuş isimlere yapılan isnatlaraydı. Delegelerin tek tepkisi buna idi… Son haftalarda özellikle siyasî iktidar yanlısı “yandaş medya”nın yürüttüğü “karalama kampanyası”na karşı, yeni Genel Başkan Hüsamettin Cindoruk’un daha baştan “hiçbir polemiğe girmeyeceğini bildirmesi, hatta bu tür iftiralara karşı savunmaya dahi girişmeyeceğini” belirtmesi, anlamlıydı. Merhum Menderes’ten bugüne defalarca darbelere mâruz kalan, Yassıada’da, Zincirbozan’da tutuklanan, bu uğurda hapse girenlere “darbecilik” bühtanı, belli ki Demokrat Parti câmiasını öfkelendirmişti. Bu duygularla adayların DP-AP-DYP misyonunun darbelere karşı milletin hakkını ve hukukunu muhâfazada verdiği asil mücadele ve izzetli demokratik direnç ve duruşu anlatmaları büyük alkış aldı. Cindoruk’un, “Benden darbeci olmaz, benden darbe yiyen olur” deyip darbeciliğin faşizm olduğunu beyânıyla bunun insafsız bir isnad olduğunu açıklaması, sözkonusu çarpıtma içindeki mahfillere yetmişti. Kendini misâl vererek, Demokratların siyasî hayatlarının bu tür iftiralara karşı “kurşun geçirmez çelik olduğu” cümlesi, âdeta bütün iftiralara cevaptı. Yine “Türk siyasî hayatında bugüne kadar görülmemiş şey” olarak nitelediği, aynı çatı altında dedeyle, babayla torunun bir araya geldiği kongre, gerçekten “kuşaklar kongresi”ndeki büyük buluşmayla daha da anlam kazandı. Bu bakımdan Cindoruk’un kongre sonunda “Bir tek Kır’at kazanmıştır” deyip akıl ve iz’ân içinde eski-yeni, genç-yaşlı bütün Demokratları toplayacaklarını, partiden bir “kıymık”ın dahi kaybedilmesine râzı olmayacaklarını açıklaması; ve bundan böyle iç tartışmalarla değil dışa dönük iktidara aday olma mücadelesini birlikte yapılacağı taahhüdü, büyük takdir topladı.
DEMOKRASİ MÜCADELESİNE DEVAM Denilebilir ki kongredeki toparlanma ve iktidar alternatifi olma tartışmaları ortasında Cindoruk’un, DP’yi gençlerle, yeni isimlerle daha da büyüteceğiz; bu parti daha çok başbakanlar, Meclis başkanları, Cumhurbaşkanları çıkaracak vaadinden sonra Hz. Mevlânâ’dan naklettiği “Gençlerin aynada göremediklerini yaşlılar bir tuğla parçasında görürler” mânidâr sözü, kongreye damgasını vurdu… Bundandır ki daha kongre kulislerinde başta ANAP ve bir kısım Demokratların “DYP” ismi ile kurduğu partilerle olmak üzere merkez sağda siyaset yapan bütün kadroların DP’de bir araya getirilmesi, siyasette yeniden alternatif olabilme heyecanını dalga dalga yayılmasına yol açtı. Neticede Demokrat Parti’nin toparlanmasının yalnız partiye değil, siyasî partiler sistemine hizmet olacağını, demokrasinin işlemesinin yolunu açacağını söyleyen Demirel’in tesbitiyle, “yeni yönetimin partinin başına geçip oturmak değil, oradaki dağınıklığı toparlayıp, yüzde 3.9’a inmiş oyu büyütüp, iktidar alternatifi hali geline getirmenin yolunu açması” temennisi, büyük kongrenin temennisi oldu. Kongrede AKP siyasî iktidarının ekonomik krizi iyi yönetememesinden içteki kırılgan ve dıştaki tâvizkâr politikalarına karşı tecrübe, bilim ve demokratik irâdenin ortak ürünü olumlu siyasetle yol gösterici olunacağını anlatan Cindoruk’un siyasî projeleri arasında darbe tortularından temizlenmiş “yeni anayasa”yı ve siyaseti demokratikleşmeyi sağlayacak siyasî partiler ve seçim yasasını koyması, DP’nin demokratik irâde ve misyonunun demokrasi ufkunu bir kez daha te’yid etti. Bütün bunlar, Türkiye’de milletin değerlerine bağlı mânevî mayayla devletle milleti barıştıran ve buluşturan Demokrat Parti’nin yeniden dirilişinin, derlenme ve toparlananın, demokrasi mücadelesine devamın milâdı ve işâretiydi. Demokrat Parti Kongresi bu işâreti verdi… 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Sessiz zirve |
Küresel krizin de etkisiyle ekonomi, gündemimizin ilk sıralarında yer alıyor. Zaman zaman başka konular öne geçmekte ise de sürekli olarak ekonomi, önceliğini koruyor. Normal. İş, aş önemli. İnsanların karınlarının doyması, barınması, ısınması, giyinmesi ekonominin gidişatına bağlı. Türkiye İstatistik Kurumu da (TÜİK) sıkça açıkladığı rakamlarla gündemi ısıtıyor. Büyüme, işsizlik, millî gelir, ihracat, ithalat, enflasyon, faiz ve benzeri makro göstergelere ilişkin rakamlar yayınlandıkça, bu rakamları yorumlayan akademisyenlerin, köşe yazarlarının ve politikacıların görüşleri görsel ve yazılı basında önemli ölçüde yer buluyor. Bazen ekonomi haberleri manşetlere taşınıyor. Eskiden ekonomiye ilgi böylesine yoğun değildi. İhtiyaçlar ve sıkıntılar arttıkça ilgi çoğaldı, gündemin baş köşesine oturdu. Sevindirici. Ancak dikkatimizi bir husus çekiyor. Ekonomi deyince aklımıza ilk gelen “dolar” ve “borsa”. Biraz hareketlenme olunca manşetler; “Dolar çıldırdı”,”Borsa coştu” şeklinde atılıyor. Millî paranın yerine doların bu kadar önemsenmesi, halkın ilgi göstermesi insanı üzüyor. Borsanın “coşması” ise sokaktaki insanın umurunda değil. Ayrıca çıldırma ve coşmanın mantıklı bir açıklaması, ekonomik gerçeklerle bir bağlantısı yok. Tamamen spekülatörlerin manipülasyonu. Adeta kumar. Kamuoyu esir alınıyor. Oysa daha ciddî olaylar es geçiliyor. Meselâ İstanbul’da 6-7-8 Mayıs tarihlerinde geniş katılımlı bir toplantı gerçekleştirildi. Basında ara ki bulasın. Tek kelime söz edilmedi. Belki de biz atladık. Toplantının adı; 12. Avrasya Ekonomi Zirvesi. Düzenleyen Marmara Grubu Vakfı. Zirveye 41 ülkeden aktif ve eski birçok lider katıldı. Kimler mi? Başta dokuzuncu Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel olmak üzere, Hırvatistan, Kosova Cumhurbaşkanları, Bulgaristan’dan Moğolistan’a kadar pek çok ülkenin eski cumhurbaşkanı bir araya geldi. Benim de ikinci gün katıldığım zirvenin gündeminde küresel ekonomik kriz ve enerji sorununa yer verildi. Enerji sorunu bütün ülkeler gibi Türkiye içinde hayatî önem taşıyan bir sorun. Bu bağlamda Nabucco Hattı Projesi çok önemli. Hazar bölgesindeki doğal gazın Türkiye’den geçerek Avrupa’nın içlerine kadar taşınmasına imkân sağlayacak bir proje. Çeşitli ülkelerin üst düzey yetkilileri ve uluslar arası kurum temsilcileri görüşlerini dile getirdiler, tartıştılar. Bu projeyi Türkiye ile birlikte Avrupa da destekliyor. Sadece ekonomik değil stratejik açıdan da gerekli. Zira Avrupa doğal gazda Rusya’ya bağımlı. Her an kesilebilir veya pürüz çıkabilir. Ukrayna örneğinde olduğu gibi. Proje tamamlandığında Orta Asya’dan Avrupa’ya uzanacak 3.300 km uzunluğundaki boru hattından başlangıçta 13 milyar metreküp gaz sevk edilecek. İleriki yıllarda bu miktar 2-3 kat arttırılacak. Boru hattının maliyeti 5 milyar euro’ya yakın. İnşasına 2011’de başlanması planlanmış. Ancak siyasî, ekonomik, teknik engeller var. Zirvede bu engeller nasıl aşılır, proje nasıl realize olur, tartışıldı. Tartışıldı ama kimsenin haberi olmadı. Ekonomi; borsa, dolar ve faizden ibaret değildir. Enerji, teknoloji, bilimsel araştırmalarla ilgili toplantılar, paneller yakından takip edilmeli, konuşulanlar kamuoyuna aktarılmalıdır. Yazımızı bu zirveyi sessiz sedasız gerçekleştiren Marmara Grubu Vakfı’na teşekkür ederek noktalıyoruz. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Tekrar güzeldir |
Zaman rüzgârı estikçe “doğruya” giden izleri seçmek zorlaşıyor. Türkiye’de 12 Eylül ve Avrupa’da 11 Eylül ihtilâllerinin efkâr-ı ammece anlaşılmaları güçleşiyor. Aktüel bilgilerin unutulması, şahitlerinin sahneden çekilmeleri ve belgelerinin solarak alt çekmecelere inmeleri, mahiyetleri insanlık için fevkalâde önemli olan bu iki müthiş hadisenin kamuoyuna doğru şekilde mal olmadan tarihe havale edilmesi, hamiyetli insanları fevkalâde endişelendiriyor. Türkiye’de 12 Eylül cinayetini medyadan öğrenmeye çalışanların ümitleri tükenmek üzere. Bilgi ve belge karartmalarını dezanformasyonlar izliyor. Asıl failler gizletildiği gibi bir kısmı da gafil dindarlarca kahraman ilân ediliyor. İşte böyle bir zeminde iş yine hakperest araştırmacılara ve tarihçilere kalıyor. 12 Eylül cinayeti aydınlanamadığından, onun neticesi olan postmodern 28 Şubat ihtilâlinin yasaklarını harfiyen uygulayan “dindar sivil kadrolar” tam anlamıyla demokrasinin engeli haline geldi. Millet mutlak istibdat ile mutlak rüşvetin labirentleri arasında demokrasi arıyor. Avrupalıların zalim kısmının yardımıyla devam etmekte olan postmodern darbelerin zamana yaydırılarak günlük hayatımızın karelerine aktarılmaya çalışıldığını da hatırlatmış olalım. Medeniyet, fazilet, hukukun üstünlüğü, dünya ve iç barış, insanî temel değerler ve din ve vicdan hürriyetlerinden uzaklaştırılan bir Türkiye’nin felçli rejiminin sıkıntıları zamanla herkesçe hissedilecekti. Bizi bu tekrara mecbur eden husus, Türkiye’nin suskunluğudur. Kemalizmin bu ülkeye getirdiği kötülüklerden, komünist-Kemalist ittifaklarından, masonların Kemalizmin hizmetinde Türk milletine ettiği ihanetlerden ve kahraman ordumuzun ihtilâllerle millete karşı faaliyetlere alet edilmesinden kimsecikler bahsetmiyor. İma edenler de “çarpılma!” korkusuyla, kenardan köşeden gazel okuyarak yürüyorlar. 12 Eylül ile 11 Eylül hadiseleri, sebep-sonuç biçiminde de karşımıza çıkar. Dünya barışı noktasında bu dehşetli hadisenin aynı atlas üzerinde izahında hayatî faydalar vardır. Küresel 11 Eylül’ü Türkiye’deki 12 Eylül hazırlamıştır diyenler haklı değil mi acaba? İslâm coğrafyasına modern baykuşların müdahale şartları, Türkiye’de hazırlanmıştır. Cuntanın emrindeki Türkiye’de uygulanan senaryoda neler yoktu ki... Irak savaşının çekirdeği olan “çekiç güç”... Türkiye’’nin kanını emen ve canlarını alan PKK örgütü... Örgütün barınması için enlem-boylam hikâyeleri... Orta Asya’ya yapılan Kemalist seferler ve ihtilâlcilerin Orta Asya ve Afganistan’a taşınması... Daha neler... Hatırlarsınız, 11 Eylül sabahı, ikiz kulelerin neocon’ların ofisiyle yıkılmalarının hemen ardından, meşhur kaos mimarı Kissenger’in açıklaması gelmişti: İlk hedefimiz Kandahar ve Bağdat… Ruhumuzu sıkan bu küresel cinayet programlarının Clinton öncesi ve sonrasının vuzuha kavuşturulması, dünya barışı noktasında çok önemlidir. Dehşetli dinsiz cereyanların kendi aralarında Troçkici ve Freudçu diye ayrılmış görünmelerine zinhar aldanmamak gerekiyor. Bir zamanlar bizdeki Marksist-Leninist- Maocu örgütleri hatırlayalım. Fark yalnızca küreselleşme boyutunda kalıyor. Küresel fitnenin izini sürerseniz, bazen aynı laboratuvarda hazırlandığına şahit olursunuz. Çarenin Bediüzzaman’da olduğunu birçok dindarımız duymuştur. Yalnız, yeniden okumak, hadiseleri nazarda tutarak Nurları, bilhassa lâhika mektuplarını yeniden mütalâa etmek gerekiyor. Bediüzzaman’ı okuma iddiasındaki insanların, belva-yı umumî seline kapılma veya medyanın oluşturduğu genel koylarda seyretme lüksleri elbette olamaz. Hatırlarsınız II. Bush’un Müslümanların üzerine bomba yağdırmak üzere bölgeye gelişini. İsa’nın (a.s.) nüzulüyle karıştıranlar olmuştu. Cengiz ve Hülagu’ya rahmet okuttururcasına, deccalist olduklarını teyid edercesine Afganistan ve Irak’ta zulmedenleri bırakıp, İsrailli çocukların Scud füzeleriyle korkutulmasını dert edinen Müslümanlarımız olmuştu. Sonra olan oldu. Bir milyonun çok üstünde masum vefat etti. Atlas ötesinden uçarak gelen deccalistler tam beş bin Iraklı üniversite hocasını toplayarak öldürdüler. Yine Bağdat’ı, Basra ve Küfe’yi kan revan içinde bıraktılar. Halbuki Nurları dikkatlice okuyanlar İsevî ruhanilerle birlikte açıklamada bulundular. Batıdan doğuya gelenlerin İsa ile ilgisi yok. Yalancı Mesih’in ordularıdır. Ye’cüc ve Me’cücdür. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
İneğin yaptığına bakın! |
Duydunuz mu ineğin yaptığını? Bu, gerçek, yani dört ayaklı bir inek. Bazılarının aklına geldiği gibi, "inek” ünvanlı başka bir şey değil. Geçtiğimiz günlerde Bursa’dan Ankara’ya yaptığım bir otobüs yolculuğum esnasında okumuştum o haberi. Okurken de hem gülmüş, hem de hayrette kalmıştım. Gazetemizde de çıkan haberi okumuşsunuzdur. Öyle dikkati çekmeyecek bir haber değildi. Malatya’nın Yeşilyurt kazasına bağlı, Kadiruşağı Köyündeki bir inek, okulun bahçesindeki Atatürk büstünü kırmış. (Tamam, şimdi şifayı kaptık! At kaçtı, torba düştü!) Ve hemen köyün bütün ahalisinin ifadeleri alınmış, ineğin sahibi ise, korkudan tiril tiril titremektedir her halde, “Ya beni idam ederlerse!” diye. İneğini “öldüm fiyata“ komşu köyden birine, ineğin ismiyle müsemma “inek pınarı” köyüne satmış. Yahu, sen ne yaptın be inek? Kendini Hindistan’daki kutsal ineklerden mi sandın? Bizde kutsal olanın inekler olmadığını bilmiyorsun her halde? Bak, burası Türkiye. 5816’dan haberin yok galiba? Adamı hemen içeri atarlar, inek-minek demez, senin için bir, ”inekler hapishanesi” bile ihdas ederler ha! Hani böyle birden aklıma geldi. Rahmetli Mustafa Özsoy Ağabeyimiz vardı bizim, öğretmendi. Bundan kırk-elli yıl önce, müdürlük yaptığı okulda, birisi Atatürk maskını (heykel) kırıp, onun masasının gözüne koyup, peşinden de ihbar ederek, hem hapsedilmesine, hem de öğretmenlikten atılmasına sebep olmuştu. Yoksa seni çekemeyen muzırın biri de aynı taktiği güdüp, sana oyun oynamasın! Belki de, köyün çocukları okulun bahçesinde top oynarken, kazaen çarpıp kırmıştı da, korkudan sana mı iftira attılar ha? Gerçi Cumhuriyetimizin savcıları bir heyet teşekkül edip, oraya çoktan gitmiştir de.. Yoksa seni Ticaniler, Aczmendiler mi gaza getirdi? Sakın ola ki, Atatürkçü Düşünce Derneğinin önünden falan geçmeye kalkma! Yoksa seni keser, sucuk yaparlar. Hele Ergenekoncularla hiç muhatap olma, karışmam bak, benden söylemesi. Malûm bombaları saklayacak yer bulamıyorlardı, sonra senin postunun içine doldururlar ha… Neyse, artık bunlar sana ders olmuştur belki. Hem anne de olmuşsun. Bundan sonra daha dikkatli ol, e mi!
18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Türkiye merkez ülke olabilir |
Başbakan Erdoğan ile Rusya Federasyonu Başbakanı Putin’in Soçi’deki görüşmeleri, enerji konusunda mutabakata varıldığı açıklanan ikinci Mavi Akım Hattı açısından önemliydi. Asıl beklenen Dağlık Karabağ sorunu konusunun ise ikinci sıraya düştüğü anlaşılıyor. Rusya’nın Dağlık Karabağ meselesinin çözümünde yapıcı olması ve katkıda bulunmasını beklemek zaten pek mantıklı değil. Zira bu köşeyi takip edenlerin bileceği üzere, Dağlık Karabağ’ın işgalinde Rusya’nın doğrudan katkısı vardı. Hazar Petrolünde en önemli söz sahibi olan Azerbaycan’ın güçsüz ve Rusya desteğine muhtaç halde tutulması, Rusya’nın uzun süredir uyguladığı bir politika. Rusya’nın değişik bölgelerindeki Ermenilerin toplanıp Ermenistan’ın güçlendirilmeye çalışılmasının ardında, Türkiye’ye karşı da koz olarak kullanma planının olduğu biliniyor. Böyle bir durumda Erdoğan-Putin görüşmesinde enerji meselesi öne çıktı. Türkiye ile Rusya’nın ilişkilerinde maalesef belirleyici ülke genellikle Rusya oldu. Bu ülkenin doğal gazını Avrupa’ya ulaştırmada Karadeniz hattını kullanma ihtiyacı Türkiye’ye fırsat doğurdu. Anlaşıldığı kadarıyla şimdi Rusya bu yolu daha fazla kullanmak istiyor. Laleli’den yapılan bavul ticaretinin hem kriz, hem de esnafımızın ahilik anlayışından çok uzaklaşmış olmasıyla azalması, Rusya’nın Türk tarım ürünlerine karşı sık sık uyguladığı boykot, inşaat sektörünün küresel kriz sebebiyle eski geniş çalışma alanlarını bulamaması, Rusya ile aramızdaki ticarî ilişkilerin sıkıntılı yönleri. Temel geliri petrol ve doğal gaza dayanan Rusya’nın bu kaynaklarını en kârlı şekilde kullanma arzusu, Türkiye ile işbirliğini gerekli kı- lıyor. Bu vesile ile bir hafta içinde Cumhurbaşkanı Gül’ün Suriye gezisi, Başbakan’ın Putin’le görüşmesi, Türkiye’nin bölgesindeki aktif dış politika izleme kararının bir yansıması gibi görünüyor. Yeni Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Türkiye’yi merkez ülke yapma idealine dayanan bu dış politikanın ülkemize yeni bir konum kazandıracağı açık. Eğer bu açılımlar ABD müttefikliğine şartlanmaksızın gerçekleştirilebilirse daha da büyük yarar sağlayacaktır. Kafkaslar, Türkî Cumhuriyetler, Ortadoğu, Pakistan ve Afganistan, Balkanlar ve Afrika, Türkiye’nin tarihî bağları ve sorumlulukları bulunan ilgi alanları içinde yer alıyor. Bu bölgenin tam merkezinde olan Türkiye’nin de tarihten gelen ve iç kavgaları içinde çoğu zaman ihmâl ettiği bu rolünü bundan sonraki dönemde daha iyi oynamasını ümitle bekliyoruz. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı eserindeki şu tesbitiyle yazımızı bitirelim: “Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Mihver bir ülke olarak Türkiye; bunu yapabilmesi durumunda, jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren merkez bir ülke konumu kazanacaktır”. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Mutlu ve huzurlu aile yuvası nasıl kurulur? |
Hemen her genç, mutlu bir aile yuvası kurmanın hayallerini kurar. Zamanla bu hayalleri tasavvura, karara ve nihayet plan ve eyleme dönüşür. *** Genç adam, evlenmek için aradığı adayın özelliklerini şöyle sıralar: “Güzel, akıllı, zeki, kültürlü, zengin, dindar…” Bu şartları arayan adama şu soruyu yöneltin: “Sen bu özelliklerden kaçını taşıyorsun?” “Şey!..” “Eğer bütün adaylar aradıkları özelliklerde senin gibi ısrarlı olurlarsa yandın!” *** Dengeli ve sağlıklı bir evlilik için; başta adaylar, hatta adayların ailesi ve çevresi hakkında detaylı bilgiye, derin bir tetkike ve araştırmaya ihtiyaç vardır. Eş bulmak bir san’attır. Tıpkı resim, ticaret, pazarda alışveriş, öğretmenlik bir san’at olduğu gibi… Mutluluk, görücü usûlü ile evlilikte değildir. Görücüsüzlük ve flörtte de değildir. İkisinin dengelenmesindedir! Ortak bir iş yeri kuracağınız veya yapacağınız zaman ortağınızda aradığınız vasıflar nelerdir? Güzelliği, yakışıklılığı mı, boyu-posu mu, rengi mi? *** Bir esnaf, zaman zaman kendisine ortak alırmış. Araştırmasını yapar, en sonunda da mutlaka zeytin ekmek yemeyi teklif edermiş. Yemeğin sonunda da “Tamam ortak olalım veya hayır, seninle ortaklık yapamam!” dermiş… Bir arkadaşı, tanıdığı birisi için, “Daha önce tanıdığım birisiyle de ortaklık ettin, zeytin ekmek yedikten sonra kabul etmiştin, neden benim dostumu kabul etmedin? Hem bu zeytin ekmek yedikten sonra buna karar vermenin hikmeti nedir?” diye ısrarla sormuş. Şu cevabı almış: “Ben 100 gram iri, 100 gram ince zeytin alır, iyice karıştırırım. Yemeğe başlayınca ortak teklif ettiğime bakarım. Ortaklığını kabul etmediklerim, her seferinde iri zeytinleri götürüyor. Kabul ettiklerim ise, bazen iri, bazen incelerini seçiyor!” Hayat ortağınızı seçerken, çeşitli testlere tabi tutun. Çünkü evlilik ömür boyu sürecek bir ortaklıktır. Evleneceğiniz eş için arayacağınız şartlar ne ise, siz de onları taşımalısınız. Diyelim ki, yalnız güzelliğine veya zenginliğine bakarak evlendiniz. Sonuç ne olacak? Tahmini zor değil… Bir ürün satın aldığınızı düşününüz… Yalnız dışı güzel, kabı parlak olduğu için mi alırsınız; yoksa kalitesine mi bakarsınız? Farz edelim ki ürünü beğenmediniz; değiştirmeniz veya yenilemeniz mümkün. Ne var ki, insan bir ürün değildir. Kâinat çapında, hatta onun da ötesinde bir değeri vardır. Evlilik ömür boyu sürdürülecek bir müessesedir. Öyle ise, ona bir eşya ve üründen daha fazla değer vermeli ve ona göre araştırmalısınız. Boşanmaların hızla artmasının sebeplerinden birisi, belki de birincisi; saman alevi gibi parlayan aşk-meşk evlilikleridir. “Gördüm, sevdim, beğendim, evlendim!” şeklinde gerçekleşen bir evlilik, “Gördüm, sevemedim, sevgim bitti, beğenmedim, boşanıyorum!” diye neticelenebilir. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
İzmir'de ateşlenen işgal yangını |
Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa'daki müttefiklerinden destek alan Yunanlılar, 15–16 Nisan günü İzmir'i fiilen işgal etmeye başladı. Bu işgalin gerekçesi Osmanlı'nın aleyhine neticelenen Mondros Mütarekesine (30 Ekim 1918) dayandırılıyordu. Ayrıca, Ege'nin sâhil şeridinde Rum nüfusunun Türk nüfusundan daha fazla olduğu iddia ediliyordu. Mondros Mütarekesinin maddeleri, her türlü bahaneye açık durumdaydı. Antlaşmanın şartlarına göre, Osmanlı'nın karşısındaki devletler, gerekli gördükleri takdirde istedikleri her yere asker çıkarabiliyorlardı. Yeter ki, ortada bir bahane bulunsun. İşte, 1919'un Mayıs ayı ortalarında İzmir'de başlayan, Ege ve Batı Anadolu'nun hemen tamamını içine alan Yunan işgal hareketi de son derece basit ve sıradan bahanelere dayanıyordu. Asıl gaye, Türkleri ve Müslümanları Anadolu topraklarından söküp atmak ve buraları Haçlı ittifakına dahil devletlerin ortak paylaşım sahasına çevirmekti. Nitekim, Yunanlıların İzmir'den başlatarak kısa sürede Ege sâhillerinde bulunan birçok şehrin yanı sıra, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon'a kadar uzanan geniş coğrafyayı işgal etmesine mukabil, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetleri de Anadolu'nun başka vilayetlerini işgal ve istilâ etmeye başladılar. İzmir'i işgal planları, esasında günler, hatta haftalar öncesinden hazırlanmış ve üzerinde çeşitli müzakereler yapılmıştı. Başmüzakereci konumunda olanlar ise, Yunanistan Başbakanı Venizelos ile İngiltere Başbakanı Lloyd George idiler. Avrupa devletlerinin diğer temsilcileri ise, onların mutabık kaldığı plana destek veriyorlardı. Zira, planın birinci etabında İzmir vilayeti görünürken, hemen ardından Anadolu'nun diğer beldelerini bölüşüm ve paylaşım safhaları geliyordu. Özetle, İstanbul zaten İtilâf kuvvetlerinin müşterek işgali altındaydı. Eşzamanlı olarak da Adana, Urfa, Antep, Maraş, Antalya, Konya, Samsun ve Merzifon, İngiliz, Fransız ve İtalyanların özel işgal yerleri olarak belirlenmiş durumdaydı.
İZMİR İÇİN BÜYÜK DAYANIŞMA Büyük şehirler arasında ilk fiilî işgal hareketi İzmir'de başladığı için, vatanperver halkımızın ilk direniş çabası ve işgali protesto mitingleri de bu işgal vesilesiyle yoğunluk kazandı. İşte, o direniş ve protesto hareketlerinden birinin ismi de, "Redd–i İlhak Cephesi"dir. Redd–i İlhak Heyeti, İzmir'in işgal edildiği gün, ülkenin hemen her tarafına telgraf göndererek şu çağrıda bulundu: "İşgal başladı. İzmir ve civarındaki yerler ayakta ve heyecanını muhafaza etmektedir. Sizler de vatanın müdafaasına hazırlanınız." Bu ve benzeri telgraflar, başta Ege Bölgesi ve İstanbul ahalisini birden elektriklendirdi, adeta galeyana getirdi. Muğla'da, Aydın'da, Manisa'da, Balıkesir'de, Denizli'de, Tavas'ta, Bayramiç'te, Seydişehir'de, Erzurum'da ve daha birçok yerde büyük mitingler ve işgali protesto mitingleri düzenlendi. En büyük miting ise, İstanbul Sultanahmet'te gerçekleştirildi. İşte, işgal ve istilâya karşı duran Anadolu'daki Millî Hareket, bu şekilde başladı ve dalga dalga yayılarak yurdun dört bir yanını sarıp sarmaladı. Tabiî, bütün bu faaliyetler bir anda ortaya çıkıp tekâmül etmedi. Anadolu ve Trakya'nın pekçok merkezinde, aylar öncesinden başlayan birtakım altyapı çalışmaları vardı. Müdafaa–i Hukuk Cemiyetleri gibi... Bu gönüllü cemiyetler, 1918 yılı Aralık ayı başından itibaren faaliyete başlamış ve kendi imkânları ölçüsünde bazı hazırlıklarda bulunmuşlardı.
SAMSUN'A GİDİŞTEN EVVEL Resmî tarihin bakış ve anlayışına göre, 19 Mayıs 1919 öncesinin fazla bir ehemmiyeti olmadığı gibi, bu tarihe kadar olup bitenlerin pek fazla bilinmesi de gerekmiyor. Oysa, gerçek durum hiç de öyle değil. Zira, o tarihten evvel, yedi düvele karşı savaşan ordusunun Birinci Cihan Harbinde mağlup ve perişan düştüğünü gören bu necip millet, yine de pes etmedi ve ümitsizliğe düşmedi. Millet, adeta tükenme noktasına gelen maddî imkânlara aldırış bile etmeksizin harekete geçti, kendi milis kuvvetlerini vücuda getirdi ve dünyayı hayranlıkla baktıran bir kahramanlık destanını yazdı. Dilerseniz, isimlerini aşağıda sıraladığımız cemiyetlerin kuruluş tarihlerine şöyle bir bakınız, ne demek istediğimiz belki daha iyi anlaşılır: * İzmir Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti (1 Aralık 1918) * Trakya–Paşaeli Müdafaa Heyeti (2 Aralık 1918) * Vilayât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyeti (4 Aralık 1918) * Kilikyalılar Cemiyeti (21 Aralık 1918) 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli |
Bizi yaratan Allah (cc) olduğu gibi, yaşatan da Allah’tır. Rızık ise buna bir vesiledir. İnsan, hele şuurlu mü’min yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemelidir. Bunun da ölçüsünü Allah Resûlü (a.s.m.) koymuştur. Allah Resûlünün (a.s.m.) insanoğlunun belini doğrultacak kadar yemesinin yeterli olduğunu, bunu aştığında üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de havaya ayırması gerektiğini bildirmektedir.1 Yeme içmede oldukça beli doğrultacak kadar az bir gıdayla yetinen İslâm büyükleri çile denilen riyazet yoluyla kendilerini eğitme yoluna gitmişlerdi. Bu nasıl başarılabilirdi? Vücut buna dayanabilir miydi? Bir gün Senirkent’ten sekiz kişi sabah namazını Üstadın yanında kılmak üzere geceden hareket ettiklerini belirten Ali İhsan Tola, az bir gıdayla nasıl yetinebileceğini bizzat yaşamıştı. Namazı Üstadın arkasında kıldıktan sonra ders yapılır ve Üstad Hizbü’l- Hakaik’in tamamını tam on dokuz defa okutturur, sonra da “Size ders baklavası yedireceğim” der. Normal bir dilim baklava çıkarır. Bir plâkasını serçe parmak tırnağı kadar ayırarak tam on parçaya böler. Orada bulunanların ağzına birer parça koyar. Zübeyr Ağabeyin ağzına koyarken, “Bu çok oburdur, bu beş günlük tayinatıdır!” der. Ali İhsan Tola Ağabeyin ağzına bir parça koyarken de, “Bu da senin yedi günlük tayinatındır” diye lâtife yapar. Sonra Senirkent’e dönerler. Bundan sonrasını ise şöyle anlatır Ali İhsan Tola Ağabey: “Ben yedi gün bir şey yemedim. Soruldu: ‘Su da mı içmedin?’ ‘Evet, su da içmedim, çünkü hiç açlık hissetmedim. Yedi gün oldu on yedi gün… Hep aynı hal devam ediyor. Otuz dokuz gün oldu. (İki def’a bu 39 rakamını te’yid ettirdim. S. Pala) Kırkıncı günü Üstaddan haber geldi: ‘Yesin!’”2 Bu şüphesiz kerametvarî bir hal. Böylece Ali İhsan Ağabey çile çeken büyüklerin nasıl az bir gıdayla yaşayabildiklerini bizzat görmüştü. Ama asıl olan yiyip içerek hizmet etmekti. Bunun örneğini de yine Ali İhsan Tola Ağabeyden dinleyelim. Diyorki: “Hz. Üstad bana şöyle dedi: ‘Hizmet zamanı yemeyi içmeyi terk edersen, nefsine hizmet ettiremezsin, dalâlet olur. İhtiyacı olan gıdayı verir de, hizmet-i imaniyede çalıştırırsan, Allah rızası için cihad olur. Ben de tashih hizmetlerinin çok olduğu şu günlerde gözlerim yoruluyor. Gözlerimin yorgunluğunu gidermek için kuzu etinden köfte yaptırması için Bayram’ı gönderdim.’ Köfteler geldiğinde bir tane de bana yedirdi.”3 Üstad talebelerine yiyip içip hizmet etmelerini göstermişti böylece. Dipnotlar: 1. Müslim, Eşribe: Hadis no: 2060; 2. İstanbul Dostum Forum’dan.; 3. Nura Doğru, Risâle-i Nur Hizmetkârları, 21 Temmuz 2008. 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kur'ân ve ilim |
Ömer Bey: “Bir âyette, ‘Yaş ve kuru ne varsa Kur’ân’da yazılıdır’ denmekte. Peki, bizim hayatımızdan tutun da Kıyamet Günü’ne kadar olacak olaylar yazılı mıdır? Yazılıysa niye göremiyoruz?”
1- Âyette, Kur’ân değil, Kitab-ı Mübîn kavramı geçiyor. Bu durumda âyet; “Yaş ve kuru ne varsa Kitâb-ı Mübinde yazılıdır”1 şeklindedir. Kitab-ı Mübîn tabiri, Kur’ân olarak yorumlanmakla beraber, başka mânâlara da delâlet ediyor. 2- Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kitab-ı Mübîn; Allah’ın Kelâm sıfatına göre bakacak olursak Arş-ı Azamdan gelen Kur’ân-ı Hakîm; Allah’ın Kudret sıfatına göre bakacak olursak da bu büyük kâinat kitabıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatının tecellisi Kur’ân-ı Hakîm; Kudret sıfatının tecellisi de bu şehâdet ve gayb âlemi dediğimiz kâinattır.2 Bedîüzzaman’ın tarifine göre Kur’ân, bu büyük kâinat kitabının tercümanı ve müfessiridir.3 3- Vakıa; Kitab-ı Mübin’i Kur’ân olarak yorumladığımızda da, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre yaş ve kuru her şey Kur’ân’ın içinde vardır. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Çünkü her şeyin Kur’ân’da bulunma derecesi farklıdır. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmalleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya açık açık, yâ sadece bir işâretle, ya remiz ile, ya kapalı bir biçimde, ya ihtar tarzında; ihtiyaca göre, makamının ağırlığı derecesinde ve Kur’ân’ın maksadına uygun biçimde bulunur. Meselâ Kur’ân uçak, elektrik, tren, telefon, telgraf, radyo ve televizyon gibi teknolojik gelişmelerden, ya daha gelişmiş benzerlerini gösteren Peygamber mu’cizeleri yoluyla, ya da kapalı birer remiz veya işaret yoluyla bahseder.4 Bu işaret ve remizleri ise şüphesiz herkes değil, ehil olan âlimler çözerler. *** Zeynep Hanım: “İlim Çin’de de olsa alınız” Hadisi sahih midir? Sahih ise kaynağını belirterek kısaca açıklar mısınız?” Bu hadis-i şerif, sahih kaynaklarda yer alan bir hadistir. Uyanık olarak Peygamber Efendimiz (asm) ile yetmiş defa görüşen ve ulaştığı hadislerin doğruluğunu bizzat ilk ağızdan tesbit eden Büyük İslâm Âlimi Celâleddin Suyutî bu hadisi kitabına almıştır. Hadisin tamamı şöyledir: Hazret-i Enes (ra) rivayet etmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.”5 Bu hadis-i şeriften şu hükümleri ve sonuçları çıkarmamız mümkündür: 1- İlim cihanşümuldur (evrenseldir). Faydalı bilgi belli bir kavmin malı değildir ve her yerde bulunabilir. Başka bir ifadeyle, doğru bilginin milliyeti yoktur. İnsan doğru bilgiyi Çin’de de olsa aramalı ve onu her nerede bulursa almalıdır. 2- Allah, faydalı bilgiyi isteyene verir. Müslüman olup olmaması fark etmeksizin; isteyen, yoluna baş koyan, uğrunda çalışan ve istidat lisanıyla duâ eden herkes faydalı bilgiye ulaşma hususunda Allah’tan yardım görebilir, Allah’ın yardımıyla faydalı bilgi elde edebilir. Kim bu uğurda istidat lisanını konuşturur ve Allah’tan isterse, Allah ona verir. Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, şu yer yüzüne hâkim olan insanlık saltanatının, teknolojinin ve ulaşılan medeniyetin, Kârun gibi gururlanarak ve üzerinde boğuşularak elde edilmediğini; bütün bu medeniyetin aczi ve zaafı için insanlığın emrine verilen maddeye ait bilgilerin ürünü olduğunu; bu bilgilere ulaşmak için kendisine Allah tarafından yardım edildiğini, doğru ve faydalı bilgi öğrenme kapıları açıldığını ve bizzat aklı ve bilinci yaratan Allah tarafından doğru bilginin insana ilham edildiğini kaydeder.6 3- Allah, insanoğlunu doğru bilgiyi öğrenme yetkisi ve donanımı ile donatmıştır. Yeryüzüne halife oluşunun bir alâmeti budur. Müslüman olup olmaması ayrı bir meseledir. Şüphesiz Müslüman doğru bilgiye daha çok koşmalıdır. Fakat günümüzde maddeye ait doğru bilgiler Müslüman olmayanların ellerindedir. Bunu teslim edelim. Çünkü onlar istiyorlar, onlar arıyorlar. İstidat lisanıyla onlar duâ ediyorlar. Allah da onlara veriyor. Müslümanlara gelince... Ellerindeki dinde, doğru bilgiyi almakla ilgili sayısız emirler bulan Müslümanlar, bu konuda Müslüman olmayanlardan geri durumdadırlar. Bunun cezasını da geri kalmışlıkla ve ileri ülkelerin çantasını taşımakla çekiyorlar. Bu gün İslâm âleminin çektiği sıkıntıların başka bir sebebi yoktur. Dün böyle değildi. Dün Müslümanlar medeniyetin, doğru bilginin ve gelişmenin üstadı idiler. Fakat bir zaman geldi ki, bilgi aramayı bıraktılar. Seleflerince aranmış ve ulaşılmış bilgileri de bilgi arayan batıya cömertçe ihsan ettiler. Batının Müslümanlardan bilgi almasında bir yanlışlık yoktu. Fakat Müslümanların bilgiye uzak düşmeleri, hiç olmazsa seleflerini takip etmemeleri büyük hata idi. İslâm âlemi bu durgunluğunu –tembellik demeye dilim varmıyor- hâlâ üzerinden atabilmiş değil. Bu gün hacımızın Mekke’den getirdiği namaz takkeleri Çin malı, tesbih sayaçları Japon malı... 4- Her Müslüman’a ilgi alanına giren ve istidadının kaldırdığı doğru bilgiyi öğrenmek farzdır. Öğrendiklerini insanlığa hizmet olarak sunmak da sünnettir. 5- Melekler, ilim talebelerine duâ ederler, onları tehlikelere karşı Allah’ın izni ve emriyle korurlar. Dipnotlar: 1. En’am Sûresi: 59; 2. Sözler, s. 471; 3. İşârâtü’l-İ’câz, s. 15; 4. Sözler, s. 229; 5. Câmiü’s-Sağîr, 1/310, H. No: 640; 6. Sözler, s. 296 18.05.2009 E-Posta: [email protected] |