15 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Müstehcenliğin teşvik edilmesine hayır!


A+ | A-

Bazı hâdiseler vardır ki, bunların yapıldığı duyulduğunda ya da görüldüğünde “Bunu yapanlar çıldırmış olmalı” denilir. Ülkemizde de, duyanların şaşıp kaldığı bu türden çok hadiseler yaşanıyor.

Bu hadiselerden biri de “Eurovision Şarkı Yarışması”nda Türkiye’yi temsil eden “şarkıcı Hadise” meselesidir. Maalesef ve maalesef, bazı safdiller; bu hadisenin Türkiye’nin tanıtılmasına vesile olacağından bahisle şarkıcı Hadise’yi alkışlıyor. Neymiş, ülkemizi temsil ediyormuş da, keşke kazansa imiş de, bu yolla ülkemizin reklâmı yapılıyormuş da vs., vs.

Hadiseye farklı pencerelerden bakanlar olabilir, ama şahsen bu konuya ‘müstehcenlik’ hadisesi olarak bakıyor ve böyle bir ‘figür’e Türkiye’yi temsil ettirmeyi millete hakaret addediyorum. Ve bu figüre bu görevi verenleri de kınıyorum.

“Sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun, yarışmanın finali yapılıyor, tepki için geç kalmadınız mı?” diyenlerin de hakkı var. Ama bilhassa Hadise’nin ‘kazandığı başarı’ bahane edilerek artan ‘müstehcen yayın’ları görünce ve bu tuzağa bazı ‘bizim haber siteleri’nin de âlet olduğuna şahit olunca hadiseye ilgisiz kalamadık. Velev ki bu ‘müstehcen figür’ Türkiye’ye birincilik getirse millet nazarında bir kıymet-i harbiyesi olmaz ve olmamalı.

Çok değil 10 ya da 20 yıl önce böyle bir ‘figür’ü Türkiye’yi idare edenler ‘temsilci’ olarak seçmiş olsaydı muhtemelen yer yerinden oynar, sivil toplum kuruluşları ve ‘hamiyetli insanlar’ her vesile ile tepki gösterirdi. Fakat asıl şimdi tepki gösterilmesi gerekirken, hadise ‘normal’ karşılanıyor ve baştan sona müstehcenliğin cisimleşmiş hâli olan bu ‘figür’ alkışlanıyor... Türkiye’yi bu hallere düşüren ve değerleri aşındıranlar her halde ilk ‘sandık’ta millete hesap vermek durumunda kalacaklar.

İlgili yarışma Türkiye kamuoyunda ‘çok önemli’ addedilse de ‘uzman’lar aynı kanaatte değil. Meselâ, Eurovision şarkı yarışmasının “en ünlü gâlibi” olarak anılan İsveçli Abba grubunun üyesi Benny Andersson, şarkı yarışmasını izlemekten vazgeçtiğini, çünkü müzik adına hiçbir şey olmadığını söylemiş. “Artık Eurovision’u izlemiyorum, çok büyüdü” diyen ünlü şarkı sözü yazarı, 1974’te kazandıklarında bu yarışmanın şimdikinden daha küçük ölçekli, belki 50’ler ve 60’lardan biraz daha anlamlı olduğunu, ama ondan sonra anlamını yitirmeye başladığını söylemiş. (Sabah, 14 Mayıs 2009)

Tabiî ki hadisenin ‘müzik’ yönü bizi doğrudan ilgilendirmez; ama bu yarışma vesilesiyle ‘müstehcenliğe tiraj kazandırılması’ çok yanlış, çok kötü, çok yakışıksız bir durum. Böyle ‘figür’lerin gençliğe ‘örnek’ gibi sunulması da ağır bir vebal sebebidir.

“Türkiye’yi idare edenler”in bu konuları gündemlerine almaması, “reklâm olsun da nasıl olursa olsun” şeklinde düşünmesi, doğrudan ya da dolaylı olarak “müstehcenliği ve müstehcen figürleri” teşvik etmesi, Müslüman milletimize ağır bir hakaret olarak algılanmalı.

Yarışmalar, müstehcenliğe âlet edilmesin...

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Çözüm demokraside...


A+ | A-

Türkiye; meselelerini tartışamıyor, yüzleşmekten kaçıyor, hatalarının üzerine gidemiyor. Bir mesele tartışılacağı zaman, ya yasakçı kafa, ya statükonun muhafazasına çalışan düşünce, ya da menfî milliyetçilik hemen devreye girip meseleleri farklı mecralara çekmeye başlıyor. Demokrat düşünce, insan haklarına, temel hak ve hürriyetlerine saygı ön plana çıkmadığı sürece de Türkiye’nin pek çok temel meselesi tartışılamayacak ve çözüm de bulunamayacak.

Tartışmanın temelinde aslında bugünkü parlamento yapısı geliyor. Bir tarafta inatlaşıp, karşısındakini yok farz edenler, diğer tarafta “onlar ne yaparsa karşısında olmamız lâzım” düşüncesi… Böyle olunca da temel meselelerde sağlıklı düşünme imkânı da kalmıyor.

Türkiye’nin temel meselelerdeki yanlışlık herkes tarafından kabul ediliyor. Millet açısından iyi gitmeyen bir şeylerin olduğu konusunda birleşiliyor, ancak iş icraata gelince üstte bahsettiğimiz düşünce grupları hemen devreye girip set oluşturuyorlar. Bu temel meseleler AB, yeni anayasa, temel hak ve özgürlükleri genişleten çalışmalar, anlamsız, kanunsuz yasakların kaldırılmaması gibi konular olabiliyor.

Bu haftanın bu minvaldeki tartışma konusu da ister adına Güneydoğu meselesi, ister Kürt meselesi deyin, böyle bir sorunu var. Bu sorun, temel haklar konusunda olduğu gibi, ekonomik, sosyal, siyasî konuları da kapsayan bir sorun. Bu sorun yıllarca çözüm üretilemediği için üzerinde yanlış pencereden yapılan tartışmalarla mecrasından çıkartılır bir hale getirildi. Çünkü yanlış tarafından tutuldu. Herkes kendi penceresinden baktı. Kimisi Türk, kimisi Kürt ırkçılığı cephesinden meselenin çözümünü aradı.

Çok su götüren bir tartışma olduğu için pek detayına girmeye gerek yok. Burada söylemek istediğimiz bu meselede olduğu gibi pek çok temel meseledeki tartışma kültürünün kaybolduğu ve yanlış tarafından olaylara bakıldığını vurgulamaktır.

Şimdi siyasetin gündeminde Güneydoğu sorunu var. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir süre önce İran’a yaptığı gezi sırasında ortaya attığı “Kürt meselesinde iyi şeyler” olacak demesinin ardından Prag dönüşü de söylediği “Bu sorun Türkiye’nin birinci sorunudur. Halledilmesi lâzımdır. Yeni gelişmeler olması lâzım. Yeni gelişmeler olacak da. Devlet birimleri arasında bu konuda bir mutabakat var, uyum var. Herkes işin çok daha farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lâzımdı. Devletin bütün görevlileri, siviller ve askerler, istihbarat, hepimiz bugün her konuyu olduğu gibi bu konuyu da kendi aramızda açık seçik konuşuyoruz. Böyle bir ortamda iyi şeyler olur. O yüzden iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lâzım” sözünden sonraki tartışmalar da netice almaya dönük yapılmıyor. Meseleye demokrasi ve özgürlükler penceresinden bakılamıyor.

Meselenin çözümü Meclis’ten geçiyor. Gül’ün bu sözlerine karşılık iktidar ve muhalefetin yaklaşımlarını görünce çözümden ne kadar uzak olunduğu ortaya çıkıyor. Partilerin bu haftaki grup toplantılarında bu konuyu herkes kendi fikrî yapısına göre değerlendirdi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Gül’ün bu sözlerinin izaha muhtaç olduğunu söylerken, “İmralı canisinin affı mı kaçırılmaması gereken fırsat…”

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, “Cumhurbaşkanı tarihî fırsattan söz ediyor, bu tarihî fırsat nedir? ABD ‘Bu konuyu çözün’ diyorsa, buna tarihî fırsat mı, yoksa tarihî mecburiyet olarak mı bakmak lâzım? Peki bizden ne isteniyor, ben bunu merak ediyorum…”

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Bu olumlu ve umut verici bir gelişmedir” derken bir taraftan da işin içine terör örgütünün “sözde eylemsizlik” kararını sıkıştırıyor.

AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan, bu eleştirilere cevap verirken yapıcı olmayan bir cevap veriyor. “Herkes çıkıp kurusıkı atacağına ‘Ben ne yapıyorum, ne yapmam lâzım?” Erdoğan’ın “Siyasal krize dönüştürmek isteyenler var. Bunun önünde durmamız lâzım” sözünde ise büyük haklılık payı var. Diğer taraftan AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın kendilerinin baştan beri çözümü demokrasi içinde gördüklerini, askerin bu noktaya yeni geldiğini, “kerhen”de olsa çözümün inisiyafini siyasîlere bıraktığını söylemesini de burada zikretmet gerekir. (Sabah, Yavuz Donat, 14.5.2009)

Bu inatlaşma, birbirini suçlama, karşısındakinin görüşüne değer vermeme gibi politikalar devam ettiği sürece de Türkiye, bu meselelerle yıllarca yaşamaya devam edecektir.

Meselenin çözümü demokrasi içinde aranmalı ve bulunmalı. Bu yüzden de yakalanan bu fırsat değerlendirilmeli. Siyasete kurban edilmemeli. Abdullah Gül’ün söylediği gibi devletin bütün görevlileri (siviller ve askerler, istihbarat) bu konuyu konuşuyorsa “Türkiye’nin meselesi” olan bu konu da Meclis’te grubu bulunan partilerle de açık-seçik konuşulup çözüme kavuşturulmalı.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

AB’de takiyye mi?


A+ | A-

Erdoğan’ın, 15 Ocak 2004’te Genelkurmay karargâhında Ulusal Güvenlik adı altında verilen, ama askerlerin kendisinden hesap sorma platformuna çevirdikleri brifingde, “AB reformlarını yavaşlatın” telkini yapan İlker Başbuğ’a verdiği cevabın bir kısmını aktarmıştık.

Bu cevabın tümüne bakıldığında, Erdoğan’ın AB’yi ne şekilde değerlendirdiğinin ipucunu veren çok ilginç ifadelerin de yer aldığı görülüyor.

“Aralık-2004’te AB’ye üye olamazsak B planını devreye sokarız” sözünden sonra, Bush’a “AB’ye giremezsek NAFTA’ya alın” dediğini aktaran Erdoğan “O da olmazsa Türkî cumhuriyetlerin içinde olduğu bir organizasyona gireriz” diye devam ediyor. Ve Rusya da alternatiflerinden biri.

Başbakan için önemli olan, mutlaka güçlü bir organizasyonda yer almak veya bir teşkilâtın başını çekmek. Bu AB de olabilir, bir başkası da!

Oysa AB’nin Türkiye için diğerlerinden çok farklı boyut ve anlamları var. Baskıcı, kapalı, hantal devlet yapısından kurtulup demokrasisini geliştirmek; hukuk sistemini çağdaş kriterlere uydurmak; ekonomik ve sosyal düzenini medenîleştirmek gibi kazanımlar bunların başlıcaları.

AB üyeliği böyle kapsamlı bir değişim projesi.

İçinde yer aldığımız veya dahil olmak isteyebileceğimiz diğer bölgesel ve uluslararası organizasyonlarda böyle bir durum söz konusu değil.

Ama Erdoğan’ın sözleri, AB üyeliğinin bu çok önemli farkını ya bilmediği için ya da bildiği halde önemsemediğini gösteriyor ki, her iki ihtimal de düşündürücü. Ve uzun süre danışmanlığını yapmış olan Ahmet Tezcan’ın “Erdoğan önceleri AB için istekliydi, ama sonradan bu hevesini kaybetti” gibi sözlerle ifade ettiğini hatırladığımız gözlemi, bu bağlamda hayli dikkat çekici.

AKP lideri AB bahsinde takiyye mi yapıyor?

Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek için dört buçuk yıldır hiçbir yeni adım atılmadığı vâkıası karşısında, lâfa gelince ve sırası geldikçe tekrarlanan “AB hedefindeki kararlılığımız devam ediyor” söylemleri, inandırıcılığın azalması problemini gündeme getiriyor ve bu suali sorduruyor.

İşin bir başka ilginç tarafı, MGK’nın son asker Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın da, henüz bu sıfatı taşıdığı günlerde benzer bir yaklaşımı yansıtan ve yoğun eleştirilere konu olan sözler söylemiş; AB yerine Rusya, Çin, hattâ İran gibi başka adreslere yönelinmesini savunmuş olması.

Mâlûm, bilâhare, evvelâ Ankara Gölbaşı’ndaki Özel Kuvvetler binasıyla ilgili yolsuzluk iddialarına adı karışan Kılınç, son olarak Ergenekon dalgalarından birine takılıp gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılmış; bunun üzerine, muvazzaf komutan eşlerinin ev ziyareti ve JİTEM’cilikle suçlanıp intihar eden emekli albayın cenazesinde komutanların selâm duruşuyla, arkasındaki Genelkurmay desteğinin sürdüğü görülmüştü.

Erdoğan’ın AB bahsindeki duruşunun onunla paralellik arz etmesi çok düşündürücü değil mi?

Bir diğer nokta: Türkiye AKP iktidarı öncesinde de birçok uluslararası organizasyonun içinde zaten aktif şekilde vardı. Orta Asya Türk cumhuriyetleri, Tacikistan, Afganistan, İran ve Pakistan’ın dahil olduğu ECO, Karadeniz’de kıyısı olan ülkelerin katıldığı KEİ bunlardan ikisi.

Keza Türk cumhuriyetleri liderlerinin düzenli periyodlarla bir araya geldikleri Türk zirveleri.

Ortadoğu, Balkan ve Kafkasya ülkeleriyle ikili diyalog ve ilişkileri geliştirmeye yönelik olumlu bir süreç de istikrarlı bir şekilde devam ediyordu. Özellikle 90’lı yıllarda Türkiye, muhataplarını rahatsız ve tedirgin etmeyen pozitif bir etkinlik içinde, ilişkilerin gelişmesine katkı veriyordu.

AKP döneminde bunlarda bir gelişme olmadı, tersine kopukluk ve aksamalar yaşandı. Ve şimdi bunun yol açtığı sıkıntılar karşımıza çıkıyor.

Buna karşılık, İKT ve Arap dünyasıyla ilişkilerdeki bazı açılımlar AKP’nin başarı hanesine yazılabilir; ama bunların “Türkiye AB’yi bırakıp Ortadoğu’ya yöneliyor” algısına meydan vermeyecek bir denge içerisinde yapılması gerekirdi.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Güdük…


A+ | A-

Kabine revizyonunun ardından bizzat Başbakan tarafından yeniden gündeme getirilen “yeni anayasa”da ne yazık ki yine politik gözboyama oyunu oynanıyor.

Siyasî iktidar halka karşı Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Ancak peşinden bunun bir “mini paket”le “anayasa değişikliği”ne indirgiyor. Bununla da kalmıyor; sözünü ettiği “20 maddelik değişikliği” daha da küçülterek 10 maddeye indirmekle “mini mini paket” haline getiriyor.

Onca iddiayla ortaya attığı “yeni anayasa”yı sivil toplum kuruluşlarına havale edip resmen rafa kaldıran Adalet eski Bakanı Çiçek, şimdi de Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü sıfatıyla, “İster topyekûn, ister bazı maddeleri olsun, yeni anayasa değişikliğine hazırız” deyip yine ortada konuşuyor. Daha baştan “yeni anayasa”yı “bazı maddeler”le sınırlı duruma düşürüyor.

İddianın sahibi siyasî iktidar, hükûmet programında, seçim meydanlarında verdiği onca vaade rağmen âdeta “olsa da olur, olmazsa da olur” havasında; hiçbir ciddî irâde ve belirleyici rol oynamıyor…

SİYASÎ HESAPLARA FEDÂ EDİLİYOR…

Oysa başta Yargıtay eski Başkanı Prof. Sami Selçuk olmak üzere hukukçular, 12 Eylül ihtilâli ürünü mevcut anayasa ile demokrasinin işlemediğini, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giremeyeceğini açık açık ifâde ediyorlar.

Başbakan’ın TÜSİAD’da, TOBB’da iktidarın ilk ve en başta gelen işi olarak dile getirdiği, AKP’li Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu’nun, “Ya darbe dönemlerine dönülecek veya yağmur duâsına çıkılacak” ironisiyle darbe anayasasıyla demokratikleşme olmayacağını açıkça bildirdiği süreçte, ne var ki hükümetin geniş ve kapsayıcı bir düzenleme taslağı yok.

Yeni Adalet Bakanı Ergin, bir yandan “82 Anayasası ile Türkiye’nin 21. yüzyılda yol katetmesi çok kolay değil, anayasa mutlaka değişmeli” gerçeğini dile getiriyor; diğer yandan AKP grubu içinde “yeni anayasa” değişikliğiyle ilgili bir çalışma yapıldığını ancak bunun henüz parti yetkili kurullarına getirilip tartışılmış bir konu olmadığını söylüyor. “Parti içi çalışma”nın henüz bitmediğini, süreç içerisinde detayların paylaşılabileceğini belirtiyor.

Böylece “anayasayı toptan değiştirme” iddiasıyla başlayan “açılım”, birkaç maddelik sığ değişiklerle kalıyor. Anayasa Mahkemesinin yapısının değiştirilerek “parti kapatma kararlarının zorlaştırılması,” dört yıla indirilen milletvekili sürecinin—bu defaya mahsus olmak üzere—tekrar beş yıla çıkarılması ve beş yıla düşürülen Cumhurbaşkanlığı süresinin yedi yıla çıkarılması gibi, basit politik atraksiyonlar yapılıyor.

Gerçi Başbakan son demde sözkonusu süreler hakkında “ikisi de olabilir” dedi; ama neticede Türkiye’nin devâsa problemlerinin başında gelen “yeni anayasa”nın evvela “yama”yla değiştirilmesine indirgenip güdükleştirilmesi gerçeği ortada duruyor.

Görünen o ki siyasî iktidarın herhangi bir stratejisi yok. Belli ki bütün mesele inişe geçen AKP’nin daha uzun süre iktidarda kalmasını sağlamak. Kısacası Türkiye’nin AB ve demokratikleşme projesi siyasî hesaplara fedâ ediliyor…

DARBECİLERİN

“KORUNMASI”NA DEVAM…

Her fırsatta “konsensüs”ten bahsediliyor, lâkin AB’nin demokratikleşme için önerdiği yargı reformu, inanç ve ifâde hürriyetinin geliştirilmesi gündemde değil. Siyasî partilerde genel merkez ve lider sultasını devam ettiren, hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmayan yüzde 10 barajla temsilde adaleti baltalayan siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim kanununun esasından düzeltilmesi, dokunulmazlıkların sınırlandırılması gibi hiçbir ciddî düzenleme bulunmuyor.

Keza her dönemde onlarca subay ve astsubayı hayatlarını verdikleri mesleklerinden yargısız, sorgusuz-sualsiz ihrâç eden YAŞ kararlarının yargı denetimine alınması hususunda da bir çalışma yok.

“Ergenekon soruşturması”yla “iddianâme”ye göre son beş-altı yılda “darbeyi düşünenler, teşebbüsünde bulunanlar” ya da “darbe ortamını hazırlamak için ülkeyi kargaşa ve kaos ortamına sürüklemeye çalışanlar” yargılanıyor. Lâkin darbe düşüncesini gerçekleştirip darbeleri yapanlar, 12 Eylül ve 28 Şubat “postmodern darbe” döneminde özellikle “irtica uydurması” furyasıyla antidemokratik dayatmaların başında bulunanlar ortalıkta dolaşıyorlar.

“Netekim” 12 Eylül 1980 dönemini “Türkiye’nin en karanlık yılları” olarak tanımlayan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, onbinlerce insana sırf ideolojilerinden dolayı işkence eden ve bizzat darbecilerin itirafıyla “darbe ortamının olgunlaşması için binlerce gencin ölmesini” bekleyen darbeci generallere dünyanın başka ülkesinde katil muamelesi yapılırken, Türkiye’de “ressam-sanatçı” muamelesi yapıldığından yakınıyor.

Ama Cumhurbaşkanı 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa’yı Çankaya’da ağırlıyor. AKP siyasî iktidarı, 12 Eylül darbecilerinin ve darbe dönemi sorumlularının “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmünü getiren Anayasa’nın 29 yıllık “Geçici 15. maddesi”ni kaldırmaya yanaşmıyor…

Demokrasiyi katleden, Meclis’i kapatan, meşru hükûmetleri lağveden, başta 12 Eylül darbesi olmak üzere, darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan anayasa maddesinin değiştirilmesine dair en ufak bir irâde göstermiyor…

Son haftaların Başbakandan bakanlara “yeni anayasa” ve demokratikleşmeye dair iddialı söylemlerin neticesi bu. Yine dağ fare doğuruyor, yine birkaç maddelik vaziyeti kurtarma ile günübirlik geçiştirme taktiğine başvuruluyor.

Böylece, demokratikleşme de, “yeni anayasa” da, değişiklikle güdük kalıyor…

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Gültekin AVCI

Kürdün Kürdü kırması mı?


A+ | A-

Kalplerimizi burkan ve âleme karşı insanî bir mahcubiyete de büründüğümüz bir faciayı yaşadık geçen hafta. Bilge Köyünde yaşananların, hiçbir sebep, düşünce ve mazeretle izahı kabil değil. Belki PKK ve Mafya’ya bile parmak ısırtacak bir cinnet bu. İnsanlığın ve vicdanın dumura uğradığı bir hazin tablo. Vahşetin sebepleri ve sosyal altyapısı üzerinde durmayacağım. Bilhassa ortadaki elim tablonun cereyan etme sebeplerinin, koruculuk sisteminde aranması ve koruculuğun hedef tahtasına oturtulması doğrusu beni şaşırttı. Köyün korucu köyü olması, uzun namlulu silâhların korucularda olması ve korucularda kaydedilen görevi suistimaller tasfiyeye kâfi sebepler olarak terennüm ediliyor.

Koruculuk sisteminin ıslâh edilmesindeki zaruret kuşkusuz aşikârdır. Yer yer suistimallerin olduğu bir hakikat. Peki, bunlara istinaden sayıları 90.000’i bulan korucu kitlesini tasfiye etmekle nasıl bir ortam bizi bekliyor kâfi derecede düşünmüyoruz. Korucu sisteminin tam olarak tasfiyesiyle ortaya çıkacak zemin, rahatlıkla görülebileceği gibi kaotik bir zemindir. Anarşiye meyyaldir. Boşluğun oluşturacağı psikolojiye kim hâkim olursa o hükmeder. Devletin bu bölgemizde bu zamana kadar psikolojik hâkimiyeti başarılı bir şekilde elinde tuttuğunu söylemek kolay değildir. Laisist saplantılardan bölgenin hassasiyetlerine hâlâ nüfuz edilebildiğini söyleyemeyiz. Ama PKK, bu saplantıdan doğan boşluğu değerlendirdi ve PKK İmamlar Birliğini kurdu.

Koruculuk sistemini üreten devlet mi yoksa bölgedeki terör ortamı mı? Bölge, terör ve anarşi içinde kıvranmasaydı elbette ki koruculuk sisteminin yörede tatbikine ihtiyaç kalmayacaktı.

Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz gibi bölgelerde güvenlik zafiyeti söz konusu değil. Şehirlerin ve köylerin güvenliğini temin edebiliyorsunuz. Peki, terör ateşiyle kavrulan güneydoğuda, ülkenin batısındaki normal sistemlerle güvenliği temin edebildiniz mi? Edemediniz. Bölgede devletin hâkimiyeti günün saatleriyle ölçülüyor, akşam ve gece saatlerinde devletin hâkimiyeti tamamen bitiyordu. Bu zamanları hepimiz yaşadık. Her gün pek çok güvenlik görevlinizi ve vatandaşınızı kaybettiğiniz böyle muhataralı bir hengâmede bizzat o bölgenin insanından neşet eden ve güç alan koruculuk sistemi elbette ki rasyonel bir yaklaşımdı.

Şehid asker ve polis evlâtlarımızla birlikte korucular da canlarını feda etmediler mi? Koruculuk sisteminde de Abdülhamid-i Sani’nin Hamidiye Alayları bakışından alâmetler var. İşgale karşı nasıl Hamidiye Alayları devredeyse, bu sefer terörist işgale karşı da korucular tabiî olarak devrede olmalıdır. Gerek Hamidiye Alayları ve gerekse koruculuk sistemi devletin bölge halkını taltif etmesi ve bölge halkına bir güven teveccühü demektir.

Yaşanan serencamı hatalı bir zaviyeden görenler, buna Kürdü Kürde kırdırma politikası dediler. Bunun isabetli bir mantığını göremiyorum zira polis teşkilâtı ve TSK içinde pek çok sayıda Kürt olan görevlilerimiz yok mu? Bölgede teröristlerle çatışan Kürt polis ve subaylarımız için de Kürdün Kürdü kırması mı diyeceğiz? Bu manipülatif anlayış Kürt kardeşlerimizi azınlık kabul eden bir perspektiftir. Kuzey Irak Kürt bölgesel yönetimin askerleri, asayişi sağlarken Kürdün Kürdü kırması piyesini mi oynuyorlar?

Kürdün Kürdü kırması değil, Kürdün teröristle çarpışması. Kürdün vatan savunması. Kürdün asayişi sağlaması.

Bir diğer nokta; acaba katliâmın aktörleri olan kişilerde uzun namlulu silâhlar olmasaydı, yani devletin silâhları bulunmasaydı, bu kişiler ciddî şekilde tasarladıkları o 44 maktulü öldür(e)meyecekler miydi? Devletin silâhları olmasaydı, 44 kişinin öldürülmesi için silâh bulamayacaklar mıydı bu failler? Bölgede silâh bulmanın kolaylığını ve illegal silâh sevkiyatının yoğunluğunu çok iyi biliyorum.

Ayrıca polis ve subaylar içinde devletin silâhıyla illegal işlere karışan personel yok mu? O zaman bu teşkilâtlardaki görevlilerin silâhlarını da mı alalım?

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Sular mecrasına (mı) dönüyor?


A+ | A-

Mecrasında akmak ne güzel. Mecrasında yürümek ne tatlı. Mecraya dönüş aynı zamanda fıtrata dönüş değil mi? Kevnî kanunlara müdahale, insanı dolabın altına düşürür ve bitirir. Bunu bilenler teşebbüsten imtina ederler. Sosyal meselelere gelince… İnsanın had altına alınmamış bu duygularıyla ortaya çıkan hadiselerin dehşetini hepimiz biliriz. Dağların tahammül edemediği yüklerin altına zulüm ve cehaletiyle giren insaniyetin sebep olduğu faciaları tarih yazmakla bitiremiyor. Geride bıraktığımız yüzyıllar bu hususa örnek devâsâ felâketlerle doludur. Yalnızca İkinci Dünya Savaşı, tahribat cihetiyle beşer ömründeki geçmiş tahriplere denk bir facia değil mi?

Bediüzzaman Hazretleri bu nevi dehşetli tarihî felâketleri müthiş kışlara benzetir. En sert kabukları çatlatan bu zemherirlerin ardı sıra gelecek baharlara nazarlarımızı çevirir. Hakikaten Avrupa’nın 1939-45 yılları arasında yaşadığı dehşetli mevsim, Avrupa’da dinsizliğin ve Türkiye’de dehşetli nifakın burnunu kırmış, ümit dallarını budamıştı. İkinci Avrupa’nın aldığı darbeler, onun takavvüsüne ve Anadolu’daki ilhad hareketinin de inişe geçmesine yol açmıştı.

Bediüzzaman’ın geçen asrın başında Avrupa ile ilgili verdiği müjdeler, bu dehşetli kıştan sonra sümbül vermeye başladı. Ayasofya Camiinde Şeyh Bahit’e ve Tiflis Şeyh Sanan Tepesinde Rus polisine verdiği cevapların zuhur mevsimi, bahsettiğimiz dehşetli İkinci Cihan Harbinin akabine rastlar. Avrupa’nın kuzeyinden güneyine doğru Birinci Avrupa’nın “İslâm çizgisi”ndeki hareketiyle Rusya’nın başına gelen felâketler, baharın müjdecisidirler. Sonra hakikî İsevîlerin Yeni Dünya ve Avrupa’daki dirilişlerini Bolşeviklerin Demirperdeden kaçışları takip edecektir. Bitlis’in kardeşi Tiflis’te Nur medreseleri açılırken, Atlas kıyılarından Urallara uzanan Avrupa coğrafyasındaki Kur’ân ve ezan sesleri hep Bediüzzaman’ın Kur’ân’a dayanarak verdiği mutlu müjdeleri bize hatırlatır.

Rus dinsizliği terk ederken, eski günlerini ve inançlarını arar. Fakat Troçkilerin önderliğindeki Bolşevikler bin senelik Rus kültür, örf ve geleneğiyle birlikte dinlerini de yıkmışlardır. Ama Rusya dinsizliğe geri dönmeyi reddeder. Yanındaki Hıristiyanlığı, İslâmiyetin yardımıyla inşaya başlar. Topraklarındaki yirmi milyon Müslüman nüfusla âlem-i İslâma köprüler kurar. Bu inançla neoliberal veya neocon elbisesiyle tekrar hücuma geçen eski Bolşeviklere büyük bir mağlûbiyeti tattırarak, az da olsa dinsizlerden intikamını almaya başlar. 11 Eylül ihtilâlinin yardımıyla Rusya’yı Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’la muhasaraya çalışan Bolşevik ve Siyonist ve mason ittifakını da bugünlerde yavaş yavaş çözmeye çalışıyor. Turuncu devrimleri, gül ve kadife halk ihtilâllerini yapanlar, halkın yeni devrimlerinin akıntısına kapılarak Karadeniz’e dökülecekler. Kırgızistan’da olduğu gibi…

Bu neticenin kaçınılmaz olduğunu Bediüzzaman’ı okuyanlar biliyorlardı. Zira fıtrata zıt hareket edilmiş; ahlâksızlık, kaos, semavî dinlere düşmanlık ve insanî hayat biçimini sarsan hadiseler buralarda sefahaletle beslenirken, gizliden gizliye bir AB düşmanlığı esas alınıyordu. Adaleti, hürriyeti, refahı, inancı ve insanî değerleri hedeflemiş Birinci Avrupa’nın “hakikî medeniyet” projesini engelleme çabaları çok canlı biçimde günümüzde de devam ediyor.

11 Eylül’den önceki Avrupa mecrasına dönüyordu. Kemalistlere rağmen AB temsilcileri musibetzede Türkiye’yi hürriyet ve barış projesine dahil edeceklerdi. Mağripten bakanlar AB, Maşrikten bakanlar ise “ittihad-ı İslâm” diyeceklerdi.

Fakat bildiğiniz gibi tekrar o kışlar yaşanıyor. 11 Eylül’ün çekirge sürüsüyle köpekbalıkları dünyamızı “küresel kriz” denilen bir başka ekonomik zemherire yuvarlıyorlar. İnsaniyet ve İslâmiyet için neticesi çok güzel olacak bir baharın arefesinde olduğumuza inandığımızdan, üzülmüyoruz. Zira sular mecrasına dönüyor. Sarkozy, Angela Merkel ve Berlusconi’ye rağmen AB projesi kuvvet bulacak. Zira modern Bolşeviklerin dünyayı kaldırabilecekleri yeni bir oyunları henüz yok.

Suların mecralarına dönüşüne başta Türkiye olmak üzere İslâm dünyası yardım etmeli. Artık yılandan ceylan yavrusu bekleyenleri kendi hallerine bırakarak dört elle hürriyetimize ve hürriyetimizi teminat altına alan Kur’ân’a sarılmalıyız. Bu yolda; İskandinavya’dan, AB kurmaylarından, Vatikan ve Rus politikacılarından geriye kalmak kahraman Türk demokratlarına yakışmıyor. İhtilâlcilerle çocuklarını, oyunlarıyla başbaşa bırakalım. Bakın, dünyada sular mecralarına dönüyor.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

“İstihbarat kıskançlığı”na müsteşarlık çözümü!


A+ | A-

Terörle mücadele alanında strateji üretilmesi ve ilgili kurumlar arasında koordinasyon sağlanmasını Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurulmasına ilişkin kanun tasarısı hazır. Görünen o ki, hükümet çok fazla tartışmadan bu tasarıyı kanunlaştırmak istiyor.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, tasarının gerekçesini iki cümle ile özetledi:

“İstihbarat birimlerinin biraz kıskançlığı var. İstihbarat birimlerini biraz birbirlerine yakınlaştıracağız.”

Tasarının gerekçesinde ise bu müsteşarlığa hem terörle mücadelede İçişleri Bakanlığı ile diğer kurumların (Genel Kurmay ve MİT mi?) arasında koordinasyon sağlamak, hem de bu alanda uluslar arası işbirliğini sağlamak olarak açıklanıyor.

Terörle ülke içinde ve ülke dışında mücadele konusunda yeni stratejiler, yeni planlama ve tedbirler geliştirerek karar vericilere sunmak için bu kuruma ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor.

Türkiye’nin yaklaşık otuz yıldır akut halde bulunan Kürt sorununa ilişkin sağlıklı bir inceleme, sorunun kökenine inme, sebeplerini ve çözüm yollarını belirleme, bu belirlenen politika çerçevesinde stratejiler oluşturma ve bunlara gerekli kaynakları ve siyasal iradeyi sağlayarak uygulama koyma konusunda bir yetersizlik bulunduğu bir gerçek.

Ama bu Müsteşarlığın böyle bir görevi yerine getirebileceği kuşkulu.

İlginç olan ise; Kanun tasarısında Müsteşarlığın operasyon yetkisinin olmadığının açıkça vurgulanması.

Peki ne yapacak bu Müsteşarlık? Hangi boşluğu dolduracak?

Bakanın ifadesiyle istihbarat kıskançlığı önlenebilecek mi? Bir güvenlik kurumu diğerinden niye istihbarat saklar? Bunda başarıyı sahiplenmek, daha çok hizmet eden olmak arzusunun yanında, bir ölçüde güvensizlik havasının da payı yok mu?

Ergenekon dosyasını hatırlayın.

Hangi kurumların birbirini ne zaman bilgilendirdiğini, bilgilendirilen kurumların ne zaman harekete geçtiğini bir düşünün.

İstihbarat Değerlendirme Merkezine bütün birimlerden “stratejik istihbarat” iletilmesi ve bu merkezin bu istihbaratları değerlendirerek politika ve strateji geliştirilmesi, ayrıca istihbaratı ilgili kurum ve kuruluşlarla paylaştırması planlanıyor.

Peki stratejik istihbaratın tanımı ve sınırlarını kim belirleyecek? Kendi faaliyetleri çerçevesinde bir istihbarat elde eden kurum, bu istihbaratı “stratejik” olarak görmezse ne olacak?

Bütün bu sorular ve belirsizliklerden daha da önemlisi; Genel Kurmay, Jandarma ve MİT’in bu kuruma ne kadar katkıda bulunacakları hususudur. Sivil bir müsteşarın yönetimindeki bu kuruma sözü edilen kurumların verecekleri önem, gösterecekleri ilgi ve birlikte çalışma arzusu, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığının konumunu ve geleceğini belirleyecektir.

Bu müsteşarlığın kurulmasının altında yatan sebepler konusunda muhtelif rivayetler var.

Genel Kurmayın terörle mücadelede sivil bir makamın sorumluluğu üstlenmesini istediği, Emniyetin bir güvenlik müsteşarlığına dönüşme arzusunda olduğu, bu kurumun da ilk adım olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılıyor.

Ancak şurası bir gerçek ki; yeni kurumlar kurmak bazen yalnızca bürokrasiyi arttırmaya yarıyor. Türkiye gibi sistemden çok, işin başındakinin çabası ve gücünün başarıyı belirlediği bir ülkede, bu yeni kurumun başarısı da, görevlendirilecek müsteşara, siyasî iradenin ona vereceği desteğe ve özellikle İçişleri Bakanlığı dışındaki kurumların işbirliği konusundaki gayretlerine bağlı olacaktır.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Sevgi ve aşk üretim merkezi kalbin keşif yolculuğu -2


A+ | A-

Sevgi, aşk gibi olumlu, nefret, düşmanlık gibi olumlu-olumsuz bütün duyguların merkezi, lezzet ve zevklerin kaynağı olan kalbimizi bugün de keşfetmeye devam ediyoruz. Kalp, aynı zamanda mânâların çıkış kaynağıdır. Sınırsız potansiyel yeteneklerimize uygun iş ve meyillerin hayat düğümüdür. Sayısız kabiliyetlerin, emellerin, beklentilerin, isteklerin şubeleri olan arzulara hayat ile kıymet veren kalptir. Lezzetleri içine atan, genişleten, yayan ve devam ettiren merkezdir. Fiillerimiz hissin meyillerinden çıktığından kaynağı kalptir. Yani, meyiller; Rabbanî lâtife denen kalbin dış etkenlerinden ve bir kısım hassasiyetlerin titreşmesinden (duygularımızın harekete geçmesinden) doğar. Böylece, insanlık vasfımız belirginleşir, hayatımızla birlikte sair varlıklar da bir anlam ve değer kazanır. Göz, maddî âleme açılan, kalp ise mânâ âlemlerine açılan ve her tarafı görebilecek kabiliyette yaratılmış bir penceredir. O takdirde kalp için zaman, yani, geçmiş veya gelecek söz konusu olamaz. Ruhun hazır günden seneler önce ve seneler sonraki büyük bir daire, hayat ve vücut dairesinde hareket eder, gider gelir, ona zaman ve mekân engel olmaz. Rahmanî bir hediye olan akıl, göz, dil gibi kalbin de yaratılmasının sırrı öbür âlem için lâzım olan şeyleri temin etmek ve sonsuz mutluluğa ulaşmayı sağlamaktır. Akıl, eşyanın, fenlerin sırlarına ulaştığı gibi, kalbimiz de ne kadar temiz, ise, iman nuruyla ne derece aydınlanırsa, ibadet ve zikirle işletilirse, alıcı ve verici gücü de o nispette yüksek olur. Ve madde ötesi, metafizik/gayb âlemleriyle muhabereyi sağlar. Ruh derecesinde işlettirilen bir kalp, geçmiş ve gelecek zamana uzanabilir; gayb âlemlerindeki yüksek ruhlarla irtibata geçebilir. Madde ötesi bu "esrarengiz mesafelere" giriş yapar, "geçmiş ve gelecek" gibi zaman mefhumlarının olmadığı bir durumu yaşayabilir. Samimî, saf, arı, duru insanın kalbi bir ayna gibidir. Kimi zaman doğru rüyalarla gayb âleminden haber alır ve ilhamlara mazhar olarak metafizik âlemlerden haberdar edilir. Kimi zaman daha derinlere dalıp, daha yükseklere kanatlanabilir. Rüyalarımızda seneler öncesinden meydana gelecek olayları görmemiz gibi, kalbî duyguları yoğun olanlar ve kalp aynasını parlak tutanlar, gayb âlemindeki bulunan gelecekle ilgili arşive girebilirler. Rabbanî lâtifemiz kalp, maneviyatın bütününü canlandırır, iman nuruyla aydınlatır. İman nurunun sönmesiyle hareketsiz ölü gibi bir heykelden ibaret kalır. Kalpte çok kısa zaman dilimleri arasında "iyi veya kötü" hareketler çıkabilmektedir. Onun etrafında ilham ile vesvese savaşır, mükemmel hakikatler, dehşetli olaylar kıyasıya çarpışır. İçinde binlerce dalganın oynaştığı bir okyanus olan kalp aynı zamanda içinde sayısız emellerin cirit attığı bir meydandır. İşte bu değişken yapısından dolayı kalbe başkalaşan ve değişen anlamında "kalb" adı verilmiştir. lVe kalp, dünyanın en basit olaylarından etkilenerek boğulma derecesine gelip bozulabilen, körelen, delinen, nifakla perdelenen, günahlardan kararan ve bundan dolayı mühürlenen bir mahiyettedir. Hayatı dolu dolu yaşamak, gerçek sevgi ve aşkı üretmek, dolayısıyla huzuru, mutluluğu yakalamak; kâinatın bütün unsurlarıyla ilgili olan kalbimizin maddî yönüyle birlikte manevî cephesini de tahlil etmekle ve gıdasını verip onu manen tatmin etmekle mümkündür. Kalbin diğer duygular ve unsurlarla olan irtibatını keşfetmek, hayatı, varlığı, gerçeği ve sonsuzluğu keşfetmek de- mektir. İşte, kalbini eğiten, terbiye eden, işleten gerçek ve sarsılmaz bir sevgiyi ve aşkı bulur. Her şeyi Allah hesabına sever. O takdirde eş, çoluk-çocuk, akraba, insanlık ve varlıklar ile bütün nimetler meşrû dairede sevilmiş olur. Bu sevgiler de sonsuzlaşır. Faraza, bunlar elimizden çıksa da, sonsuza dayandıkları için devamlarının geleceğini düşünmek, o sevgi ve lezzeti devam ettirir. Not: Rahmet-i Rahmana kavuşan muhterem Ali İhsan Tola ile Yılmaz Er Ağabeylere Cenab-ı Hak'tan rahmet, mağfiret; yakınları, dostları ve bütün Nur talebelerine sabr-ı cemil niyaz ederim.

15.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şaban DÖĞEN

Dinî konularda tartışma


A+ | A-

Dinî konularda münakaşa yapılabilir mi? Yapılırsa bunun ölçüsü ne olmalıdır? Şüphesiz öncelikle konunun mütehassısı olanlar bu tartışmayı yapmalı. Yetmez; ölçü ve denge muhafaza edilmeli; damara dokunduracak, ihtilâfa meydan verecek tarzda da yapılmamalı.

Bediüzzaman Hazretleri bu konularda oldukça hassastı. Tartışmalarda ölçü kaçırılmamalı, ihtilâflara sebep olunmamalıydı. Tarihçe-i Hayat’ta yer alan bir mektubunda, ölçüsü kaçırılan böyle bir münakaşa vesilesiyle oldukça kızmış şu satırları yazmıştı: “Hem, münâkaşa, münâzaa ve mesâil-i dîniyede damarlara dokunacak tarafgirâne mubâhase etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın. Hattâ bir hiss-i kable’l-vukù ile Mustafa Oruç kardeşimizin Risâle-i Nur’un mesleğine muhâlif olarak birisiyle mubâhasesi, aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbe geldi. Hattâ o Nurdan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman’dı, neden böyle şiddetli hiddet ettim?” der ve ilâve eder: “Sonra bu bayramda yanıma geldi. Cenâb-ı Hakka şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı, benim burada hiddetimin aynı dakikada da hatasını itiraf etti. inşaallah o keffaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.”1

16 Mart 1926 yılında doğup 10 Şubat 2009 tarihinde Hakkın rahmetine kavuşan, mektupta ismi geçen merhum Mustafa Oruç’a (Ramazanoğlu) hadisenin ne olduğu sorulduğunda yaptığı bir açıklama var. Bundan öğrendiğimize göre Mustafa Oruç henüz tıp fakültesinde bir öğrenci iken Üstadın kendisine hitaben yazdırdığı “Salih Yeşil’le irtibata geç!” meâlinde bir mektup alır. Erzurumlu âlim bir zat olan Sabri Halıcı’yı da beraberine alıp yine Erzurumlu Salih Yeşil’in evine giderler. Salih Yeşil kahve ikram eder onlara. Sonra bir tartışma başlar. Hararetler artar, münakaşalar yüksek perdeden devam eder. Mustafa Ramazanoğlu ise hiç müdahale etmez, sadece dinler. Durumu anlatan Ramazanoğlu, “Üstadımız kendinden kilometrelerce ötedeki bir münakaşayı ruhunda hissediyor ve Emirdağ Lâhikası’ndaki mektubu yazdırıyor” dedikten sonra yorumunu da şöyle yapıyor:

“Bence Üstadımız çok üzülmüş. Benim şahsımda onlara mühim bir ders vermiş. Çünkü ben bu hadisede sadece dinleyiciydim. Mevzu ile hiçbir bağım yoktu.”2

Başka bir vesileyle de Üstadın özellikle imanî meselelerde yapılan münakaşalar için de şu hatırlatmayı yaptığını görüyoruz: “Mezkûr mesâil gibi dakik mesâl-i imaniyeyi, mizansız, mücadele suretinde, cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur; diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi câizdir.”3

İşte lâhikalar, bu tarz ölçü ve prensiplerle dolu.

DİPNOTLAR: 1. Tarihçe-i Hayat, s. 451. 2. Üniversite Nur Talebelerinden Dr. Mustafa Ramazonğlu, s. 102. 3. Mektûbat, s. 49.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Vasiyetinizi yaptınız mı?


A+ | A-

Sarı rumuzlu okuyucumuz: “ İslâm’da vasiyetin hükmü nedir? Müslüman’ın vasiyet hususunda ne yapması gerekir? Maide Sûresinin 106, 107 ve 108. âyetlerini açıklar mısınız?”

Peygamber Efendimiz (asm) döneminde Müslüman bir tacir olan Büdeyl ile iki Hıristiyan tâcir ticâret için Şam’a gitmişlerdi. Büdeyl, ticaret esnasında hastalandı. Ölüm vakti geldiğinde de, nesi var, nesi yoksa bir kâğıda yazdı ve mallarını ailesine teslim edivermelerini Hıristiyan arkadaşlarına vasiyet etti. Ardından öldü. Fakat vasiyetini arkadaşlarına açıkça bildirmemiş; gizlice kumaşlarının arasına koymuştu.

Arkadaşları Medine’ye döndükleri zaman Büdeyl’in malından üç yüz miskal altın ile bir gümüş kaba el koyarak, geri kalan mallarını ailesine teslim ettiler. Büdeyl’in ev halkı da kumaşların arasında yazılı vasiyet kâğıdını ve mallarının tam listesini buldular. Büdeyl’in arkadaşlarından dâvâcı oldular. Büdeyl’in arkadaşları ise, Büdeyl’den ne kaldıysa teslim ettiklerini, Büdeyl’den kendilerinde başka mal kalmadığını iddiâ ettiler.

Mâide Sûresinin 106, 107 ve 108. âyetleri bu olay üzerine nazil olmuştur. 106. âyet, vasiyetler için mümkünse Müslüman, mümkün değilse gayr-i Müslim de olsa iki şahit bulundurmayı hüküm altına almıştır.

Vasiyet, bize ölüm belirtileri geldiğinde, yapmak isteyip yapamadığımız işlerin yapılmasını veya takip edilmesini, hayatta olan kimselerden rica etmektir. Üzerimizdeki kul hakkının ve Allah hakkının ödenebilir kısmının, bıraktığımız malın üçte biriyle ödenmesini vasiyet etmemiz vaciptir. Bıraktığımız malın üçte biri ile yerine getirilebildiği sürece, vasiyetimizi yerine getirmek varislerimiz üzerine de vaciptir. Eğer vasiyetimiz, malımızın üçte biri ile yerine getirilemiyorsa, vasiyetimizi yerine getirmek varislerimiz üzerine vacip olmaz. Yerine getirirlerse iyi olur. Fakat maddî imkânları yoksa, bizim vasiyetimizi yerine getirmeye zorlanamazlar.

Üzerimizde, hesabı sorulacak olan iki türlü hak vardır: a- Kul hakkı. b- Allah hakkı.

a) Kul hakkı: İnsanlarla ilişkilerimizden doğan haklardır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gitmemeliyiz. Varsa borçlarımızın ödenmesini muhakkak vasiyet etmeliyiz. Varislerimiz vasiyetimizi malımızın üçte birini kullanarak yerine getirmekle mükelleftirler. Eğer malımızın üçte biri borçlarımızı ödemiyorsa, varislerimiz, malımızın geri kalanından takviye yapar ve kul hakkını üzerimizden kaldırırlar.

b) Allah hakkı: Zimmetimizde vasiyet konusu yapmamız gereken Allah hakkı şunlardır:

1- Oruç borcu: Hastalık sebebiyle zamanında tutamadığımız, fakat iyileşmediğimiz için sonradan kazâ da yapmadığımız oruç borcumuz için eğer kendimiz fidye ödememişsek, fidyemizin ödenmesini vasiyet edebiliriz. Mîrasçılarımıza ne kadar oruç borcumuz olduğu konusunda bilgi vermeli ve borcumuz olan oruçların fidyesinin ödenmesini vasiyet etmeliyiz.

Fakat kendi elimizle fidye ödeme imkânımız olursa, oruç fidyemizi vasiyet konusu yapmadan kendi ellerimizle ödememiz şüphesiz daha efdaldir.

Eğer kendi ellerimizle fidye ödeme imkânı bulamamış isek, vasiyet ettiğimizde de, mîras olarak bıraktığımız malımızın üçte birisi fidyemizi ödemeye yeterli değil ise, İnşallah Cenâb-ı Hakk’ın Ğafûr ve Rahîm isimleri imdadımızda olacaktır. O zaman Cenâb-ı Hak’tan (iskat ve devir gibi işlemlere gerek kalmadan) doğrudan bağışlanma ve af talep edeceğiz.

2- Zekât borcu: Çeşitli problemler sebebiyle zamanında ve elimizle ödeme imkânı bulamadığımız zekâtımızın, mirasımızdan ödenmesini vasiyet etmemiz vaciptir.

3- Hac borcu: Eğer maddî olarak muktedir olduğumuz halde hastalık sebebiyle hacca gidememişsek, birisini göndermeye de fırsat bulamamışsak, güvenilir birisinin bizim için hacca gönderilmesini vasiyet etmemiz vacip olur. Varislerimiz bu vasiyetimiz için mirasımızın üçte birini kullanır.

4- Yemin borcu: Hayatımız boyunca bozduğumuz yeminlerimiz için ödememiz gereken kefâret miktarını eğer kendi ellerimizle ödememişsek, malımızın üçte biriyle ödenmesini vasiyet etmemiz vaciptir.

5- Kurban borcu: Kurban Bayramına yetişen bir kurban mükellefi, eğer kurban kesmeden vefat ederse, kurban bayramı çıkmadan kendisi için kurban kesilmesini vasiyet eder. Varisler, bu vasiyet için bıraktığımız mirasın üçte birini kullanır.

6- Namaz borcu için fidye ödenmediğinden, vasiyet söz konusu değildir.

Eğer mirasın üçte birisi ile bu haklar ödenebiliyorsa, ölen kişinin vasiyeti de varsa, mirasçıların yapacakları öncelikli iş, mirası paylaşmadan, bu vasiyeti yerine getirmek olmalıdır. Bu vasiyetleri gerçek harcamalarla yerine getirmeden, ıskat ve devir gibi işlemlerle hiçbir Allah borcunu düşürme imkânı yoktur. Fakat fakir için tövbe ve istiğfar ile, af ve bağışlanma talebi ile Allah borcunu düşürme kapısı açıktır.

Hakkı ve kul hakkının dışında vasiyet yapmak kendi tercihimize bağlıdır ve vacip değildir. Kabrimizin nerede olacağı, namazımızı kimin kıldıracağı, cenâzemizi kimin yıkayacağı, torunumuza kendi adımızın konulması, vs. gibi konularda vasiyet yapmak vacip olmamakla berâber, bir sakıncası da yoktur. Konusu günah olmayan vasiyetlerimiz mirasçılarımız tarafından yerine getirilirse iyi olur. Fakat falan adamı öldüreceksin, kanımızı yerde bırakmayacaksın, falan adamla konuşmayacaksın, vs gibi konusu günah olacak şekilde vasiyet yapmak, veya böyle vasiyetlere uymak câiz değildir.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Ahi Evren diyarı


A+ | A-

Türkiye’de ve 193 ülkede sınırlar bellidir, fakat hizmetlerde sınır yoktur. Özellikle fikir bazında sınırlar aşılmıştır. Bilhassa imanî ve Kur’ânî hizmetlerde, hizmetin küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Bakılacak olan tam ihlâs ve uhuvvet-i hakikîdir. İslâm tarihi bunlarla baştan sona doludur. Tarihimizin şeref levhalarındaki harika zatlar ve gönüllerde makes bulan kahramanlar bu iki manevî silâhı esas tutarak ve gönül çarşısında da kullanarak Cenâb-ı Allah’ın sevgili ve makbul kulları arasına girmişlerdir. Çok yollarda barikatlar engeller vardır, fakat kalpden kalbe giden yollarda engel yoktur ve olamaz..

Hadisat-ı âlem ne kadar karışık olursa olsun, yazılı ve görsel basın ne kadar divanece tahriklerde bulunursa bulunsun, Türkiye’de münevver ve akl-ı selim sahibi kişiler vardır. Çevreyi gezdikçe yapılan dâvetlere katıldıkça çok mühim zevatı gördükçe ümitlerim çoğalıyor. Çünkü Hz. Peygamber “Ümit, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir. Eğer ümit olmasaydı, hiçbir anne çocuğunu emziremez, hiçbir ağaç diken de dikmezdi”1 buyurmuştur. 14 asır geçmesine rağmen bu sözün tazeliği devam etmekte ve görülmektedir.

Kırşehir-Akpınar merkez ilçenin belediye başkanlığı tarafından Anneler Günü için dâvet olunduğum Muhammed Fatih Konferans Salonunda “Asr-ı Saadetten günümüze aile hayatı” başlıklı konferansımda, bu mezkûr hadis-i şerifle birlikte günün mânâ ve ehemmiyetine binaen, rakamsal tesbitlerle takdim etmeye çalıştım. Hassaten “Cennet annelerin ayakları altındadır”2 hakikat-ı âliyesinin, ne geçmişte söylenmiş ve ne de gelecekte söylenmesi mümkün değildir.

Yalnız Türkiye’de son 6 yıl içinde 1.500 civarında kadın ve kız aile içi şiddetten öldürülmüştür. Bu mezalim dünyanın büyük ülkelerinden 1 milyar 300 milyonluk Çin’den 183 milyonluk Brezilya’ya kadar gitmektedir. Son Mardin-Bilge Köyünde hain katliâmda 44 kişinin aile içinde şehit edilmesi çok düşünülecek evsaftadır. Her ne kadar çokları meseleyi 60 bini aşan “koruculuk sistemine” götürseler de, esas hastalık iman vitamininin azlığındandır. 73 milyonluk Türkiye yılda 10 milyon ton A-B-C vitamini statüsünde ekmek yemektedir. Acaba üniversite ve lise dengi okullarda okuyan 20 milyon gence, milletce çok muhtaç olduğumuz iman vitamini ne kadar verilmiştir ve verilmektedir. Millî Eğitim, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bu vitamin üzerinde ne gibi görevleri yapmışlardır?

Bu babda Diyanet İşleri Başkanlığı Kültür İşleri Başkanlığından, Akpınar Belediye Başkanlığına halkın teveccühüyle gelen sayın Mustafa Atalay ve yakın dâvâ arkadaşlarını tebrik etmek gerektir. Türkiye’de takriben 3.250 belediye bu tarzda seminer ve konferanslar verdirirse, eğitim, hoşgörü, birlik ve beraberlik sahasında çok önemli yol alırız kanaatindeyim.

Vatan sathını bir mektep ve medrese haline getirmek her vatandaşın görevidir. Hz. Bediüzzaman “Herkes âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir” buyurmaktadır. Yani kalplerden gönüllerden başlamak lâzım. Ahi Evren diyarında Hacı Bektaş, Yunus Emre ve Mevlânâ gibi sultanların dergâhında kalpler yıkılmaz, bilâkis tamir edilir ve mazinin altın sahifeleri ve Nurun ve Kur’ân’ın yolu budur..

Dolu dolu geçen haftanın son günlerini, yine Ahi Evren diyarında Yeni Asya Kültür Merkezinde üniversiteli bayanlara “Okumanın önemi ve formülleri “başlıklı seminer verdik, çeşitli suallere muhatap olduk. Bir gün önceki akşam ise Yeni Asya Vakfında geniş bir kitleye “Peygamberimizden (asm) çağımıza müjdeler ve Hollanda’daki izlenimler” başlıklı seminer sohbetinde bulunduk. Gözleri maziden istikbale bakan, gönülleri tamir etmeye çalışan, konferans ve seminerlerimize teşrif eden aziz kardeşlerime ve başta bizi hiç yalnız bırakmayan Osman Atalay ve Osman Bakırcı kardeşlerime ve sayın Belediye Başkanına, yol güzergâhında ziyaret ettiğim Aksaraylı ve Ortaköylü hizmet eri can dostlarına gönüller dolusu şükranlarımızı sunuyoruz.

Dipnotlar:

1- Camiü’s-sağir: 2:559, hadis no: 2550,

2- Camiü’s-sağir: 3:361, hadis no: 3642.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

ALLAH’a inanmak genetik...


A+ | A-

nanç üzerinde insanlık tarihi boyunca süregelen tartışma ve araştırmalar, modern asrın genişleyen ve derinleşen bulgu ve neticeleri ile daha da pekişip netlik kazanıyor. Bunlardan birisi de ünlü Time Dergisi’nde hayli zaman önce yayınlanmış bulunuyor.

Time Dergisi Amerikalı biyolog Dean Hamer’in, “ Allah’a inanç genini buldum” açıklamasını kapak yapmıştı. Hamer, altı yıl boyunca sürdürdüğü DNA çalışmalarının sonunda “VMAT2” geninin inanç kavramını yönlendirdiğini açıklayarak bu gene, “Allah'a İnanç Geni” adını verdi. Açıklama bütün dünyada büyük tartışma başlattı.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü’nde görevli olan Hamer, 1998 yılında, insanın genetik yapısının inanç üzerindeki etkisini araştırmaya başladı. Hamer, ilk olarak, genetik yapıları aynı olan “tek yumurta ikizleri” üzerinde inceleme yaptı. Ardından genetik yapıları tam olarak örtüşmeyen, ancak “aynı ortamda büyüyen” kardeşlerin inançlarını karşılaştırdı.

Araştırmaya göre, kardeşler, aynı ortamda yetişseler de farklı inançlara sahip olabiliyordu. Ancak Hamer, genetik yapıları aynı olan tek yumurta ikizlerinin Allah inancının da neredeyse “aynı” olduğunu gördü. Bunun üzerine, genler ve inanç arasında bir bağ olduğu kanısına vararak, araştırmasını bu yönde derinleştirdi.

Hamer, daha sonra, insandaki 35 bin genden hangisinin “inancı etkilediğini” bulmaya çalıştı. Yıllar süren araştırmanın ardından, “monoamin” enzimlerinin salgılanmasını kontrol eden dokuz gen üzerinde yoğunlaştı. Ve sonunda “İnanç Geni”ni bulduğunu açıkladı. Hamer’e göre, monoamin enzimleri, insanın bilinç, algılama ve hafıza gibi duyularını yönlendiriyor.

Ancak, bilim adamının “İnanç Geni” adını verdiği gen, insanoğluna, asıl ayırt edici özelliği olan “kişisel ve evrensel farkındalık” yeteneği de kazandırıyor. Böylece insanın “evren, sonsuzluk, Allah” gibi soyut kavramlar üzerinde düşünmesini sağlıyor. Bu yüzden, aynı “genetik yapıya” sahip tek yumurta ikizlerinde enzimler, “aynı genin kontrolünde ve tümüyle aynı biçimde” salgılandığı için “inanç yapıları” da aynı oluyor.

Beklenildiği gibi: “Allah’a İnanç Geni” açıklaması, bütün dünyada büyük bir tartışma meydana getirdi. Virginia Üniversitesi’nin psikiyatri uzmanı Lindon Eaves, “Allah, kavramının beyinde şekillendiği doğru olabilir” açıklamasını yaptı. Eaves, “Peki neden bu kavram oluşuyor ona bakmak lâzım? Yani neden beyinde “inanma” isteğini doğuran kimyasal aktiviteler yaşanıyor? Bence bunun cevabı yine Allah’ın gücünde yatıyor” diye konuştu.

Bazı bilim adamları genin bulunmasının “Allah’ın insan vücuduna nüfuz ettiğini ve gücünü gösterir” savunmasını yaparken, Ateistler de, tersi görüşler öne sürdüler.

Dünya ve insanlar böyledir, bir bilim adamı Allah’a inanç genini bulduğunu söyler ve bunu deneyleriyle ispatlar, başka birileri bunun olmadığını savunur.

Haberin tamamı okunduğunda; olayın amaçlı ve kasıtlı bir kuru inanç savunma değil aslında bütün bilim diliyle her şeyin Allah’a işaret edip gösterdiğine şahit olunur.

Dolayısıyla varoluşun; bazı ilim adamı ve kişilerin “kendi” bilgi ve kanaatine bağlı olan bir tez ve saplantı olmayıp ilimin ve hayatın gerçeklerini yansıtan bir hadise olduğu ortaya çıkar.

İnsanın kendi varoluşu, yani kendini ve başka varlık ve kimseleri tanıma yeteneği ona aynı zamanda kâinatta var olan muhteşem denge ve nizam için bir şahitlik etme sorumluluğu da yükler. İnsanın bu tanıma kabiliyetini ve yetkisini Allah’ı tanıma yolunda kullanıp kullanmama sırrı ona verilen hür ve cüz’i iradenin bir gereği ve bir “imtihan sırrıdır.”

İşte insanoğlunun, bilerek ve isteyerek seçim yapma yeteneğinin kullanılması sonucu; materyalist, sprirütealist, rasyonalist, realist, idealist, dogmatik… Vb olması ortaya çıkar. Yapılan bu seçim aynı zamanda, insanın iki dünya saadet veya felâketinin de sonucunu doğurur. Bu kadar çokluk ve çeşitlilik karşısında, ilmi ve insanı tanımayan kişinin bağlanacağı inanç ve teslim olacağı din, başkalarının aracılığı ve onlara itimadı ve güveni ile olacağı açıktır. Bunun da sağlıklı bir yol olmadığı tam anlamıyla ortadadır.

“İman” Taftazani’nin tanımıyla, “kulun cüz’î ihtiyarını sarfından sonra Cenâbı Hakk’ın küllî iradesiyle onun kalbine koyduğu bir nurdur.” İşte “imtihan” sırrı, işte iki yönlü seçim veren hürriyet. Ve de işte Allah’ın, kuluna mütekellim ve kulunun İlâhına muhatap olma gerçeği ve sırrı. İnceleme, muhakeme ve araştırma yapanlar dikkat etmeliler. “O” ile “o” arasında hem çok kalın hem çok ince bir perde vardır. Bu perde nazar, niyet, mânâ-i harfî- mânâ-i ismî gerçeği ile çözülür. Allah yar ve yardımcınız olsun. Tefekkür ufkunuzun geniş olması dileğiyle.

15.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis