|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Yağmur kokan sabahlar... |
|
“Sadık gönül doktorumuza duâyla...”
Günlerdir ve günlerdir rahmet yağıyor. Yağmur kokan sabahlar bir başka oluyor. Hele de o sabahlarda uyuyup uyanmak... Çatı altında küçücük bir odanın tavanında yağmurun tıpırtılarını dinlemek, katrelerin sesini daha toprağa düşmeden duymak insana sonsuz bir huzur veriyor.
Yağmurla beraber, soru yağmurları da zihnime akın ediyor.
Niye bu kadar güzel hayat?
Niye bu kadar esrarengiz kâinat?
Sonra bırakıp bir gün bu güzel dünyayı gitmek neden?
Niye böyle, neden öyle?
Sor bakalım, ey sorular yumağı aklım, sor?
Yağmur kokan sabahlarda ezanla, duâyla ve salâvatla uyanmak. İçinde binbir sevinç ve güvenle, sonsuz bir Allah aşkıyla uyanmak huzur ve güven veriyor insana.
Dünya bu kadar güzelse eğer, bizim içindir. Bizi bilen, bizi seven, bizi esirgeyen bir Rabbimiz var, o yüzdendir.
İşte her sorunun cevabı, anahtarı budur ve elimizdedir.
Senden, hep Senden; dallar arasından uzanan her nimet hep Senden. Sensin Allah’ım gönderen, gelen nimetler hep Senden. Veren Sen, bilen Sen, gönderen Sen.
Yok Senden başka bizi gerçekten seven; yok.
Yok Allah’ım; yok Senden başka bilen, gören, merhamet eden yok.
Sana güvenmek Allah’ım ve Sana dayanmak; ümitlerimizin hiç bitmeyen ve tükenmeyen kaynağı.
Yok Allah’tan başka insanın sığınağı. Yok Allah’tan başkaca insanın dayanağı. “İnsan insana yük değil, bu can gövdeye mülk değil.” Sendendir her nimet Allah’ım; Sendendir bu emanet. Boşuna duâya durmuyor şair:
“Bir ateşim yanarım külüm yok, dumanım yok.
Sen yoksan zamanım belli değil, mekânım yok.
Beni fırtınalar içinde yalnız bırakma.
Benim Senden başka sığınacak limanım yok.”
***
Hayatı tartıya vurduğumuzda, terazinin bir yanı, yani şükür kefesi oldukça boş gözüküyor.
Bir ağaç, köklerinden aldığı suyun farkında olmayabilir. Meyveler, güneşe olan borcunu unutabilir. Ve çekirdekler, toprağa, havaya, suya neler borçlu olduklarını bilmeyebilir. İnsan öyle mi ya?
Kendini böyle seven, sevdiğini gösteren ve bildiren bir Rabbi olsun da, insan Ona karşı ilgisiz kalsın, olacak şey mi? Kendini O'na itaatle ve ibadetle sevdirmesin, olacak şey mi? Hayatı kim verdiyse, hayatı onun için yaşamak, hayatı baştan sona ibadet yapıyor. “Kazası olmayan tek ibadettir yaşamak.” O’nun için. Onu veren Allah için...
Yağmur kokan sabahlarda, rahmetin eserini görmek ne güzel...
***
Bir nefes hava için, koca bir kâinata ihtiyaç var. Havaya, güneşe, suya, her bir nimete ihtiyaç duyan insan, bunca nimetleri Yaratan’a ve gönderene karşı nasıl ihtiyaç duymaz?
İnsan kalbi, Allah’ı sevmeden yapamaz, yaşayamaz. O'na olan sevgiden uzak kalamaz. İnsan o küçücük, ama dünyaları sevgisiyle dolduracak kalbinin kıymetşinaslığı ile Yaratanını arar. Nimetleri göndereni, o nimetlerden daha çok sever. Yaratanına doğru bir yol bulup gider. Ve bu dünyada yalnızlıktan kurtulur...
Yaşadığımız dünya, rastgele bir dünya değildir. Biz sevinince ya da üzülünce, her şeyin bir anda içten dışa değiştiği bir dünyadır bu. Bu dünya Allah’ın dünyasıdır. Ve o dünyanın direği, merkezi ise kendi hayatımızdır. Bizimle gülen, bizimle ağlayan bir ayna gibidir. Ruhumuzun akisleri görülür bu dünyada, bu aynada. Hele de yağmur kokan sabahlarda.
***
Sorular yağmur gibi yağar sabahlarda içime. Üşümem asla. Ebedî güzelliği ararız, biten, giden şeylerde. Devasız dert yoktur anlarız. Fanide bekaya giden yolu buluruz. Ebedî gençlik belki de ölümdür anlarız. Ölümsüzlüğe giden yolu ararız bengisularda. Yağmur kokan sabah- larda...
Sorular içre nice sorularla. Niye bu kadar güzeldir bu dünya? Niye böyle mis gibi kokar, hele de yağmurdan sonra? Çiçek açmış ağaçlar niye kimsenin dikkatini çekmez, çiçeklenmeden önce? Bir bulut niye fark edilmez, güneşin önüne geçmeden, perdelemeden önce? Niye başlar ve bakışlar başka yönde?
Bu baş döndürücü güzellikler sorulmayı, üzerinde düşünülüp kafa yormayı yoksa hak etmiyor mu? Elbette ediyor, ama neden bu böyle?
İlle de güneşin, sessiz sedasız değil de, büyük bir gürültüyle mi doğup batması gerekiyor? Baharın patırtıyla, çatırtıyla mı gelmesi gerekir?
Ve bir gece dallar arasından çıkarken ay, büyük bir hışırtıyla mı çıkması gerekirdi? Ya da ne bileyim, meyveler dalların uçlarında belirirken, insanı çileden çıkaran mekanik bir sesle mi gelmeliydiler?
Eşyayı delip geçen başlar ve bakışlar için, perdelere takılmayan için, nice bin hikmet gizli şu dünyada.
Bunca gizlenmiş o sayısız güzelliği aşikâr edecek olan şey de şükürdür.
Kendimize gelelim, uyanalım bu yağmur kokan sabahlarda. Şükre çalışalım.
Bir şükre karşılık, bu sayısız nimeti kim verir bize? Allah’tan başka kim verebilir?
Şeytan azapta gerek. Bırak kendi karanlığında kaybolsun. Sen uyan, şükre çalış, yağmur kokan sabahlarda, ezanlarda...
Burnu bir koku alıp da onun şükrünü eda etmeyen, küfran-ı nimette bulunmuş olmaz mı? Gözün gördüğü, kulakların işittiği ve ruhun duyduğu her nimet, her güzellik için de geçerlidir bu. Şükür nimeti ziyadeleştirir. Şükürsüz nimet ise, elden çıkar, tükenir.
Şükür, hayatımızın pasını alır. Şükür nimetlerin ruhudur, canıdır. Hayatın gerçek tadıdır. Şükre bile şükür gerekir. Yüce Sevgiliye, Rabbimize bizi ulaştıran şükürdür ancak. O zaman bu küçücük insan, kocaman bir şükür fabrikası olur.
Nimet insana gaflet verir; şükür ise insanı daldığı uykudan uyandırır. İçini huzurla doldurur. Şükür ve hamd, Sevgili Peygamberimizin (asm) yoludur. Yüce Allah’tan (cc) şükre ve edebe muvaffak olmayı diliyoruz.
Şükrü ve edebi olmayan, Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan, ikramından mahrumdur.
Şeytan, edepsizliğinden, kibri ve küstahlığı yüzünden, Allah’a (cc) “Beni sen azdırdın” dedi. Kendi yaptığını gizledi. Hz. Âdem (as) ise, “nefsimize zulmettik” dedi. Edebe uyarak suçunu kendi üzerine aldığından, Allah da (cc) onu affedip, ihsanına ve lütfuna nâil etti.
Hz. Âdem (as) tövbe ettikten sonra, Allah (cc); “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri sende ben yaratmadım mı? O benim takdirim, benim kazam değil miydi? Özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
Hz. Âdem (as); “Korktum yâ Rabbi, edebi terk edemedim” deyince, Allah (cc); “İşte ben de bunun için seni affettim ve kayırdım” buyurdu.
***
Yağmur kokan sabahlar, şükürle ve tövbeyle daha bir güzel.
Şükürsüz bir ömrü, insan ömürden saymamalı. Tövbesiz bir ömrü de... Ömür ağacını tövbe suyuyla sulamak gerek. Tövbe atına binip, şükür kanatları olan ellerimizi duâyla açıp bir anda göklere doğru çıkalım, yücelelim İnşaallah.
Unutmayalım ki, Allah’ın rahmetiyle var edilen cennetin sekiz kapısından biri de tövbe kapısıdır. Diğer kapılar bazen açılır, bazen kapanır ama bilelim ki, tövbe kapısı hep açıktır...
Güneş batıdan doğuncaya dek açık kalacaktır. O kapıdan sakın ola ki yüz çevirmeyelim.
Yağmur kokan sabahlarda bir sır var. İnsanı ibadete, duâya ve rahmete çağıran. Uyandıran, arıtan ve ruhu yıkayan bir sır.
Vakit varken şükre alışalım ve tövbeye çalışalım. “Her yeni gün, hem sana, hem herkese yeni bir âlemin kapısıdır” diyor Bediüzzaman. Mevlânâ ise, “Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur” diyor.
Yağmur kokan sabahlarda, güne yepyeni bir ruhla başlayalım.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Şeriatın âdâbı hakkında |
|
Abdulmuhsin Bey: “Şeriat adabı nedir? Hayatımızda önemi nedir?”
Şeriat adabı, İslâm dininin hükümleri ve hakikatleri; Allah’ın (cc) dîninin ve kânûnlarının gereği olan davranışlar; Allah’ın kitabında ve Resûlullah’ın (asm) hadislerinde bulunan bilumum emir ve düzenlemeler; Kur’ân’da ve hadislerde yer alan emir ve yasaklar; haramlar ve helâller; İslâm fıkhının ilgi alanına giren farzlar, vâcipler, sünnetler ve nâfileler ve dînin emir ve tavsiyesi olan davranışlar bütünü mânâlarına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın bozulmamış dîninin kural ve kâideleri, usûl ve esasları, şekil ve şartları demektir.
Bedîüzzaman’a göre şeriat; Allah’ın, gölgesiz, perdesiz ve doğrudan doğruya birliğinin ve kayıtsız-şartsız terbiye ediciliğinin tasarrufu olarak yüksek “hitabından” ibarettir.1 Şeriat; doğrunun, hakkın ve hakikatin ta kendisidir. Amacı insanları topyekûn fazilete, Allah’a kul olmaya ve insanlığın yüksek duygularını yaşamaya yöneltmektir. Yoksa bazılarının zannettikleri gibi şeriatı zahirî bir kışır ve siyasî bir kabuk saymak doğru değildir. Şeriat nazarında sıradan bir vatandaş ile en büyük bir âlimin, gönül ehli bir veli ile devlet başkanının hak ve özgürlükler bakımından farkı yoktur. İnsan, insan olduğundan saygındır, ekremdir, mükerremdir. İnsan yeryüzünün halifesidir.2
İslâm şeriatını Hazret-i Muhammed (asm) İlâhî vahiy yoluyla getirmiş ve ilk önce bizzat kendisi yaşamıştır. Bundandır ki, onun (asm) bütün davranışları bizim için rehberdir, kılavuzdur ve Sünnet-i Seniyyedir. Her bir Sünnet-i Seniyye, şeriatın bir parçasıdır.
Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına riâyet etmenin ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir îmânı gerektirdiğini kaydeden Bediüzzaman, sünnete uymanın doğrudan doğruya Resûl-i Ekrem Efendimizi (asm) hatıra getirdiğini, o hâtıranın da kişiyi doğrudan Allah’ın huzûruna taşıdığını belirtir. Said Nursî’ye göre yemek, içmek, yatmak gibi sıradan davranışlarda bile Sünnet-i Seniyyeye uyulduğu dakikada o âdî davranış sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket olmaktadır. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) uymakla, şeriatın bir edebi yaşanmış olacak; buradan Resûlullah’ın (asm) şeriat sahibi olduğu hatırlanacak, bundan da doğrudan Şâri-i Hakîkî olan Cenâb-ı Hakk’a kalben yöneliş mümkün olacaktır.3
Hürriyetin elimizden kaçmaması için yanlış tefsir edilmemesi gerektiğini beyan eden Bediüzzaman, hürriyetin dînin hükümleri, şeriatın âdâbı ve güzel ahlâk ile gerçek sevimli yüzünün ortaya çıkacağını ve İslâmiyet zemininde gelişeceğini belirtir.4
O halde şeriat adabı, Allah’ın vahyinden gelip hayatın tamamını kapsayan düsturlar bütününden başka bir şey değildir. Yaşandığı her yeri güzelleştirir. Yaşanmadığı her alanda da yokluğu ve boşluğu hissedilir. Her iş onunla olgunlaşır ve kemale erer. Onsuz işler tamamlanmaz ve eksik kalır. Çünkü bütün olumlu adımları ve çalışmaları şeriat zaptetmiştir. Her güzel davranışı şeriat kuşatmıştır.
Allah her peygambere kavminin kaldırabileceği bir şeriat göndermiş; en son ise âhir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed’e (asm) bütün insanlığı kucaklayacak, bütün zamanlara hükmedecek ve bütün problemleri çözecek evrensel bir şeriatı yirmi üç sene zarfında gerek Kur’ân-ı Kerim âyetleri, gerekse sâir vahiy tarzlarıyla indirmiştir. Allah’ın vahyinin bizde görmek istediği davranış kurallarının tamamı, Allah’ın şeriatının adabını oluşturmaktadır.
Hazret-i Âdem’den (as) zamanımıza kadar insanlık içinde iki büyük cereyanın dal budak saldığını belirten Üstad Said Nursî Hazretleri, bunlardan birinin peygamberler silsilesi, diğerinin de felsefe silsilesi olduğunu, bu ikisi birleştiği zamanlarda insanlığın parlak bir devir yaşadığını, ihtilâfa girdiği zamanlarda ise bütün olumlu düşüncelerin, hayrın ve nûrun peygamberler tarafında, bütün şerrin, yanlışlıkların ve bâtıl düşüncelerin de felsefe tarafında toplandığını kaydeder.5 İşte peygamberler tarafının temsil ettiği doğru düşüncelerin, hayrın ve nurun tamamı “şeriat adabı” kapsamında bulunmaktadır.
Bediüzzaman’a göre, peygamberler silsilesinin Allah’ın vahyi ile bize getirdiği şeriat adabında insanlığın gayesi ve vazifesi; Allah’ın emrettiği ahlâk ile ahlâklanmak ve yüksek seciye ve meziyetlerle donanmakla beraber, acizliğini bilip Allah’ın kudretine sığınmak, zayıflığını görüp Allah’ın kuvvetine dayanmak, fakirliğini hissedip Allah’ın rahmetine güvenmek, ihtiyacını bilip Allah’ın zenginliğinden ummak, kusurunu görüp mağfiret için Allah’a istiğfar etmek ve noksanlığını anlayıp Allah’ın kemalini yüce bilmektir.6
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 435
2- Mektûbât, s. 436
3- Lem’alar, s. 55
4- Divân-ı Harb-i Örfî ve Sünûhât, s. 62
5- Sözler, s. 497
6- Sözler, s. 498
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Safranbolu kahramanları |
|
Sadece din için, iman için, hak ve hakikat için yaşayan bir İslâm büyüğü Bediüzzaman Said Nursî. En zor şartlarda, sürgün ve zindanlara rağmen korkmadan, çekinmeden, yılmadan doğruları, hak ve hakikati haykırmaktan, yazmaktan aslâ tereddüt etmeyen bir kahraman…
Bu büyük kahraman, Kastamonu’da 1940’lı yıllarda karakol karşısında tam sekiz sene gözetim altında tutuluyor. Gelen giden herkes denetlenmekte, sıkı bir kontrol altında. Korku dağa taşa sinmiş.
İşte bu zor şartlarda bir ilham-ı İlâhî olan eserlerini kaleme alıyor Bediüzzaman Said Nursî. Eserleri bir mıknatıs gibi insanları kendine celbediyor. İman ve Kur’ân menbaından damlalar herbiri… Âb-ı hayat gibi onu yudumlayanlar hayat buluyor, canlanıyor; girdiği heryere hayat saçıyor, yeşertiyor. Okuyanların iç dünyalarında inkılâplar meydana geliyor; kötülükleri terk ediyor; düzenli, temiz yeni bir hayata giriyorlar.
Öyle ki ülkenin dört bir yanına çevre il, ilçe ve köylere kadar çay olup, nehir olup yayılıyor bu hayat kaynağı hakikatler.
Safranbolu da bu menbâdan beslenen yerlerden. Mânevî filizler yeşeriyor, kısa zamanda ağaç oluyor, çiçekler açıp meyveler veriyor.
Değil mi ki bu hakikatler insanların ebedî hayatlarını kurtarıyor. Dünyalarını da imar ediyor, düzene sokuyor; zevk ve şevk veriyor.
İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin de en büyük sevinç kaynağı bu: İnsanların maddeten ve mânen mamur olması…
Safranbolu da bu hakikatten hissesini almış. Müştak ruhlar ona koşmaktan kendini alamamış.
Bu sevincini Bediüzzaman “Safranbolu havalisi, hakikaten Mustafa’lar ve Ahmed Fuad ve Hıfzı (rh) ve Rahmi gibi harika sadakat ve alâkadarlıkla, Kastamonu’daki sekiz sene bizim Nur hizmetimizin akim kalmadığını ve Safranbolu da parlak bir medrese-i Nuriye olacağını maddeten ispat ediyorlar”1, “Hakikaten Eflâni ve Safranbolu, aynen Isparta’nın kahramanları gibi Nurlara mütemadiyen çalışıyorlar”2 diye dile getiriyor, mektuplarında hep bu kahraman, fedâkâr, gayyur insanlardan bahsediyor, onları tebrik ve takdir ediyor, duâlarının onlarla birlikte olduğunu bildiriyor.
İsterseniz bir sonraki makalemizde de bu kahraman insanlardan bahsedelim.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 197.
2- A.g.e., s. 302.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Anayasa Mahkemesi |
|
Anayasa Mahkemesi, 9 Temmuz 1961'de referanduma sunulan ihtilâl Anayasasına istinaden kuruldu.
Meclis'in çıkarmış olduğu yasaların ve bilhassa kurulan, faaliyet gösteren siyasî partilerin Anayasaya uygunluğuna bakmakla mükellef olan bu mahkemenin tam teşekili ve fiilen çalışmaya başlama tarihi ise, 25 Nisan 1962.
Meclis'in kabul ettiği 22 Nisan 1962 tarih ve 44 sayılı “Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri Hakkındaki Kànun” 25 Nisan günü Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiş oldu.
Aynı kànun, 1982 Anayasasında da—bazı değişikliklere uğramak beraber—yer aldığı için, Anayasa Mahkemesi kesintisiz şekilde bugüne kadar faaliyetine devam edegeldi.
Kırk yedi senedir Meclis'in kabulünden geçen pekçok kànun maddesini iptal eden (geçersiz kılan) bu mahkeme, aynı süre içinde 1 başbakan ile 15 bakanı yargıladı; ayrıca, 40'tan fazla parti kapatma dâvâsını da neticeye bağlayarak bunların 24 tanesi hakkında kapatma kararı verdi.
En çok kapatma kararı, bugünkü Saadet Partisi ile halen mahkemelik olan Demokratik Toplum Partisinin halefleri durumundaki partiler hakkında verildi.
2007'de Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla gündeme gelen "367 krizi" ile bilâhare AKP hakkında verilen "kapatılmadan cezalandırma" kararı ise, mahkemenin şaşırtıcı son içtihatları olarak tarihe geçti.
Haliyle bütün bu gelişmeler, millet iradesiyle yoruma açık kànun hükümlerinin birbiriyle uyumlu, mütenasip olmadığı yönünde ciddî kuşkuların, hatta endişelerin doğmasına sebebiyet verdi.
DİN VE SİYASET
Dün, Anayasa Mahkemesinin 47. kuruluş yıldönümü ve yeni hizmet binasının açılış töreninde konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, son derece dikkat çekici bazı açıklamalarda bulundu.
Bu açıklamalarda, üzerinde bilhassa düşünmeye değer gördüğümüz ifadeleri şu iki noktada toplamak mümkün:
Birincisi: "Din ve laiklik kavramlarının bir takım siyasî hareketlere stratejik ve lojistik destek sağlarken, bireysel hak ve özgürlükler alanında ise daralmalara neden oluyor."
İkincisi: "Siyasilerin ilgi alanı haline getirilen din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin sorunlar çözülmedikçe, siyasetin dinden beslenmesinin de kaçınılmaz olduğu görülmektedir."
Bu açıklamaları sebebiyle sayın Kılıç'ın ağzına sağlık diyor ve bu sözlerin kànun yapma yetkisine sahip olan Meclis üyelerinin kulaklarına küpe olmasını diliyoruz.
Tarihin yorumu 25 Nisan 1915
Çanakkale'de kara savaşları
Birinci Dünya Savaşının en kanlı cephesinden birini Çanakkale'deki kara ve deniz savaşları (1915) teşkil ediyor.
Bu cephede başını İngilizlerle Fransızların çektiği İtilâf devletlerinin müşterek deniz ve kara kuvvetleri vardı.
O tarihte İngiltere'nin sömürgesi durumundaki Hindistan, Avustralya ve Y. Zelanda dahil, dünyanın birçok yerinden Osmanlıya saldırmak için gelen askerî kuvvetler, önce Çanakkale Boğazını geçmeye çalıştılar.
Dünyanın en güçlü donanmasıyla boğaza yüklenen İtilâf devleti kuvvetleri, yaklaşık bir ay devam eden şiddetli müsademeden sonra ağır zayiat verdiler ve neticede geri çekilmek zorunda kaldılar.
18 Mart'ta Türkiye'nin zafer kazanmasıyla neticelenen deniz muharebesinden sonra Ege Denizine çekilen düşman kuvvetleri, yeni kara takviyesi birliklerine güvenerek, bu kez karadan çıkarma ve saldırıya geçme teşebbüsünde bulundular.
25 Nisan (1915) günü Gelibolu yarımadasına asker çıkaran İtilâf birlikleri, ilk olarak Anzak Koyunu ele geçirdiler ve bütün kuvvetleriyle "ufacık bir kara"dan taarruza geçtiler.
Mehmet Âkif, harbin bu safhasını "Çanakkale şehitlerine" isimli şiirinde şu mısarlarla anlatır:
Şu boğaz harbi nedir; var mı ki dünyada eşi
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
İngiltere'nin başını çektiği düşman kuvvetlerinin asıl hedefi, Marmara Denizine bir şekilde ulaşmak ve öncellikle İstanbul'u ele geçirmekti. Gerisi kolay olacaktı.
İşte bu maksatla önce Boğaz'dan geçmeyi denediler. Başaramayınca, bu kez kuvvet toplayarak kara harekâtına giriştiler.
Ancak, aylarca süren kara muharebelerinden de hedefledikleri başarıyı sağlayamadılar ve 1916 yılı başlarında Gelibolu'dan da çekilmek zorunda kaldılar.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Neden tevhid zihinlere nakşedilmeli? |
|
İman/İslâm esasları, maddî ve manevî hayatımızı tanzim eder. İki hayatın mutluluğunu da temin eder. Ferdî gelişmeyi sağlar ve sosyal hayatımızı düzenler.
Bizi bu hükme götüren olgu şudur: İhlas Sûresi’nde vurgulandığı gibi Allah Samed’dir. Yani, herkes ve her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değil.
Her şeyi hikmetle, yani, en uygun, en güzel, en faydalı ve en çok yönlü yaratır. Hâlık-ı Kâinat, her varlığa, bir asıl; üç-beş, on, yüzlerce tâlî hikmet ve faydalar takmış. Meselâ, tekvînî/oluşsal âlemin âyetlerinden hava unsuru, ciğerlerimize dolarak hayatımızın devamını sağlarken, aşılanmayı netice veriyor, sesi naklediyor, ısıyı, ışığı iletiyor, bulutları taşıyor ve konuşmamızı temin ediyor.
Elbette, “teşriî âyetleri” olan emirlerine / ibadetlere / iman esaslarına da yüzlerce maddî-manevî hikmet, fayda, güzellik, özellik takmıştır. Allah Ehad ve Samed olduğuna göre, ibadete O değil, biz muhtacız. Ancak, aklî, vicdanî olan imanî hükümler, başta tevhîd / Allah’ın varlık ve birliği ile sair iman esasları zihinlere nakşedilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır; fonksiyonlarını ifa edemezler. Şahsî ve içtimaî gelişme de durur. Yaratıcı ile kul arasında pek yüksek ve şerefli bir bağ olan ibadetin / imanın, mutluluğa vasıta olması şöyle tahakkuk eder: Canlılar içinde en mümtaz, en müstesna, en lâtif bir mizaçta yaratılan sosyal ve medenî varlık insandır. Çeşit çeşit meyiller, arzular taşır. En seçkin şeyleri ister, meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder. İnsaniyete lâyık bir hayat ve şerefle yaşamak ister.
Şu meyillerin gereği olarak çok çeşitli yiyecek, giyecek ve eşyaya muhtaçtır. Bunları yalnız başına tedarik edemediğinden çeşitli san’atlara ihtiyacı vardır. Yani hem çiftçi, hem ayakkabıcı, hem doktor, hem mühendis, hem terzi, hem fırıncı vs. olamaz. Dolayısıyla hemcinsleriyle teşrik-i mesaiye mecburdur. Böylece herbiri bir dalda uzmanlaşırlar. Ve ürettiklerini paylaşır, değiş-tokuş ederler. Böylece hayatları dengelenir. Değiş-tokuş ve paylaşım âdil olmalıdır. Ne var ki, psiko-sosyal yapımız adaleti saptırır. Çünkü, yapımıza, potansiyel halindeki kabiliyetleri geliştirecek sınırsız meyiller, sonsuz emeller, beklentiler, arzular, sayısız fikirler (akıl, düşünce), hudutsuz gadap (itme, savunma) ve şehvet (her türlü zevk ve lezzeti isteme) gücü yerleştirilmiştir. İmtihan ve gelişme için bu temel duygular sınırlandırılmamıştır. Bu temel yeteneklerin her birisinin de “ifrat-tefrit (aşırı) ve vasat (orta)” olmak üzere üç derecesi vardır. Bunların geliştirilmesi veya dumura uğratılması tamamen irademize bırakılmıştır.
Mesâilerin tanzimi, çalışma, üretim ve paylaşımda “orta yol, denge” tutturulamazsa zulüm ve tecavüzler vukua gelir. İnsan toplulukları, meydana gelebilecek tecavüzleri önlemek için adalete muhtaçtır. Fakat, her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan genel ve beşerüstü bir akla ihtiyaç var ki, bireyler o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle kuşatıcı bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun da şeriattır, dindir, imandır, ibadettir.
Sonra, o şeriatın tesirini ve pratik hayata geçirilmesini temin edecek bir mercî, bir sahip lâzımdır. O mercî ve o sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da, açık veya gizli halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî-manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Yaratıcıyla olan derece-i münasebet ve bağını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mû'cizelerdir. Sonra, Cenâb-ı Hakkın emir ile yasaklarına itaati tesis için, Yaratıcının büyüklüğünün zihinlerde tesbit edilmesi gerekir. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani imânî esasların tecellisiyle olur.1
İşte bu gerekçelerden ötürü başta tevhidin, yani, Allah’ın varlık ve birliğinin, azametinin, isim ve sıfatlarının zihin ve gönüllere yerleştirilmesi gerekir ki adalet, hak ve hürriyetler tahakkuk ve devam edebilsin.
Dipnot:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140-143.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Çocuklar keyif içinde keyif yaşıyorlar |
|
8 yaşındaki kızım, hafta sonlarında Risâle-i Nur sohbetlerine gidiyor. Yaşıt arkadaşları arasında aldığı dersler onu çok etkiliyor. Aynı düşüncede arkadaşlarıyla birliktelik, onu daha bir mutlu ediyor. Birlikte öğrenmek daha bir kalıcı oluyor.
Bir de, eğitimli bir ablalarının nezaretinde olmaları apayrı güzellik.
Okulda fen bilgilerini, Nur sohbetlerinde din bilgilerini alıyorlar.
Dinsiz ilmin kör, ilimsiz dinin topal olduğunu artık onlar da biliyor.
Küçük kızım geçenlerde, “Baba! Allah’a inananların okulda da başarılı olması lâzım değil mi? Zaten Allah da çalışkan olanları seviyormuş” diyor.
Asır artık böyle. 8 yaşındaki çocuk için anlayış bu. Dinimi de yaşarım, okulumda da başarılı olurum. İşte size iki kanatlı birer melek.
Küçük yaşta büyük dersler
Tabiî iş burada bitmiyor. Bizimkisi, yine geçenlerde çok sevdiği ve samimî olduğu sınıf arkadaşını, hafta sonunda risâle sohbetlerine dâvet etmiş. Tabiî sohbet mekânına onu ben götürüyorum. Yine sohbete gitme hazırlığı içerisinde iken, bizimkisinin bir telâşının olduğunu anlıyorum.
‘Ne oldu kızım?’dediğimde, “Baba! Bu hafta sohbetimize giderken, benim sınıf arkadaşım Yaren’i de alacağız. Biz onunla konuşup, anlaştık” dedi.
Hımm.
“Peki kızım; babası, annesi müsaade edecekler mi?” dediğimde ise, Yaren babasıyla konuşmuş. Biz, onu almaya gittiğimizde, babası ile siz tanışacaksınız. Babası, nereye gideceğimizi merak ediyormuş. Siz ona anlatırsınız” demez mi?
Çocuklar bir âlem.
Hakikaten dediği gibi de oldu. Aracımızla Yaren’lerin evlerinin önüne gittiğimizde, babası ve Yaren, evin bahçesinde bizi bekliyorlardı. Yaren’in babası ile tanıştık. Nereye gittiğimizi babasına bir güzel izah ettik. Babası da, “Ohh hanımefendiler ne güzel!” diyerek, onların tekliflerini kabul ettiğini, memnuniyet içerisinde ifade etti ve bize de çok teşekkür ettiğini belirtti.
Tabiî Yaren’in babasına, sadece çocuklar için değil, babalar için de, anneler için de sohbetlerin varolduğunu ifade ettim. Hemen, ‘nerede?’ diye sormadı, ama tavırlarından böyle bir ihtiyacın varolduğu anlaşılıyordu.
İnşallah gelişmeler daha güzel olacak.
“Baba! Arkadaşımın, Risâle-i Nur’la
tanışmasına vesile olacağım”
8 yaşındaki kızım önce ablalarını şaşırtıyordu. Ablası, bana gelip, “Baba! Görüyor musun bizimkisini, bizim onun yaşında ve şimdilerde yapamadıklarımızı o yapıyor. Hem de çok heyecan içerisinde…” diyor.
Doğrusu, 8 yaşındaki çocuğun, kendi sınıf arkadaşı için böyle bir heyecan içerisinde olması ve onun kendi programına katılmasına ciddî sevinmesi, evdeki biz büyükleri de etkiledi. Adeta bize yaşı küçük olmasına rağmen büyük dersler verdi. Teşekkürler kızım, Allah sizi doğruluktan, güzellikten ayrılmasın.
Zeynep Sena’nın marifetine bir bakın!
İşte huzurlarınızda bir küçük kahraman daha: Zeynep Sena. Kızım Sueda’nın sohbet arkadaşlarından. Bir gün, o da, kendi sınıf arkadaşlarından birisini Nur sohbetlerine dâvet ediyor. Okuldaki sınıf arkadaşlarıyla, şimdilerde sohbet arkadaşı da oluyorlar. Böylece sohbete gitmek için kendisine arkadaş da bulmuş oluyor. İlginç!
Tabiî çocuğunun nereye gittiğini merak eden ve bir gün onunla beraberinde giden annesi, sohbet mekânındaki ilgili hanımefendi ile tanışıyorlar. Görevli hanımefendi, bayanlar için de sohbetlerin olduğunu ifade edince, hemen anne; “hangi gün, saat kaçta, nerede?” diyerek, ilgi gösterip, adres, gün ve saati alıyor.
Küçük kız, annesini risâle
sohbetleriyle tanıştırıyor
Görevli hanımefendi anneden yakın bir alâka görünce, hanımların sohbet gününde gelip gelmeyeceğini merak etmeye başlıyor. Ve onunla orada da tanışıp görüşmek için, sohbet mekânına erkenden gidiyor. Sohbete ilk gelenlerden birisinin, kızıyla birlikte annesi olduğunu görünce, çok etkileniyor ve yakından tanışıyorlar.
Sırada sohbetler için baba ve ağabey var
Konuştukça, babalar ve genç erkekler için de risâle sohbetlerinin varolduğu kendisine ifade ediliyor. Anne, genç oğlu için sohbet mekânının adresini alıyor. Ve oğlunu sohbete gönderiyor.
Arkasından bu kahraman anne; eşine, oğlunun risâle sohbeti diye bir yere gittiğini, kendisinin de hiç değilse, ‘Çocuk nereye gidiyor?’ görmek ve bilmek anlamında bir gidip gelmesini öneriyor.
Tabiî baba da bu tatlı manevî atmosferden etkileniyor ve oğluyla sohbet arkadaşı oluyorlar.
Şefkat kahramanı annenin, oğlunu ve eşini tanıştırdığı risâle sohbetlerine olan ilgisi her geçen gün artıyor.
Evlerde de zaman zaman sohbetlerin yapıldığını öğrendiğinde, kendi evinde de sohbetlerin yapılmasını istiyor.
…Ve küçük kızı, kendisinin; kendisi, oğlu ve eşinin; sonrasında da apartmandaki komşuların risâle sohbetleriyle tanışmasına vesile oluyor.
Böylece giderek genişleyen bir halkanın vesileleri devam edip gider.
Anlaşılan bu hikâye burada bitmeyecek… Bitmesin İnşallah!
Genelde anne baba çocuklarına öncülük yaparken; bazen de çocuklar, anne babalara öncülük yapıyorlar. Devir değişti artık. Bu çağ böyle…
Onlar, yaşı küçük büyük ruhlar…
Başarılar çocuklar!
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Taklid etmemiz gereken güzel davranışlar |
|
Daha önce bir vesile ile 1991 yılı Temmuz ayında gittiğim Almanya’ya, Nisan 2009’da yeniden gitme imkânı bulduğumda bazı uygulamalar dikkatimi çekti. Yıllar önce gördüğümde “Bunlar nedir?” diye sorduğum rüzgâr türbinleri bu defa uçağımız Dortmund hava alanına daha inmeden dikkatimi çekti.
Geniş tarım arazilerinin üzerlerine serpilmiş yüzlerce rüzgâr türbini aralıksız dönüyordu. Otoyollarda yol boyunca aynı şekilde bu türbinleri çokça görmek mümkün. Ayrıca Ahlen’de bazı evlerin üzeri de ‘güneş pilleri’yle kaplanmış vaziyette idi.
Evet ucuz ve temiz bir enerji dalı. Altta tarım, üstte enerji. Dünyada rüzgârdan enerji üretiminin yüzde 36.3’ü Almanya’da gerçekleşmektedir. Almanya toplamda 14.612 MW güç üretmektedir. Almanya elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 5.6’sını rüzgârdan karşılamaktadır.
Bir ‘çevreci gözü’yle baktığımızda çok değişik şeyler görmek mümkün. Havaalanındaki lavabolardaki bütün kâğıtlar esmer, geri dönüşüm kâğıtlarından oluşuyor. Trafikte bizi en çok rahatsız eden gürültüyü oralarda duymak mümkün değil. Otoyollar, meskûn mahallere gürültünün ulaşmaması için boydan boya duvarlarla çevrilmiş. Ayrıca bizim yine çok fazla muzdarip olduğumuz ‘korna sesi’ni duymak ise adeta imkânsız. Semt pazarlarını dolaştığınızda ne gürültü kirliliği, ne de diğer kirliliğe rastlamak mümkün değil. Yine bizde çok ciddî problem olan çöp konusu Almanya’da çok güzel bir şekilde halledilmiş. Evlere değişik renklerde bidonlar ve poşetler verilerek çöpler merkezinde ayıklamaktadırlar.
Kâğıtlarla, çürüyen maddeler ve cam malzemeler ayrı ayrı poşetlerde toplatılmaktadır. Karışık çöpün maliyeti çok pahalı. Bir kamyon karışık çöpün nakledilmesi yaklaşık 1000 Avro. Sokaklar yaya ve bisiklet yollarıyla gayet düzenli bir şekilde yapılmış. Hele Ahlen gibi 60 bin nüfuslu yerler çok daha güzel. Bahçesiz ve garajsız ev yok. Abidin kardeşin Ahlen’deki evini görünce dedim ki, "Sen [İstanbul’daki] ‘Belgrad Ormanları’nda yaşıyorsun.” Geniş ekili bir bahçe ve bahçenin hemen yanında ördeklerle dolu bir göl... Özellikle Ahlen ve benim gördüğüm Lemgo gibi küçük şehirlerin yapılanması tamamen sünnetteki şehir planına uygun görülüyor. Yüksek olmayan ve bahçe nizamlı binalar... Ayrıca yakın ve uzak ormanlıklar... Şehrin merkezindeki ağaçlara öylesine ihtimam gösterilmiş ki, ağaçların altına gübre olsun diye ağaç kırpıntıları dökülmüş.
Avrupa’nın bu iyilikleri örnek alınmalı. Dinimiz, temizliği imanın nurundan saymışken biz neden bunları uygulamıyoruz, bunu sorgulamamız gerekir. Uhud Mağarasına ve Hira Mağarasına giderken yollardaki görüntülerin ağırlığı bizi ezmesi gerekir. Bu hakikatların neden yer değiştirdiğini sorgulamamız ve dinimizin bu yöndeki emrine uymamız gerekir. Yoksa bu kudsî mekânlar kirli ellere bırakılmayabilir...
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Değişmeyen tek şey, ‘yırtık ayakkabı’lar! |
|
23 Nisan ‘Çocuk Bayramı’nda ortaya çıkan görüntüler, acaba Türkiye’yi ‘idare edenler’i düşündürdü mü? Pek çok yerde soğuk havada törenler yapıldı ve çocuklar kendilerine ‘hediye edilen’ bayramda üşüdü! Çocukların bu haliyle bayramlarını huzur içinde kutladıkları söylenebilir mi?
Bu görüntüler elbette bugünle sınırlı değil. Öğrencilik yıllarımızda biz de 23 Nisan’larda böyle hâdiselerle karşılaştık, üşüdük; ama derdimizi ‘büyüklerimiz’e anlatamadık. Maalesef aynı yanlışlar bugün de devam ettiriliyor. Törenlerin muhtevâsını tartışmak ayrı bir konu... Temmuz-Ağustos aylarında giyilebilecek kıyafetlerle çocukları törenlere götürmek kimin kararı? Her yıl tekrarlanan bu yanlışı ‘büyüklerimiz’ niçin görmez, duymaz, işitmez?
Görebildiğimiz kadarıyla bu yılki gazeteler düzenlenen törenleri çok fazla abartmamışlardı. Bunun sebebi, içinde bulunduğumuz siyasî ve sosyal tartışmalar mıdır bilemeyiz fakat medyanın ‘uçmaması’ hayra alâmettir...
23 Nisan 2009 tarihli gazetelerden birinde yıllar öncesine ait bir fotoğraf yayınlandı. Bu fotoğraf ile, dünkü gazetelerde yayınlanan bir fotoğrafı yan yana koyunca; yıllar geçse de bazı şeylerin maalesef değişmediğini anlıyorsunuz. 23 Nisan 2009 tarihli Haber Türk gazetesinde, daha önce de çeşitli vesilelerle yayınlanmış, bilindik bir fotoğraf vardı. Fotoğraf, M. Kemal’i bir çocuğun başını okşarken gösteriyordu. Bu fotoğrafla 23 Nisan’ın M. Kemal tarafından ‘çocuklara armağan edildiği’ ve belki de onun çocuklarla kurduğu diyaloğa dikkat çekilmek istenmişti. Ancak fotoğrafta çok daha önemli bir bir nokta vardı ki, muhtemelen bu durum, fotoğrafı yayınlayanların gözünden kaçmıştır. M. Kemal tarafından başı okşanan, ilgi gösterilen çocuğun ayakları çıplak! İster istemez, “Acaba başını okşadığı çocuğun ayağını gördü mü?” sorusu akla geliyor, her ne ise...
Dünkü gazetelerde yer alan 23 Nisan haberlerinde de yine ‘yırtık ayakkabılı’ çocuklar manşetlerdeydi. Kimileri “Kahreden görüntüler” (Hürriyet, 24 Nisan 2009) demiş, kimileri de “Yırtık çizme ile dans” (Posta, 24 Nisan 2009) demeyi tercih etmişti. Fotoğraflara bakılınca insanın içinin acımaması mümkün değil. Fotoğraflar Van’daki kutlamalar esnasında çekilmiş. Haberlerde özetle şu bilgiler vardı: “Van merkeze bağlı Ortanca Köyü İlköğretim Okulunda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle düzenlenen etkinlikte, (...) yırtık ayakkabı ile dans eden kız öğrenci yürekleri burktu. Mardin’in Midyat İlçesindeki törende de ilköğretim okulu öğrecileri tekvando gösterisi yaptı. (...) Öğrencinin yırtık ayakkabılarını görenler büyük üzüntü yaşadı.” (Hürriyet, 24 Nisan 2009)
Evet, ilk 23 Nisan kutlamalarından bu yana neredeyse bir asır geçmiş ve bunca ‘bayram’ kutlamalarına rağmen ‘yırtık ayakkabı’ görüntülerinden kurtulamamışız! Bu mudur Türkiye’ye yakışan? Soğuk havalarda çocukları ‘dans’ ettiren irade, bunları hiç düşünmez mi?
“Yırtık, çıplak ayaklar” münferit bir hâdise olsa neyse. Daha yakın zaman önce yine Van’da yaşayan öğrencilerin ‘yırtık ayakkabılı’ fotoğrafları Türkiye’nin gündemine gelmiş ve oraya yardım yağmıştı. Ama görülüyor ki ‘yırtık ayakkabı’ sadece bir okulun derdi değil, çok yaygın bir durum. Bu çocukların ayakkabılarının yırtık olduğu hiç değilse ‘provalar’da da mı görülmedi?
İnşaallah bu görüntülerin ve anlayışların tarihe karıştığı günleri de görürüz...
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Büyük oyun… |
|
Biriken birçok önemli konu yeterince tartışılmadan gündemden düşmekte… Bush hayranı Danimarka eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne Ankara’nın koyduğu “vize”yi güya bazı “kazanımlar” karşılığı kaldırmasının akıbeti de bunlardan…
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı Gül’ün de devreye girmesi üzerine “Bush’un dostları” Fransa Cumhurbaşkanı Selânikli Sarkozy, Almanya Başbakanı Merkel ve İtalya Başbakanı Berlusconu’nin yanı sıra özellikle yeni Amerikan Başkanı Obama’nın “ricâsı”yla Başbakan Erdoğan daha Ağustos’a kadar zaman varken “itirazı”ndan vazgeçmişti.
Strasbourg’ta yapılan 28 üyeli NATO zirvesinde Rasmussen, Türkiye’nin “olur”una karşılık, İslâm dünyasından “özür” dileyecek, ülkesinde yayın yapan PKK’nın yayın organı Roj Tv’yi kapatacak ve NATO Genel Sekreter Yardımcılığına bir Türk atanacaktı…
OYUN İÇİNDE OYUN
Ne var ki İstanbul’a gelen Rasmussen hemen ağız değiştirdi; karikatür rezâletinden dolayı “özür” dilemedi. Roj Tv’nin terör örgütü ile malî ilişkisinin araştırılacağıyla geçiştirip topu Danimarka yargısına attı. Bir tek NATO Genel Sekreter Yardımcılığı kalmıştı…
Türkiye’nin AB üyeliğine şiddetle karşı çıkan “AB içindeki AB karşıtları ve ABD muhipleri”, şimdi de ekonomik krizi bahanesiyle Türkiye’ye vaad edilen “NATO sözü”nden cayıyorlar. NATO kaynakları, “sorun çıkma potansiyeli”ne işaret edip bütün meselenin Obama’ya kaldığını belirtiyorlarmış. Görünen o ki mesele daha şimdiden krize dönüşme sinyalleri veriyor.
Tıpkı Sarkozy’in Fransa’sının NATO’nun askerî kanadına dönmesini, Türkiye’nin AB üyeliğine rezervini kaldırmadan onaylaması gibi. Sarkozy şimdi Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağını ancak “imtiyazlı ortaklık” verilebileceğini pervâsızca söylüyor. Türkiye’den âdeta “Rasmussen intikamı” alınıyor.
Kısacası tarih tekerrür ediyor. Geçtiğimiz hafta hastalığına ilgisinden dolayı Gül’ü Köşk’te ziyaret edip “teşekkür” eden 12 Eylül darbesi lideri Evren Paşa’nın Yunanlı General Rogers’in “asker sözü”ne kanarak Yunanistan’ın NATO’nun askerî kanadına dönmesini kabul etmesiyle Türkiye’nin elindeki güçlü kozu kaçırması benzeri bir dış politika basiretsizliği ve başarısızlığı daha yaşanıyor.
NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip ülke olarak en büyük yükünü çeken Türkiye’ye şimdiye kadar “NATO Genel Sekreterliği” teklifi bir yana, bütün dünyanın gözü önünde “Rasmussen” karşılığı taahhüd edilen bir “yardımcılık” bile esirgeniyor…
TÜRKİYE’Yİ ABD’YE YAMAMAK
Ve uluslar arası siyaset arenasındaki bu “satranç oyunu”nda dönen dolaplar, “AB içindeki AB karşıtları”nın sistemli bir şekilde birbirini tamamlayan entrikalar zinciri, Türkiye’nin AB’den uzaklaşıp ABD’nin kucağına itilmesi kataküllisini bir defa daha deşifre ediyor.
Gerçek şu ki ABD’nin Türkiye’nin tam üyelik için müzâkere sürecinde AB ile ilişkilerini zayıflatmak için Türkiye’yi desteklediği oyunu oynanıyor. ABD yanlısı AB içindeki Sarkozy ve Merkel’in tavrının Ankara’yı AB’den uzaklaştırıp ABD’nin yanına itme plânının bir parçası olduğu açıkça seslendiriliyor. (Zaman, 22.4.2009)
Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde, Fransa’nın AB İşleri Bakanı Bruno Le Maire’nin Balkan ülkelerinin üye olmasından sonra AB’nin genişlemesinin durması önerisi bunun ifâdesi.
Bir yandan “AB’nin ABD ve Çin’e karşı Avrupa çıkarlarını korumak üzere inşa edilmiş bir siyasî proje olduğunu” savunan Fransız Bakan’ın diğer yandan Türkiye’nin üyeliğini “imkânsız ve arzu edilmeyen bir durum” olarak görmesi; ve Bush’tan sonra Obama’nın Türkiye’nin üyelik sürecine verdiği destek politikasını, “ABD, değerlerini savunamayan, güçlü bir ordusu bulunmayan ve kendisiyle rekabet edemeyecek bir Avrupa görmek istiyor” tesbiti, çelişkili ve çetrefilli kumpasın içyüzünü bir defa daha açığa çıkarıyor.
Neticede Türkiye’nin AB üyeliği için Sarkozy’in Obama’ya, “Bu Avrupa’nın vereceği karar, işimize karışma!” çıkışının anlamı anlaşılıyor.
Plân; Türkiye’yi AB’den koparıp ABD’nin yanına itmek…
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Anayasa değişikliği ve görev süresi… |
|
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın seçimlerden önce Eskişehir’e giderken hızlı trende söylediği 4-5 maddede yapılacak anayasa değişikliği gündeme getirilip, tartışılmaya başlandı.
Bu teklif gündeme getirildiğinde de söylediğimiz gibi yeni anayasa yapmaktan vazgeçip “mini bir değişikliğe” razı olmak, bununla da demokratik, özgürlükçü ve sivil anayasa olacağını düşünmek mümkün değil. Çünkü, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın 23 Nisan özel oturumunda Meclis kürsüsünden söylediği gibi 1982 Anayasası Türkiye’nin ulaştığı demokratik düzeye cevap vermiyor, Türkiye’ye yetmiyor.
* * *
Erdoğan’ın Salı günü 2.5 ay aradan sonra yapacağı grup toplantısına gelişinde TBMM Başkanı Köksal Toptan’a programda olmayan bir ziyaret gerçekleştirip, 20 dakikalık bir görüşmede dile getirdiği anayasa değişikliği ile ilgili teklif hazırlanma aşamasında.
"Türkiye’nin bir anayasa değişikliğine ihtiyacı var” diyen Toptan değişiklik teklifi geldiğinde, parlamentoda bulunan partilerle görüşeceğini ve “uzlaşma” arayışına gireceğini söylüyor.
Peki bu uzlaşma sağlanabilir mi?
Başbakan Erdoğan, seçimler öncesinde anayasa değişikliğinin CHP’siz de Meclis’ten geçebileceğini dile getirmişti. Anayasa değiştirmek için Meclis’in üçte ikisinin kabul oyu vermesi gerekiyor. Bu yüzden 338 milletvekili olan AKP’nin oyu değişiklik için yetmiyor. 97 milletvekili olan CHP değişikliğe “hayır” diyeceğini daha baştan söylediğine göre, 69 milletvekili bulunan MHP ile 21 milletvekili olan DTP ile Anayasa değişikliği yapılabilir mi?
MHP temkinli yaklaşıyor. Grup Başkanvekili Oktay Vural, Parlamentoda anayasa değiştirmek için gerekli uzlaşma ve diyalog zemini olmadığını söylüyor. AKP’nin anayasa değişikliği için “CHP ile uzlaşması” halinde MHP’nin değişiklik teklifine destek verebileceğini ifade ediyor. Bu ifadeye göre CHP uzlaşmaya kapalı olduğuna göre MHP’de destek vermeyebilir.
DTP ise yeni anayasa oluşturulması sürecinde sürekli “pozitif destek” verdiğini, bundan sonraki tavırlarının da böyle olacağını söylüyor. DTP böyle söylerken kendileri açısından önemli olan değişikliklerin de gündeme getirilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu arada DTP’nin kapatılmasıyla ilgili dâvâ da anayasa mahkemesinde devam ediyor. Başbakan’ın açıklamalarına göre getirilecek değişiklik arasında “parti kapatmayı zorlaştıracak” hükümlerde gündeme gelebilir. Bu açıdan da DTP’nin desteği sağlanabilir. Ancak AKP, MHP ve CHP’nin desteklemeyeceği bir değişikliğin DTP’nin desteği ile çıkmasını ister mi? Orası da meçhul…
Hadi hükümetin ya da AKP grubunun getirdiği bu teklif kabul edildi diyelim. Yine Erdoğan’ın dediği gibi CHP bundan önce yaptığı gibi Anayasa Mahkemesi’ne götürürse oradan nasıl bir sonuç çıkacağı noktasında garanti verilebilir mi? Başbakan “verilemez” görüşünde…
Bu mini paket tartışılırken birde hiçte gereği yokken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin 5 yıl mı, 7 yıl mı tartışması başladı. Bu da değişikliğin daha baştan yanlış yerden başlandığını gösteriyor. Çünkü, Gül’ün görev süresi ile ilgili de bir “uzlaşı” yok. AKP ve DTP 7 yıl derken, CHP ve MHP Gül’ün görev süresinin 5 yıl olduğunu şimdiden söylüyor.
Anayasa değişikliğindeki şu anda görülen manzara böyle…
* * *
İşin bu aşamasında şöyle bir görüntü var. Bu girişime bakılırsa hükümet sanki “Bütün yolları denedik ama muhalefet uzlaşmaya yanaşmadı. Ne yapalım, biz elimizden geleni yaptık” anlamına gelebilecek bir adım olarak değerlendirilebilir. Bu mini paket bile Meclis’e daha gelemeden, rafa kaldırılabilir.
Bunu ifade ederken, iki senelik anayasa değişiklik serüvenini dikkate alarak söylüyoruz. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından “sivil ve yeni bir anayasa yapacağız” diye yola çıkan, bu çalışmada son aşamaya gelindiğinde rafa kaldırılan değişiklikte “yola devam” edilmedi…
O zaman anayasanın tamamı üzerinde değişiklik yapılması mümkünken, iki maddede yapılan değişikliğe gidildi. Bunun sonucunda da bildiğimiz siyasî gelişmeler yaşandı. Hem değişiklikler Anayasa Mahkemesinden reddedildi, hem de iktidar partisine kapatma dâvâsı açıldı. AKP kapatılmadı ama herkesin kabul edebileceği gibi kapatılmış kadar ağır bir karar çıktı.
Görülen o ki, ihtilâl anayasasına bir yama daha atılmaya çalışılacak, ya da atılacak ve demokratik ve özgürlükçü bir anayasa bekleyenler bir başka baharı bekleyecek.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
BM, Kerkük meselesini çözebilir mi? |
|
Kerkük meselesinden en zor iki yıla girdik. 2011 yılında ABD askerlerinin çoğunun Irak’tan çekilmesinden önce, bu meselenin çözülmesi gerektiğini herkes biliyor. Irak’ta çoğunluğu elinde bulunduran Başbakan Nuri El Maliki, ülkenin bütünlüğünü savunan politikalarla seçimi kazandı. Şimdi de bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. 12. Tümeni Kerkük’e kaydırarak, bu bölgenin denetimini Peşmergelerin elinden almak istiyor. ABD, geride iç savaş halinde bir ülke bırakmamak için Irak’ın bütünlüğünü savunuyor.
Türkiye’nin politikası ise belli: Kerkük merkezî Irak yönetimine bağlı olarak kalmalı ve oradaki Türkmenlerin hakları korunmalı.
Ancak Kuzey Irak Kürt Yönetimi (KIKY) Kerkük’ün Kürt şehri ve kendi yönetiminin bir parçası olduğunu ileri sürüyor. Araplar ise Kerkük’ün Irak’ın bütünlüğü içinde yer almasını istiyorlar. Kürt yönetimi dışında hiç kimse Kerkük’ün Kuzey Irak Yönetimine bağlanmasını istemiyor.
31 Ocak 2009’da yapılan Vilâyet Meclisi seçimlerine Kerkük dahil edilmedi. Bu yıl içinde nüfus sayımı yapıldıktan sonra yıl sonunda genel seçimlere bu şehrin de katılacağı biliniyor. İşte KIKY bu nüfus sayımına hazırlanıyor şimdi. Kerkük’ün 2003 yılında 850.000 civarında olan nüfusu, bugün 1.400.000 civarında. Kuzey bölgelerden beş yüz binden fazla Kürt buraya göç ettirildi ve şehrin demografik yapısı değiştirildi. Bu göçmenlerin hayat şartları da hiç iyi değil. Stadyumlarda, kullanılmayan resmî binalarda, alelacele kurdukları barakalarda yaşıyorlar. Bu hızlı göçün getirdiği yük altında şehir adeta eziliyor.
Türkmenler, Türkiye’nin de desteğiyle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Türkiye ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda destek sağlıyor. Şubat ayında yapılan BM genel kurul toplantılarında da bu sorun dile getirildi. Ama KIKY’ne asıl baskı ABD’den geliyor. Kerkük’ün asla Kürt Yönetimine bağlanmayacağı, bunda ısrar etmesi halinde, Amerikan ordusu çekildikten sonra yalnız kalacakları kendilerine açıkça bildirilmiş durumda. Çünkü ABD, dünyanın bütün petrol rezervlerinin yüzde 4’ünü tek başına içinde barındıran Kerkük’ü, bir etnik grubun denetimine bırakmak istemiyor.
İşte bu aşamada Birleşmiş Milletler hazırladığı çok seçenekli Kerkük meselesi çözüm raporunu Irak hükümetine sundu. Bu çözüm yollarının ortak özelliği, siyasî uzlaşma ve güç paylaşımını içermesi. Dört ayrı seçenek sunuluyor ve hepsi de Kerkük’ün bir bütün halinde ve Irak hükümetine bağlı olarak yönetimini öngörüyor. Raporda öncelikle bu esaslara dayalı bir siyasî anlaşmaya varılması, sonra da bu anlaşmayı onaylayacak bir referandum yapılması öngörülüyor.
KIKY’nin bu teklife sıcak bakması zor görünüyor. Şimdiye kadar kendi insanına “Kerkük bizimdir” mesajı veren yönetimin şimdi bundan taviz vermeyi izah edebilmesi zor.
BM raporu açıklanmadığı için ayrıntıları bilmiyoruz. Ancak Dışişleri Bakanlığının bu raporu sür’atle inceleyip, somut tavrımızı ortaya koyacağını düşünüyoruz. Birleşmiş Milletlerin devreye girmesi, meselenin bir oldu bittiye getirilmesini önleyici müsbet bir adım. Türkiye’nin, kendi somut teklifleriyle bu adımı desteklemesi ve gecikmeksizin bir sonuca varılmasını sağlaması gerekir. Özellikle KIKY ile başlatılan ilişkilerin normalleştirilmesi sürecinde, Kerkük meselesi daima önemli bir gündem maddesi olmalıdır.
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Anayasa patinajı |
|
Aslında kapatma dâvâsından çıkan sonucun, AKP’yi altı buçuk senedir yanaşmadığı esaslı bir anayasa reformu için harekete geçirmesi gerekirken, tam tersi oldu.
Gelinen noktada iktidar partisi, bu konuda yapmak istediklerini birkaç maddeyle sınırlamış ve onları da CHP başta olmak üzere muhalefetin rıza göstermesi şartına bağlamış durumda.
Başbakanın konuyla ilgili beyanları, bir kez daha Anayasa Mahkemesinde yargılanıyor konumuna düşme ihtimalinden duyduğu kaygıyı ele veriyor ve buna meydan vermemek için “Yapılacak değişikliklerde CHP’nin rızası şart” diyor.
Bu durum, AKP’nin tek başına iktidarda göründüğü, ama bilhassa temel meselelerde iplerin CHP’de olduğu gerçeğini önümüze koyuyor.
22 Temmuz seçiminin ortaya çıkardığı ve 29 Mart seçiminin AKP’yi sekiz puan geriletip diğer üç partiyi bir-iki puanlık artışlarla yeni bir dengeye taşıdığı Meclis yapısında ana eksen bu.
Bu Meclisten çağdaş ve evrensel kriterlere uygun yeni ve demokratik bir anayasa çıkar mı?
Baştanberi zaten buna pek niyeti olmayan, kısmen olduysa bile izlediği yanlış stratejiler ve yaptığı ciddî yöntem hataları sebebiyle, bu yoldaki girişimi akim kalan, AB fırsatını da değerlendiremeyen, ürkütülmüş ve sindirilmiş bir iktidar; bu yöndeki açılımlara rejimin tabuları ekseninde sistematik olarak karşı çıkmayı yerleşik politika haline getirmiş bir anamuhalefet; onun ruh ikizi olarak nitelenen ve üç aşağı beş yukarı aynı konularda benzer refleksler sergileyen diğer muhalefet partisi ve demokratik açılımlara sıcak baksa da, bu tavrı etnik siyaset ve terör handikaplarına takılan üçüncü muhalif parti...
Haddizatında CHP’nin de vaktiyle resmî tabuları aşan ve dışlayan demokratik anayasa taslakları hazırladığı biliniyor. Ama nedense bunlar “unutuldu,” rejimin tabularını ve laikliği koruma söylemleri öne çıktı ve Türkiye’nin en önemli ihtiyacı olan demokratik anayasa için gerekli uzlaşma ikliminin oluşması hep engellendi.
Neden bu noktaya gelindiğinin çok iyi tahlil edilmesi ve bu durumdan bir an önce çıkılması için herkesin kendi tavır ve duruşunu samimiyetle gözden geçirip gerekli özeleştirilerde bulunarak çıkışa pozitif katkı vermesi icab ediyor.
Son olarak, Başbakanın birkaç maddelik anayasa değişikliğiyle ilgili olarak görüştüğü Meclis Başkanı, Yargıtay’ın, Barolar Birliğinin, TOBB başta olmak üzere sivil toplum örgütlerinin ve TÜSİAD’ın evvelce hazırladıkları taslaklardan bahis açarak, bir uzlaşma komisyonu oluşturulup konunun tekrar canlandırılmasını öneriyor.
Ama şu anda bunun gerçekleşmesi zor gibi.
Onun yerine, ombudsmanlık, parti kapatmanın biraz daha zorlaştırılması, Türkiye milletvekilliği, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı gibi birkaç maddeyle sınırlı bir mini paketi gündeme getirme hazırlıkları söz konusu.
Buna, Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresinin 7 mi, yoksa 5 yıl mı olacağı hususundaki belirsizliği giderecek bir maddenin eklenmesi de gündemde. Bilindiği gibi, referandumla da kabul edilen anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi yolu açılırken, reis-i cumhurun görev süresi 5 yıla indirilmiş, ama ikinci bir dönem daha seçilmesi mümkün kılınmıştı.
Ancak bu düzenlemenin, referandum öncesi Meclis tarafından seçilen Gül için de geçerli olup olmadığı konusunda tartışma yaşanıyor. Ve benzer bir tartışma, 22 Temmuz’da seçilen milletvekillerinin görev süresi hakkında da yapılıyor. Her iki seçim de eski düzenlemeye göre yapıldı, ama akabinde Meclisten geçip referandumda kabul edilen değişiklikler, cumhurbaşkanının süresini 7 yıldan 5 yıla, milletvekilllerininkini de 5 yıldan 4 yıla indirdi. Bu yeni süreler eski kurala göre seçilenler için de geçerli mi?
Görünen o ki, önümüzdeki günlerde yeni bir anayasadan ziyade bu gibi tâli konularla meşgul olunacak. Ve bu sene de böyle geçip gidecek...
25.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|