"Gerçekten" haber verir 25 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Yani onca muvazzaf, muhalefet ettikleri için mi tutuklandı?

İstek Vakfı arazisinde çıkan silahlar için Bedrettin Dalan, “Orası askeri bölge; bizi de almıyorlar” demişti. Askeriye ise “Toprağa gömülü böyle bir silahımız yok” diyor.

Benim görüşüm şudur: Her devlet gibi, bizimki de geleceğe yönelik tedbirler alıyor. Bunlar arasında işgale karşı yeraltı mücadelesi yapmak amacıyla gizlenmiş cephanelikler de var.

Bunlar elbette ‘ resmi’ değil.

***

Ancak korkulan oldu:

HIV virüsü nasıl bağışıklık sistemini ‘ içeriden’ çökertiyorsa, Ergenekon şebekesi de ordunun gizli bilgilerini ele geçirdi. Aslında ‘ ele geçirdi’ sözü doğru bir ifade sayılmaz: Görevleri gereği o bilgilere sahip olanlar Ergenekonculaşınca (yani bir darbe şebekesi oluşturunca) gizli güvenlik sistemi de amaç ve işlev değiştirmiş oldu. Ne bekliyorsunuz? ‘ Evet, işgale karşı kullanmak için gizli silâhlarımız vardı. Ancak aramızdaki darbe heveslileri, bunların kontrolünü ele geçirdi’ diyerek başlarına iş almalarını mı? Tabii ki reddedecekler. Oyunun kuralı böyle!

Ergenekon dostları kafaları bulandırmak için ortaya çeşitli sorular atıyor: “Ne yani, o silahlarla mı darbe yapılacaktı? Hani bunların tankları?”

Hatırlayın: 17 Mayıs 2006’da Alparslan Arslan, Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdüğünde Türkiye nasıl da sarsılmış, nasıl da gerilmişti!

Şimdi bu olayı yaygınlaştırın:

Birkaç ay içinde; iki Alevi lider, iki laikçi aydın, üç demokrat entelektüel, iki milliyetçi milletvekili, dört Kürt aydını ve siyasetçi, iki de tarikat ve cemaat lideri öldürülürse Türkiye’nin hali nice olur?

Ülke birbirine girer.

Korkunç bir ortam oluşur.

Bu durumda en Avrupa Birliği yanlısı komutanın dahi kayıtsız kalmasını bekleyemezsiniz.

Yani Ergenekoncular sadece 15 kişiyi öldürerek toplumun, siyasetin ve hepsinden önemlisi TSK’nin dengesini bozabilir. Zaten amaçları, böyle bir kaos ortamı yaratarak TSK’nin darbe yapmasını sağlamak, o arada da iktidarı ele geçirmekti.

Başaramadılar: Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ buna izin vermedi.

Bir de Ergenekon soruşturması için “Bunun ardında AKP ve Gülen Cemaati var, muhalefeti sindirmeye çalışıyorlar” diyenler çıkıyor.

Yani onca muvazzaf subay, ‘ hükümete muhalefet ettikleri’ için mi tutuklandı?

O durumda GK Başkanı Org. İlker Başbuğ, AKP’ci ve Gülenci oluyor ki buna kargalar bile güler. Bu ülkede ha deyince askeriyeye dokunamazsınız.

Bilmiyorlar mı ki ‘ Suçüstü hali olsa dahi polis; asker ya da silahlı kuvvetlerde görevli bir sivili gözaltına alamaz .’ Faraza bir subay, bir adamı sokak ortasında öldürse, orada bulunan polisler, bu subayı gözaltına alamaz. Karakola götüremez.

Polis ancak cinayet işleyen subayı olay mahallinde bekletebilir ve askeri yetkililere teslim eder.

Kulağa inanılmaz geliyor değil mi?

Böyle bir ‘ hukuk devleti’ olur mu?

Böyle demokrasi olur mu?

Olmaz ama Türkiye’nin gerçeği bu.

Ve bu şartlar altında dahi onca subay Ergenekon’dan tutuklanıyorsa, varın siz anlayın olayın ciddiyetini.

Sabah, 24.4.2009

Emre Aköz

25.04.2009


Tek tip çocuk uygulaması

Türkiye’nin, bilhassa da devlet erkânının ‘tek tip çocuk uygulaması’ bir 23 Nisan’da daha huzurdaydı. Bu memleketteki çocukların alanlarda üniformasıyla iki, bilemedin üç renkle temsil edilmesi gerektiğine dair saplantı nedir, hiç çözemeyeceğiz. Dün İstanbul’da siyasetçiler kabanlarıyla çocukların bayramını kutlarken, çocukların bizatihi kendileri ‘illa ki tek tip olacak’ diye gömlekle getirildikleri tören alanında ağladılar. Evet, bence de çocuklar 23 Nisan’ı ağlayarak kutlamalılar. Hiç değilse ileride büyüdüklerinde nasıl bir ülkede yaşayacaklarına dair gerçekçi bir fikirleri olur.

ÇOCUĞA VERİLEN KIYMET

Bir de tabii ‘Biz 23 Nisan’ı idrak ederken küçükler kenarda işkence çeksin’ etkinlikleri var ki memleketimizde çocuğa verilen kıymeti her defasında bir kez daha netleştirir. Nitekim Habertürk gazetesinin tepe üstü manşet fotoğrafıydı dün. Bir okulda büyükler tentenin altında deri koltuklarda (niye?) töreni izlerken küçükler yağmurda saçak altınlarına sığınmışlar. Hepsi de lökeşe gibi oturuyorlar yani. “Kalkarsam deri koltuğumu kaparlar” diye düşünüyorlar zaar. Nazi Almanya’sının çocuk ve genç anlayışından kalma bu tek tipçi tören alanlarında bir güzellik gören gözler var demek ki. O gözler işte sonra, yani büyüdüklerinde bütün bir toplumda aynı tek tip ‘güzelliği’ arıyor. Uyumu böyle bir şey zannediyor. Ancak herkes birbirine benzerse barışçıl bir ülkede yaşanır, ancak herkes aynı şeye inanırsa afiyette oluruz zannediyor. (...)

“Gri beyaz giysin de isterse soğukta gebersin” yöntemiyle büyüyen bir çocuğun daha sonraki yıllarda kendisinden farklı giyinen, düşünen bir insana ‘normal’ yaklaşması hakikaten de ciddi bir ideolojik tedavi sürecinden geçmesini gerektirir. İşte tören alanında üşüyen bu çocuklar büyürken bir noktada ikiye ayrılır. Kimileri bu gri-beyazın güzelliğine, kolay uyumuna kaptırır kendini. Kimileri hayatın renkleri kendilerinden çalındığı için isyan eder.

TEK TİPE İKNA OLMUŞLAR

Nihayet Başbakanımız da vaktiyle o çocuklardan biri olmuş, gri-beyaz olaraktan boy sırasına girmiş, kol mesafesi almış ve muhakkak bir 23 Nisan’a takır takır titremiştir tören alanında. Görünen o ki Başbakanımız ve beraberindekiler bu tek tipe ikna olmuş, ikna olmayanları da anlamayacak hale gelmiştir. DTP’yi hizaya sokmak için başlatılan harekâtın bundan başka anlamı olamaz. ‘Sahibinin sesi Kürtlerin’ imal sürecinde Diyarbakır’da taş atan çocuklar nasıl yıllarca hapis cezasına çarptırılıyorsa şimdi de Kürt halkının siyasi temsilcilerine ‘hadleri bildirilmeye’ çalışılmaktadır. Yöneticilerimiz deri koltuklarında, tentenin altında oturmuş yeterince gri-beyaz olmayan Kürt siyasetçileri ayıklamaktadırlar.

Milliyet, 24 Nisan 2009

Ece Temelkuran

25.04.2009


Darbe günlükleri ve silâhlar yalan mı?

Aslında Bedrettin Dalan’ın İSTEK Vakfı’na ait arazide çıkan bombalara çok da şaşırmamak gerekiyor. Bu ülkede, yavaş yavaş da olsa içeride “düşman” ilan edilenlere karşı nasıl bir hazırlık yapıldığı ortaya çıkıyor, daha da çıkacak.

Silahların kime ait olduğu, neden orasının seçildiği de çok sürmeden anlaşılacak. Tutuklamalar da bunu gösteriyor.

Yine de ortada cevabı aranan çok sayıda soru işareti olduğu kesin. Kesin, çünkü biz ilk defa gerçek anlamda kendi kirli tarihimizle yüzleşiyoruz.

Kolay bir olay değil bu.

Susurluk’ta nasıl bir tıkanma yaşandığını hepimiz gördük.

Ayrıca bu ülkenin geçmişinde sadece Susurluk da yok.

Darbeyle Başbakanını asan, sağ sol çatışmasıyla 5 bin gencin ölümüne yol açan, Alevi-Sünni çatışmasıyla katliamlar yaptıran, kendi aydınlarını tek tek öldüren, Kürt meselesiyle yüzleşmemek için faili meçhul cinayetler işleten bir “derin yapı” var bu ülkede...

O yapının bugünkü versiyonu Ergenekon Terör Örgütü... Türkiye o canavarı en azından kuyruğundan yakalamış durumda.

Her şey bir yana sadece 2006 sonrası Danıştay saldırısı gibi sarsıcı olaylara ve topraktan fışkıran silahlara bakınca bile insanın artık “pes” demesi gerekiyor.

Ama ne mümkün...

Hâlâ Türkan Saylan’ın evinin aranması gibi olaylar üzerinden bu korkunç yapı görmezlikten geliniyor.

Önceki akşam bir televizyonda eski asker, yeni siyasetçi Osman Pamukoğlu’nu dinliyordum.

Sunucu şöyle bir soru sordu: “Ergenekon için ne düşünüyorsunuz?” Eski komutan yeni siyasetçi Pamukoğlu önce sakin sakin bir tespit yaptı: “Orada yasadışı işler peşinde olan gruplar olduğu kesin. Darbe marbe de planlamışlar, bu da anlaşılıyor. Ortaya çıkan silahlar da bunu gösteriyor.”

İlginç... Merakla bu noktadan sonra ne söyleyeceğini bekledim.

Pamukoğlu görev günlerini hatırlatan bir ses tonuyla şu minvalde bir çıkış yaptı:

“Ama artık yeter... Bu işe siyaset bulaştı.”

Düşünsenize “yasadışı işler, darbe marbe gibi şeyler” var ama asıl sorun işin içine siyaset karıştırılması...

Son dönemin yaygın deyimiyle “velev ki bir boyutuna siyaset bulaşmış olsun”; peki işin esası üzerinde neden durmuyoruz?

Neden darbe yapmak isteyenlere, silahları gömenlere isyan etmiyoruz?

Yoksa darbe günlükleri yalan mı?

Ya da topraktan fışkıran silahları birileri mi getirip oralara gömdü? 2006-2007’de patlayan bombalar, suikastlar için ne düşünüyorsunuz?

Hiç mi sizleri rahatsız etmiyor?

Daha da önemlisi eğer saldırgan yakalanmasıydı Türkiye’yi kaosa sürükleyecek Danıştay saldırısını nereye koyuyorsunuz?

Bu sorulara cevap vermeden, yargılamanın hukuka uygun olmadığını ileri sürmek ve bu operasyonlara siyasetin karıştığını söylemek hiç de inandırıcı gelmiyor, gelmeyecek de...

Hukuka sahip çıkmanın yolu Ergenekon’un açığa çıkartılmasından geçiyor. Bu hepimiz için gerekli.

Sabah, 24.4.2009

Mahmut Övür

25.04.2009


Gladyo’yu kurtarma mitingi

Ergenekon soruşturmasının başından bu yana, bu davayı önemsiz göstermek için gayret sarfedenlere, hedef saptırmaya çalışanlara, bu suçu örgütünü üstü kapalı ve mahcup şekilde savunmaya çalışanlara çok rastladık. Zaman zaman sinerek, zaman zaman cesaretlenerek bunu hep yaptılar. Ama işi bu kadar ileri götüreceklerini; artık bütün korkunçluğuyla deşifre olmuş bir suç örgütüne destek mitingi yapacak kadar gözü dönmüş bir noktaya geleceklerini tahmin edemezdik doğrusu... Sonunda bu da oldu.

ADD ve ÇYDD’nin başını çektiği çeşitli sivil toplum örgütleri 17 Mayıs’ta Ankara Sıhhiye Meydanı’nda “Ergenekon Soruşturmasını protesto etmek için” miting düzenliyor. Böylece Türkiye, Gladyo’yu korumak için sivil toplum örgütlerinin sokağa döküldüğü tek ülke olarak tarihe geçecek. Sadece onlar için değil, Türkiye için de ne büyük utanç... 14 Nisan 2007’de, yani 1. dalga Cumhuriyet Mitingleri öncesinde mitinge katılmayı düşünenlere Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in Günlük’ünde yazılanları hatırlatmış ve şöyle demiştim:

“Hatırlayın, ne deniyordu, o günlükte:

‘Kendimize göre bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basınıele geçirmeye çalışacaktık. Bu nedenle ben M.Ö.’yü davet edecektim. Sonra rektörlerle temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekler ile temas edip, onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler Sarıkız olarak anılacaktı.’ Ne tasadüftür ki, yürüyüşün tertipçisi, aynı zamanda Günlük’te “darbe hiç aklından çıkmıyordu” şeklinde tanıtılan eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur... Bu tablo, bu yürüyüşe katılmayı düşünenlerin iki kere düşünmelerini gerektiriyor.” 14 Nisan 2007’de “Cumhuriyet Mitingleri”ne katılanların mazeretleri vardı diyelim. Ergenekon soruşturması henüz başlamamıştı, örgüt bugünkü gibi deşifre olmamıştı. Birçok katılımcı neye alet olduğunun henüz farkında değildi. Peki ya bugün? Miting kararının açıklanmasıyla aynı gün toprak altından yeni lav silahları, C-4 patlayıcılar, roket atarlar, el bombaları çıkıyorsa... Yeraltından ordu malı silahlar çıkması artık şok bile yaratmayacak kadar sıradanlaşmışsa...

Güneydoğu’daki binlerce cinayetin faillerinin hiç de meçhul olmadığı işaret edilen her yerden çıkan insan kemikleriyle ortaya çıkmışsa... Danıştay baskını başta olmak üzere her biri birbirinden tüyler ürpertici birçok provokasyon eyleminin Ergenekon bağlantısı ortaya dökülmüşse... Darbeci generallerin kasetleri ordu içinde fink atan darbeci kliklerin bütün faaliyetlerini su yüzüne çıkarmışsa... Ve bütün bunlar dalga dalga ilerleyen bu soruşturma sayesinde olmuşsa... Bu soruşturmayı protesto için miting yapmak, demokratik rejime ihanet değilse nedir?

***

Evet, bu defa artık her şey ortada...

Somut kanıtlarıyla, tanıklarıyla, ses bantlarıyla, gazeteci günlükleriyle rezalet ortaya döküldü. Herkes Türkiye’nin başına örülmek istenen çorabı bütün ayrıntılarıyla biliyor. Ergenekon davasını baltalamak isteyenlerin başından beri bütün bu olup biteni “Ak Parti’nin muhalefeti yok etme girişimi” gibi gösterme gayretleri içinde olduğunu biliyoruz. Bu çevrelerin şu anda Türkan Saylan gibi kamuoyu tarafından sevilen bazı isimlerin Ergenekon kapsamında soruşturulmasından cesaret aldıkları belli. Kamuoyundaki bu duyarlılığı kullanarak halkı suç örgütüne yataklığa çağırıyorlar. Artık iyice köşeye sıkışan derin devleti kurtarmak için bir kez daha kitleleri kullanmaya çalışıyorlar. 14 Nisan yürüyüşlerinde bir ölçüde başarılı oldular. Ama bu defa durum farklı. 17 Mayıs mitingine katılacakların artık hiçbir mazereti yok. O mitinge katılacak herkes, açıkça ve inkar edilemez bir biçimde demokrasiye karşı Gladyo’nun safında yer almış olacak. Türkiye’nin yaşadığı tarihi “glasnost” sürecinin karşısına dikilmiş olmanın tarihi sorumluğunu taşıyacak. İşkenceci katillerle, provokatörlerle, suikastçılarla suç ortaklığı yapmış olacak.

Ve hiç birinin yarın öbür gün çocuklarına “Ben ne olup bittiğini fark edememiştim” deme şansı olmayacak.

Bugün, 24.4.2009

Gülay Göktürk

25.04.2009


Avrupa, inançlar gerçeğiyle yüzleşiyor, ya biz?

Kimi laf, tutum ve tavırlar sıcak gelişmeler içinde buhar olup gidiyor. Oysa önemliler…

Türkan Saylan’ın, derneği hakkında, derneğinin faaliyeti hakkında söyledikleri örneğin. Her fırsatta kapılarının başörtü kızlara kapalı olduğunu hatırlatıyor, “Casus gibi aramızda onları istemiyoruz…” diyor, dahası mücadelelerinin bu tür kızlarla, onların dünyasıyla olduğunu ima ediyor. Saylan’ı kimliği, yaptıklarından ötürü alkışlayanlar, bu nedenle doğal suçsuz ya da dokunulmaz ilan edenler, kendilerine hiç sormuşlar mıdır acaba, bu tür bir kutuplaştırmacı bir tutum ne kadar demokrat ya da saygın olabilir?

Toplumun bir değer sistemini ya da bir kesimini yok etmek, onu evine hapsetmek gibi çabaların boşa ve zamana aykırı oldukları ortadadır.

Türkiye’yi bir süredir, Saylan gibi kişilerin öykündükleri, özendikleri, laik, cumhuriyetçi özellikleriyle tanımladıkları Fransa’dan izliyorum…

İlginçtir ki, Fransa, Almanya, Hollanda gibi ülkelerin bugün, dünden farklı bir meselesi, daha doğrusu bir verisi var. Müslümanları var. Kendi vatandaşları bu Müslümanlar… İnançlarıyla, talepleriyle vatandaş hakkına sahipler.

Ve Avrupa’nın önemli sorunlarından birisi bu taleplerle yüzleşmek ve onları karşılamak…

Görmezden gelmiyorlar, gelemezler.

Nitekim kimse Saylan gibi onları imha etmeye kalkmıyor, sekülerleştirip yok etme politikaları, Saylan’ınki gibi dışlama hamleleri de anlamını kaybetmiş görünüyor.

Kaldı ki Müslümanların modern düzenle sorunları olmadığını görmüş durumda Batı. Tersine, bu Müslümanlar, her geçen gün Avrupa’nın sürekli hareket halinde olan kamusal alanının terkibinde artan oranda yer alıyor, bu tanımın yeniden yapılmasına katkıda bulunuyorlar.

Buna dair ilk işaretler aslında “biz”den geldi…

Nilüfer Göle, yıllardır, önce mühendisler örneğinden yola çıkarak “rasyonellik ve müslümanın”, daha sonra başörtüsünden hareketle “modernlik ve müslümanın” birlikte varolduğuna, olabildiğine işaret etti. Müslümanlardan hareketle İslam’ın dönüşme ve dönüştürme imkânları ve bunun formları üzerine çalışmalar yaptı. Ve söyledikleri doğrulandı Göle’nin… Hem Türkiye’de hem Batı’da…

Ama asıl önemli olan şu:

Nilüfer Göle kısa bir süre önce AB nezdindeki en önemli Sosyal Bilim Araştırma kuruluşu olan “European Reseach Council”den, bu kurumun bugüne kadar vermiş olduğu en yüksek meblağı kapsayan, 1,5 milyon avro civarında bir araştırma fonu aldı.

Araştırma 4 yıl sürecek… Konusu ise şu: “Avrupa kamusal alanının İslam tarafından dönüştürülmesi…”

Bu ne demek biliyor musunuz?

Bu, Avrupa İslam’ın kendi kamusal alanı içindeki yerini, bu alanın dönüşmesindeki payını veri kabul ediyor, etmeye başlıyor demek…

Bu, bir gün Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyesi olacağının açık delili demek...

Bu, müslümanların Batı’nın “dışarıdaki ve içerideki ötekisi” olmaktan çok “kurucu parça”larından birisi olduğunu kabulü demek… Artık açık: Toplumlar sadece fikir, aidiyet ve ekonomik faaliyet düzeyinde değil, değer sistemleri, bu sistemlerin kamusal alanda kullanımı ve ifadesi açısından da çoğulcudur…

Türkiye’de kimilerinin dernek, örgüt ya da darbe yoluyla engellemeye çalıştıkları bu çoğulcu toplumsal yapıdır. Onların kurmaya çalıştıkları tek tip toplum ise artık tarih olmuştur.

Son örnek: Göle, derhal araştırmacı ekibini kurmuş. 8 kişiler ve her biri iki değer sistemini, iki ana dili birlikte taşıyor. Bir Arap-Fransız, bir Türk-Fransız, bir İtalyan-Fransız, bir Fransız-İngiliz ve devam ediyor… Dünya artık bu ve bu yolda…

Farklıyı tasfiye etmek değil, onunla birlikte yaşam koşullarını inşa etmek zorunda medeniyet…

Yeni Şafak, 24.4.2009

Ali Bayramoğlu

25.04.2009


Tehlike çanları: Ankara yeniden sorun biriktirmeye başladı!

Türkiye gerçek gündemine sahip mi?.. Yoksa seçim sonrası yine savrulmaya mı başladık?.. Bu soruları düşünürken, Berlin’deki Türkiye panelinde Alman meslektaşım Kai Strittmatter’in sözleri takılıyor aklıma yine:

“Bir söz vardır Çin’de, ‘Yarın her şey daha iyi olacak’ derler. Türkiye de öyle, 2005’de geldim, hâlâ bekliyoruz. Türkiye ebedi ya da sonsuz bir bekleme odası gibi... 2007’de demokratik reformlar için, hele bu seçimler bitsin denirdi. Seçimler bitti, hele şu kapatma davası bitsin demeye başladılar. O da bitti, bu sefer hele şu yerel seçimler bitsin dendi. Bu da bitti. Acaba Erdoğan ders aldı mı? Reformları yapar mı? Ben kötümserim.”

Ben de iyimser değilim.

İyimser olabilmek için öncelikle Türkiye’nin kendi gerçek gündemine sahip olduğunu görmek lazım.

Nedir gündem?

Ekonomik kriz ve IMF...

Kürt sorunu ve PKK...

DTP ve siyaset...

Ermeni meselesi ve Ermenistan’la normalleşme...

Demokratikleşme...

Ergenekon davası ve hukuk...

AB süreci...

Ve Kıbrıs...

Gündem bu ve bu gündeme ne kadar sahip bir Türkiye var karşımızda?..

Şimdi duyuyorum o sesleri.

Diyorsunuz ki:

“Bütün sorunları yaratan Türkiye değil ki. Yalnız biz sorumlu değiliz ki bu meselelerden... Ne diye her şey Türkiye’den bekleniyor.”

Klasik bir yanıt bu.

Çok uzak olmayan bir geçmişte, 1990’larda çok dinledik bu sözleri. Zamanın siyaset kadroları, Türkiye’nin birçok önemli sorununda ipe un sererken, hep böyle bahaneler bulur, çözümsüzlüklere kulp takarlardı.

Kayıp yıllar böyle yaşandı. Sorunlar çözülmedi, tersine yılan hikayesine döndü hepsi.

Ankara özellikle 1990’larda sorun çözmek yerine sorun biriktirdi. Alman meslektaşım Kai Berlin panelinde ‘tehlike çanları’nı şu sözle çaldı geçen hafta sonu:

“AKP Ankara’lılaşıyor!”

Çünkü sorunlar yeniden birikmeye başladı Ankara’da.

Çözülmüyor, birikiyor!

Olumlu işaretler var mı?

Kürt sorununda ya da Ermenistan’la normalleşmede var mı? Ekonomi ne oluyor? IMF neden gecikiyor? Peki ya Kıbrıs... PKK’yı dağdan indirme... AB ile ilişkiler...

Daha çok belirsizlik var.

Soru işaretleri ağır basıyor.

Seçim öncesi ve seçim sonrası hep aynı şeyden, Türkiye’nin önündeki iki kapıdan söz ettim:

İstikrar kapısı...

İstikrasızlık kapısı...

Acaba hangisini açacak Başbakan Erdoğan diye sordum. Bu soru hâlâ güncelliğini koruyor.

Türkiye’de siyaset ve toplum maalesef yeniden bölünmüşlüğe, parçalanmışlığa yatırım yapmaya başladı.

Gitgide kutuplaşıyor toplum.

Türkler, Kürtler...

Aleviler, Sünniler...

Laikler, Müslümanlar...

Demokratlar, milliyetçiler...

Liberaller, muhafazakârlar...

Cemaatler, tarikatlar...

Asker, sivil...

Siyaset, bütün bu bölünmüşlük ve parçalanmışlık üzerinden, bütün bu kutuplaşma ve çelişkiler üzerinden yapılıyor.

Diyalog reddediliyor.

Hoşgörü, tahammül reddediliyor.

Uzlaşma reddediliyor.

Herkesin burun delikleri öfkeyle gerildikçe geriliyor. Kimse birbiriyle konuşamıyor. Farklı görüşleri dinlemeye kimselerin tahammülü yok gibi...

Kimse kazanmaz bu gerginlikten. Toplum da kazançlı çıkmaz, siyaset de... Sinyaller iyi değil.

Erdoğan tehlikenin farkında mı?

Çin’de derlermiş ki:

“Yarın daha iyi olacak!”

Diyebiliyor musunuz?.. Alman meslektaşımın dediği gibi:

Türkiye sonsuz bir bekleme odası!

İyi şeyler için ille de yarınları beklemek zorunda mıyız? İyi şeyleri biraz da yaşarken göremeyecek miyiz? Hep o hiç bitmeyen geçiş dönemi hikayesinde mi yaşayacak Türkiye?..

Ne yazık!

Belki de bir gün gelecek, Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları isimli romanının bir yerinde babanın kızına itirafı gibi söyleneceğiz:

“Beklediğim yarınlar dünde kaldı, hiç gelmediler.”

Milliyet, 24.4.2009

Hasan Cemal

25.04.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis