|
|
Hakan YALMAN |
Çağdaşlık ve yeni hal |
|
Son zamanlarda sıklıkla dile getirilen bir ‘çağdaşlık’ kavramı var. Bu kavramın ne anlama geldiği çok fazla ifade edilmeden sıklıkla kullanılıyor. ‘Çağdaş’ kelimesi aynı çağda olmayı ifade ediyorsa, bu aynılığın kimle ve ne şekilde olacağı önemlidir.
Yakın tarih nazara alındığında, bu kelimenin arka planında Batı ile aynı çağı yakalamış olmak anlamının ön plana çıkarılmak istendiği anlaşılmaktadır. Pozitivist ve maddî âlemde her problemi çözmeye çalışan Batılı anlayış ve metafizik diye adlandırılan semavî kavramlardan uzaklaşma süreci bu çağdaşlık yaklaşımının temel alt yapısını teşkil etmiş ve belkide ülkemizde modernizmin ifadesi olmuştur. Manevî değerlerden uzaklaşmanın çağdaşlık gereği olarak algılandığı bir değişim süreci ülkemizin geçen yüzyılının genel tablosunu teşkil etmiştir. Buna öncülük eden de gerçekten Batılı düşünce, yani Aristo’dan Agust Comt’a uzanan bir süreçte hakikati, arzda bulmak sevdası olmuştur. Bu süreçte semavî olana bir yabancılaşma ve dinin hayatın dışına taşınması ve hatta yeryüzünden silinmesi arayışı ön plana çıktı. Bu arayışın uzantısında sosyal değişim, çağdaşlığı dans eden, içki içen ve Batılı tarzda giyinen insan modeli hedeflendi. Bu hedefin önünde duran başörtüsü, tarikat, cemaat ve dini sembolize eden her şeye karşı bir tavır gelişti. Belki de bunların toplamına ‘çağdaş düşünce’ dendi.
Ancak bu düşünceyi savunanlar semavî gerçekliklere insanın özgür düşüncesi ve hür iradesi adına karşı çıkıp bir Yaratıcı’nın emri altına girmek istemezken ve kabirlerden medet uman yozlaşmış din anlayışının karşısında tavır sergilerken bizzat kendileri kabirlerden medet umar hale geldiler. Kabirlerin anıt haline dönüşüp her derdin orada dile getirildiği tablo, aslında aciz insanın sesini duyan bir kudret arayışından kaynaklanıyor olmalıdır. Her sıkıntıda başvurulan, dilek ve temennilerle müracaat edilen insanlar aslında Âlemlerin Rabbi’ni inkâr adına ilahlaştırma arayışının bir ürünü olmalıdır. Aslında insanda hep yanında olan ve her sıkıntısını dile getirebileceği ölümsüz bir güç arayışı her zaman var. Aslında kabir sadece ismi ve görüntüsü ile bu arayış içindeki ruhu derinden yaralıyor.
İşte Batı yavaş yavaş maddenin insanın arayışları için yeterli olmadığı ve artık metafizik diye dışlanan hakikatlerin tekrar insanın dünyasına sokulmasının gerekliliği noktasına geliyor. Yani örnek aldığımız yapıların değişimini kendini çağdaş olarak adlandıran insanların göremediklerini görüyoruz. Bu gün dünyada din yükselen bir değerdir. Bunu fark edemeyenler kabirlerden medet ummak durumunda kalır. Zaten eleştirilen de kabirlerden ve gerçek dışı unsurlardan medet ummak değil miydi?
Batının abisi konumunda olan Amerika başkanı, Türkiye’de dine ve hatta İslâma kucak açan mesajlar verdi. Bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde dile getirdi. Bu kaderin lâtif bir cilvesi olmalıdır. Aynı zamanda dünyanın gittiği yönü göstermektedir. Artık elit bir alan oluşturup, kendi aslını inkâr ederek bu alanla bütün irtibatlarını kesmek ve annesinin örtüsünü modern dünyasında görmek isteyenler bilmelidirler ki; din ve onu temsil eden işaret bundan sonra hayatın her alanında artacaktır. Amerika’da, Avrupa’da üst düzey eğitim almış ufku onlarınkinden çok daha geniş tesettürlü bayanlara tahammül etmenin ötesinde belki de emirleri altında çalışmak zorunda kalacaklardır. Bu noktada huysuzlaşmak ve huzursuzluk çıkarmak yerine aslına dönmek ve dünyanın yeni geldiği noktayı kabullenmekle çağdaşlaşmak en akıllıca yol olacaktır.
Aksi halde taassubun ta kendisi hayatlarının içine girecek marjinal ve bütün dünyanın dışladığı bir noktaya gelecektir. Şunu artık herkes iyice kafasına yerleştirmelidir: ‘Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal’
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
"Rabbim" demek ne güzel? |
|
Nefisler şaşırsa da, ümitler üzüntülere inkılâb etse de, kalpler aydınlıktan mahrum kalıp hüzne boğulsa da, akıllar divane olup sahralarda serserice at koştursa da İlâhî kanun eksiksiz bir şekilde varlığını devam ettirecektir. Harika işleyiş insanın başıbozukluğundan etkilenmemekte, yağmurlar yağmakta, nazlı kar taneleri arzı beyaz kefene bürümekte ve her şeye rağmen nazlı güneş bulutların arasından kendini varlıklara göstermektedir.
Soğuk ve dondurucu soğuklar vazifelerini bitirince yerlerini baharın nazlı rüzgârlarına bırakacak, kupkuru dallar baharla birlikte yeşil hullelerini giymeye başlayacak, çiçekler binbir türlü nimetlerden haber verecektir. Biz üzülsek de, yolumuzu bulamasak da, dünya bize dar gelse de İlâhî güzellikler bütün mükemmellikleriyle varlıklarını devam ettirecektir.
Biz kendimize mâlik olduğumuzu düşünsek de acizliğimiz son bulmayacak, fakirliğimiz hep var olmaya devam edecektir. Bizler kendimizi tanımadıkça var olmayacağız. Kalbimize iman aydınlığı yerleşmediği müddetçe, aklımız Yaratıcıya götürecek yolu bulmadığı sürece hayatın mânâsı bizden gizlenecek ve bizler kendimizin olmayacağız.
Rabbim bize ne nimetler sunmuştur... Rabbim bize ne yol göstericiler göndermiştir... Rabbim bütün âlemleri Hz. Muhammed’in (asm) nuru ile kaplamıştır. Kur’ân hakikatleri âlemlere rahmet saçmaktadır. Rabbim gerçekleri görmemiz için bize akıl ve şuur vermiş, İlâhî muhabbetten faydalanmamız için bize kalp sandukçasını hediye etmiştir. Paha biçilmez gözler, hiçbir varlıkta bulunmayan duygular bahşedilmiştir biz insanlara...
Bizleri asiler sınıfına dahil etmek isteyen şeytanlara rağmen yol gösterici kandiller yakılmıştır yollarımızda. Rabb-i Rahim, şefkatli bir çobanın koyunlarını tehlikeli yerlerden uzaklaştırdığı gibi, biz kullarını himaye etmekte, yollarımıza konulan tuzaklara düşmememiz için bizleri ikaz etmektedir.
Nefse sesleniyor ve diyoruz ki:
“Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı hâliyle ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha fazla faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur’ diye kendisi döner, sürü de döner.”
“Ey nefis, sen koyun gibi de mi tehlikeyi göremiyorsun? Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman ‘Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz’ diyemeyecek kadar gafil olmamalısın... Ey nefis, sen kendi kendini idare edemezsin, ihtiyaçlarını tedarik edemezsin. Kendi idareni aciz ve zaif beline yükleme. Mülkü sahibine teslim et. Çünkü seni senden daha iyi düşünür, daha iyi idare eder, daha güzel bir şekilde rızıklandırır...”
Nefsi ikna edebilsek, şeytanların tuzaklarından kurtulabilsek, Hâlık-ı Kerîm’e yöneleceğiz. O’nun bize gönderdiği yüce Rehber’in yolunu takip edeceğiz. Hayatın muammasını çözebilsek Kur’ân sayfaları arasında huzur arama yolculuğuna çıkacağız. Arayışımız bizi “âlemlere rahmet olarak” gönderilen Resûl’e (asm) kavuşturacaktır. Bundan sonrasında hep yolumuzu aydınlatan yıldızlarla ilerleyeceğiz.
İnsan olmak ne güzel? İnsan olarak yaratılmanın sırrını kavramak ne güzel? İçtenlikle “Rabbim” demek, Rabb-i Rahim’i tanımak, O’na ilticâ etmek, O’na yönelmek her şeyden daha güzel... Herkesten çok övülmeyi hak eden Habibullah’a (asm) ümmet olma şerefine nail olmak, ona “Peygamberim, rehberim, önderim, gözümün nuru” diyebilmek ne büyük mazhariyet! O Resûl-i Kibriya’nın (asm) yolunun yolcusu olmak, ebedî saadete vasıl olmanın yegâne yoludur. Onun nurunun olmadığı yollarda binbir türlü tehlikeler bulunmaktadır.
Evet yollar çoktur, ama insanlık için, huzur için, saadet için Allah’a giden yollar gibisi yoktur. İnsanlık âleminde çok sahte önderler ortaya çıkmış, birçok rehber insanlığı felâketlere sürüklemiş, hiçbiri insanlara insan olmanın gerçek yolunu gösterememiş. Çünkü insanı Yaratan ancak ona faydalı olanı bilir, ona huzura götüren rehberler tayin edebilir.
Rabbim bizlere, rızasına uygun yolu göstersin, bizleri Kur’ân’ın hakikatlerinden ve Hz. Muhammed’in (asm) sünnet-i seniyyesinden gereği gibi istifade edenlerden etsin...
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
“Sen olmasaydın!” - 2 |
|
Muharrem Okur: “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk’ (Eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın; Ben Kâinâtı yaratmazdım.) kudsî hadîsini açıklar mısınız?”
Dünkü yazımızda, bu hadîs-i kudsî üzerinde bir ifrât, bir de tefrit olmak üzere iki muhâlif görüşün bulunduğunu; Risâle-i Nûr’un ise her ikisini de reddederek, hadîs-i kudsî’yi mustakîm bir çizgi içinde yorumladığını ifâde etmeye çalışmıştık.
Bedîüzzaman Hazretleri bu hadîs-i kudsîye birkaç yönden istikamet çizerek ulaşır:
Evvelâ: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın beşere hediye ettiği nûr eşsiz ve benzersizdir. Onun nûru ile dünyânın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri o nûr tûfânı ile inkişâf etmiştir. O nûr ile görünmüştür ki; şu kâinâtın mevcûdâtı Allah’ın isimlerini okutan birer Samedânî mektup, birer vazîfeli memur, bekaya mazhar birer kıymettâr ve mânidâr mevcutturlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar külliyen mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, karmakarışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın duâsına “Âmin!” demektedirler. Arştan ferşe, serâdan süreyyâya kadar bütün mevcûdât onun nûruyla iftihâr edip alâkadarlık göstermektedirler. 1
Eğer o nûr olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Said Nursî Hazretleri, böyle bedî ve eşsiz bir kâinâta, böyle eşsiz bir Zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. “Yoksa kâinât da, eflâk da olmamalıdır” diyerek hadîs-i kudsîye atıfta bulunur. 2
Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi bir de Resûlullah Efendimiz’in (asm) duâsı ile îzah eder. Zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine ittibâ ve iktidâ ederek, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Oh! Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” derler. Duâsına ve niyâzına bütün mevcûdât, semâvât ve hattâ arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” derler. 3
Said Nursî Hazretlerinin, Hazret-i Muhammed’i (asm) “Şeref-i Nev’-î İnsan”, “Ferîd-i Kevn-ü Zaman”, “Fahr-i Kâinât” ve Umûm Peygamberlerin kendisine ittibâ ve iktidâ ettiği tek şahsiyet olması gibi sıfatlarla zikredişinin 4 temelinde bu hadîs-i kudsînin bulunduğunda şüphe yoktur.
Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşerî hayatı ile, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül eden mânevî şahsiyetini, tavus kuşunun yumurtası ile göklerde uçan tâvus kuşu arasında kurduğu bir nisbet ile tavzih eden Bedîüzzaman Hazretleri, Tâvus kuşu gibi güzel bir kuşun yumurtadan çıkıp tekâmül ettiğini, semâlarda uçmaya başladığını; âlemde şöhret kazandıktan sonra, birisi çıkıp da yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını ve terâkkiyâtını ararsa haksızlık yapmış olacağını; binâenaleyh, Peygamber Efendimizin (asm) tarihlerce kaydedilen hayatının da bir çekirdekten ibâret ve beşeriyet şartları içerisinde geçtiğini, uzaktan yüzeysel bir nazarla onun hayatına bakan bir adamın mânevî şahsiyetini idrâk edemeyeceğini, kıymetini takdir edemeyeceğini; fakat onun beşerî hayatına ve zâhirî hallerine ince bir kışır ve nâzik bir kabuk nazarıyla bakıldığı takdirde, o kışır içerisinden iki âlemin güneşinin ve Tûbâ ağacı gibi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, feyz-i İlâhî ile sulanmış, fazl-ı Rabbânî ile tekâmül etmiş olan hakîkî çehresinin çıktığının görüleceğini kaydeder. Bir zerrenin ışığa kaynaklık edemeyeceğini, ancak o zerrenin mânâ-yı harfî ile gökteki yıldızların ışığına mazhar olabileceğini; binâenaleyh Nebî-i Zîşân Efendimizin de (asm) Rahmân-ı Rahîm’in tecellîlerine mazhar bulunduğunu belirtir. 5
Bu durumda böyle bir umûmî Mazhar için kâinâtın yaratılmış olması hiç de mübâlâğalı görülmemelidir. Çünkü Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olmasa idi, bütün maksatlar beyhûde olacaktı. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise, bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması, ya da bulunmaması lâzım geldiği anlaşılmalıdır. 6 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başkası değildir.
Bu vesileyle; kutlu doğumuna bir kez daha ulaştığımız Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’e (asm), ümmetinin şu an alıp verdiği nefesleri sayısınca salâtü selam olsun. Âmin.
Dipnot:
1. Sözler, S. 71; 2. Sözler, S. 215; 3. Sözler, S. 70, 218; 4. Sözler, S. 71, 218; 5. Mesnevî-i Nûriye, S. 74; 6. Sözler, S. 113.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Tam inanmış olmak için |
|
Hayatı bir mücadeleden ibaret gören Darwin ve tâbileri kuvvetlilerin zayıfları yok ettiklerini söylerler.
Oysa aradan asırlar geçtiği halde zayıf varlıkların ayakta kalışları bu teorinin yanlışlığını ortaya koymaya yeter.
Doğrusu kâinatta mücadele değil yardımlaşma kanunu hükmeder. Güneş bütün canlıların, bulutlar yeryüzünün, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların yardımına koşup durur ve bu yardımlaşma sayesinde hayat devam eder.
Aynı kanunun kâinatın küçük bir şekli ve modeli olan insanlar arasında da ulgulanmasını emreder İslâm. Peygamberimizin (asm) Medine’ye gider gitmez ilk olarak yaptığı işlerden biri bu kanunu hayata geçirmesi olmuştur. Önce Mekke’den Medine’ye hicret eden Mekkeli Müslümanlarla, yani Muhacirlerle, onlara kucak açan yardımcılar anlamına gelen Ensarı kardeş yapmıştı. Bu kardeşlik tarihte ikinci bir benzerine rastlanmayacak derecede harikaydı. Kardeşler birbirlerine vâris bile olacaklardı. İki evi olan Ensar birini, arazisi olan yarısını kardeşine vermekte tereddüt etmemişti.
Mü’min kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istiyordu. İstemek zorundaydı da. Yoksa tam inanmış olamazdı. Hz. Peygamber (asm) buyurmuştu ki: “Sizlerden hiçbir kimse kendi nefsi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de istemedikçe tam inanmış olmaz.”1
Yine Allah Resûlünün talimatları ışığında mü’minler sevgide, şefkatte bir vücudun azaları gibi oluyorlardı. Çünkü Allah Resûlü (asm) buyurmuşlardı ki: “Mü’minler sevgide, şefkatte bir vücudun organları gibidirler. Biri uykusuz kaldığında bütün vücut bunu hisseder, yardımına koşar, o acıyı dindirir.”2 Yine buyurmuşlardı ki: “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir.”3
Bu durumda mü’minin mü’min kardeşi için feda edemeyeceği ne olabilir ki?
Dipnotlar:
1- Buharî, İman: 13; Neseî, İman: 33; Müslim, İman: 71.
2- Buharî, Edeb: 37; Müslim, Birr: 66.
3- Ebû Davud, Edeb: 47.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bediüzzaman mı hasta, İstanbul mu? |
|
Sultan Abdulhamid'in zâtında iyi bir insan olduğuna, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "şefkatli sultan" ve hatta "padişahlar arasında veli bir şahsiset" olduğuna bizler de kanaat getiriyoruz. Bu ciheti itibariyle ona karşı herhangi bir tenkidimiz, itirazımız söz konusu değil.
Ancak, onun takip ettiği siyaset tarzına ve hükümet icraatına karşı farklı bir tutum ve yaklaşım içindeyiz. Sultan Abdulhamid'i bu yönüyle tenkit etmekte yerden göğe haklıyız. Zira, ne onun, ne de bir başkasının hatırına istibdat siyasetini hoş göremeyiz, nazar–ı müsamaha ile bakamayız.
Haliyle, bu meselelere farklı bakanlar var, farklı düşünceleri seslendirenler var.
Öyle ki, Sultan Abdulhamid'in her yaptığını doğru, her türlü icraatını haklı gösterenlere bile rastlamak mümkün.
Biz ne bu gibi kimselerle, ne de müzmin Abdulhamid düşmanlarıyla aynı kulvarda olmayız, olamayız. Hakperestlik, eğriye eğri, doğruya doğru demeyi gerektirir.
Sultan Abdulhamid fanatiklerine şunları sormak lâzım: Beyler, siz o Padişahın mutlakiyet idaresini mi savunuyorsunuz? Onun her yaptığını doğru bulduğunuza göre, onun hürriyeti ve meşrûtiyeti lağvetmesini, Meclis'i kapatmasını, anayasayı rafa kaldırmasını ve çok partili sistemi devre dışı bırakmasını da mı doğru bulmaktasınız? Hem demokrasiyi, hem mutlakiyet rejimini aynı anda savunmak mümkün olmadığına göre, siz bunların hangisini tercih ediyorsunuz?
Buna benzer soruları çoğaltmak mümkün. Fakat, konuyu daha fazla uzatmadan, Üstad Bediüzzaman'ın 1907 yılı sonlarında İstanbul'a geliş safhasına ve geldikten sonra Sultan Abdulhamid'in istibdada dayalı mutlakiyet rejimiyle pençeleşme mâcerasına bir nebze olsun değinmek istiyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin ilk İstanbul seyahatine dair Van valisi (aynı zamanda Bitlis valisi) Tahir Paşanın 16 Kasım 1907 tarihli bir mektubu olduğunu biliyoruz. Mektubun aslı Başbakanlık Arşiv Dairesine bağlı Yıldız Evrakları bölümünde olup, 1974'ten beri çeşitli mevkutelerde neşrediliyor.
Padişaha hitaben yazılan bu mektupta, birkaç hususun yanında Molla Said Efendinin aynı zamanda "mutac–ı tedâvi" olduğundan da bahsediliyor.
Aslında, meselenin bu tarafı sadece bir "zahirî sebep" teşkil ediyor. İstanbul seyahatinin hakikî sebepleri ise, daha başka olup, bunların da mutlaka bilinmesi gerekiyor. Aksi halde, ne Bediüzzaman'ın şahsiyetini tanımak, ne de onun dâvâsını anlamak mümkün olur.
Ne yazık ki, bazı kimseler Üstad Bediüzzaman'ın İstanbul'a geliş sebebini sadece bu mektuba ve özellikle de mektuptaki "tedâviye muhtaç" gerekçesine dayandırarak, asıl bilinmesi gereken hakikatleri—farkında olmadan—ters yüz etmeye çalışıyor.
Oysa, tarihî bir vesika niteliğinde olan bu mektubun yanı sıra, daha onlarca bilgi ve belge vardır ki, Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul seyahatinin farklı daha başka sebep ve gerekçelerinin olduğunu gösteriyor.
İşte bunlardan birkaçı:
1) Merhum Abdurrahman'ın imzasını taşıyan ilk Tarihçe–i Hayat isimli eserde, Padişah'a mektup yazan aynı Tahir Paşanın Bediüzzaman'a hitaben şu sözleri sarf ettiğini görmekteyiz: "Sen, Kürdistan ulemasını ilzam ediyorsun. Fakat, İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara meydan okuyamazsın."
2) Bu sözle bağlantılı olarak, İstanbul'a gelir gelmez, meydan okurcasına bütün ulemayı münâzarâya dâvet etmesi. Şekerci Han'daki bürosunun kapısına "Burada her müşkil halledilir. Her suâle cevap verilir" tabelâsını astırması.
3) Yine İstanbul'a gelir gelmez hükümete hitaben "Mâbeyn Kâtipliği"ne dilekçe vermesi; Şark'ta Dârüttâlim ve Dârülfünûn yapılmasını istemesi.
4) Bediüzzaman, Sultan Abdulhamid'in hem "ihsân–ı şâhâne"sini reddediyor, hem de teklif edilen "sus payı" mânâsındaki maaşı. Bu restleşmelerin neticesinde, Bediüzzaman'ın Toptaşı Tımarhanesine gönderildiği, buradan çıktıktan sonra da, hürriyet ve meşrûtiyeti müdafaa, istibdadı ise tenkit etmesi sebebiyle tevkifhaneye sevk edildiği bilinen bir husustur.
5) Bediüzzaman'ın otobiyografisi gibi, Mutlâkiyet ve Meşrûtiyet yıllarına dair yazılarını ihtiva eden Münâzarât, İki Mekteb–i Musibetin Şehâdetnâmesi (DHÖ), Nutuk, Makalât ve Hutbe–i Şâmiye isimli eserleri meydandadır. Bu eserlerinin hiçbirinde, Sultan Abdulhamid dönemi siyasetini hoş gördüğünü veya bu siyasete muhalefet ettiğinden dolayı bir pişmanlık eserini duyduğunu kaydetmiyor. Aksine, o "zayıf istibdat" döneminde "hürriyetin divânelikle" yâdedildiğini, akla ve fikre husûmet edildiğini hayatının son yıllarında neşre yeniden hazırladığı eserlerinde açıkça ifade etmişlerdir. (Bkz: Adı geçen eserler.)
Bütün bu deliller gösteriyor ki, Üstad Bediüzzaman, sonraki devirlerde olduğu gibi Sultan II. Adbulhamid devrinde de mağdur edilmiş, haksız yere tımarhane ve tevkifhaneye gönderilmiş mazlûm bir şahsiyettir. Bu derece mağdur edilmiş bir mazlûm, niçin kalkıp ona işkence çektirenlerden özür dilesin ki?
Ha, sonradan yaşanan "beterin beteri durumlar"a bakılarak şunu söylemek mümkün: Meşrûtiyet ve Cumhuriyet devrinin yöneticileri, hiç şüphesiz Sultan Abdulhamid devrine rahmet okutacak zalimliklerde bulunmuşlardır. Ancak, bunlar, önceki zulmün hoş görülmesine veya ortadan kalkmasına sebep teşkil etmez.
Gelelim, nihayet asıl hastalık ve tedâviye muhtaçlık meselesine...
Aşağıda okuyacağınız ifadeler, asıl hasta olan Said Nursî değil, o dönem İstanbul siyaseti olduğunu açıkça gösteriyor.
Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul'a gelmeden evvel ve geldikten sonra gördüğü manzara hakkındaki görüş ve kanaatini şu sözlerle ifade ediyor: "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım). Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (DHÖ, s. 87)
Tarih ve yaşanan hadiseler, Said Nursî'yi haklı çıkardı. Asıl hastalığın, merkezin kalbin olduğu ve buradan da taşraya sirayet ettiği, başta ordu kademeleri olmak üzere, siyaset ve bürokrasiyi de zehirleyerek bunları iş göremez hale getirdiği ve bu milletin üzerine kıyâmeti andıran belâ ve musibetleri celp ettiği, yaşanan pek acı vak'alarla öğrenmiş bulunuyoruz.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Avrupa'da İslâmî gelişmeler |
|
“Almanya’nın Duisburg şehrinde ibadete açılan en büyük, Avrupa’nın ikinci büyük camiine yoğun ilgi gösterildiği bildirildi.
Yaklaşık 100 bin Türk’ün yaşadığı Duisburg’ta, temeli 2005 yılında atılan ve 7 milyon 500 bin avro harcanarak yapımı tamamlanan Almanya Merkez Camii, törenle ibadete açıldı.
Türk İslâm Birliği Derneği Merkez Camii Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Özay, yaptığı açıklamada, camiye sadece Müslümanların ibadet için gelmediğini, caminin her dinden, turist olarak ziyaretçileri bulunduğunu söyledi.
Caminin açılışından beri günde ortalama 2 bin kişi tarafından ziyaret edildiği ifade edi- liyor. Almanya’da ülke genelinde yaklaşık 800 cami bulunduğu, Avrupa’nın en büyük camisinin ise Hollanda’da olduğu bildirildi.”1
Almanya’da okulda namaz izni
“Berlin İdare Mahkemesi, 14 yaşındaki bir Müslüman öğrenciye ders saati dışında okulda günde bir kez namaz kılma izni verdi. “Mahkeme, okul yönetiminin, adı ve milliyeti açıklanmayan öğrencinin namaz kılma isteğine tarafsızlık ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle izin vermediğini belirtti, ancak öğrencinin dinî vecibelerini yerine getirmeye hakkı olduğuna karar verdi. Mahkemenin kararında, öğrencinin ders saatleri dışında günde en az bir kez namaz kılmasına izin verilmesi gerektiği ifade edildi. Ayrıca okul yönetiminin, istediği takdirde Yüksek İdare Mahkemesi’ne temyiz dâvâsı açmaya hakkı olduğuna işaret edildi.”2
Müftü kararı tercih ediliyor
Batı Trakya’da, “Çifte hukuk” uygulanıyor. İsteyen şer’î hukuktan, isteyen Yunan Medeni Yasası’ndan yararlanıyor. AB üyesi Yunanistan’ın çifte hukuk uygulaması talebe bağlı. Batı Trakya’daki Türk Müslüman azınlık, evlenme ve boşanmada müftü kararını tercih ediyor. Miras hukukunda erkeğe 2, kadına 1 pay düştüğü için Yunan mahkemelerine başvuruyor. Bu uygulama, 1913’te Osmanlı Devleti ile Yunanistan’ın imzaladığı Atina Antlaşması ile Lozan Antlaşması’na dayanıyor.
Başörtülü polis üniforması
Norveç hükümeti, memurelerin başörtüsü takmasına izin verecek şekilde polis üniforması kanununda değişiklik yapmaya karar verdi. Norveç’te 1987’de kurulan grubun lideri Belkilani, Müslüman ihtiyaçlarının polis gücünde karşılanmasının toplumdaki istikrarı güçlendireceğine inanıyor. Belkilani şunları söyledi: ‘Siyasîler, Müslüman topluma ayrım yapılmadığı mesajını vermek istiyor. Anayasa bütün dinler ve mezheplerden organizasyonlara aynı şekilde yaklaşıyor. Dinî organizasyonlar kiliseyle aynı imtiyazları paylaşıyor.’
4,5 milyon nüfuslu Norveç’te 150 bine yakın Müslüman yaşıyor. Müslümanların ekserisi Pakistan, Somali, Irak ve Fas asıllılardan oluşuyor. Bütün Norveç’te yaklaşık 90 Müslüman örgüt bulunuyor.
Dipnotlar:
1- 6 Kasım 2008.
2- Berlin, 13.3.2008.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Avrupa baharı |
|
Avrupa baharını yaşamayanlara yazacaklarımız elbette mübalâğa gelecek. Baharın serâpâ ağaçlarda, çiçek ve bahçelerde sümbül kesildiği Avrupa baharlarının tasviri, görmeyenlere abartılı gelse de, küçücük cennet numuneciklerinin ayaklanarak uçsuz bucaksız parklarda dolaştığını ifade etmek zorundayız.
Medenî Avrupa’nın bahçeleri yalnızca Avrupaî ağaç ve çiçekleri teşhir etmiyor. Avustralya’nın Ballarat yaylasının çiçek ve ağaçlarıyla Yohannesburg, Şili, İstanbul ve Kuzey Afrika’sını misafir etmiş.
Baharın en rengin ve zengin cümbüşünü seyretmek isteyenler, mevsim-i rebi’de Nisan yağmurlarıyla beslenen Avrupa baharını şu günlerde seyre gelebilirler.
Sakın Avrupa baharını, Almanya, Fransa ve diğer coğrafyaların baharlarıyla sınırlamayın. Bu baharda Endülüs’ün Kurtuba’sının, Medinet’üz Zehra’sının bir esintisi olduğunu unutmamak gerekiyor. Çocuk annesiz, talebe öğretmensiz anılamayacağı gibi, Avrupa da Endülüssüz anılamaz. Dünyanın ilk büyük ve harika botanik bahçesinin Kurtuba’da inşa edildiğini bilmeyenler, Avrupa baharlarının nazenin gelinler gibi süslenmeyi Medinet’üz Zehra’dan öğrendiğini de bilemezler.
Kurtuba’nın “çiçek şehri”nin de bir tahassür eseri olarak kurulduğunu, Şam-ı Şerif’in gül kokularına, sümbüllü bağlarına, zeytin, portakal, incir ve nar bahçelerine Emevî prenseslerinin duyduğu derin bir hasretin neticesinde buralara taşındığını Yeni Asya’nın dikkatli okuyucuları iyi bilirler.
Gül ve Dimeşk denilince hasret göğüs kafeslerini zorlar. Gül’de Şam-ı Şerif, Şam-ı Şerif’te Al-i Beyt rayihasını cihana yayan esas hakikatin Medinet’ün Nebi olduğunu, Kur’ân’ın “sevmekle” sorumlu kıldığı mânânın bu hakikate tutunarak Yesrib’den Kerbelâ’ya, oradan Şam-ı Şerif’e ve oradan da Mağrib’in belde-i güzîdesi Kurtuba’ya ulaştığını hatıra getirmeden Avrupa baharını anlatmak ve sevmek ne kadar doğru olabilir ki…
Belki de yirmi sekizinci baharını yaşıyorum Avrupa’nın. Fakat bu bahar kadar çiçekli, lâtif gündüz yağmurlarından ve muğber semalardan âzâde bir başka baharı bir daha yaşamanın zor olduğunu hissediyorum. Geniş ve düzenli yollarda arabalarıyla seyreden yolcuların, ormanların da bahçelerce süslendiğini temâşaları, bu baharın geçmiş baharlardan farklı olduğunu ihsas ediyor bize.
Avrupa baharını süsleyen önemli unsurlardan birinin de Birinci Avrupa’nın baharla birlikte uyanışı olduğunu düşünüyoruz. Üzerindeki taassup ve ecnebilik toprağını silkeleyen bir Avrupa’nın Kur’ân’a kulak kesildiğini belki duymamışsınızdır. İkinci Avrupa’nın yedi-sekiz seneden bu yana başlattığı taarruzların şiddeti de cemrelerle hafifledi. Cemrelerin peşpeşe gönüllere düşüşü ile asıl bahara ulaşıldı. Bu güzel baharın tatlı müjdelerini İnşaallah bir başka zamana bırakacağız. Yalnızca Risâle-i Nur Talebelerinin bu baharı fırsat bilerek dünyanın dört bir yanından Ahlen şehrine teşrifleri, Avrupa baharının neşesini azıcık ortaya koyar. Avustralya ile birlikte Avusturya, Türkiye ve Avrupa’nın dört bir yanı Avrupa baharını Ahlen şehrinde bir başka karede yaşadı. Risâle-i Nur’un Avrupa’ya müjdeleri, Avrupa’yı mesihî nefesleriyle diriltmesi ve diğer ehl-i imanı şevk içerisinde intibaha dâveti, Müslümanların bu güzel kıt'anın binlerce merkezinde, bu baharda bir araya gelmelerine vesile oldu.
Bu arada Güzeller Güzelinin velâdetinin hep Nisan’da güllerle yâd edilmesine olan sevincimizi de belirtelim. Binlerce salâda milyonlarca insan ellerinde Muhammedî güller ile ona selâm ve salât getiriyorlar. Dönüşte yolumuz Bulgaristan Razgrad şehrine uğramıştı. Burada İslâmî yaşantıya henüz ulaşamayan Müslüman kadınların ellerindeki gülleri görünce Türkçe konuştuk. O tatlı Balkan şiveleriyle, bilhassa yaşlı kadınlar; “Muhammed Aleyhisselâmın doğum gününü kutlamaktan geliyiz” derlerken, velâdetin birinci Avrupa ile birlikte bütün kıt'ayı dolaşmakta olduğunu müşahede ettik.
Birinci Avrupa’nın bu baharda İslâmiyete olan şükranını bu baharda biraz daha arttırdığını da aktarmış olalım. Tevhidi, dindarlığı, aileyi ve güzel ahlâkı yeniden keşfetmede Kur’ân’a olan minnettarlıklarını itiraftan kaçınmıyorlar. Müslümanların bu kıt'adaki dindarlıkları, Hıristiyanlardaki din duygusunu harekete geçirmiş. Bu ise, insanî değerlerin tahribine karşı ciddî tedbirlerin alınmasını netice veriyor.
Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, Avrupa baharlarını anlatmak da, tasvir etmek de gayet zor. Ancak yaşanarak anlaşılacak bu baharlarda dünyamızın ikliminin güzele doğru değiştiğine inanıyoruz. Avrupa bahçelerini süsleyen ağaç ve çiçeklerin Asya’da daha kısa zamanlarda boy vereceğinden şüphemiz yok. Zira bu bahar “hakikî medeniyetin” kapımızı çalmakta olduğunu da gösterdi.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kitaplardan silindi, anlayışlardan da silinsin |
|
Okul ders kitaplarında yıllardan beri devam edegelen bir yanlış, bir hata, kısmen de olsa düzeltildi. Ders kitaplarımızdaki ‘hata’ları saymakla bitiremeyiz. Tabiî ki bu hatalar ‘teknik’ hata olmadığı için, bazılarınca hata olarak görülmüyor. Elbette ders kitaplarımız 2 artı 2’yi 5 olarak göstermiyor, ama belki daha da büyük bir hata yapıp ihtilâlcileri ‘masum’ olarak gösterebiliyor.
Nitekim ihtilâlcileri masum ve Türkiye’nin menfaati için çalışan kişiler olarak gösteren bir yaklaşım, gelen ikaz ve tepkiler üzerine düzeltildi. Bu doğru ve gerekli bir adım, ancak yeterli olduğunu söylemek kolay değil.
Ders kitaplarının çağın gereklerine uygun şekilde hazırlanması büyük bir ihtiyaçtır. Son yıllarda bu konuda önemli adımlar atıldığı da bir vak’a. Ancak bir noktaya gelindiğinde bütün ibreler tersine dönüyor. Ders kitaplarının yakın tarih konusundaki yaklaşımını doğru bulmak mümkün değil. Hep şikâyet edilen ‘resmî tarih anlayışı’nı, ders kitaplarında bir bütün olarak görmek mümkün. Bu kitaplarda bütün iyiliklerin bir kişiye, bütün kötülüklerin de geçmiş yöneticilere havale edildiği malûm. Bu bakış açısı o kadar yaygın ki, sadece ders kitaplarını okuyarak yakın tarihi değerlendiren bir öğrencinin hakikati yakalaması neredeyse imkânsız hale gelir.
Bu noktadan hareketle yarışma programına katılan bir öğrenci belki ‘puan’ alabilir, ama gerçeklerin bilindiği mekânlarda bu görüşlerin taraftar bulması mümkün değildir. Öğrencilik yıllarımızda bu yanlışlara bizzat şahit olduğumuz için bu konuların üzerinde ısrarla durmak gerektiği kanaatindeyiz. Lise yıllarımızda neredeyse her tarih dersinde öğretmenlerimize itiraz etmek durumunda kalırdık. Belki öğretmenlerimiz bu tavırlarımızdan memnun kalmazlardı, ama yüzde yüz hataların ‘doğru’ diye öğrencilere dikte edilmesine nasıl itiraz edilmez?
Öğrencilik yıllarımızda dikkatimizi çeken ve halen devam eden bir yanlış da, okul ders kitaplarının İslâm dinine olan yaklaşımıydı. ‘Din dersi’ kitaplarında bile çoğu zaman İslâm dinine yeteri kadar yer ayrılmadığının şahidiyiz. Tarih kitaplarında öğretilen ya da öğretilmesi gereken ‘dinler tarihi’ bilgileri, tekraren ‘din dersi’ kitaplarında yer alırdı ve çoğu zaman almaya da devam ediyor.
Aslında bu yaklaşım 12 Eylül 1980 ihtilâlinin ürünüdür. Bazıları; 12 Eylül ihtilâl anayasasında “mecburî din dersi”nin yer almasını ihtilâlcileri ‘iyi’ görmek için sebep sayarken, gerçekte bu yaklaşımın gençleri İslâmın güzelliklerinden soğuttuğunun farkında değildi. Zorla güzellik olmayacağına göre din dersinin ‘zorla’ dikte ettirilmesi fayda verir mi? Keşke din dersi ‘isteğe bağlı’ olsa ve fakat gerçek; hadisler ve Kur’ân’ın anlattığı ‘doğru İslâm’ öğrencilere öğretilebilse... Bu yolun daha faydalı olacağını bilen ‘mahfil’ler, güya mecburî din dersi koyarak bir yandan insanları kandırmayı, bir yandan da gençleri dinden küstürmeyi tercih ediyorlar.
Madem küçük ama güzel bir adım atılarak ders kitaplarındaki ‘ihtilâlcilere övgü’ ayıklandı, o halde bu adımların devamı da atılmalı. Din dersi başta olmak üzere bütün ders kitaplarındaki ‘manevî hata’lar ayıklanmalı. Bu ayıklanma bugün yapılmazsa ne zaman yapılacak?
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara, AB’yi bırakmış, ABD’nin peşinde |
|
Seçim sonrası Obama’nın gelişi, “Ergenekon soruşturması”nın yeni dalgalarının Türkan Saylan spekülasyonuna ve televizyonlarda günlük hastalık raporuna indirgenmesi, DTP’nin “Türkiye Meclisi” operasyonu, siyasetin seçim muhasebesi ve kabine değişikleri ortasında iktidar partisinde başlayan suçlamalar, Türkiye’nin yeni anayasa ve demokratikleşme ihtiyacını bir defa daha gündemin gerisine itmekte.
Hatta Rojin’in “baskı”dan yakınarak TRT Şeş’ten ayrılmasından, trilyonlarca lira harcayarak Eurovizyon yarışması için seçtiği, Avrupalıların bile açık saçık giyimine şaşırdığı Hâdise’den şikâyetine kadar birçok magazinel günübirlik garnitür gündem de bu “gündem kararatması”nı koyulaştırmakta.
Türkiye’nin klasiği haline gelen ve demokrasilerde pek rastlanmayan Genelkurmay Başkanı’nın ilk kez içinde “irtica” olmayan ve “mütedeyyinliğe” vurgu yapılıp dindar vatandaşlarını dinlerinin gereğini yaşamalarına saygıyı esas alan açıklamaları da Türkiye’nin demokratikleşme gündemine dönmesini engellemede kulanılmakta. Sun’î gündemler, yalnız demokratikleşmeyi değil, daha önce de revize edilen yüzde 4’lük büyümenin de yanlış çıkması üzerine yüzde 3.6 küçülmeyi, carî açık ve enflasyon rakamlarını yeniden değiştiren, işsizliği resmî rakamlarla yüzde 13.5 olarak yükselten ekonomik kriz kıskacı ve IMF ile varılan anlaşmanın sürekli ötelenmesinin ardındaki amacı da örtbas etmekte…
ANKARA “ABD’NİN TALEPLERİ”NE
ODAKLANMIŞ…
Ankara, Sarkozy gibi “AB içindeki AB ve Türkiye karşıtları”nın kışkırtmasıyla AB’yi bırakmış, “ABD’nin talepleri”ne odaklanmış. AB’nin “ilerleme raporları”nda ilettiği, Türkiye’nin “AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin ulusal program”da ve “Katılım ortaklığı belgesi”nde deklâre edip söz verdiği demokratileşmeyle değil, okyanuslar ötesinden gelen emr-i vakilerle meşgul…
Obama’nın ardından Amerikan Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael G. Mullen başta Irak ve Afganistan olmak üzere, Obama’nın önerdiği “savunma işbirliği” dosyalarıyla geliyor.
Öncelikle Irak’taki 130 bin Amerikan işgal askeri ile ağır silâh ve mühimmatının Türkiye üzerinden tahliyesi, Türkiye’nin Irak’ın bölünüp parçalanmasıyla ülkeden koparılan Kuzey Irak’ta oluşturulan ve Amerikan işgal güçlerinin üsleneceği “yerel devlet”i korumasyı üstlenmesi ile Afganistan’a muharip ek askerî birlik gönderilmesi talebini detaylandıracak.
Peşinden de Bush’un Savunma Bakanı olan Obama’nın atadığı Neocon Savunma Bakanı Robert Gates, her iki ülkede işgal ve sömürüyle çıkmaza dönüşen ve hâlâ hergün onlarca sivilin katledildiği Irak’taki Amerikan çıkmazını aşmak ve giderek kötüleşen güvenlik durumuna çözüm bulmak için Ankara’ya gelecek…
Belli ki Genelkurmay eski Başkanı Büyükanıt’ın dikkat çektiği gibi ABD, Türkiye’yi NATO’nun “asker deposu” gibi görüyor. Ve ne yazık ki buna mukabil Ankara, Rasmussen benzeri krizlerle ancak hatırladığı AB sürecini âdeta unutmuş; Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un zeminini hazırladığı ve Obama’nın Ankara’da “telkin” ettiklerinin dışına bir türlü çıkamıyor.
DARBE AKTÖRLERİ
SORGULANMIYOR…
Bu yüzden gündemde, demokratikleşme değil, ABD’nin talepleri yer alıyor. Başta sivil “yeni anayasa”, inanç ve düşünceyi ifâde özgürlüğü olmak üzere temel hak ve hürriyetler, her fırsatta dile getirilen yargı reformu, her defasında tıkanan ve halktan kopan siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim yasasının AB standardlarna ulaştırılması yine gündem dışı…
Oysa Türkiye’nin önünde ciddî bir demokratikleşme sorunu var. Zira Türkiye hâlâ “darbe anayasası”yla yönetiliyor; son beş-altı yılın “darbe teşebbüsleri”ni sorguluyor; ancak toplumun üzerinden bir silindir gibi geçip toptan sindiren, depolitize eden, hak ve hürriyetleri tahrip edip altıyüzbin kişiye işkencede bulunan ve olgunlaşması için aktörlerinin itirafıyla beşbin insanın ölümünü bekleyen 12 Eylül’ü hâlâ hesaba çekmiş değil.
Millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i, siyasî partileri kapatan, meşrû hükûmeti deviren darbe anayasasında darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan “geçici maddeler” 29 yıldır yürürlükte. Ne 12 Eylül ihtilâlinin, ne 28 Şubat “postmodern darbe”sini dayatan darbeciler sorgulanmıyor, yargılanmıyor; ortalıkta dolaşıyorlar…
Ve verilen onca söze rağmen olayların hayhuyuna kapılan siyasî iktidar, bir türlü Türkiye’nin gerçek gündemine yönelmiyor. Bir başka bahara bırakılan “sivil anayasa”, üç- dört maddelik “mini paket”le, “makyaj değişiklikle geçiştiriliyor…
Ankara’nın ve siyasetin problemi bu…
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Kriz, Çin'e demokrasiyi getirecek mi? |
|
Çin son on yılın efsanesiydi. Amerika ve Japonya’nın ardından dünyanın üçüncü en büyük ekonomisi olmuştu. Ucuz Çin malları bütün dünyayı hızla işgal ediyordu. Oyuncak ve elektronik eşya ile başlayan, oradan hemen hemen tekstil dahil bütün tüketim mallarına uzanan ürün zinciri ile dünya üretim piyasalarına hakim olmuştu Çin. Uluslar arası şirketler fabrikalarını işgücünün son derece ucuz, hammaddenin teşvikli, elektrik ve diğer girdilerin indirimli olduğu bu ülkeye taşımaya başlamışlardı. Hızla büyüyen ekonomiden elde edilen gelir de yine Amerikan hisse senetlerine yatırılmaya başlandı. Halen bilinen 2 trilyon dolarlık Amerikan hissesi Çinlilerin elinde. Çin aynı zamanda dünyanın en büyük hammadde müşterisiydi. Avustralya’dan Afrika’ya kadar her yerden hammadde topluyordu.
Çin hükümeti ise 1 milyar 276 milyon nüfusunu beslemenin, isyan etmeksizin kontrolü altında tutabilmenin yolunun ihracattan geçtiğini, ucuz mal üretmekten geçtiğini biliyordu. Aslında üreten Çin değildi; Amerikan şirketleri başta olmak üzere uluslar arası şirketlerdi. Ama sonuçta ucuz da olsa iş imkânı sağlanıyordu milyonlarca insana. Özellikle geçim kaynaklarının kıt olduğu kırsal bölgelerdeki nüfus, sanayinin hızla büyüdüğü şehirlere akın ediyor, oralarda 50-100 dolar aylık maaşla günde 12 saat, ayda 29 gün çalışıyor, evine ekmek parası gönderiyordu. Bu şekilde şehirlere gelen milyonlarca göçmen işçi, fabrikada yatıyor, orada yiyip içiyor, sigortasız, sağlık güvencesiz ve emeklilik imkânı olmaksızın adeta karın tokluğuna çalışıyordu. İhracat malları üretiminde çalışanların sayısı 50 milyonu buluyordu.
2004 yılının Nisan ayında Çin’de gördüğüm manzara yüreğimi burkmuştu. Hong Kong’tan başlayan ve Guangzhou ve Shenzhen’e uzanan yolculuk boyunca fabrikaların yatakhane balkonlarına asılı binlerce çamaşır, izbe binalar, mutsuz insan görüntüleri hızla yükselen bu dünya devinin içyüzünü ortaya koyuyordu. Dünyaya gösterilen hızla gelişen ve modernleşen ülke görüntüsünün ardında, sefalet, emeğe saygısızlık, hâlâ insanlara söz hakkı tanımayan şiddetli bir istibdat ve sansür yatıyordu. Yerli halk bir şehirden diğerine izinle gidebiliyor, internette ağır sansür uygulanıyor ve televizyonlarda ancak izin verilen kanallar izlenebiliyordu.
Fiyatlar inanılmaz derecede düşüktü. Bu düşük fiyatların en önemli sebebi de ucuz işçilik, ucuz hammadde ve teşviklerdi.
İnsan hakları savunucusu gelişmiş ülkeler, sömürdükleri bu ülke insanlarının içler acısı durumunu görmezden geliyorlardı. Uluslar arası kuruluşlar bile Çin’de kırsaldan gelip fabrikalarda köle gibi çalıştırılan bu işçilerin durumuyla ilgilenmiyordu.
İşte küresel kriz bu noktada geldi. Çin mallarına talep dünyada hızla azalmaya başladı. Çin’in ihracatı yavaşladı. Yalnızca geçen Ocak ayında ihracatları yüzde 17,5 azaldı. Bir anda 20 milyon göçmen işçi işsiz, aşsız kaldı. Onların Çin’in iç kesimlerindeki evlerine gönderdikleri ekmek parası kesildi. Çin’de durum hızla kötüleşmeye başladı. Tabiî Çinliler kendi hayatlarını kötüleştiren küresel krizin mimarı olan Amerika’da halen 2 trilyon dolarlarının neden durduğunu, geri çekilmediğini sormaya başladılar.
Geçen ay Çin Başbakanı ihracattaki düşmeyi iç talebi arttırarak ve büyümeyi devam ettirerek telâfi edeceklerini açıkladı. Bu yıl yüzde 8 büyüme planlıyorlardı. Hükümet hemen 580 milyar dolar tutarında bir teşvik paketi açıkladı. Genel sağlık sigortası, yeni demiryolları, ucuz ev yatırımları da bu paket içinde sokaktaki Çinliye verilmesi planlanan yeni hizmetler. Bunların işe yarayıp yaramayacağını zaman gösterecek.
Bu kriz Çin’deki totaliter rejimin sonunu getirecek gibi görünüyor. Dünya nüfusunun beşte birinin yaşadığı bir ülkeyi, hele karınlarını doyuramıyorsanız, yalnızca demir yumrukla yönetmeye devam edemezsiniz. Kimbilir belki de bu şerrin ardından böyle bir hayır doğacak. Bu hayırdan da en çok baskı gören yüzmilyonu aşkın Çinli Müslüman fayda görecek İnşallah.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Krizden çıkışta Peygamber yolu |
|
Önceki hafta başında haber verdiğimiz ve bir haftadır anonslarımızda duyurduğumuz Kutlu Doğum hediyemizi yarın gazeteyle birlikte okurlarımıza takdim edeceğiz İnşaallah.
“Krizden çıkışta Peygamber yolu” adlı Kutlu Doğum ekimizde, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyesinden, ekonomik hayatımıza ışık tutan prensipler özetleniyor.
İnsanlığın huzur ve kurtuluşunun, yardımlaşma, zekât, israf etmemek, faiz yasağı, iktisat, tevekkül, şükür, kanaat gibi başlıklarla anlatılan söz konusu prensiplerde bulunduğu vurgulanırken, Asr-ı Saadetten konuya ışık tutan örnek hadiseler de anlatılıyor.
23 Mart’ta Üstad Bediüzzaman’ın konuyla ilgili tesbitlerini aktardığımız “İlâhî ikaz: kriz” ekimizi tamamlayıp taçlandıran bir çalışma olarak niteleyebileceğimiz “Krizden çıkışta Peygamber yolu” ilâvemiz Şaban Döğen tarafından hazırlandı. Kendisine teşekkür ediyoruz.
Gerçi yarın elinize alınca göreceksiniz, ama şimdiden yine belirtelim:
Kutlu Doğum ekimiz de 23 Mart ilâvesi gibi tabloid boyda hazırlandı. Sayfa sayısı 16.
***
Darbe övgüsü ders kitabından çıktı
Geçen yıl Eylül ayına damgasını vuran manşetle- rimizi hatırlayacaksınız:
8 Eylül: Ders kitabında darbe skandalı.
Bu manşetle, ortaöğretim 8. sınıflarda okutulan İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabındaki darbe övgülerine dikkat çektik.
11 Eylül: Darbe övgüsünü kitaptan çıkarın.
Bu manşetle, gündeme getirdiğimiz konuyu takibe devam ederek, Millî Eğitim eski Bakanlarından Nahit Menteşe’nin ağzından, darbe övgüsü yapılan bölümün kitaptan çıkarılması çağrısında bulunduk.
17 Eylül: Bir yıl beklemeyin, derhal düzeltin.
İlk iki manşetimizden birkaç gün sonra Millî Eğitim Bakanı, Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve Ders Kitapları İnceleme Komisyonu Başkanı, kitapta darbeler için kullanılan ifadelerin yanlış olduğunu ve gözden kaçtığını, düzeltilmesi gerektiğini ifade eden açıklamalar yaptılar. Ama söz konusu kitapların artık dağıtıldığını, dolayısıyla düzeltilmesinin ancak bir dahaki sene mümkün olabileceğini söylediler. Biz de bu düzelmenin derhal yapılmasını istedik.
18 Eylül: Dehşet verici
Ertesi günkü bu manşetimizde de ders kitabında darbe övgüsü yapılmasıyla ilgili olarak görüştüğümüz bazı aydınların tepkisini bu başlıkla yansıttık.
Ve 21 Eylül: ...Ve hatadan dönüldü
Talim Terbiye Kurulu Başkanı, darbe övgüsü yapılan bölümlerin yürürlükten kaldırıldığını ve o ünitenin okutulacağı tarihe kadar yeni bir metin yazılıp gönderileceğini okullara bildirdiklerini açıkladı.
Geçtiğimiz Cumartesi günü, 18 Nisan tarihli Yeni Asya’da çıkan haberde ise, o zaman taahhüt edilen yeni metnin yazılarak okullara ulaştırıldığı bilgisi yer alıyordu.
Yeni metinde konu şöyle anlatılıyor:
“1950 yılında genel seçimleri kazanan DP iktidara geldi. Böylece çok partili siyasî ortamda Mecliste farklı görüş ve düşünceler temsil edilme imkânı buldu. Yeni siyasî partilerin kurulması ve yapılan seçimlerle başlayan demokratik süreç gelişerek devam etti. Ancak bu demokratik süreç 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde yapılan askerî müdahalelerle zaman zaman kesintiye uğradı. Demokrasiye zarar veren bu müdahalelerin etkileri anayasa değişiklikleri ve anayasal düzenlemeler, yeni siyasî partilerin kurulması ve özgürlüklerin genişletilmesiyle aşıldı.”
Yeni Asya ile birlikte, konuyu örnek bir duyarlılıkla takip eden Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi’nin dediği gibi, yeterli olmasa da olumlu bir değişiklik bu.
En azından, darbe övgüsünün yerine, darbelerin zarar ve sakıncalarından az da olsa söz eden ifadelerin konulmuş olması, herşeye rağmen müsbet bir gelişme...
Okullarda resmî ideoloji talimlerinin tamamen kalktığı günleri de görmek dileğiyle.
20.04.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|