|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bağımsız kurul işbaşına |
|
Ergenekon sanığı emekli orgenerallerin evvelâ GATA’ya sevk, ardından tahliye edilmelerinin zihinlerde meydana getirdiği soru işaretlerinin, Eruygur’un eşiyle GATA’daki bir klinik şefi arasında geçtiği belirtilen konuşmaya ilişkin ses kayıtları sonrasında daha da güçlenmesi üzerine, Demokrat Hukukçular Derneği İkinci Başkanı ve insan hakları savunucusu Avukat Kadir Akbaş, söz konusu paşaların bağımsız bir kurul tarafından muayene edilmesini teklif etmişti.
Akbaş’ın Hasan Hüseyin Kemal’e verdiği mülâkatın 18 Şubat tarihli Yeni Asya’da bu mesajı ifade eden bir manşetle yayınlandığı gün Adalet ve Sağlık Bakanlıklarının GATA’ya sevklerle ilgili olarak soruşturma başlattıkları açıklandı.
İki gün sonra, 20 Şubat’ta Genelkurmay’ın haftalık basını bilgilendirme toplantısında konu gündeme geldiğinde, İletişim Daire Başkanı Tuğg. Metin Gürak, GATA’ya sevkle ilgili iddiaların “iyiniyetten uzak kişi ve kurumlara ait” olduğunu öne sürdü ve bu “kampanyalar”ı “etik ve insanî olmayan davranışlar” olarak niteledi.
Bu suçlamaya cevabımızı önce 22 Şubat akşamı FKM’de yapılan 40. yıl toplantısında verdik.
Prensip olarak, en temel insan haklarından biri olan sağlık hakkının, sanık da olsa, suçlu da olsa, herkes için geçerli olduğunu ve hiçbir şekilde ihlâl edilmemesi gerektiğini vurguladık.
Ancak GATA’ya sevklerde, cevabı verilmemiş soru işaretleri bulunduğunu ve bunların aydınlatılması için Av. Akbaş’ın teklifinin dikkate alınıp hayata geçirilmesi icab ettiğini söyledik.
Ayrıca, daha önceki açıklamalarında “hukuka saygı” mesajları veren Genelkurmay’ın, bu konuda farklı bir tavır sergilediğini, soruların cevaplandırılmasını isteyenleri “kötü niyetli olmak”la suçladığını belirterek, hukuka saygının niyet okuyuculuğu ile nasıl bağdaştığını sorduk.
Ve “kötü niyet”le suçlananlar arasında Yeni Asya’nın da olup olmadığını bilmediğimiz kaydını düştükten sonra, o ihtimale karşı tepkimizi “Yeni Asya’yı kötü niyetle suçlamak, kimsenin hakkı ve haddi değildir” sözüyle dile getirdik.
O toplantıda bizden sonra konuşan DP Genel Başkanı Süleyman Soylu ise, “Ben daha ağırını söyleyeceğim: Halt etmişler” ifadesini kullandı.
Önceki gün internete düşen ses kayıtları doğru ise, Hurşit Tolon’un, o manşetimize tepkisini son derece seviyesiz ve kaba bir üslûpla dile getirmesi, özetlediğimiz bu zincirin son halkası.
Video paylaşım sitelerinden iktibasla birçok radyo ve TV’lerin haber bültenlerinde ve bazı gazetelerde yayınlanan kayıtlar, hem son derece düzeysiz bir üslûbu, hem de onunla mütenasip bir şahsiyet ve karakteri gözler önüne sermekte.
Biz bu ifadelere aynı üslûpla cevap verme imkânına sahip değiliz. Çünkü aldığımız terbiye ve ahlâk dersi böyle birşeye kesinlikle müsait değil.
Onun için, Tolon’un avukatının, müvekkiline izafe edilen ifadeleri reddeden ve kayıtları “dijital sahtekârlık” olarak niteleyen açıklamasının doğru olduğuna inanmak isteriz. Öyle umarız.
Basına, gazetecilere hakaretler yağdıran; vaktiyle hoşuna gitmeyen bütün yayınları mahkemeye verdiğini itiraf eden; savcılar, emniyet müdürleri, valiler başta olmak üzere kamu görevlilerine “Sen kimsin ulan”la başlayıp, “Ayaklarını keserim”le devam eden tehditler savuran; ikide bir “sıkar yaa” lâfını tekrarlayan; vakti zamanında DGM savcılarını makamına çağırıp ikaz ettiğini söyleyen, şimdiki Genelkurmay komuta kademesini mıymıylıkla, pısırıklıkla suçlayan, “Ordunun başına molla geldi, böyle oldu” diyen bir üslûp, yakın zamana kadar ordunun en üst kademelerinde görev yapmış bir kişiden sâdır olmuş olabilir mi?
Yapılan, “dijital sahtekârlık”sa, gereği yapılsın. Ama değilse, o sözlerin ona ait olduğu ispatlanırsa, Tolon da suçlayıp hakaret ettiği herkese hukuk zemininde hesap vermeye hazır olsun.
Bağımsız bir kurula burada da ihtiyaç var...
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Âfâkî konular ve savrulmalara dikkat |
|
Âhirzamanın dehşetinin girdabındayız. Hakikatlerin ters yüz edildiği, gerçeklerin fasid ellerde boşluğa savrulduğu, hakikatlerin değil sahte yönlendirilmelerin revaç bulduğu, anlaşılması zor anları yaşıyoruz.
Toplum mühendislerinin çizdiği, maksatlı, kırılgan ve günübirlik plân ve dehşetli oyunların, hileli tuzakların merkezinde, maalesef, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de inananlar var. Dünyadaki elli yedi İslâm ülkesi üzerinde oynanan dessas oyunlar... Akıl tutulmasını netice veren manipülasyonlar... Kitleleri “taraftarlık” illetine saplandırma çaba ve gayretinin hepsinin bir tek amacı var: Safi zihinleri idlâl, akılları ifsat, vicdanları bozmak!
“Propaganda” fesat maşası, “reklâm” ifsat âleti olmuş... “Tebliğ” gibi İlâhî bir aracı Müslüman kitlenin elinden kendi çekim sahasına aldı ve bunu da devam ettirmek istiyor.
Bu fesat ve fitne cazibesinin kapsama alanı ve odak noktası, hep “Müslüman kitle” oldu. Masumların pak, sade, saf zihinlerini bozabilecek bütün teknolojik imkânlar ve ayak oyunları, bu sahaya seferber edildi ve kullanıldı, kullanılmaya devam ediliyor. Modernite adı altında Müslüman kitlenin giyiminden yiyeceğine kadar günlük hayattaki her şeyine müdahale eden bu defolu ve sapkın zihniyet, maalesef zaman ve zeminin tesiriyle kendine yakın “konu mankenlerini” de bulmada pek zorlanmadı. Bu durumda kudsî değerlerin ölçüsü mihverinden kaydırılmaya çalışılıyor. Dâvâ adamlığı yerine “piyasa mankeni” olma vetiresi devam ettiriliyor. Fesad harekâtının mimarları tarafından “şekilde kalan bir Müslüman ve dâvâ adamı” profili piyasaya sürülmeye çalışılıyor.
“Ergenekon Dosyası”yla çok net olarak ortaya çıkan, uzaktan kumandalı “kitleleri harekete geçirme, tahrip, isyan çıkarma” plânını ibretle takip ediyoruz. Bu gibi oyunları her zaman ilk önce seslendiren, ortaya çıkaran ve zamanında bozan bir “Yeni Asya” patenti ve istikamet meş’âlesinin altında olan kitleyiz biz!
Geçmişte olduğu gibi şimdi de bu kitle içerisinde masum ve temiz insanları, bilhassa “siyaset” konusunda sarsmaya çalışan sinsî bir plân icraya konulmaya çalışılıyor. Bu konuda da ellerinden geleni hiçbir zaman arkaya koymadılar ve koymuyorlar, koymayacaklar da! Bu sinsî plânın sinir uçlarını her zaman iyi yakalayan Yeni Asya gibi bir dünya patenti var elimizde Elhamdülillâh! Bu plânın en tesirli sahası da “siyaset alanı” olduğu için oradan sızma harekâtı yapılmaya çalışılıyor. Eğer bu karanlık zihniyete karşı durmak ve savrulmamak istiyorsak, Külliyatın tamamındaki “siyasî ve ictimâî konuları” fert ve camia olarak yeniden ele alıp sadece ve sadece mukaddes İslâm dâvâsının anlaşılması adına ciddî şekilde okumamız lâzım. Yoksa bu fesat mangaları, bize başka şeyler “okuturlar!” Bu sahada bizde bir kafa karışıklığı olmaması, şahsî temayülleri öne çıkarmamak, ilkeli yaşamayı devam ettirmek ve de topluma paratonerlik ve rehberlik yapabilmek için her zamankinden daha fazla bu iş bize düşüyor.
Son bir ayda siyasî havanın da ısınmasıyla bazı yerlerde kasden dillendirilen ve bütün yurt sathına da bile bile yayılmaya çalışılan “Oyları bölmeyelim, halkçı ve ırkçıların ekmeğine yağ sürmeyelim, oyumuz boşa gitmesin” şeklindeki masumiyet perdesinin altında umumî meşveret kararı olarak arkasında durmamız lâzım gelen “Demokrat misyon tercihimizi” sulandırmaya çalışan bir oyun var. Bu oyun yıllardan beri kasten devam ettirilen ve Türkiye’yi “iki kutuplu” fasit bir daireye hapsetmeye çalışan plânın parçası. Çok masum ve makul de bir görüntüsü var tabiî. Ama bir Nur Talebesi basiretli ve ferasetlidir. Her konuştuğu ve ortaya koyduğu fikri, Risâle-i Nur’un prensiplerinden, Üstadının tatbikatından ve bağlı olduğu meşveret kararından çıkarır, uygulamaya çalışır. Bu istekler bu düsturlara uygunsa ne âlâ. Aksi takdirde, olay ve şahısların zorlaması ve yönlendirmesiyle meydana getirilmeye çalışılan sun’î ve zorlama tevillerle ve de şahsî, hissî yorumlarla bir çıkış ve fetva aranması masumiyetle karşılanmayacak kadar dehşet verici olur.
Risâle-i Nur Talebeliğinin vazgeçilmez şart ve rükünlerinden olan “sadakat, metanet, istikamet, her türlü hadise karşısında sarsılmamak” düsturlarında sehven de olsa vereceğimiz en ufak bir taviz ve küçük bir hata bile, bize tahmin edemeyeceğimiz savrulmalar yaşatabilir. Bundan dâvâmız namına titrememiz ve ürpermemiz gerekir.
Şimdiye kadar hiç kimsenin tesirinde kalmayan ve hiçbir dünyevî hadiseye âlet olmayan kudsî dâvâmızın paklık, saflık ve semâvîliğini dünyevî cam parçası hükmünde olan işlere âlet etme lüksümüz ve umursamazlığımız katiyen olamaz, olmamalı.
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın” ikazının ne kadar önemli, yerinde ve hâlâ geçerliliğini koruduğunu ve dünya durdukça koruyacağını hiçbir zaman akıldan uzak tutmamalıyız.
Siyaset ve politikayı “araç” değil de, “inanç” olarak algılayanların–bilmeyerek de olsa—dümen suyuna girmek ne ülkeye, ne de dâvâmıza şimdiye kadar zarardan başka bir şey getirmedi, getirmez.
“Çoğunluk psikolojisi”, maalesef insanımızı oldukça etkiliyor. Malûm medyanın kasıtlı yönlendirmesi, ölçüsü olmayan Müslümanların kitle psikolojisi yönünde belli bir siyasî akıma meyletmeleri, tamamen bizim arzu ve isteğimiz dışında tercih ettiğimiz misyonda meydana gelen tahrip edici ve kabullenilmesi zor hareket ve kırılmalar, maalesef bazen bizleri de siyasî noktada tereddütlere atabiliyor.
“Risâle okumalarımız” da azalınca, “sokak, medya, kitle” üçgeninde bize “üflenenlerin” tesirinde kalabiliyoruz. Bunun neticesinde de bazılarımızın ciddî bir şekilde kafası karışabiliyor. İşte bu nokta, durup düşünmenin ve çözüm aramanın özüdür. Çünkü bizim elimizde bulunan ölçüler günlere, zamanlara, şahıslara, olaylara karşı değişkenlik arz eden düstur ve prensipler değil. Aksine, Elhamdülillâh her zaman ve zeminde geçer akçedirler.
Biz kırk yıldan beri Yeni Asya gazetesi ve cemaati olarak “başarıya” endeksli bir hizmet üzerine hareket etmedik. Bu düsturu da Kur’ân’dan hüküm çıkaran Üstadımızdan aldık. Onun içindir ki, “başarıya ve netice almaya” yönelik–siyasî tercih dâhil—hiçbir tercih bize rehber ve yol gösterici olamaz. Biz üzerimize düşen vazifeyi yapar ve kudsî kaynaktan aldığımız değerlerimize sahip çıkıp onlardan asla taviz vermeyiz. Neticesini de Allah’tan bekleriz. Şu ana kadar tatbikatımız da hep bu istikamette olmuştur.
Âfâk bizi bozmasın ve boğmasın. Cenâb-ı Hak istikametten, sadakatten ve ihlâstan ayırmasın.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ayakkabının bedeli 3 yıl, ya demokrasinin? |
|
ABD’nin eski başkanı George Bush’a Bağdat’taki basın toplantısı sırasında ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi 3 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Ağabey Uday el Zeydi duruşmadan sonra yaptığı açıklamada, mahkemenin âdil ve dürüst olmadığını, adalete güvenlerini yitirdiklerini, kararın önceden hazırlanmış olduğunu düşündüklerini söyledi.1
Hepimiz, bilhassa Arap âlemi, Zeydi’yi alkışladı, hatta onu millî kahraman ilân etti. Aslında bu, basit bir tepki olarak görülebilir. Ancak, nice olumlu olayları tetiklediğini kestiremeyiz. 3 yıl hapis cezası bunu göstermiyor mu?
Evet, her şeyin bir bedeli vardır. Bediüzzaman, insanın, tabiatı itibariyle medenî olduğundan, hem kendi hakkını, hem de başkalarının hakkını aramakla mükellef olduğunu belirtir Münâzarât isimli eserinde. Bediüzzaman’ın, fikirlerini pervasızca söylemesi, o günün idârecilerini telâşa düşürtür. Tımarhâne ve hapishaneye gönderilerek bir bedel öder! Fizan, Trablus veya Taif’e sürgün edilmesi tekliflerine beş para kıymet vermez, bedel ödemeye devam eder. Nihayet tımarhanede tutamazlar, o zamanın Emniyet Genel Müdürü Şefik Paşa:
“Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, memleketine döndüğünde o maaşı 30 lira yapacak. Ve bu seksen altını da ihsan-ı şahâne olarak sana göndermiş.”
“Maaş dilencisi değilim; bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Hem de bu suspayı rüşvetidir.”
“İrade reddolunmaz.”
“Reddediyorum, tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.”
“Neticesi vahimdir.”
“Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam, bir milletin kalbinde yatacağım; ne ederseniz ediniz. Ben maaşın kabulünden mazurum.”
“Senin istediğin eğitim meselesi, Bakanlar Kurulunda görüşülmektedir.”
“Maârifi tehir, maaşı tacil etmeniz acaba ne kaide iledir? Neden menfaat-ı şahsiyemi, menfaat-ı umûmiye-i millete tercih ediyorsunuz?”
Şefik Paşa’nın hiddeti üzerine, Bediüzzaman sözlerini şöyle sürdürür:
“Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm, bana hiddet fayda vermez. Nafile yorulmayınız…”2
O, en zor şartlarda bile Asr-ı Saadet İslâmını, Sünnet-i Seniyye’yi bizzat yaşayarak günümüz insanına fiilen rehber olmuştur. Ömrünün ilk devresini ilmî sohbetlerde, münâzarâlarda, harp meydanlarında; son 35 senesini hapis-nezaret, sürgün ve işkence altında geçirir. 23 Mart 1960’ta, Ramazan’ın 25’inde, saat 03:00 sularında Hakka yürüdüğünde dünyevî serveti iki kalem, kırık bir gözlük, seccade, yatak, çay takımını taşıdığı sepeti idi. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen Bediüzzaman, bütün imkânsızlıklara rağmen ömrünü ilim, imân yolunda harcamış; başta Müslüman olarak ferdin, âilenin, toplumun ve insanlığın bütün hastalıklarını teşhis etmiş; çareler üretmiştir. Kur’ân’dan sonra en çok okunan, en çok satılan eserin adı Risâle-i Nur olmasının sebebi, onun ödediği bu bedellerdir. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve demokratlar, Kur’ân ve ezana hizmet etmenin bedelini ödediler…
Bugünkü siyasetçiler bedel mi ödüyor, parsa mı topluyor? “Bedel ödemeye hazır değiliz!” diyen iktidardakilere bir bakın, ne ile meşguller?
Dipnotlar: 1- Bağdat / aa 13.03.2009.; 2- İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi, 44.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dilimiz dönmese bile doğru niyetimiz yeter! |
|
Hanım okuyucumuz: “Kur’ân okumasını bilmeyen birisinin, başka birisine parayla Kur’ân okutmasının hükmü nedir? Bir nevî yardımlaşma olmuyor mu?”
Yüce Dînimiz yardımlaşmayı teşvik eder. Bilhassa mü’minler arası yardımlaşma ve mü’minlerin birbirlerinin işlerini takip etmeleri, ihtiyaçlarına ilgi duymaları ve gidermeleri Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâf ibâdetinden daha üstün tuttuğu bir salih ameldir.
Kur’ân okumak ve Kur’ân’ı hatmetmek de amellerin en güzelidir. Cevşen okumak, Yâsîn okumak, Tefrîciye ve sair duâları okumak ise kulluğun güzelliklerindendir. Her şey okumaktan geçer, her ilerleyiş okumaya bağlıdır. Okuyan insan öğrenir, okuyan insan kendisini olgunlaştırır, okuyan insan feyizlenir ve kemâlâta doğru adım adım ilerler, okuyan insan ibâdet ve taatini mümkün mertebe eksiksiz yapar, okuyan insan Allah’a îmânını inkişaf ettirir, teslim ve tevekkülün sırrına erer. Okumak biz yaşayanlar için bulunmaz bir tefeyyüz ve tekemmül vesîlesidir. Okumaktan vazgeçemeyiz.
Ölülerimiz için okumaya gelince: Biz kendimiz için okuruz, ama aldığımız feyizleri ve sevapları onlara da bağışlayabiliriz. Böylece bizim sevabımız eksilmediği halde, onların da hissedâr olmalarını sağlamış oluruz. Bu mümkündür ve güzeldir.
Kendimiz okumayı bilmediğimizde, öğreniriz. “Öğrenemiyorum, dilim dönmüyor, aklım almıyor, vaktim yetmiyor...!” bahaneleri, dehşetli bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Oysa öyle zekîyizdir ki, Üstad Hazretlerinin ifâdesiyle, bir üzümü birisiyle paylaşmak istesek, zekâvetimizle ona ayaküstünde elli türlü hile yapabiliriz.1 Kur’ân’ı neden öğrenmeyelim? Neden öğrenemeyelim? Mademki başkasına okutacak derecede, bunun bizim için ihtiyaç olduğunu kabul ediyoruz. O halde geriye ne kaldı? Bir gayretten ve çabadan başka? O halde–söz meclisten dışarı—niçin öğrenmeye ve öğretmeye gayret etmiyoruz, neden başkasına okutmak ile yetiniyoruz? Ya da yetinilmesine göz yumuyoruz? Peygamber Efendimiz (asm) “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”2 buyururken; Allah katında “insanların en hayırlısı olmak” gibi bir zirve hedef bize yeterli teşvik olmuyor mu?
Kaldı ki, dilimiz dönmese bile, Kur’ân’ı öğrenmek için verdiğimiz gayretler ve sarf ettiğimiz çabalar sonucunda kekeleyerek ve takılarak elde ettiğimiz bir okuma düzeyi, emin olun, bizim için “en hayırlı” okuma şeklidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki: “Kur’ân’ı gereği gibi okuyan ve amel eden, şerefli meleklerle berâberdir. Kur’ân’ı zorlandığı halde kekeleyerek okuyanlar için ise iki kat sevap vardır.”3 Demek, biz kendi ellerimizle kapatmaz isek, iki kat sevap almanın kapısı ardına kadar açıktır.
Başkalarına okutmak mı? Bir Müslüman’ın başka bir mü’min kardeşinin ölenlerine sevap bağışlaması elbet mümkündür. Fakat onun hatırı için okuyarak değil. Kur’ân okuyup sevabını bağışlayacaksa eğer, yine o Kur’ân’ı veya sair duâları kendisi için okur; sevabını bağışlarken “tüm ehl-i îmânı” da duâları içine ve bağışlama kapsamına alır veya hâssaten söz konusu mü’minin geçmişlerine bağışlayacaksa, ismen de zikredebilir. Burada bir problem yok.
Problem, bunu para ile mübâdele etme çabasındadır. İhtiyacı olsun olmasın, Kur’ân okuyanın, sırf Kur’ân okuduğu için kendi şahsına her- hangi bir ücret talep etmesi, alması veya verileni kabul etmesi haramdır. Çünkü Cenâb-ı Allah açık bir şekilde: “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun”4 buyuruyor.
Toplumumuzda bu iş için bir ısrarın ve hattâ bir gönül koymanın da yerleştiğini esefle görüyoruz. Kabul etmediğiniz zaman, güceniyor. Ancak; 1- Bu hurâfeyi kaldırmanın, 2- Kur’ân’ın para ile okunmayacağını öğretmenin ve 3- Kendisini de Kur’ân okumaya ve öğrenmeye teşvik etmenin, başka yolu yoktur. Adam, “bu iş nasıl olsa böyle olup gidiyor; ihtiyaç duyduğumda param ile okuturum” zannına kapıldığı an vahâmete düşmüş olacak, gerçekte hiçbir şey okutmuş olmayacak, bizler de bu garâbete sadece seyirci kalacağız!
Dipnotlar:
1- Münazarât, s. 32
2- Buhârî, 11/1776
3- Riyâzü’s-Sâlihîn, 991
4- Bakara Sûresi: 41
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Çorumlu dostlarla birlikte |
|
1967-1970 yılları, Çorum’da geçen, helâket ve felâket asrında Kur’ân’ın hakikî, kuvvetli ve tesirli bir tefsiri olan Risâle-i Nurları tanımakla müşerref olduğumuz yıllardı. Zaman zaman ziyaret ettiğimiz şehre, geçen Cumartesi ve Pazar günleri gitmek yine nasip oldu.
Dostlarla buluşmanın, eski hatıraları yadetmenin manevî hazzı bir başka oluyor. Bu arada o yıllarda öğrenciliğini yaptığımız tertip düzen insanı, kendisinden çok şeyler öğrendiğimiz fizik hocamız Mehmet Metin Aşkın’la görüşmemiz de bizim için başka bir mutluluktu. 75 yaşında, dinçliğinden birşey kaybetmemiş, numaramızı dahi hatırlayabilen muhterem hocamızın mütebessim simasıyla muhatap olduğumuzda sevincimiz bir kat daha arttı.
Cumartesi günü Risâle-i Nurlara ilk tahliye kararını veren, bir ömürlük hizmet dolu günler yaşamış savcı muhterem Abdullah Battal’la görüşmemizin zevki de sırf bunlar için bile olsa Çorum’a gitmeye değerdi. Kaldı ki o gün ayrıca vefalı dostlarla da buluştuk, kucaklaştık, kaynaştık, dertleştik, sohbetler ettik.
Asıl gidiş maksadımız ise Çorumlu dostların küresel malî krizde Üstadın iktisat görüşüyle ilgili bir seminer vermek üzere dâvet etmeleriydi. Gelişimizden haberdar Çorum Hakimiyet gazetesi bizimle röportaj yaptı. Pazar günü de çevre il ve ilçelerden katılımların da olduğu Çorum Belediyesi toplantı salonunda tıklım tıklım dolu bir topluluğa ucu ülkemize kadar uzanan maddî krizin sebep ve çözümlerine Üstaddan bir bakış atfettik.
Millet olarak krizden etkilenmememiz için sahip olduğumuz zenginliklerimiz vardı. Dinimiz maddî manevî sıkıntılara düşmememiz için gerekli tedbirleri önceden almıştı. Bunlara uymak yeterliydi. Uyulmadığında ise ister istemez sıkıntılar çekilecek, Kader bizi hizaya getirmek için koyduğu kanun ve kurallar uymaya zorlayacaktı. Allah, toplumun tek vücut olmasını, kaynaşmasını istemekte, bunun için zekâtı emretmekte, faizi yasaklamaktaydı. Böylece, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” “Sen çalış ben yiyeyim!” gibi bencillik kokan, toplumdaki ihtilâllerin, keşmekeşlerin, kin, düşmanlık ve merhametsizliklerin sebebi olan bu iki cümleyi zekâtı farz kılarak ve faizi yasaklayarak kökünden kesip atmış, koyduğu iktisat ve kanaat, israftan ve hırstan kaçınma gibi düsturlarla dengeli, düzenli, bereket ve huzur dolu bir hayatı telkin etmişti.
Demek şu dünya misafirhanesinin Sahibi sadece Müslümanları değil, bütün dünyayı koyduğu kanun ve kurallara uymaya dâvet ediyordu. Misafir olan kişi misafirhane Sahibinin kurallarına uymadan nasıl mutlu olabilirdi?
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“TC kimlik no” sıkıntısı giderildi mi? |
|
Mahallî seçimlere 8 gün kala siyaset iyice ısındı. Bir yanda üslûpsuz tartışmalar, diğer yanda TC kimlik numarasız oy kullanamama, bir diğer yanda da işsizliğin çığ gibi büyüğü günler yaşıyoruz.
Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimlerde “TC kimlik numaralı belge şartı” hatırlatması üzerine vatandaş “TC numaralı nüfus cüzdanı” almak için gece yarılarına kadar sırada bekliyor, büyük bir çile yaşanıyor. YSK’nın mahallî seçimlerde bu “şartı” esnetip nüfus idarelerinden alınacak “nüfus kayıt örneği”yle oy kullanılmasına izin vermesinin de sıkıntıları gidermeyeceği ortada. Zira, yine nüfus idarelerinde kuyruklar devam edecek.
Aslında olaya yanlış taraftan bakılıyor. Parlamentoda grubu bulunan 4 partinin yetkilileri önceki gün YSK Başkanı Muammer Aydın’la görüştüler. Uygulamanın esnetilmesini istediler. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Köşk’e dâvet ettiği Aydın’a, “Türkiye’nin seçim yönünde yurtdışında sicili çok iyi. Bunun bozulmasını istemiyorum. Benim endişem bu” dedi. YSK da Çarşamba günü gece geç saatlere kadar toplanıp böyle bir karar verdi.
Peki YSK bu kanunu yok sayabilir miydi, ya da daha da esnetebilir miydi?
Seçimlerle ilgili ortada bir de kanun var. Bu yüzden suçu YSK’ya atmak yanlış olur. Çünkü ilgili kanunun “Kimliğin tesbiti’’ başlıklı 87. maddesinde bu şart var. Değişiklik sonrası ilgili madde, “Sandık seçmen listesinde yazılı seçmenin kimliği, nüfus hüviyet cüzdanı veya kimlik tesbiti amacıyla düzenlenmiş ve Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarasını taşıyan resmî belgelerle belirlenir” hükmünü içeriyor.
Yüksek Seçim Kurulu da bu kanunu uygulamak zorunda. Uygulamazsa, seçimlerden sonra yapılacak bir itirazla seçimlerin iptal edilip tekrarlanması yolu açılabilir.
Bu aşamada bu kanunun uygulanmaması istemek, ya da kanundaki ilgili bölümün esnetilmesini istemek “Meclis çıkarttığı kanuna sahip çıkamıyor” görüntüsü veriyor. Seçim kanunlarının çıktığı günden en erken bir sene sonra uygulamaya başlayacağı da hesaba katılarsa, bölgelerinde olan milletvekillerin Meclis’e çağrılıp kanunun düzeltilmesi de soruna çare olmuyor.
Olan yine vatandaşa oldu. Yaklaşık 3.5 milyon seçmenin nüfus cüzdanında “TC numarası” olmadığı hesaba katılırsa milletin “nüfus kayıt örneği” almak için sırada bekleyeceği anlaşılıyor. Bu durumda birçok insan da bu sıkıntıya katlanamayacağı için seçimlerde oyunu kullanamamakla karşı karşıya kalacak.
Şu safhada, ‘Keşke parmak boyama uygulaması devam etseydi’ noktasına gelindi. “Çağın ayıbı” da olsa bu boyalar birkaç gün sonra parmaklarımızdan çıkıyordu.
Seçimlerde esas olanın seçmenin iradesinin sandığa en doğru şekilde yansıtılması olduğuna göre, sandık başına geldiği halde oyunu kullanamayan seçmenlerin sorumluluğunu kim üstlenecek? Görülen o ki, zaten üslûp bozukluğu ile tartışılan seçim kampanyası, seçimden sonra da seçim sonuçları ile çokça tartışılacak...
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. Hüseyin KEMAL |
Haberimin değerini askere ölçtürecek kadar gazetecilik ahlâkını yitirmedim |
|
Eski Paşa Hurşit Tolon’un ses kaydını dinlediğimde komik geldi açıkçası. Çünkü biz ‘Genç’ler Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olduğu söylemleriyle büyüdük. Türkiye’yi askerî bir rejime terk etmeye de asla niyetimiz yok.
Tolon Paşa ses kaydında röportajın suç unsurları taşıdığını ifade ediyor ancak böyle birşey olmadığı röportaj okunduğunda netlik kazanıyor. Acaba Tolon’u rahatsız eden Mehmet Ali Birand dahil gazetecileri mahkemelere sevk ettirememesi mi? Eğer “Paşaları bağımsız bir sağlık kurulu muayene etsin” demek suçsa ben bu suça ortak olurum. Zaten röportajın içeriğinde kimseye peşinen “Sen hasta değilsin, sahte raporla hapisten çıkarıldın” denmiyor. Eğer böyle bir denetim yapılmazsa “Aksi takdirde hakikaten sağlık sebebiyle tahliye edilmesi gereken insanlar da zan altında kalacaktır” deniyor.
Eski Tolon Paşa’nın takındığı tavır ve üslûpta kabul edilemez çirkinlikte. Herifli, ulanlı konuşmalar mukaddes ordumuzda üst düzey görev yapmış bir komutana hiç yakışmıyor doğrusu. Ben kendilerine aynı çirkinlikte cevap vermeyi kendime hakaret olarak adlederim. Ayrıca Tolon Paşa ulanlı konuşup hakaret ettikten sonra “Yazının değeri kadar cevap alırsın” derdim diyor. Bir kere Tolan Paşa hangi haberin ne kadar değer ifade ettiğini söyleyecek pozisyonda değil. Benim bildiğim haberin değerini yıllarını habercilikle geçirmiş usta gazeteciler belirler. Haberimin değerini herhangi bir askere ölçtürecek kadar da gazetecilik ahlâkını yitirmediğimi düşünüyorum.
Aslında bu hamur çok su götürür ancak kısaca şunu söylemek isterim; Burası hukuk devleti ve artık gazeteciler üstündeki baskısının son bulması gerekiyor. Gazeteci kimliğimi bir kenara vatandaş kimliğimle şunları söylemek isterim “Benim ödediğim vergiden maaşını alan, evine ekmek götüren her devlet yöneticisi ister komutan olsun, ister başbakan bu ülkenin efendisi değil hizmetçisidir” artık bunun idrak edilmesi zamanı gelmiştir.
Eğer Tolon Paşa konuşmak isterse bir gazeteci olarak onunla da konuşurum. Çünkü herkesin özgür düşüncesini açıklama, ifade etme hakkı var.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bu ne şiddet, bu celâl? |
|
Hemen her gün, yeni bir ‘ses kaseti’ ile kamuoyu sarsılıyor. Son kaset de bu cümleden sayılabilir. Gerçi ‘son ses kaseti’ diyoruz, ama bu yazının yayınlanacağı saatlere kadar başka ‘yeni bir son kaset’ daha ortaya çıkmayacağını kimse garanti edemez.
Tabiî ki ‘ses kasetleri’ ilk defa günümüzde tartışılıyor değil. Geçmişte de çeşitli kasetler kamuoyunu meşgul etmiş, müsbet ya da menfi tesirler icra etmişti. Meşhur ses kasetlerinden biri de, Hürriyet gazetesi yöneticilerinin; dönemin bakanları ile yaptıkları ‘yatırım ya da kredi pazarlığı’nın deşifre edildiği ses kasetleriydi. O tarihlerde de ses kasetlerinin açıklanması tartışılmış, hatta bu ses kayıtlarını kamuoyu ile paylaşanlar mahkûm olmuştu. Ancak son dönemlerde ses kayıt ya da kasetlerinin kamuoyu ile paylaşılma şekli değiştiği için, neticeleri de farklı oluyor.
Malûm olduğu üzere, Hurşit Tolon’a ait olduğu iddia edilen bir ses kasetinde Yeni Asya’dan da bahis var. Arkadaşımız Hasan Hüseyin Kemal’in, aynı zamanda gazetemiz ve yazarlarımız hakkında açılan dâvâların da avukatlığını yapan A. Kadir Akbaş’la yaptığı bir röportaj paşayı, belki de ‘paşalar’ı çok kızdırmış. 18 Şubat 2009 tarihli Yeni Asya’da yayınlanan sözkonusu röportajda paşaları kızdıran ne denilmiş ki? Av. Akbaş, Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan ya da tutuklanan ‘paşa’ların; GATA’ya sevki ve arkasından da tahliye edilmeleriyle ilgili endişeleri yorumlarken özetle; “Paşalar, bağımsız bir (sağlık) kurulu tarafından muayene edilsin” demiş.
Elbette röportajda başka önemli değerlendirmeler de var, ama işin özeti bu. Böyle masum bir teklif üzerine ‘lan’lı, ‘lun’lu konuşarak, tehdit dolu sözler sarfetmek niçin? İddia edilen ses kaydı doğru ise, başka vahim sözler de var.
Bu ve benzeri ses kasetleri dinlenince, bazılarının kendilerini her şeyin üstünde gördüğü anlaşılıyor. Öyle ya, şimdiye kadar yaptıkları hiçbir şey konusunda hesap vermeyen, hesap vermeye alışmamış bir kesim sözkonusu. Dolayısı ile ucundan kıyısından hesap sorulma ihtimali ortaya çıkınca çok rahatsız oluyorlar.
Oysa yöneticilerin yapması gereken ilk şey, hesap vermeye hazır olmak olmalı. Hesap vermeyen bir yönetim ve yönetici olabilir mi? Olursa, orada adaletten, haktan ve hukuktan bahsetmek mümkün mü?
Keşke ses kayıtları iddia edildiğinin aksine paşalara ait olmasa. Keşke bu iddialar doğru çıkmasa... Ama şu ana kadar aksi bir açıklama yapılmadığına göre iddiaların haklılık kazanması sözkonusu.
Bu kasetler, düne kadar ‘fısıltı gazeteleri’nde yazılan haberlerin belgeleri mahiyetinde kabul edilebilir. Geriye doğru bakıldığında; daha ne gibi hesapları, planların, tehditlerin ve propagandaların yapılmış olabileceğini varın siz düşünün.
Bir seçim arefesinde ortaya çıkan bu görüntüler, maalesef seçimlerin bile anlamsız olduğu fikrini akla getiriyor. Millet uğraşsın, dindirsin, seçsin ve seçilsin; ama ‘sorumsuz’ kişiler millete rağmen istediğini yapsın! Bu mu adalet, bu mu hukuk, bu mu demokrasi?
Lütfen, hukuka ve adalete sahip çıkalım.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Yeni Asya ve dane-i hakikat |
|
Bediüzzaman Hazretleri, “Bir dane-i hakikat bir batman yalanı yakar, yok eder” diyor. Bazen dağ dağ inşa edilmiş yanlış veya yalanların, kâğıttan kulelerden daha kolay yıkıldığını, kaybolduğunu görmüşüzdür. O yalanın mahiyetini bilmeyenlere “dağlar kuvvetinde” görünen hadiselerin, hayal ve düzmecelerden oluştuğunu efkâr-ı amme çok sonradan anlar.
Yeni Asya’nın savunduğu hakikatler karşısında da insaniyet ve İslâmiyet karşıtlarının büyük gayretlerle inşa ettikleri “heyûlaların” zamanla nasıl eridiklerini, aşağıdaki müşahhas örneklerden öğreneceğiz.
1915 Ermeni tehciri hadisesiyle, Türkiye düşmanlarının diaspora Ermenilerini alet ederek ikide bir gündeme getirdikleri iddiaları biliyorsunuz. Yeni Asya, bu haince planların temelini çökertmek için “Türk milletinin selâmeti (bir yönüyle) Ermenilerle barıştadır” tezini savunageliyor. Ermenilerin tehcir edildiğini, zulme maruz kaldıklarını ve statülerinin Makedonya’dan gelen Musevilere ve dönmelere verildiğini iddia etmenin “vatan hainliğiyle” denk tutulduğu noktadan, içinde bulunduğumuz şartlara bu bayrağı Yeni Asya taşıdı.
Çekiç Güç hikâyesini 12 Eylül’ü yaşamayanlar fazla bilmezler. Yeni Asya, Güneydoğu’ya konuşlandırılan bu gücün İslâm Birliği’nin teşekkülüne mani bir zındıka çekirdeği olduğunu, Özal’ın göklere çıkarıldığı günlerde yazdı. Hudson Enstitüsü, Zeyno Baran ve Açık Toplum Enstitüsünün Kuzey Iraklı Yahudi idarecisi gibiler, otuz seneden bu yana Kürtler üzerine yapılan çalışmanın, İslâm dünyası dışında icra edildiğini “açık etmiş” durumdalar. 12 Eylül, Çekiç Güç, Turgut Özal ve Birinci Körfez Savaşı gibi isimlerin hangi çerçeveyi doldurduklarını, en doğrusundan Yeni Asya okuyucuları bilir. Çekiç Güç denilen dehşetli fitne tohumuyla koca Ortadoğu ve Irak yangınının meydana geldiğini artık herkes öğrendi.
Yeni Asya, Bediüzzaman Hazretlerinin Şam Hutbesiyle dünyaya, artık cihadın maddî olmayacağının ilânını, köşelerde yazarak geldi. Siyasal İslâm’ın hataları, âlem-i İslâma musallat cehalet ve bu iki menfi unsuru işleten dinsiz Avrupa, Müslümanlara çok zarar verdi. Yeni Asya’nın haklılığını ancak 11 Eylül sabahı anlayanlar epey gecikmişlerdi. Kalemin kılıcın yerini alacağı zamanımızda; ilim, belâgat ve Kur’ân’a dayanan fenlerle cihad edileceğini ve cihadın diğer çeşitlerini, siyasal İslâm henüz yeni yeni öğrenecek!..
Ehl-i Sünnet ile Şia ve Vahhabiler arasındaki gerilim Yeni Asya’nın mutedil üslûbuyla kayboldu. İfrat ve tefritlerin arasında hadd-i vasatın izah edildiği Yeni Asya’nın sayfalarında; İslâm kardeşliği hep üst sıralarda durdu. Teyakkuz devam etse bile, hem Şianın ve hem de Vahhabiliğin ifratlarına veda ettiklerini, her gün biraz daha iyi anlıyoruz.
Komünizm, Rusya ve Bolşevizm meselelerinde de Yeni Asya farkını gösterdi. Üstadından istikbal haritasını devralan Yeni Asya, Rusya’nın mutlaka bir gün İslâmiyetle barışacağını, dolayısıyla bin senelik tarih, kültür ve inançlarını yerlebir eden Bolşevizm veya komünizmle rövanşı oynayacağını haber veren Yeni Asya’yı zaman son neoliberal destekli turuncu devrimlerle tasdik etti. İslâm’a saygı göstermede, maalesef Moskova Ankara’nın önüne geçti. Meraklıları için medyada yeteri kadar belge ve bilgi bulunur.
Bediüzzaman Hazretlerinin “nastan istiğna” prensibini esas alan Yeni Asya, Hak kapısından başka hiçbir kapıya yönelmedi. Aşına haram katmadı. Bankalardan, bankerlerden ve devletin rüşvetinden hep uzak yaşadı. Faizin ekonomi için bir kanser olduğunu, sayfalarında mütemadiyen yazdı. İktidara bulaşan “siyasal İslâm’ın” fetva arayışlarına karşın, o Şeriat-ı Garra’yı seslendirdi. İçinde bulunduğumuz “küresel kriz afeti”yle Yeni Asya’nın muhteşem Kur’ânî tezine tâ Vatikan’dan destek ve tasdik geldi. Hâzâ min fadli Rabbî…
Müslümanların Hıristiyan dünyaya, Avrupa ve Amerika’ya bakışı da iki asırdan bu yana başlı başına bir mesele idi. Toptan red, aşırı düşmanlık, hakikî İsevilerle Deccalist ikinci Avrupa’yı karıştırma ve üslûpsuz sataşmalar, hep problemlerimiz oldu. Yeni Asya; “Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyiniz!” fermanının Münâzarât’taki tefsirinin tefsirlerini neşretti. Ehl-i kitap ile zalim-dinsiz Avrupa’yı birbirinden ayırarak İsevî Müslümanların özelliklerini sıraladı. Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed'in (a.s.m.) Deccaliyet ve Süfyaniyete karşı ittifaklarının mecburiyetini dünyaya ispat etti.
Şu son on sene içinde, zalim Avrupa’nın yaktığı küresel ateşlerin, İsevîlerin yardımları olmaksızın söndürülemeyeceğini; ehl-i insaf, ehl-i iman, ehl-i İslâm Hıristiyanlarla birlikte öğrenmiş oldular. Güya dinî hassasiyetlerinden ötürü AB’ye karşı olan dünkü siyasî İslâmcıların günümüzdeki temsilcileri, ister istemez AB’ye evet diyorlar. Halbuki bütün bunları Yeni Asya, ilk nüshasıyla ilâna başlamıştı.
Yeni Asya’nın elindeki dane-i hakikatle alev alev tutuşan yalanlardan harmanlar o kadar çok ki... Dilerim ki, hakperest başka kalemler de zamanın tasdiklerinin altına imzalarını atsınlar. Biz son bir misalle şimdilik hatime vereceğiz.
Öğrencilik yıllarımızda, Bediüzzaman’ın sevdasına dönüşen Medresetü-z Zehra projesinin mahiyetini öğrenmeye çalışırken, o üniversitede Kürtçe’nin de, Arapça ve Türkçe’nin yanında ders verilebileceğini okuyorduk, fakat anlatamıyorduk. Bu hususun hikmetlerini izaha belki de kitaplar yetmeyecek. Fakat Yeni Asya’nın şarkta Kürtçeye olumlu bakmasını, diğer Müslümanlar anlayamamıştı. Elli sene önce, Kemalizm yerine millet iradesi hakim olsaydı ve Yeni Asya’nın tezi uygulansaydı, düşmanların tuzaklarında otuz bin evlâdımızı kaybeder miydik? Diyarbakır Ulu Camiindeki Mevlidi manşetlerine çekerken, Bediüzzaman ve onun Kur’ânî fikirlerinin nâşiri olan Yeni Asya’nın hakkını ketmedenleri de tarihe havale ediyoruz.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kavgasız bir Türkiye! |
|
Mahalli seçimlerde her parti kazanmak için her şeye baş vurmaktadır. Olanları ve yapılanları topladığınız zaman gürültülü bir şehir, bir ilçe veya belde olmaktadır. Bunun dışında İslâmiyetin kabul etmediği gıybet alabildiğine yapılmaktadır. Yine Kur’ân’ın yasakladığı sû-i zanlar ifade edilmektedir. Bunların kısm-ı a’zâmı yazılı ve görsel basına da intikal edilmesiyle, vatanımızın bir ucundan bir ucuna ve sitelerden 45 bin köy ve mezraya kadar yayılmakta ve vatandaşlarımız tedirgin olmaktadırlar. Bazı yerlerde ölçü kaçırılmaktadır. Halbuki bunların yanında kimseyi rencide etmeyen projeler ortaya konulmalı, her ağızdan çıkan söze dikkat edilmeli ve milletin birlik ve beraberliği için azamî gayret ve ihtimam gösterilmelidir.
Bugüne ışık tutmak bâbında ve siyasetçilere bir ders-i ibret mânâsında çağımızın Mevlânâ’sı kabul edilen ve 23 Mart günü vefatının 49. sene-i devriyesini idrak edeceğimiz Bediüzzaman Hazretleri, dönemin başbakanı merhum ve şehid Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektubunda diyor ki:
“Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan merhum Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum. Birincisi: İslâmiyetin pekçok kanun-u esasisinden birisi ‘Velâ tezirû vâziratun vizra uhra’1 âyet-i kerimesinin hakikatıdır ki: Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hâzırda particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriyor. Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi, şen’î gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet, yüz cinayete çevrildiğinden gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor... Bu ise hayat-ı ictimaiyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.
“Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem emniyetin ve asayişin temel taşı yine bu kanun-u esasiden geliyor...
“İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasisi: Şu hadis-i şeriftir: ‘Seyyidü’l-kavmi hâdimühüm’ hakikatiyle memuriyet bir hizmetkârlıktır. Bir hakimiyet ve benlik için bir tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zaafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyet hizmetkârlıktan çıkıp bir hakimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına geldiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet olmaz. Esasiyle bozulur ve hukuk-u ibad da zir ü zeber olur...”2
Yukarıdaki tarihî ve merakaver mektupta üstünde durulan âyet ve hadis-i şerife bugün yalnız Türkiye’de değil, başta âlem-i İslâm ve bütün dünya ülkeleri muhtaçtırlar. Çağın müceddidi ve imamı kabul edilen zatlar, Kur’ân-ı Hakim’in ve hadis-i şeriflerin çağa bakan ve çağın o günkü hastalığını tedavi eden yönlerini beyan etmekte, yolu göstermektedirler. Bu itibarla “Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım” deyimi de manidardır. Türkiye’yi ve bütün dünya ülkelerini saran müthiş maddî krizlerin yanında, birlik ve beraberliğimizi bozan krizlere sebep olmamak için, hem kucaklayıcı olmanın, hem de projelerle ortaya çıkmanın zarurî ve elzem olduğu kanaatındayım.
İnşaallah, 29 Mart günüyle kulaklarımız ve gönüllerimiz fazla yara almadan 30 Mart’a ve daha nice günlere ulaşırız duâ ve temennisindeyiz. Yine aynı günde, rey alan siyasetçiler fazla yara yapmadan o günü noktalamalıdırlar. Çünkü herkes kavgasız bir Türkiye istemekte ve beklemektedir. Evet hakkımızı istemek haksızlık değildir.
Dipnotlar:
1- En’am Sûresi, 164. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 42.
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
H. İbrahim CAN |
Türk kökenli Almanlar (mı?) |
|
Türklerin Batı Almanya’ya büyük göçü 1960’lı yılların ‘Alman Ekonomik Mucizesi’ ile başladı. 1961’den itibaren yaşanan büyük ekonomik patlama işgücü ihtiyacı doğurunca, Almanya kadim müttefiki Türkiye’ye koştu. Ve kısa süreliğine geçici olarak gelen misafir işçiler olarak bakılıyordu.
Aradan üç dört yıl geçince ailelerini de getirmelerine izin verildi. Gelenlerin büyük bir kısmı kırsal kesimdendi. Dil bilmiyorlardı. Türkiye’de iken bir çoğu şehir bile görmemişti. Almanya’da büyük bocalamalar yaşadılar.
“-İlk geldiğimizde ne yapacağımızı şaşırdık. Onlara uymamız gerekiyor diye kılık kıyafetlerimizi atıp onları taklit ettik, onlar gibi yaşamaya çalıştık. Sonra anladık ki böyle yapmamız gerekmiyormuş, yeniden köydeki giysilerimize ve kendi hayat tarzımıza döndük.”
Böyle diyordu 45 yıl önce Almanya’ya yerleşen dayı kızı.
Birinci nesil lisan öğrenmedi. 1990 yılında bana çalıştığı madende rehberlik etmek isteyen eniştem, Alman mühendise sorularımı bile aktarmayı başaramadı. Sonunda mühendisin İngilizce bildiğini keşfedince ben enişteme tercümanlık yapmak durumunda kaldım.
İkinci nesil yavaş yavaş lisan öğrenmeye başladı, ancak eğitimde başarılı olamadı. İlk iki nesil yatırımlarını Türkiye’ye yaptı. Köyler ve kasabalara büyük binalar diktiler, verimsiz yatırımlara para yatırdılar ve batırdılar. Üçüncü nesil ise artık Almanca eğitim görüyor. Almanya’da kalıcı olduğunu biliyor ve ona göre yatırım yapıyor. Meslek öğreniyor, iş kuruyor, ev alıyor.
Bugün Almanya’da yaşayan 2 milyon 800 bin Türkün önemli bir kısmı Alman vatandaşı. Alman Milletvekili Cem Özdemir’in dediği gibi, Türkler artık Almanya’da misafir işçiler değil, Türk kökenli Alman vatandaşları haline geldi.
Aslında Türkiye’nin politika olarak Türklerin Avrupa’ya yerleşmesini teşvik etmesi gerekir. Bütün Türkleri Anadolu’da toplamak yerine Türklerin bütün dünyaya yayılmasının teşvik edilmesi, ülkemizin geleceği için de yararlı olacaktır.
Zaten Millî Eğitim Bakanlığının gönderdiği yüzlerce Türk öğretmen, orada yetişen yüzlerce eğitimci, Türk çocuklarına Türkçe ve Türk kültürü eğitimi veriyor. Gönderilen din adamları, iyi organize olmuş cemaatler de dinî ve ahlâkî eğitim sağlıyorlar. Ama bu çocukların mutlaka Almanca’yı erken yaşta öğrenerek, eğitimde yaşanan başarısızlıkların önüne geçilmelidir. Zira Berlin Nüfus ve Kalkınma Enstitüsünün araştırmasına göre, Türkler Almanya’daki en az entegre olan azınlık durumunda. İlkokuldaki Türk çocukların yüzde 30’u okulu bitirmeden ayrılıyor; ortaokulu bitirenlerin oranı yüzde 14.
Maalesef küreselleşen iletişimle Almanya’daki Türkler internet ve televizyonlar aracılığıyla Türkiye’de yaşanan yozlaşmanın etkisinden uzak kalamıyorlar. Burada da iş yalnızca devletimize değil, oradaki sivil toplum örgütlerine düşüyor. İçinde yaşadıkları toplumun sosyal ve siyasal hayatına katılmaları teşvik edilmelidir.
Devletimizin, özellikle Almanya’daki Türk nüfusun yüzde ellisini oluşturan 27 yaş altı gençlerin, bu ülkenin eğitim sisteminde yeterli eğitim almaları ve lisanı öğrenmelerini teşvik edecek programlar geliştirmesi; hem de Türkçe, Türk kültürü ve dinî eğitimi Alman hükümeti ile koordineli şekilde düzenlemesi gerekiyor.
Artık onlar “Gurbetçi vatandaşlarımız” değil; “Türk kökenli Almanlar”!
Bunu görüp buna göre politikalar üretmenin vakti geldi de geçiyor bile.
20.03.2009
E-Posta:
|
|
Rifat OKYAY |
Gönül gönülü ister!.. |
|
Gönül işlerine akıl ermez. Aşkın, muhabbetin merdivenlerine adım atanlar ancak çıkacakları, gidecekleri yerleri düşünürler. Ama birer basamak, ama ikişer, üçer, beşer basamak!...
Gönül İlâhî aşkın, kudsî muhabbetin havuzuna düşmeye görsün, ancak onu oradan boğulmak kurtarabilir…
Gönül dilden, kalpten ve ruhtan tutmak ister. Elden tutanların bu yolda başarıları pek az, katkıları hiç yok gibidir…
Gönül ferman dinlemez derler, ama söz ve lâf dinler… Vedut ve Cemal pencerelerinden bakanlar elbette ki Rahman ve Rahimin kapılarından içeri giriverirler…
Gönül çığlığı, bağırtıyı çağırtıyı sevmez!... Sade sakin, mülâyemet ve mutakabat yolu gönül yoludur… Tefekkürü imanî sayfasından, kudsî bir marifet adımını kim gürültü ve patırtıya bırakabilir ki?...
Gönül Allah kelâmına aşıktır…
Gönül Kur’ân’ın hitabına muhabbet duyar…
Gönül Resulullahın ruhî muhatabiyetini sever, hisseder.
Gönül riyakârlığı, gösterişi, tasannu ve tekellüfü sevmez, sevemez ancak yalancı olur!..
Gönül hep bekleyen, sabreden ve kavuşandır… Bekleten, acele eden ve ayrılanların gönülle işi olmaz.
Gönül Kâbe’nin duvarı ya da örtüsü değildir… Gönül bir Amud-u Nuranînin aşığı ve sevgilisidir, mahbub-u ezelisidir.
Gönül sevgilisine duyduğu aşktan dolayı bulut perdesini güneşin yüzüne çekmeyeceği gibi İlâhî aşkından dolayı Cemalullah’a perde olan her şeyi muhabbetine engel oluyor diye elinin tersiyle iter, reddeder.
Gönül kalbî ve ruhî hazları ancak Allah içinse kabul eder… Ancak serbest piyasada dolaşan haliyle “Şeklen ve göstermelik” olanları reddeder!..
Gönül tatlıdan yanadır… Acı konuşmaz ve dinlemez!... Gönül için tepsiye gerek yoktur ona bir dilim “dil tatlısı” kâfidir…
Gönül taht-ı revana değil, kendi gayreti ve ayaklarıyla bineceği, ineceği bineklere, araçlara muhtaçtır… Ona hedefe götürecek gerçek muhabbet yolcularının yoluna… Ve kendisine göre bir araca ihtiyaç vardır…
Gönül kimseyi kimseye muhtaç etmeyen kimseden de yardım almayan sevgilere, muhabbet ve aşklara müştaktır…
Gönül dünyayı ve ahireti kucaklayıp taşıran bir izana, teraziye ve ölçüye hasrettir…
Gönül gönüle muhtaçtır.
Gönül gönülü ister
20.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|