|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hayat ve kâinat |
|
Tekirdağ’dan okuyucumuz: “‘Evet, seni yaratan, bütün nev-î insanı yaratan Zât olduğunu, bilbedâhe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünkü mâhiyet-i insâniye birdir, inkısâmı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla eczâ-ı kâinât onun efrâdı hükmüne ve kâinât ise, nev’î hükmüne geçer’ (Lem’alar, s. 331) cümlesinde ‘onun’ ifâdesi ile ne kastediliyor?”
İnsanı fert olarak yaratan, bütün insan nev’înin Hâlık’ı olan Zât-ı Zülcelâl’den başkası değildir. İnsanın yüzüne vurulan taklit edilmez mühür, bunun en göz alıcı delilidir. Çünkü insan cinsinin mâhiyeti birdir, yani insanoğlu genel vasıfları ve nitelikleri itibâriyle birbirinin aynıdır. Yani insanlık, nev'î olarak aynı özellikleri ve nitelikleri göstermektedir. Bu vasıfların bölünmesi mümkün değildir. Meselâ doğruluk her toplumda fazîlettir. Temizlik her kesimde iyi huydur. Saygı ve sevgi her ırkça erdemdir. İnsan mânevî statü olarak eşit şartlarda imtihana çekilmiştir. Öfke, gazap, akıl, irâde, sevgi ve şehevî duygular çerçevesi her insanın davranışlarında hâkim vasıflardır. Cismânî ana donanım bakımından da insanlar birbirlerinin aynıdırlar.
İnsanlığın mâhiyeti, sahip olduğu hayat vâsıtasıyla kâinâta öylesine hâkimdir ki, kâinâtın eczâsı onun efrâdı hükmündedir, yani kâinâtın cüzleri, insanın vücud parçaları hükmünde bulunmaktadır. Yani Allah’a kul olduğunu idrâk eden insan bütün kâinâta kendi öz malı gibi, kendi vücudunun parçaları gibi bakabilmekte ve istifâde edebilmektedir. Bedîüzzaman’ın bir diğer ifâdesiyle; “Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşyâ onun lehinde olur; ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşyâ onun aleyhinde olur.”1
Nitekim “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı îman ile hayatlandırınız”2 sözüyle “hayat” için “imanın” en vazgeçilmez bir unsur olduğunu kaydeden Bedîüzzaman; hayatın, küçük bir cüz’ü büyüterek en büyük bir küll hükmüne getirdiğini, yani her bir ferde bir âlem değeri kazandırdığını beyan etmek sûretiyle de3, hayatı kâinâta eş bir nîmet olarak nazara vermektedir. Bahsettiğiniz cümle içindeki “onun” zâmiri ile, bir önceki cümlede geçen “mâhiyet-i insâniye” kelimesi kast ediliyor olsa gerektir.
***
Erkan Bey: “Suâl: Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?” Cevap: “İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.” (Münâzarât) Burada geçen “hayvanlıktan” kelimesi ile kastedilen nedir?”
Kuvvetlinin zayıfa baskı uygulaması ve ezmesi demek olan istibdat, hayvanların fitrî vasıflarındandır. Mahlûkâttan kuvvetli olanlar, zayıf olanları her zaman ezmeye meyyâldir. Meselâ müstebit kurt, fıtrî olarak dâimâ bîçâre koyunu parçalamak istemektedir.4 Çünkü istibdat, baskı, zayıfı acımasızca ezmek gibi menfî duygular hayvanlara mahsustur. Mahlûkâtın zayıf olanları ise, Fâtır-ı Hakîm tarafından bünyelerine derc olunan kuvvetlerle, yani fitrî silâhlarla, güçlülere karşı kendilerini korumaktadırlar. Meselâ şâhin gibi saldırgan, vahşî ve müstebit kuşlara karşı serçe, şaşırtıcı uçuş teknikleri sâyesinde hayatını idâme ettirmektedir. İnsanda ise zorba istibdâda karşılık kardeşlik, yardımseverlik, sevgi, şefkat, insaf, iz’an ve merhamet gibi insânî vasıflar, duygular ve lâtifeler hem daha fazla hâkimdir, hem de istenen, teşvik gören ve emredilen davranışlardır. Menfî duygular insanda behîmî, yani hayvânî birer kuvve olarak nitelendirilir. Bu nitelemede âdetâ bu duyguların hayvandan alındığı vurgusu hâkimdir.
Oysa melekî duygularla birlikte hayvânî duyguları da insan doğuştan getirmiştir. Ve bu duyguların bünyesinde imtizâcıyla insan iyiyi kötüden, hayrı şerden, fazîleti rezîletten, doğruyu yanlıştan ayırt edip almakla ve amel etmekle yükümlü kılınmıştır.
Üstad Hazretleri bahsettiğiniz cevâbında, istibdâdın hayvânâta mahsus bir duygu olarak, insanın behîmî vasıflarında var olduğunu mecâzî bir ifâde tarzı içinde beyan etmiştir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 92
2- Sözler, s. 134
3- Lem’alar, s. 323
4- Münâzarât s. 24
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kâinatta tembelliğe yer yok |
|
Atomdan koca koca kürelere kadar başımızı kaldırıp baktığımızda hummalı bir faaliyet ve hareket görürüz. Bunlar nice gerçekleri anlatır bizlere.
“Sa’y, asıl esastır”1 diyen Bediüzzaman, kâinatta bulunan bu bıkma bilmez faaliyetin, kâinattaki cins ve türlerin “sessizce bir konuşması ve konuşturması,” bu faaliyetten doğan hareket ve yok oluşların da bir “tekellümâtı tesbihiye”2 olduğunu söyler.
Demek kâinat sessizce konuşuyor ve bu konuşmalarıyla yaratıcılarını tenzih ve tesbih ediyor, Onun bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu ilân ediyorlar.
Tembelliğe yer yoktur kâinatta. Sükûn, sükûnet, monotonluk, durgunluk ve tembelliğin yokluk ve bütün bütün zarar olduğunu; hareket, faaliyet yenilik ve değişimin ise varlık ve hayır olduğunu belirten Bediüzzaman, bunu şöyle dile getirir: “Sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nev'î ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuttur, hayırdır.”3
Bu dünya çalışma ve hizmet yeri, ahiret de ücret diyarıdır. Burada dünya ve ahiret için çalışılacak, muaccel ücretler burada, müeccel ücretler de ahirette verilecektir. Onun için mükâfatı, ücreti, sonucu dünyada aramak kadar yanlış birşey olamaz. Bu dünya mükâfat ve istirahat yeri değildir ki insan çalışmasın, kendini tembelliğe atsın.
Öyleyse insan, özellikle Müslüman tembelliğe; bütün bütün işler bitmiş, ücret, ödül alınmış gibi istirahata da yer vermemelidir hayatında. Tembellik, rahatlık arzusu aynı zamanda yokluk demektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”4
Bu ve buna benzer sakıncaları sebebiyle Allah Resûlünün (asm), “Allah’ım, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkün ihtiyarlıktan sana sığınırım”5 duâsında tembellikten de sakınmaya yer vermesi ne kadar yerinde. Tembelliğe kâinatta en küçük bir yer dahi yokken nasıl olur da biz kendimizi tembelliğe atabiliriz?
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 685.
2- Mektubat, s. 58.
3- A.g.e., s. 49.
4- Lem’alar, s. 16.
5- Buharî, Daavat: 38; Müslim, Zikir: 15.
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Desteksiz atışlar |
|
Rıza Zelyut, halen Güneş gazetesinde köşe yazarlığı yapan bir "Alevî yazar." Onun Alevî olup olmaması, bizim açımızdan pek de önemsenecek bir mesele değil. Ancak, bizzat kendisi hemen her vesileyle bu yönünü nazara vermeye çalışıyor.
Bizim için asıl önemli olan nokta, sayın Zelyut'un "Nurcular"a ve özellikle Said Nursî'ye karşı beslemiş olduğu kindarlık ve düşmanlığın sebebinin ne olduğudur.
Yazar, artık kronikleşmiş hale geldiği anlaşılan bu kin ve husûmet duygusunu, hemen her fırsattan istifade ile fütursuzcasına ilân ve ifade etmeye çalışır.
Nitekim, "CHP ve Kadiriler" başlığını taşıyan 13 Şubat 2009 tarihli yazısında da aynı minval üzere gitmiş. Daha evvelden de yaptığı gibi, lâfı yine döndürüp dolaştırmış ve sonunda Nursî'yi itham edici, Nurcuları karalayıcı bir mecraya sokmuş.
Zelyut, bu konuda çok büyük bir hatanın, çok büyük bir yanlışın içinde. Aynı yanlışı daha evvel de defalarca tekrarladı, durdu. Bizim cevap ve düzeltme çabalarımızın ise, onda hemen hiçbir tesiri olmadı. Öyle anlaşılıyor ki, kim ne derse desin, o bildiğini okumaya devam edecek.
Ancak, biz yine de meydanın boş olmadığını ve bilhassa Said Nursî ile ilgili hemen her mesele hakkında verecek bir cevabın, yapılacak bir izahın Nursî'nin bizzat eserlerinde mevcut olduğunu, sayın Zelyut dahil herkese ilân etmek durumundayız. Kendimizi bu meselede bir mesuliyet ve mükellefiyet altında hissediyoruz. Dahası, bizim kırk yıldır medyadaki varlığımızın bir sebeb–i hikmeti de budur.
Şimdi gelelim, sayın Zelyut'un içine düştüğü ve okuyuculara da yutturmaya çalıştığı yanlışlıklar dizisine...
Desteksiz atışlara bakın siz
CHP'nin yapmış olduğu çarşaf vs. açılımları destekleyen Zelyut, bu partinin her kesimden vatandaşın oyuna ihtiyacı olduğunu ve oy akışını engelleyen sebeplerin ortadan kaldırılması gerektiğine özellikle vurguda bulunuyor. Bulunsun, yapsın, etsin... Bunda bir anormallik yok.
Anormallik, yazarın Kadirileri CHP dostu olarak göstermekle yetinmeyip, bu partiye karşı ve gerici hareketlerin içinde gördüğü Nakşileri, Süleymancıları ve Nurcuları haksız yere kötülemeye karalamaya çalışmasıdır.
Meselâ, özet olarak şu iddialarda bulunuyor, Zelyut: "Ehl–i Sünnet çizgisinden gelen Nurcular, dini şekilden ibaret sayar, toplumu şeyhlerin denetimine verir, akla karşı çıkar, gerici hareketlerde bulunur, devletin en gerici kanatlarıyla işbirliği yapar; örneğin, bir devlet yöneticisi hangi suçu işlerse işlesin onu eleştirmezler..."
Zelyut'un desteksiz atışları, aynen şu sözlerle devam ediyor: "Kadiriler 2. Meşrutiyet'in ilânını gönülden desteklemişlerdir. Halbuki, 2. Meşrutiyet'le gelen özgürlük, kardeşlik, yardımlaşma ilkeleri, dönemin Nakşibendilerini, Nurcularını öfkelendirmiş ve bu tarikatlerin kışkırtmasıyla gerici 31 Mart ayaklanması ortaya çıkmıştır. Fethullah Gülen'in tarikat büyüğü Said–i Kürdî (Tepki üzerine Kürdi soyadını Nursî yapmıştır) bu ayaklanmadaki baş oyunculardan birisidir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Nakşibendiler, Nurcular, Süleymancılar Cumhuriyete karşı müthiş bir yeraltı savaşı yürüttüler. Bunun için İngilizlerle işbirliğine gittiler; Şeyh Sait ayaklanmasını çıkarttılar. Kadiriler ise, tekkeleri kapatılmasına karşın, cumhuriyetin ilkelerine saygılı oldular." (Agg, 13 Şubat 2009)
Aziz okuyucular, yukarıdaki satırları okuyunca yuha çektiğinizi ve "Hayret bir şey; ne bu zırvalar yahu!" der gibi konuştuğunuzu duyar gibiyim.
Cidden öyle... Cidden, hele hele yazarlık yapan bir kimse, ancak bu derece yanılır ve insanları yanıltmaya çalışır.
Şimdi, isnat ve iftira listesinin ta başından başlayarak, bunlara tek tek cevabı içinde mündemiç olan sorularla mukabele etmeye çalışalım.
1) Sayın Zelyut. Siz Said Nursî'nin "dini şekilden ibaret saydıklarına" dair bir söz ve ifadeyi nerede gördünüz ve kimden duydunuz. Said Nursî ve tabelelerinin böylesi bir isnada haklılık kazandıracak herhangi bir iddialarına veya davranışlarına şahit oldunuz mu? Dahası, Nurcuların giyim ve kuşamı, sizin kıyafet stilinizden çok mu farklı? Varsa, nedir bunlar? Eğer yoksa, o halde bu yaptığınız iftira sayılmaz mı?
2) Nurcular mürit midir ki, toplumu bir şeyhin denetimine versin? Risâle–i Nur hareketinin bir tarikat ve tasavvuf olmadığı hususu mükerrer mahkemeler tarafından bile tesbit ve tescil edilmişken, siz bu hareketi hangi hakla ve hangi akla hizmet için şeyhlik/tarikatçılık kalıbına sokmaya çalışıyorsunuz? El insaf yâhû!..
3) Nur Risâlelerini okuyanların akla karşı çıktığını ve gerici hareketlerde bulunduğunu iddia etmek için, emin olun kör, sağır ve dilsiz olmak dahi yetmez. Nur Talebeleri, bu iddianızın tam aksi yönünde hareket ettiklerini, vaktiyle onlarla uğraşan devletin, hükümetlerin ve adâletin tescilinde olmasına mukabil, siz bu tabloyu nasıl böyle ters–yüz etme cüretini gösterebilmektesiniz? Size kim inanır?
4) Üstadları suçsuz ve nâhak yere otuz yıldan fazla hapislerde, sürgünlerde süründürülen Nur Talebeleri, acaba devletin hangi kanadıyla işbirliği yapmıştır? Deliliniz var mı? Yoksa, sizin "Nurcular"dan kastınız, uzaylılar gibi bir şey mi?
5) Acaba, II. Meşrûtiyet hareketine Üstad Bediüzzaman kadar sahip çıkan ikinci bir dâvâ adamı var mı? Gösterebilir misiniz? Keza, 31 Mart Vak'asından dolayı Said Nursî herhangi bir ceza almış mıdır? Onun ceza aldığına ve o isyanda dahli bulunduğuna dair bir iddia nerede var. Kaynak verebilir misiniz? Tam aksine, Said Nursî'nin o kanlı kargaşada yatıştırıcı rol oynadığını bütün deliller ispat ettiği halde, siz neden hâlâ akıl almaz bir yolda dolu dizgin gitmeye devam ediyorsunuz?
6) Said Nursî'nin bir tarikat büyüğü olduğuna dair, elinizde–varsın en uyduruk bir mahkemeye ait olsun–bir tek delil var mı? Hem onun bir müddet için kullandığı "Kürdî" lâkabına kim karşı çıkmış, kim tepki göstermiş de, o da bu dayatma karşısında soyadını tutup "Nursî" yapmıştır? Baskılara, dayatmalara prim verseydi şayet, Üstad Bediüzzaman'ın "Nursî" yerine resmî soyadı olan "Okur"u kullanması sizce de gerekmez miydi? Yâhû, bu müstesnâ zâtın baskılara boyun eğen bir insan olmadığını, siz ve sizin gibiler acaba ne zaman öğreneceksiniz?
7–8) Bediüzzaman'ın İngilizlerle işbirliği yaptığı ve Şeyh Said isyanını çıkartmada bir rolü olduğu tesbit edilseydi, sizce onu sırf bu suçlardan dolayı idam etmezler miydi? Dahası, acaba bu suçlardan yargılanıp da İstiklâl Mahkemeleri tarafından cezalandırılmayan, hatta idam edilmeyen bir tek kişi var mı? Gösterebilir misiniz?
Demek ki, siz Said Nursî'nin bu tür suçlar için vaktiyle kurulmuş olan mahkemelere hiç çağrılmadığını dahi bilmiyorsunuz ki, böylesine haksız ve mesnetsiz itham ve iddialarda bulunmaya çalışıyorsunuz. Ne diyelim, cidden yazıklar olsun, eyvâhlar olsun...
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Çok partili hayatta darbe heveslisi ve alkışçısı medya |
|
Çok partili hayata, kısmî bir demokrasiye geçilmesine rağmen, aynı bağnaz ve katı yayın hayatı devam ettirilir. Solcu-Kemalist basın, “Jakoben laiklik” ve ilkelerin müdafiidir.
1965’lere kadar, İslâmî değerlere ehemmiyet veren veya o istikamette yayın yapan gazete yok gibidir. Dogmatik ve bağnaz devlet anlayışının kahredici baskısı devam etmektedir.
Bu tarihlerde, Nur cemaati, başta haftalık İttihad gazetesi olmak üzere çeşitli gazeteler çıkarırlar.
1950-1980, hattâ 1985’lere kadar basının en büyük silâhı ve kozu yine “irticâ” öcüsüdür. Sık sık, temcid pilavı gibi irtica kampanyaları ısıtılıp ısıtılıp kamuoyunun önüne sürülüyor, askerler ve idâreciler kışkırtılıyordu. Gösterdikleri istikamette icraat yapmayanlar korkutuluyordu. Dayandığı nokta, “İlke ve İnkılâplar” yâni Atatürkçülüktür.
Bu husûsu Mehmet Ali Birand 19 Mayıs 1993 tarihli Sabah’taki yazısında şöyle itiraf eder:
“Bizim de aralarında bulunduğumuz lâiklik yandaşları yıllarca bağnaz bir tutum sergiledi. Daima bizim dediklerimiz doğruydu ve din unsuruna ağırlık veren herkes kötüydü. Gericilikle suçladık, Ticanî olduklarını söyledik. Bize göre laiklik âdeta üzerinde tartışılmayacak bir tabu idi ve herkes ezilmeliydi. Üstelik elimizde de önemli bir sopa vardı: Ordu.
“Eğer biraz gelişirlerse ordunun hemen müdahale edip gerekeni yapacağını söyleyerek korkuturduk. Çok hatalı bir yaklaşım olduğunu yıllar sonra yavaş yavaş öğrenmeye başladık.”1
Maalesef Türkiye’de basın, eskiden beri “haysiyet kırıcı yayınlarla İslâm ahlâkını zedeledi ve kamuoyunun fikirlerini perişan” etti... Meşrûtiyet döneminde bir kısım Müslüman Türk yazar-çizer de, acemilik, ölçüsüzlük, “hürriyet ve meşrûtiyet” havasının taşkınlıklarıyla İstanbul’u Avrupa’ya, Anadolu’ya da İstanbul’a kıyas ederek onların paralelinde neşriyat yaparak haysiyet kırıcı bir neşriyât ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler.2
Halen kökü dışarıda komiteler “irtica” kampanyalarını sürdürüyor. Solcu-eyyamcı basın, darbeleri daima destekledi; alkışladı. Ülkenin demokratikleşmesinde ve insan haklarının yerleşmesinde en büyük vazifeyi basın-yayın organları yapması gerekirken; maalesef Türk basını (çoğunlukla) demokrasinin tehlikeye girdiği dönemlerde daima antidemokratik güçlerle işbirliği yaparak onları övmüş, alkışlamıştır.
Tabiî bu davranış, onların tarihî altyapı ve gelişme seyrinden kaynaklanıyordu.
Dipnotlar:
1- Sabah, 1994.
2- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 25.
23.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Yeni Osmanlılar, ittihad-ı İslâma karşı... |
|
“İttihad-ı İslâm” tabiri, Asr-ı Saadet modelinden uzaklaştığımızda ortaya çıkmıştır. Uzaklaştığımız iklime duyduğumuz tahassürün bir ifadesidir. O zamanlar yaşanmıştı, yaşanıyordu…
Sonra “ısırıcı saltanatlar”la uzaklaşmışız, o mutlu dünyalardan öyle uzaklaştırılmışız ki, Bediüzzaman 31 Mart mahkemesinde, Selaniklilerce ittihad-ı İslâmcılıkla suçlanmış. O ise, mahkemenin şaşkın bakışları arasında “ittihad-ı İslâmı” önce tarif etmiş ve sonra da savunmuştur. Dâvâsına Sultan Selim-i Evvel’i, Namık Kemal’i, Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani’yi şahit gösterirken, düşüncelerinden son derece emindir.
İttihad-ı İslâm projesi, sair müsbet projeler gibi zamanın şartlarına göre dizayn edilecektir. I. Selim’in zamanı ile XIX. yüz- yıl Osmanlısı ne kadar farklı ise, günümüz İslâm âleminin şartları geçen zamanlardan daha çok farklı. Zamanı ve şartları nazara almayanlar, bu hususta bazen hayalperestlik sahrasına tırmandılar, bazen de yeis çölüne düştüler. Bediüzzaman ise 1909’dan ta 1959’a kadarki dâvâsında gayet ısrarlı. Israrına tarihî ve aktüel vakıaları delil gösteriyor. Tarihte birçok defa gerçekleşmiş ittihad-ı İslâm düşüncesi, tekrar gerçekleşecektir. Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Arap Cumhuriyetleri ve diğer bazı paktları örnek gösteriyor.
Bediüzzaman’ın hedeflediği “ittihad-ı İslâm” ile siyasal İslâmcıların kafalarındaki “İslâm birliği” düşüncelerinin temeldeki ayrışımlarına dikkat edemeyenler, ikisini birbirine karıştırıyorlar. Siyasal İslâmcılar, dini siyasetlerine alet ederlerken, kendilerini merkeze yerleştiriyor ve dünyayı eksenlerinde çevirmek istiyorlar. Bediüzzaman’ın düşüncesindeki “ittihad-ı İslâm’da ise merkezde, insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet vardır. Kur’ân, Kâbe, Sünnet-i Seniyye ve Âlem-i İslâm’ın varlıkları bu projede, başka milletleri tedirgin etmiyor. Ahirzaman dinsizliğinin kaos,, ahlâksızlık ve zulme yuvarladığı milletler ve devletler, hakikî mânâdaki ittihad-ı İslâma taraftar oluyorlar.
İnsanî değerleri esas alan, fert hürriyetine en üst düzeyde kıymet veren, cehalet, fukaralık ve fitnelere müsaade etmeyen, yalnızca insanların hukukuna değil, okyanuslardaki balıkların da haklarını teminat altına alan bir “İslâm Birliği projesine” hangi insaflı Avrupalı karşı çıkabilir ki…
“Siyasal İslâm” dediğimiz düşüncenin yapılanmasındaki şeriat karşıtı halleri gören Avrupalılar, İttihad-ı İslâm düşüncesinden de ilk anda endişe edebilirler. Fakat bu “İslâmcı kardeşlerin” Avrupalıları tedirgin eden hallerinin şeriata muhalefet eden fiil ve sıfatlarından doğduğunu izah ettiğiniz zaman, Amerika, Fransa ve Almanya gibi Hıristiyanlığı temsil eden ülkeler, İslâm Birliğine taraftar olacaklar. Bir işbirliği yapmaya kendilerini mecbur hissedecekler. Küresel barışı bozarak yeryüzünü fitne ile ateşe veren güçlerin zabt u rabt altına alınmalarının da ancak İslâm birliğinin kurulmasıyla mümkün olduğunu anlayacaklar. Başta Hıristiyanlık âlemi olmak üzere, İslâm âleminin ve hatta dünyanın barışı İslâm coğrafyasının sekinet, sulh ve sükûnetine bağlı ise, bu da ancak ve ancak İslâm Birliği mefkûresiyle mümkündür.
Osmanlı Hanedanının baş düşmanı Kemalizmin emrindeki “Yeni Osmanlılara” gelince… Türk milliyetçiliğini ana umdeleri arasına almış, bu umdenin emriyle evvelâ komşularına ve sonra da AB’ye savaş açmış iktidardaki düşünceye gelince….
AB'nin temel insanî kriterlerini, kendi halkına zulmedip fukara milletini sömürmeye son vereceğinden ve cemiyete kenelerce yapışmış cehalet, fakirlik ve fitneyi temizlemeye vesile olacağından başta reddeden bir düşünceden ne yeni Osmanlı çıkar, ne de eski Osmanlı… Milleti iğfale matuf bu tür çalışmalarla ancak ve ancak Osmanlı torunlarından intikam alınır. Selanikliler Hanedanı, saltanatını birkaç sene daha devam ettirir. Hanedanın çok net bildiği bir gerçek var: Böyle giderse, AB kriterleriyle bütün Ortadoğu saltanatları son bulacağı gibi Osmanlı saltanatını ele geçirenler de çekilmek zorunda kalacaklar. İşte böyle bir tehlikeyi ötelemenin yollarından birisi, neoliberallerin de destekledikleri “Yeni Osmanlılar” projesi olabilir. Tarihimizi manipüle eden bu düşüncenin bizi en çok üzen cihetini tekrarlamak istiyoruz: Dini siyasete alet edenlerin, masum Müslümanları, menfaat üzerine dönen siyasetlerini alet etmeleri...
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
40. yıl mesajı |
|
21 Şubat 2009 tarihi Yeni Asya’nın yayın hayatına geçişinin 40. yıl dönümü. Bu vesile ile birçok faaliyet, kutlama toplantıları ve özel röportajlar yapılıyor ve yapılmaya da devam edecek İnşallah.
Öncelikle şevk ve gayrete gelmek için şu acı gerçeği kabul etmeliyiz. 40. yılında Yeni Asya’nın tiraj seviyesini belirli bir seviyenin üzerine çıkarmamız gerekiyor. Zira Türkiye’nin kaderinde birçok önemli olaya imza atmış bir cemaatin ve onun bir çeşit neşir vasıtası olan Yeni Asya gazetesinin eskiden olduğu gibi gelecekte de söz sahibi olması için herkese vazifeler düşüyor.
Her şeyden önce gündemi başkaları değil bizlerin oluşturması için sesimizin daha gür çıkması gereklidir. Yeni Asya’da çıkan makale ve haberler çok etkili olmasına rağmen tirajımızın da belirli bir seviye üzerine çıkmaması sebebi ile kamuoyuna yeterince mal olamamaktadır. Ne yazık ki ülke gündemini siyasetçiler ve bazı medya gurupları belirlemekte, kendi menfaatleri doğrultusunda seçtikleri konuları, medya gücünü de kullanarak toplumun büyük bir kesimine empoze etmektedirler.
Elhamdülillah, bugün Bediüzzaman’ı ve onun müellifi olduğu Risâle-i Nurları sadece Türkiye değil bütün dünya duydu. Birçok engelleme ve unutturulma çabasına rağmen artık düşmanları dahi Bediüzzaman’ı sena etmek zorunda kalıyor. Fakat sadece insanların duymaları yeterli midir? Anlaşılması da gerekmez mi?
Yapılan işler, gösterilen çabalar ne kadar çok olsa bile yine de yetersizdir. Zira insanları “Nurlardan” mahrum bırakmak isteyen yüzlerce komite, var güçleri ile fitne kazanlarını kaynatmaya devam etmektedirler.
Tahrip kolay, tamir ise zordur. Bu sebeple yapılan bütün güzel hizmetler ve çalışmalar yeterli değildir. “İki günü bir olan ziyandadır” buyuran sevgili Peygamberimize (a.s.m) itaat etmek için dahi gayrete ve şevke gelmek mecburiyetimiz vardır.
“Mevcuda iktifa dun himmetliktir” diyen Bediüzzaman asla yapılanları yeterli görmeyip daha fazla gayret ve çalışma göstermek gerektiğini ifade etmiştir. Bütün bu sözler 40. yılını idrak ettiğimiz Yeni Asya hizmetinin daha ileri seviyeye çıkarılması için bize şevk olmalıdır.
‘Peki, biz nasıl bir katkıda bulunabiliriz?’ sorusunu hiç olmazsa şu 40. yılda kendimize sormalıyız. Nemelâzımcılık, Bediüzzaman’ı tanıyan ve onun eserlerinden istifade etmiş olan kişilere yakışmaz. Hiç olmaz ise şu zaman diliminde gazetemizi dostlarımıza tanıtmak onların da istifadesine sunmak hepimize düşen birer borçtur.
Gurbette çalışan ve ekmek parasını denizden çıkaran birisi olarak elimden geldiği kadar gazetemizi tanıtmaya çalışıyorum. Hatta yurt dışında ziyaret ettiğim bir Türk okuluna ve yine bir Türk Kur’ân kursuna gemide okumak üzere biriktirdiğim gazetelerimi hediye ettim. Karşılığında çok teşekkür aldım. Her yazarından ve her satırından çok istifade ettiğim gazetemizin beğenilmesinden ayrı bir mutluluk duydum. O halde 70 milyonun yaşadığı ülkemizde bu mutluluğa ihtiyacı olan insanları bulmak, onlara gazetemizi sunmak güzel bir vazife değil midir?
Türkiye’ye geldiğimde eskiden okuyucusu olduğu halde çeşitli sebeplerle gazetemizi almayan arkadaşlarımı ve dostlarımı bu hünerli “Nur naşiri” gazetemizi yeniden okumaya dâvet ettim. Eksik olmasın, birçok kardeşim duâ ve tebrik etti. Çorbada tuzumuz oldu ise, ne mutlu bana.
Evet, sevgili Yeni Asya okuyucuları, ahir zamanda en mergup meta belâgat ve cezalet olacaktır. Elbette belâgat sadece yazılı basın ile olacak değildir. Çeşitli medya araçları bu en gıpta edilecek iş olan belâgat mesleğinin bir parçasıdır. Halihazırda çeşitli medya kuruluşlarında görev alan birçok insanın yetişmesinde bir nev'î okul görevi yapan Yeni Asya, eskiden olduğu gibi gelecekte de çok önemli görevler üstlenecektir.
Bu sebeple onu şahsî hesaplaşmaları bir kenara bırakarak lâyık olduğu mevkiye yükseltmek hepimizin boynunun borcudur, vesselâm…
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Recep TAŞCI |
Bütçe ve kriz |
|
Bütçe esas itibariyle devletin tahmini gelir ve gider tutarını gösteren siyasî, sosyal ve iktisadî işleve sahip bir yasadır. Geçenlerde Ocak ayı bütçe gerçekleşmelerine ilişkin rakamlar açıklandı. Rakamlardan mümkün olduğu kadar kaçınmakla beraber, konunun iyi anlaşılabilmesi için şu bilgileri vermek mecburiyetindeyiz.
-Vergi gelirlerinde öngörülen artış yüzde 20 idi. Artışı bırakın yüzde 2,4 oranında düşme görülüyor.
-Ocak ayında giderler ise geçen yılın aynı ayına göre yüzde 15 artmış.
-Ocak ayı bütçe açığı 2 milyar 967 milyon lira. Geçen Ocak ayına göre yüzde 466 artmış. Yıllık tahmin edilen bütçe açığı ise 10,4 milyar lira.
-Bütçe yüzde 4 büyüme hedefine göre hazırlanmıştır. Oysa en iyimser hesaplamayla bu yıl büyüme eksi 2 olacaktır. Bunun anlamı yeni iflâslar, işsizlik ve fukaralıktır.
Rakamlardan anlaşılacağı üzere gelirler, giderler ve büyüme hedefi şaşmıştır. Aynı trendin devamı halinde yıl sonunda bütçe açığı tahmin edilenin 3-4 katı bir büyüklüğe ulaşacaktır. Tahminlerde görülen bu kadar vahim bir sapma karşısında bütçenin gözden geçirilmesi kaçınılmazdır. Ne var ki küresel kriz, hükümetin elini kolunu bağlamakta, hareket alanını sınırlandırmaktadır. Bu bağlamda bütçe açığını kapatmak için alınacak tedbirler krizi körüklemekte, krizi söndürmeye yönelik paketler ise bütçe açığını büyütmektedir. Yani aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık.
Krizi tetikleyen sebeplerden biri olarak gösterilen talep daralması, üretilen malın satılmaması demektir. Satış olmayınca bunları üreten fabrikalar kapanıyor, insanlar işsiz kalıyor. Öyleyse krizin aşılması için talebi canlandıracak tedbirlere başvurulmalıdır. Talep, gerekli güven ortamı içinde, kamu harcamalarının arttırılması ve vergilerin indirilmesi ile canlanır.
Öte yandan harcama ve vergi indirimi kaçınılmaz olarak bütçe açığını büyütecektir. Zaten Ocak ayında bütçedeki açık, geçen yıla göre 5 kat fazladır. Bütçe açıkları; devletin mülkiyetinde olan varlıkları satmak, para basmak ve borçlanmak suretiyle kapatılır. Uygulama imkânı kısıtlı olduğundan ilk iki seçeneği bir kenara bırakırsak, tek çare borçlanmaktır. Kamunun iç piyasadan borçlanması, şirketlerin likidite sıkıntısını olumsuz etkileyecektir.
Bir diğer alternatif de yurtdışından finansman sağlamaktır. O zaman da karşınıza IMF engeli çıkmaktadır. IMF’nin geleneksel “gelirleri arttırın, giderleri azaltın” reçetesi talep daralmasına sebep olacağından aylardır süren resmî ve gayriresmî görüşmeler tıkanma noktasına gelmiştir.
Anlaşmazlığın iki noktada yoğunlaştığı söyleniyorsa da, ne olduğu sır gibi saklanıyor. Belirsizliğin bir an önce ortadan kalkması piyasaları rahatlatacaktır. Şu husus iyi bilinmelidir ki, anlaşma olsun ya da olmasın krize karşı alınacak her tedbir beraberinde başka yeni sorunlar getirecek, ekonominin rayına oturması uzun bir zaman alacaktır. Bu durum bütün çıplaklığıyla halka anlatılmalı, günü kurtaran yaklaşımlar yerine köklü yapısal reformlar hayata geçirilmeli, oy kaygısıyla ülkenin geleceği tehlikeye atılmamalıdır.
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
AKP’nin “yeni anayasa” irâdesizliği |
|
22 Temmuz genel seçimleri öncesinde “yeni sivil anayasa”yı gündeme getiren ve ardından sivil toplum kuruluşlarına havale eden AKP siyasî iktidarı, 29 Mart mahallî seçimleri arefesinde “yeni anayasa” iddiasını tekrar ortaya atıyor.
Bilindiği gibi ilk iktidar döneminde Anayasayı tek başına değiştirecek sayıda olan AKP siyasî iktidarı, Türkiye’nin “katılım ortaklığı belgesi”nde ve “AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin ulusal program”da söz verdiği “demokratik anayasa”yı kısa zamanda askıya almıştı.
AKP’nin belirlediği akademisyenlerce hazırlanan taslağın özellikle mevcut Anayasadaki din dersleri üzerindeki tartışmalar üzerine Cemil Çiçek, medya ve muhalefete “Nasıl bir anayasa istediklerini demeçle değil, projeyle ortaya koymaları lâzım” diyerek “yeni anayasa” taleplerini toptan rafa kaldırmış; “Biz vazgeçtik, buyurun siz getirin!” demişti. Ardından da Dengir Mir Mehmet Fırat, “Gelinen noktada artık yeni anayasa imkânsız” diyerek “yeni anayasa”yı kesip atmıştı…
Geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan’ın “Bizi bu darbe Anayasası’ndan ne zaman kurtaracaksınız?” sorusuna “Nisan...” cevabını vermesi, “yeni anayasa”yı yeniden gündeme getirdi…
HEP BAŞKA BAHARA
Ancak son süreçte CHP’nin Kur’ân kursları açma vb. projesini “Nereden aklınıza geldi?” söylemiyle “samimiyet sorgulaması”na tabi tutan Erdoğan, bu defa da “yeni anayasa”yı “partilerarası uzlaşma”ya ve özellikle CHP’nin mutâbakatına bağlıyor.
CHP’nin daha önce Anayasa Uzlaşma Komisyonuna üye vermediğini hatırlatan Erdoğan, CHP’nin işi Anayasa Mahkemesi’ne taşımasından endişe ettiklerini belirterek, “asgarî müştereklerin nerede oluşabileceğinin arayışı içerisinde olacaklarını” söylüyor. “Yeni anayasa”daki başarısızlığa CHP’nin tavrını gerekçe gösteriyor; bu “mâzeret”e sığınıyor.
Bu arada uygun olmayan bir ifâdeyle Meclis Başkanı Toptan’ı “yeniden devreye sokmak”tan bahsediyor. Ne var ki neticede başa dönülüyor; “yeni anayasa”yı CHP’ye havale etme cenderesinden çıkılamıyor. Böylece hükûmet, AB’ye taahhüd ettiği “yeni anayasa”da yine havlu attığını bâriz bir biçimde belli ediyor. Gerçek şu ki AKP, Meclis içinde başka siyasî uzlaşma alternatifleri arayışına girmeden, demokratikleşmeyi CHP’nin insafına bıraktığını bir kez daha teyid etmekte.
Tablo şu: CHP, “yeni anayasa”dan önce ayyuka çıkan ve çoğu dosyada siyasîlere bulaşan yolsuzluk iddialarına karşı evvela “dokunulmazlıkların kaldırılması”nı şart koşuyor. Ondan sonra “yeni anayasa”da uzlaşma arayışı içinde olunacağını bildiriyor. Buna mukabil AKP ise vaat ettiği “dokunulmazlıkların kaldırılması”na yanaşmıyor; lâkin “yeni anayasa”yı CHP’nin desteği olmadan yapmaya da yanaşmıyor.
Peşinen CHP’ye havale edilen “demokratikleşme” savsaklanıyor. Seçim sonrası gündeme getirilse de, Türkiye yine “yeni anayasa” da tıkanacağı ve akamete uğrayacağı anlaşılıyor…
YİNE SÜRÜNCEMEDE
Böylece AKP’nin seçim beyânnâmelerinde, hükûmet programında, “âcil eylem plânı”nda taahhüd ettiği “yeni anayasa” yine bir başka bahara bırakılıyor. Tıpkı 12 Eylül darbesinin ürünü YÖK yasasının düzeltilmesi, subay ve astsubayların “irticacı” yaftasıyla her YAŞ’ta sorgusuz - sualsiz - yargısız mesleklerinden ihraçları, Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı” ve milyonlarca meslek okulu öğrencisini mağdur eden katsayı mağduriyeti ve yasadışı başörtüsü yasağı altı buçuk yıldır ertelendiği gibi yine ötelenmekte…
Neticede “CHP’nin mutâbakatı”na kilitlenen tutuk ve tâvizkâr tutumla demokratik tavır sergileniyor. Film bir defa daha başa sardırılıyor; “yeni anayasa” nakaratı bir defa daha milletin nezdinde bir siyasî propaganda aracı olmanın ötesine geçemiyor.
Kısacası bu tavizkâr ve başkalarının “oluru”na bırakılan demokratik dirençten yoksun politikalarla “yeni anayasa” yine sürüncemede kalmakta. 28 Şubat antidemokratik sürecin tepkisiyle iktidara gelen AKP iktidarı, 12 Eylül ve 28 Şubat antidemokratik sürecin siyasî aktörleri Anasol-D ve Anasol-M koalisyonlarından kalma “yeni anayasa” ve demokrasi dışı uygulamaları düzeltme demokratik direncini bir türlü gösterememekte…
Başbakan’ın bir soru üzerine ifade ettiği “yeni anayasa” hakkında yeniden suskun kalıp seçim konuşmalarını günübirlik oyalayıcı politik polemiklerle geçiştirmesi, AKP’nin bu iddiada da pek ciddî olmadığını ele vermekte. Demokratik irâde zâfiyetini açığa çıkarmakta.
Peki, o zaman AKP siyasî iktidarı neden seçim öncesinde yeniden “yeni anayasa”yı gündeme getirip seçim sonrası için söz veriyor? Neden altı yıldır yapmadığı demokratikleşme vaadinde bulunuyor?
Demokratikleşmenin ucuz ‘politika pazarı’na düşürülmesi, hayra alâmet değil…
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Onun adı kumardır |
|
Her şeyi olduğu gibi tavsif etmek gerektiği halde, milleti yanıltmayı adet haline getirenler ‘kumar’a ‘şans oyunu’ adını takarak masum göstermeye çalışıyor.
Hemen her gün kumara ‘şans oyunu’ denilmesinin acı neticeleriyle karşılaşıyoruz. Bilhassa ‘yılbaşı kumarı’nda sınırlar zorlanıyor, bütün millet kumar oynamaya teşvik ediliyor. Bu tuzağa düşenlerin çok acı faturalar ödediği de herkesin malûmu.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu şans ve talih oyunlarıyla ilgili kapsamlı bir araştırma yapmış. Ayrıntıları yakında yayınlanacak olan rapora göre ‘şans oyunları’na ayda 150 TL’den fazla para harcayanların üçte biri açlık sınırının altında yaşıyormuş. (Sabah, 21 Şubat 2009)
Resmen ‘aç’ olan birisinin çoluk çocuğunun rızkını ‘kumar’a vermesi bir nev’î hastalık değil mi? Herkes bilir ki kumar oynayanlar da bu alışkanlıklarından dolayı memnun değildir. O halde bu hastalığa tutulanlara yardımcı olmak, onların daha derin bataklıklara sürüklenmesine mani olmak lâzım. Yapılması gereken bu olduğu halde, devlet ve medya eliyle insanların kumara teşvik edilmesini anlamak mümkün müdür?
Burada en büyük hata, resmen ‘kumar’ olan bir fiile ‘şans oyunu’ adını vermektir. Başta medya olmak üzere ‘kumar’ın çirkinliğini örtmek ve insanları yanıltmak için bu çirkin alışkanlığa ‘şans oyunu’ adını vermektedir. Bu tavır en çok yıl başlarında dikkat çekiyor.
Fakir fukarayı hayalî bir umut peşinde koşturan bu hastalık, ancak sağlam bir inanç ve kararlılıkla önlenebilir. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Diyanet İşleri Başkanlığına iş düşmektedir. Diyanet ya da benzeri maksatlarla kurulmuş özel dernek ve vakıflar çok ciddî bir çalışma yaparak insanları bu tuzağa düşmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar. Toplumu ve aile huzurunu mahveden bu alışkanlığa karşı insanları ikaz etmek için ne kadar gayret gösterilse yeridir.
Cuma hutbelerinde her konuda hutbe verilmekte ve vaazlarla insanlar ıslâh edilmeye çalışılmaktadır. Elbette bu konuda da hutbeler okunuyor, ama bunun hem sayısını arttırmak hem de muhtevasını daha tesirli hale getirmek gerek.
En garip olan noktalardan biri de bu konuda soru yöneltilen ‘ilahiyatçılar’ın ekseriyetle çekingen davranmasıdır. Oysa böyle soruları fırsat bilip, ‘kitabın ortasından’ gerçekleri beyan etmekte fayda var. Hatta ve hatta, bu hastalıklara karşı soru yöneltilmesini de beklemeden gerçekleri apaçık bir şekilde, ‘kumar’a ‘şans oyunu’ diyenlerin de uyanacağı biçimde açıklamalar yapmak lâzım.
Çağımızın bir hastalığı da gerçekleri ters yüz etmektir. İşte apaçık ‘kumar’ olan bir alışkanlığa ‘şans oyunu’ adını vermek de buna bir örnektir.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun raporunu bir fırsat bilip bu konudaki gerçekleri cesaretle ortaya koymak en başta resmî ya da resmî olmayan ilahiyatçılara düşer.
Lütfen ‘kumar’a kumar diyelim, insanları lâf canbazlığıyla yanıltmayalım...
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
40. yılda 40 bin kere tebrikler |
|
Yeni Asya’nın 40. yıl coşkusunu, bir de Azime Kantar’ın kaleminden yansıtalım:
***
Asya’nın bahtı... Ve Yeni Asya..
Neydi bu açılacak, açılması gereken baht?
Hem ne ile idi o bahtın açılması?
“Tuğlaları üst üste koymak, tekrar değil, tesistir.”
Karınca kararınca, dünya kurulalı fitnesinden Allah’a sığınılan ahirzamanın o dehşetli rahneleriyle cerahatlanmış ruh ve kalblere tiryakmisâl devâları yetiştiren hekîm-i hâzıklar hep olmuştur fenâ ve fâniler âleminde.
Bir avuç insan..
Belki dünyalık saltanatlarının fedakârlıkları ile fark edilemediği, her biri aynı dâvâya hizmetin şuuru ve sıbğası ile âdetâ ikizleşmişcesine aynı tarz ile düşünen, aynı şeylerden fedâkârlık yaparak birbirinde fânileşen sadece “bir avuç” insan..
Hicretin başlangıcında da müşriklere atılan “bir avuç” kum değil miydi?
O “bir avuç” kuma güçleri yetmedi, yetemedi!
Zira o “bir avuç” kumu atan (a.s.m.), Allah’ın adıyla atmıştı.
“Bir avuç” kum; topun, güllenin yapamadığını yapıyor, Allah’ın adını yüceltme dâvâsında muhafız vazifesi üstleniyordu.
Dostun, düşmanın “bir gözünün” hep Yeni Asya’da olduğuna cümle âlem şahittir.
Birileri hep gözlerine atılacak “bir avuç” kumdan korkarak bakar.
Birileri de hep bekler ki, “Yok mu şu adaletsizliğe, haksızlığa, inkâra, zulme bir avuç kum atıp da kör edecek olan?”
İşte 40 yıldır mektep hâline getirdiği bu vatanda, inkâra ve zulme “dur” deme vazifesi ile mükellef Nur Talebelerinin mümessili olan Yeni Asya; üst üste ördüğü tuğlalar ile sedd-i Zülkarneyn gibi, inkâr ve zulümde hızını alamayanların tosladığı, hatta başlarını yardıkları bir kal’a hükmündedir artık!
Dile kolay, 40 yıl..
O 40 yıla neler sığdı? Kimler o 40 yılda nelere şâhit oldu?
Şimdilerde herkesin “Biz de öyle düşünüyoruz” diye haykırarak Yeni Asya’yı tasdiklediği, ama bir zamanlar Yeni Asya’nın tek başına savunduğu ne doğrular var...
Bu doğrulardan sadece bir tanesi “sivil anayasa” dır.
Yeni Asya’nın ihtilâl şartlarında tek başına “hayır” dediği ve bedelini de kapatılarak ödediği, darbe mahsulü 80 Anayasasına, artık aklını yitirmemiş hiç kimse sahip çıkamıyor.
İşte sabırla üst üste konulan tuğlaların tesisidir bu hak ve hürriyet avazları.
Bir zamanlar darbelere alkış tutma safında olanlar, artık o darbelerin ürünü olan sistemin değişmesi için çalışıyorlar.
Peki, o dönemde ve yakın zamanlara kadar Yeni Asya’ya dudak büküp onu yalnız bırakanların, bu rahnelerin cerahatlarında ne kadar payları olduğu hiç hesaba katılıyor mu?
Ya Yeni Asya dostun düşmanın attığı taşlarla pes edip, sebatla aynı doğruları savunmasaydı, bugün hangi noktalara varırdı zulüm?
Zulme ve zalime en ufak hâl ile dahi meyletmeyen Yeni Asya’nın, def’ine sebep olduğu belâları düşündük mü hiç?
Mevzu nereden nereye..
Esâsında sinn-i kemâli tahattur ettiren 40. yıla geliş serencamında, Yeni Asya’nın neşriyat âlemindeki hizmetleri ile kaç kişinin imânının kurtulmasına vesîle olduğunu nazara vermek istiyordum başlığı yazarken.
Kimbilir belki aynı mânâ farklı ifâde ettirildi.
Hak ve hürriyet savunması da imanların muhafazasına hizmet değil mi?
O neşriyat vesilesi ile imânını kurtaranlardan sadece “biri” olarak, hep minnettar ve duâcınız olarak kalacağız İnşaallah.
Her zamanki gibi, 40 yıldır, başın dik, alnın açık, imân kurtarma ve muhafaza etme dâvânda sabit kadem olman niyazlarımızla..
40 bin kere tebrikler ve maşaallah Yeni Asyam!
23.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
|