|
|
Âyet-i Kerime Meâli
Kim güzel bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. Sonra hepiniz Rabbinizin huzuruna döndürüleceksiniz.
Câsiye Sûresi: 15
|
23.02.2009
|
|
İ’lâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıf
Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.
Biliniz ki: Bizim murâdımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki, ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.
Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.
Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-î beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek İnşaallah.
Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-î beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.
Hutbe-i Şâmiye, s. 41-43
Lûgatçe
i’lâ-yı kelimetullah: Allah’ın adını yüceltme, dinini yayma.
mütevakkıf: Birşeye bağlı olan, onunla iş görecek olan.
mehâsin: Güzelikler, iyilikler.
seyyiât: Fenalıklar, kötülükler.
râcih: Üstün.
|
23.02.2009
|
|
Yıllar geçti
Ne çabuk geçmiş onlarca yıl? Dönüp baktığımızda, maziye akıp giden günlerin, yuvarlanıp koca bir şehri altına alabilecek derecede büyüyen, çığa dönüşen kar topu gibi; ömrümüzün nice yıllarını silip geçtiğini görüyoruz…
Geri dönülmesi asla mümkün olmayan, acısı-tatlısı ile hayatımızın önemli bir kısmı akıp gidivermiş…
Gazetemizin 40. yılına girişi dolayısı ile o günleri hatırladım. Gayemizi insanlara anlatacak, kötü niyetlilere karşı savunacak, alâkadarları birbirinden haberdar edecek bir yayın organına ihtiyaç herkes tarafından hissediliyordu… Haftalık çıkan İttihad dergisi bu ihtiyaca tam cevap veremiyordu. Günlük bazı gazeteler genel mânâda dinî değerleri ön plana çıkarmakta ise de, Üstad Hazretlerinin pek çok sosyal hadiseden aldığı dersleri Kur’ânî bir bakışla yorumlaması neticesi vardığı prensiplere uymayan davranışlar sergilemesi, bunlara tamamiyle sahip çıkılmasını engelliyordu. Baştan sona Risâle-i Nur düşüncesi ile hareket eden, bir “ekol” niteliğinde olan günlük neşir vasıtasının eksikliğini gidermek üzere, cemaatin çoğunluğunun tasvip edeceği ve sahip çıkacağı bir gazete böylece vücut sahasına geliyordu.
O günlerde Batman’da idik. Nur hareketinin heyecanlı ve bereketli merkezlerinden biri idi bu belde… Risâle-i Nurlar, Hacı Mirza ve Hacı Mehmed ikilisinin ihlâslı ve şefkatli alâkaları; rahmetli Hilmi Ağabeyin akıllı ve hakimâne tedbirleri sayesinde her kesimden insanı sinesine celb ediyordu. Birkaç gün önce muarız olanların, birkaç gün sonra hizmet saflarında görüldüğü; huzur arayan ve doğru İslâmiyeti anlamaya susamış insanların bir tebessümle, bir selâmla, bir hatır sorma ile gönüllerinin kazanıldığı güzel zamanlardı…
Hâlâ hatıralarımızda unutulmaz izlerin bulunduğu o günlerde, İstanbul’daki günlük gazete hazırlıkları heyecanla bekleniyordu. Risâle-i Nur’a kendi malı gibi sahip çıkanlar, onların vatan sathında ve dünyada lâyık oldukları yeri bulabilmesi için, zamanın gerektirdiği neşir vasıtalarının da devreye girmesi gerektiğinin idrakinde idiler. Bugünlerde katedilen mesafenin; TV’ler, radyolar, internet siteleri, çeşitli yayınevleri gibi olağanüstü gelişmelerin temelinde yatan çekirdekti sanki Yeni Asya…
O mektepten yazar, çizer, araştırmacı, yayıncı.. nice insan mezun oldu. Onlardan kimi eski mecrasında akmaya devam etti, kimi yeni kaynakların başına geçti, kimi deryaya karıştı gitti… Bugün de yeni yeni tohumların fidan olduğuna, fidanların meyve verdiğine, meyvelerin olgunlaşıp tek başına bir ağaç haline geldiğine şahit olup durmaktayız. Okur-yazarın ender olduğu bir cemiyette, milyonlarca okur-yazara sahip bulunan Nur cereyanı, mecazi anlamda da okur-yazarlarını meydana getirdi.
Her şeyi kontrollerinde tutmakla milletin demokratik temâyüllerine set çekebileceklerini düşünen çeşitli güçler, zaman zaman başarılı müdahalelerle çoğalan okuyucu kitlesini ufaltmanın yollarını buldular. Büyüyen tirajları bir şekilde budadılar. Maddî baskılar fayda etmedi ise, insânî duyguları kullandılar. Aklı dinlemeyen duygular, bazı insanları kanatlandırıp yuvasından uçurttu. Düşe kalka bugünlere gelindi.
Hedef değişmedi: Risâle-i Nurların insanlara en doğru ve hızlı şekilde duyurulması, Müslümanların birlik içinde hareket etmeleri, doğru İslâmiyetin ve İslâmiyete lâyık doğruluğun sergilenmesi, şahısların değil hizmetin yüceltilmesi, demokrasi, insan hakları, mazlûmun savunulması, hakkı batılın savletinden korumak gibi köşe taşları üzerinde yola devam edildi, ediliyor, İnşaallahu Teâlâ, kıyamete kadar da edilecek…
Siyasî ve ticarî fırsatları elinin tersi ile itmeyi bilen, maddeye beş paralık ehemmiyet vermeyen bu gazete, “Hakkın hatırı”nı her şeyden üstün tutmaya devam ettikçe; Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve Risâle-i Nurların çizgisinde neşriyatını sürdürdükçe, okuyanı bir kişi bile kalsa—ki bu asla mümkün değildir—vazifesini yerine getirmenin gönül rahatı içinde, mânâ âlemindeki şerefli yerini koruyacaktır.
Cenâb-ı Hak, hizmette geçecek nice yıllara eriştirsin. Âmin.
Not: Bir müddet önce yayımlanan “Musîbet Zamânı” başlıklı yazımda, nasıl olmuşsa, baskıya girerken bütün “musîbet” kelimeleri, ilk hecelerinin üzerine de “külâh” konarak, “mûsîbet” şeklinde yanlış olarak neşredilmiş… Bu musibetten sonra, artık yazılarımda, hecelerin doğru telâffuzunu sağlayacak uzatma işaretleri kullanmama kararı aldım. Okuyucularımdan özür dileyerek, durumu arz ediyorum.
|
EKREM KILIÇ
23.02.2009
|
|
Eğer dâvâ büyükse!
Hiç unutmuyorum… Yıl, bin dokuz yüz yetmiş üç. Tam otuz altı yıl öncesi…
Bugün yayın hayatına başlayışının kırkıncı yılını iftiharla kutladığımız Yeni Asya Gazetesinin o günkü nüshalarında bir “Tefekkür” köşesi vardı. Hekimoğlu İsmail’in yazdığı bu köşenin başlığı baş sayfadan, yani birinci sayfanın sağ alt köşesinden veriliyordu. Orada, o günkü yazının hemen başında geçen iki cümleyi hiç unutmuyorum.
Hekimoğlu İsmail: “Büyük dâvâlarla uğraşanlar, büyük insandır. Büyük insanların dert ve çileleri de büyük olur” diyordu o yazısında.
Taif’te taşlanan Allah’ın Resûlünden bu güne kadar nice din ve devlet büyüğünün; inandığı doğrular, hak bildiği dâvâları için görmedikleri eza, çekmedikleri cefa kalmadı:
Abbasî Halifesi Ebû Cafer Mansur’un, İslâm’a uymayan davranışlarına ve yönetim anlayışına fetva vermediği için hapse atıp, işkenceler yaptıktan sonra zehirleyerek öldürdüğü İmam-ı A’zam Ebû Hanife!
Devrin hükümdarının, kendisinden beklediği fetvayı alamayınca bayılıncaya kadar kırbaçlatıp, cellât tam başını keseceği sırada kararından vazgeçerek yirmi sekiz aylık işkenceli zindan hayatına mahkûm ettiği İmam Ahmed bin Hanbel!
Dini, nefsanî düşüncelerine uydurmak isteyenler, nikâha ait bir mes’elede ondan istedikleri cevabı alamayınca bileği çıkıncaya, husyeleri şişinceye kadar dövdükleri için ömür boyu idrarını tutamaz hâle gelip her an yıkanmak zorunda kalan ve o hastalıkla ölen İmam-ı Mâlik!
Şövalyelerin dâvetine inanarak gittiği Rodos’ta esarete mahkûm edilmiş hâldeyken, önemli bir bedel ödeyerek kurtarıp, ardından da: “Hristiyanlığı kabul ederse onu Macar tahtına oturturum” diye haber gönderen Papa Aleksandre Borjiya’nın teklifini reddettiği, inancından inhiraf etmediği için zehirle öldürülen Cem Sultan!
Tek parti idaresi ve uzun bir istibdat döneminin ardından iktidara gelerek demokrasi meş’alesini yakıp, memleketine değerli hizmetler verirken, ihtilâlciler tarafından iktidardan indirilip mahkûm edildikten sonra basit bahanelerle idam edilen Adnan Menderes!
Bunlar, “derdi büyük”lerden bazı örnekler…
Ya, Van Kalesinin iki minare yüksekliğindeki sarp ve kayalık tepesinden ayağı kayıp düşerken bile “Dâvâm” diye inleyen Bediüzzaman!
Ya, dünya menfaati nâmına her teklifi elinin tersiyle reddettiği; “Hakkın hatırı”ndan başka hatır tanımadığı; “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” dediği; idamla yargılandığı Divan-ı Harp’ten beraat edip ayrılırken “Yaşasın zalimler için Cehennem” diye haykırdığı; ne “alçaklara”, ne de “yükseklere” boyun eğmediği için çile çeken Bediüzzaman!
Seksen yedi yıl gibi bereketli bir ömrün neredeyse yarısını dert ve ıztırapla geçiren; gönderildiği esaretlere, atıldığı zindanlara; maruz kaldığı bir mahkemeden diğerine, bir şehirden ötekine sürülüşüne; o da yetmiyor gibi defalarca zehirlemelerine beş para ehemmiyet vermeyerek “Milletin imânını selâmette görürsem, Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur” diyebilen bir Bediüzzaman, büyük insan olmaz mı hiç? Çünkü dâvâsı büyük, çünkü sevdâsı büyük.
Yaz demeden, kış demeden; dağ demeden, taş demeden; üstadına yâr, dâvâsına yârân olanlar, küçük insan olur mu hiç? Dâvâsını taç edenler; anadan, yardan serden geçenler, küçük insan olur mu hiç?
Büyük yolun yolcuları küçük insan olur mu hiç? Çünkü dâvâları büyük, çünkü hülyaları büyük…
Merhum Ali Ulvi Kurucu; “Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbeten küçük kalıyor” diyor Bediüzzaman’ın tarihçesinde onu tarif ederken.
Eğer dâvâ büyükse, kömürü elmas eder.
Demek, dâvâ büyükse, dert ona küçük düşer…
***
Bilvesile, kırkıncı sene-i devriyesinde Yeni Asya Gazetesini; kırk yıldır mahpushane, tehdit, tazyik; hiç bitmeyen ekonomik sıkıntılar, defalarca kapatılmalara rağmen doğrulardan sapmayan cefakâr naşirlerini ve vefakâr okuyucularını ruh-u canımla tebrik ediyorum.
|
ALİ RIZA AYDIN
23.02.2009
|
|
ŞAŞMAZ ÖLÇÜSÜ RİSÂLE-İ NURDAN
Yeni Asya tam kırk yıldır şahlanan
Bütün engelleri aşan küheylan
Şaşmaz ölçüsü Risâle-i Nurdan
Budur manevî cihad, budur kahraman
Her gün verirsin bize şevk ve umudu
Ey başımızın üstündeki rahmet bulutu
Şimşeklerle haykırmadasın Lâ taknatû
Nur tahtına kurulmuş koca bir sultan
Daim ışık veren kandil gibi yanarak
Hakikat söylemede fecirlerden berrak
Ölümsüz gerçeği Nur kâsesinde sunarak
Her yazısı her hamlesi sanki bir destan
Kırk yıl önce sulandı kurumuş toprak
Baharın müjdesi oldu açıldı yaprak
Dalgalandı her yana taşınan bayrak
Alkışladı ins, cin, melek ve bütün cihan
Zafer, zafere gönülden inananların
Bu mukaddes hizmete baş koyanların
Ümitvâr ol müjdesini hep duyanların
İşte budur nurlardan alınan nişan
Haykırmış fırtınada, karda, doluda
Silinmez izler bırakmış geçtiği yolda
Nurdan bir ağ örmüş Anadolu’da
Aydınlanmış bu mukaddes vatan
Asrın dertlerine Nurdan dermanımız var
Gönüllerde kaynayan volkanımız var
Aç yelkeni Nur yolcusu rüzgârımız var
Fırtınalarda sığınılan en güzel liman
|
HASAN ŞEN
23.02.2009
|
|
|
|