|
|
Umut YAVUZ |
En büyük düşman cehalet! |
|
Hepimiz biliyor ve inanıyoruz ki, Allah eğer bir topluluğa musibet veriyorsa bunun ardında çeşitli hikmet ve mesajlar saklıdır. Musibetlere sabretmenin yanı sıra, bu gizli mesaj ve hikmetleri anlamak da Müslümanların birinci görevi olmalıdır.
Son yüzyıllarda dünya üzerinde yaşanan ne kadar felâket varsa ekseriyeti İslâm dünyasının başındadır. İstibdatlar, diktalar, savaşlar, işgaller, fakirlik ve geri kalmışlık… Allah bir şekilde biz Müslümanlara, bir şeyleri yanlış yaptığımızı ve doğru bir yolda olmadığımızı anlatmak istemektedir.
Biz Müslümanlar İslâmiyetin en doğru din olduğuna ve dinlerin en ekmeli ve mükemmeli olduğuna inanırız. Zira bu hakikat bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Allah-u Teâla tarafından bildirilmektedir. O halde bu yüce dinin mensupları olarak bizler, bu yüce hakikati elimizde, dilimizde ve kalbimizde tuttuğumuz müddetçe hep yüksekte ve ilerde olmamız gerekmektedir. Ancak eğer doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu hayatımıza tatbik etmezsek, bu asırda yaşadığımız gibi geri kalmışlık ve felâketler yakamızı bırakmayacaktır.
Şimdi son birkaç asırdır sorulan bir soruyu yeniden ve bu sefer ciddiyetle kendimize yöneltmek durumundayız. Biz Müslümanlar neden geri kaldık ve neden güç bizim elimizde değil?
Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz!” (Ali İmran, 139) demektedir. Şüphesiz bu âyet-i kerime doğruyu söylemektedir. O halde Müslümanlar üstündür, ancak gerçek mânâda iman ettikleri takdirde. İmanın da en mühim sacayaklarından biri de “marifet” yani ilimdir. Kişi bilmeden iman ettiği takdirde bu taklidî bir seviye olur ki; ilim ve marifet ile bu imanı tahkiki bir imana dönüştürmek gerekmektedir.
Çağımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî de İslâm âleminin geri kalmasının sebeplerini açıklarken bu hakikate parmak basmaktadır. Nursî’ye göre geri kalışın üç temel sebebi vardır. Bunlar “cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf”tır.
Bu üç sebebin en başında sayılan cehalet problemi İslâm âleminin ciddî mânâda en büyük problemidir.
Bugün Filistin’in şahsında bütün bir İslâm âleminin, bir tek Yahudi devleti ve arkasına almış olduğu Batı desteğinin altında inim inim inlemesinin en temel sebebi de budur.
Evet hep söylenir. İşte dünyada bir avuç Yahudi var, koskoca İslâm dünyası bunun üstesinden nasıl da gelemiyor diye. Bu ikilemde kemiyet ile keyfiyet farkını çok açık bir şekilde görebiliriz. Şimdi sizinle bazı rakamlar paylaşacağım. Siz de bu dediklerimiz konusunda bize hak vereceksiniz.
Dünya üzerinde çoğunluğu Amerika ve İsrail’de olmak üzere toplam 14 milyon Yahudi olduğu bilinmekte. Müslümanların ise yaklaşık sayısı 1 buçuk milyarı bulmaktadır. Yani her beş kişiden biri Müslümandır. Diğer deyişle her bir Yahudiye karşılık 107 Müslüman yaşıyor dünyamızda. Ancak gelin görün ki 14 milyonluk Yahudi topluluğu dünya üzerinde daha egemen ve zahirde daha güçlü görünmektedir. Peki neden?
İşte bunu açıklayacak bazı somut veriler:
Dünya tarihine baktığımız zaman bilimsel alanda çığır açan isimlerin ekseriyeti Yahudi’dir. Belli başlı isimleri sayacak olursak: Albert Einstein, Sigmund Freud, Karl Marx gibi isimler öne çıkmaktadır…
Öte yandan bilimsel açıdan bir çok yenilik ve icadı yapan bilim adamları da Yahudi’dir. Son 105 yıl içinde 14 milyonluk Yahudi dünyasından 108 kişi Nobel Ödülü alırken, 1 buçuk milyarlık Müslüman dünyasından sadece 3 kişi Nobel ödülü alabilmiştir.
Tarihte mühim yeri olan icatların çoğunu Yahudi bilim adamlarının bulduğunu söyleyebiliriz. Birkaç örnek verecek olursak: Mikroçip’leri Stanley Mezor adlı bir Yahudi üretmiştir. Nükleer Reaktör, Leo Sziland adlı Yahudi bir bilim adamının üretimidir. Aynı şekilde, Fiberoptik kabloyu Peter Schultz; Trafik ışıklarını Charles Adler; Paslanmaz çeliği Benno Strauss; Sesli filmleri Isador Kisee; Mikrofon cihazını Emile Berliner; video kaydedicisini de Charles Ginsburg hayatımıza kazandırmıştır. Ve bütün bu insanların ortak özelliği Yahudi olmalarıdır…
Aynı şekilde dünyada en çok tercih edilen global markaların büyük bölümü Yahudi sermayesinin ürünleridir. Dünyadaki etkin politikacılara bakacak olursak bunların büyük bölümünün de Yahudi olduğunu görürüz. Bunların bazıları Devlet başkanlığı düzeyinde iken, bazıları da önemli diplomatik noktaları ve istihbarat birimlerini tutmaktadır.
Dünyanın en büyük kuvveti olan medyada da durum farklı değildir. CNN, ABC News, Washington Post, Time Dergisi, New York Times gibi belli başlı medya ağlarının başında ve önemli pozisyonlarında da hep Yahudiler bulunmaktadır. Dünyayı sermayeleriyle yöneten George Soros ve Walter Annenberg gibilerinin de Yahudi olduklarını söylemek gerekiyor.
Şimdi bunun içine Hıristiyan Batı dünyasını da katarak çarpıcı rakamlar vermeye devam edelim. Neden İslâm dünyası zayıf iken, Müslüman dünya haricindekiler daha güçlü?
Çünkü 57 ülkeli koskoca İslâm dünyasında sadece 500 üniversite var… Gel gelelim ki sadece ABD’de 5.758 ve sadece Hindistan’da 8.407 üniversite vardır… Dünyadaki en iyi 500 üniversite arasında İslâm dünyasından neredeyse hiç üniversite bulunmamaktadır.
Batı dünyasında okuma yazma oranı yüzde 90’larda seyrederken, İslâm dünyasında bu oran sadece yüzde 40 civarındadır… En büyük 15 Hıristiyan çoğunluklu ülkede okuma yazma oranı neredeyse yüzde 100 seviyesinde iken, hiçbir Müslüman çoğunluklu ülkede okuma yazma oranı yüzde 100 değildir.. Hıristiyan popülasyonun yüzde 98’i ilkokul eğitimi almış iken bu oran Müslümanlarda sadece yüzde 50’dir… Hıristiyanların yüzde 40’ı üniversitelerin herhangi bir bölümünde okuyor… Müslümanların ise sadece ve sadece yüzde 2’si üniversite okuyabiliyor…
Müslüman çoğunluklu ülkelerde bir milyon insan başına sadece 230 bilim adamı düşüyor. Hıristiyan dünyada ise bir milyon insan başına düşen bilim adamı sayısı 1.000 dolaylarında… İslâm dünyası araştırma-geliştirme alanlarına Millî Hasılanın sadece yüzde 0.2’sini harcarken, Hıristiyan dünyada bu oran yüzde 5 seviyesinde…
Bunun sonucunda ise ne mi oluyor? Tabiî ki bilgi üretmede İslâm dünyası çok gerilerde kalıyor…
İşte tam da bu sebeple Pakistan gibi bir Müslüman ülkesinde 1000 kişi başına 23 günlük gazete düşerken, Singapur’da 1000 kişi başına 460 gazete düşüyor… İngiltere’de yayınlanan kitap sayısı bir milyon insan başına 2000 iken, Mısır’da bu rakam bir milyon başına sadece 17’dir…
Pakistan’ın teknoloji ihracatı yüzde 0.9’dur… Suudi Arabistan’ın yüzde 0.2’dir… Kuveyt, Fas ve Cezayir’in toplamda yüzde 0.3’tür.. Singapur’un teknoloji ihracı ise tek başına yüzde 68’dir…
Demek ki İslâm dünyası bilgi üretme, uygulama ve ihraç etmede de sınıfta kalmıştır…
Aslında daha bunun gibi onlarca istatistik vermek mümkün… Ancak bu kadarı bile genel tabloyu vermesi açısından kâfidir diye düşünüyorum…
Şimdi başa dönecek olursak Bediüzzaman Said Nursî İslâm dünyasının üç düşmanı olarak “cehalet, zaruret ve ihtilâfı” vurgulamaktaydı. Bunun reçetesi olarak da “marifet, sanat ve ittifakı” öğütlemekteydi. Evet başka düşman aramaya gerek yok… İslâm dünyasının yeniden ayağa kalkması ve dünyada sözü geçer hale gelmesi için eğitimli, üretken ve birlik içinde olması gerekmektedir…
Başka söze ne hacet!
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İki kutuplu siyaset ve açılımlar |
|
Mahallî seçimler yaklaşırken, partiler adaylarını belirlemeye çalışıyor. 17 Şubat tarihi itibariyle partiler aday listelerini seçim kurullarına verecek. Bazı partiler bütün seçim çevresinde seçimlere girerken, bazı partiler de tamamında seçimlere girmeyecek. Belediye meclis üyeleri, il genel meclisi üyeleri ve muhtarlar dahil olduğunda seçimlere katılacak adayların sayısı 10 binleri geçiyor.
Her seçimin şartları farklı olduğundan bu seçimlere de farklı konular tartışılarak gidiliyor.
Önümüzdeki seçimin bir özelliği, tıpkı 22 Temmuz genel seçimlerinde olduğu gibi yine iki kutuplu bir siyaset oluşturulmaya çalışılıyor olması. İktidardaki parti ile anamuhalafetteki parti arasında seçimlere aylar kala oluşturulmaya çalışılan bu “iki kutuplu siyaset” aslında hem AKP’nin, hem de CHP’nin işine yarıyor. “Eğer oylarınızı bölerseniz diğer parti seçimleri kazanır” denilerek seçmen yönlendirmeye çalışılıyor.
Bu seçim kampanyalarının dikkat çeken diğer bir konusu da CHP’nin açımları oluyor. Çarşafa rozet takarak ile başlattığı açılımlarını, her mahalleye Kur’ân kursu ile devam ettiren CHP, şimdilerde ise belediyelerde başörtülü ile çalışabileceği “açılımı”nı yapılıyor.
CHP’nin bir diğer açılımı da, Avrupa Birliği konusunda oldu. Baykal yıllar sonra AB’nin kalbi olan Brüksel’de temsilciliğini açılışını yaparken, AB’li yetkilerle görüşmesinde, partisinin “AB karşıtı” gösterilmesinden hayli muzdarip olduğunu söyledi. Bunun “algılama sorunu”ndan kaynaklandığını söylerken, “CHP AB karşıtı değildir” diyerek kendisini bağlamış oldu.
Son günlerde moda bir tabir var. Ezberleri bozmak… CHP’nin bu açılımlarını gördükçe iki şey düşünüyorum. (Biraz iyimser olacak ama) CHP ya isminde yer alan “halk”ı yeni keşfetti, ya da kendi ezberlerini artık bozmaya karar verdi…
Bütün bu açılımları düşününce CHP’nin geçmişteki icraatlarını bilmemize rağmen bir takım teklifler yapmak aklımıza geldi. Açılımlarla ilgili yapılması gerekenleri sıralayalım:
Malum olduğu üzere AKP hükümeti son birkaç yıldır AB konusunu iyice savsaklamıştı. Bunu inkâr etseler de 4 yıl sonra Tayyip Erdoğan’ın Brüksel’e gitmesi, sadece görevi AB olan bir devlet bakanlığının kurulması bu eleştirilerin haksız olmadığını gösterdi. Madem CHP yeni AB açılımı yaptı, o zaman hükümeti harekete geçirecek adımlar atabilir.
Başörtüsünü serbest bırakan anayasa değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuşlar da, bunlar artık geçmişte kaldı. Geçmişe sünger çekebilir. Madem çarşaf açılımdan sonra bir de başörtüsü açılımı yaptılar. O zaman başörtüsü yasağını kaldırılması için harekete geçebilirler. CHP’nin İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı belediyede başörtülülerin de çalışabileceğini açıkladı. O zaman YAŞ’tan atılanlar belediyeler dahil bir yerde çalışamıyorlar. Onların da çalışabileceğini açıklasın.
Madem, Kur’ân kursu açılımı getirdiniz. 28 Şubat’tan sonra Kur’ân kurslarına getirilen yaş sınırlamasını ve meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğinin çözülmesi için ön ayak olun.
Zira, açılım yapıldıysa, bunun en kısa zamanda gereğini yapmak gerekir. Hem, bunları çözerseniz kimse sizin samimiyetinizden şüphelenmez… Siz samimiyetinizi de ortaya koyarsanız hükümet de bu samimiyete karşılık vermek durumunda kalacaktır. Hem Başbakan Erdoğan demiyor mu, “Biz bu açılımlardan, bu çabalardan büyük memnuniyet duyuyoruz…”
Sayın Baykal, yürüyün de millet açılım görsün… Bir de bu açılımlardaki samimiyetinizi…
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bediüzzaman’ın siyasete tavsiyeleri (1) |
|
Siyasetin söylem bazında da olsa halkı kucaklaması, halkın dertlerini, sorunlarını sahiplenmesi hayra alâmet. Ancak siyasetin dine ve manevî değerlere saygısı da ilkeli olmalı, sadece sözde kalmamalı; mutlaka sosyal, ekonomik ve kültürel açılımlarla desteklenmelidir.
Dinin siyasete âlet edilmesine karşı, dinin umumî ortak kutsal değer olduğu şuuruyla siyasetin dine hizmete çalışmasına teşvik edilmelidir. CHP yönetiminin, hâlen “irtica” uydurmasına saplanmış içten gelen itirazlara, “Ne olur biraz anlayışlı davranalım, siz bu tavrı takınınca onu (çarşafı) giyen insanlar alınıyor, kırılıyorlar ‘Bu anlayış bizi dışlıyor, toplumun dışına atıyor’ diyorlar. Atmayalım. Biraz biz sevecen olalım saygı gösterelim, bunda korkulacak bir şey yok” diye cevaplaması ve “Cami cemaati de bizimdir” demesi, yıllardır beklenen önemli bir merhale…
Bu bakımdan Başbakan Erdoğan’ın “iğneli” konuşmalarla, mahalle evlerinde isteyenlere Kur’ân da öğretilmesi projesine, “Diyanetin yeteri kadar Kur’ân kursu var, sizin kurslarınıza ihtiyaç yok” demesi, sakil kaçıyor. Hele yıllarca dinî bir vecîbe olan başörtüsü için “toplumsal mutabakat” perdesinde CHP’nin “olurunu” aradıktan, en son gündeme gelen “yeni anayasa” taslağında “din dersleri” için CHP’nin tasvibini “uzlaşma” için gerekli gördükten sonra, mahallî seçimler öncesinde sergilenen son politik manevra, doğrusu siyasî kıskançlık damarının ne denli yanlışlara müheyya kör gözlü olduğunu gösteriyor.
TAVSİYELER, TOPYEKÛN
SİYASETE VE DEVLETE…
Oysa önemli olan, dinin bütün partilerin sahip çıktığı toplumun ortak değeri olmalısıdır. Bütün Batılı demokratik ülkelerde olduğu gibi sosyal demokrasiye yaraşır bir biçimde siyasî partilerin yanlışlarıyla yüzleşip milletin değerlerine dönmelerinin takdire görmesidir.
Toplumdaki kaygıları azaltan ve öteden beri beklenen uzlaşmayı temine zemin hazırlayan bu tür “açılımlara” sebebi ne olursa olsun, sahip çıkılmalıdır. Zira halkın kutsal değerlerini siyaset ve devletin sahiplenmesi, cemiyeti rahatlatır, tahrikleri azaltır; siyasetin milletin gerçek gündemine eğilmesine ve devletin vatandaşın hizmetine imkân tanır…
Unutulmamalıdır ki bu ülkede, Bediüzzaman’ın daha Cumhuriyetin başında Meclis’te neşrettiği beyannâmede ikazına kulak verilmeyerek, “İslâmiyetten tecerrüd eden (ayrılan, kopan), bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu fren mukallidlerini Müslüman halka tercihle” ülke büyük badirelere sürüklendi.
Meclisin milletin mânevî şahsiyetiyle uyumlu olmadığı takdirde vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünün tehlikeye girdiği ve Cumhuriyetin “mânâsız isim ve resim”den ibâret kaldığı, yakın siyasî tarihte bir dizi olayla ortada.
Bu hususta Bediüzzaman’ın, “Şu inkılâb-ı azimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” tesbitiyle, millet irâdesinin temsilcisi olan Meclisin ve devletin mânevî şahsiyetinin milletin değerleriyle barışık olması, manevî ve ruhî ihtiyaçlarını karşılaması gerektiği, aksi halde devlet-millet diyaloğunun kopmasından, milletin tefrika ile kamplara ve kutuplara bölünmesinin yaşanacağı uyarısı, hatırdan çıkarılmamalıdır.
Bunun içindir ki Bediüzzaman’ın bu husustaki etraflı tavsiyeleri yalnız Halk Partisi’ne değil, bütün siyasî partilere, siyasetçilere, devlet adamlarına ve devletedir.
“Eski dahiliye vekili, şimdiki parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey!” hitabıyla başlayan dönemin devlet ve iktidar partisinin “ikinci adamı” Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektupta ve diğer lâhika mektuplarında, devlete ve devleti yönetmeye tâlip bütün siyasî partilere milletin değerleriyle barışmayı önerir. Ülke menfaatlerinin yanı sıra bunu en azından kendi menfaatleri ve siyasetleri için tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası, 191)
Cumhuriyetin mânâsız isim ve resimden çıkarılarak demokrasi ve hürriyetlerle taçlanması gerektiğini bildirir. “Kanunlar perdesinde” bazı devlet görevlilerinin istismar ve despotluklarına yol açan “acîb ve zevkli rüşvet-i umumîye”den sakındırır…
BAŞARI, DEVLETLE
MİLLETİN BARIŞMASIDIR…
Bediüzzaman en başta, milletin değerleriyle uyumlu olarak millete hizmetle yükümlü kamu hizmetlisi olan ve “memuriyet” dediği bürokrasinin “emirlik ve reislik” olmadığını, millete hizmetkârlık olduğunu, “hürriyet-i vicdan” düsturunu esas olan “Bir kavmin reisi onun hizmetkârıdır” hadis-i şerifi ışığında izâh eder. Halk Partisi’nin İttihat ve Terakki’nin “mason kısmı”nın “seyiyâtları”na âlet olmaması hususunda ikaz eder. (a.g.e., 386)
Devletin ve bütün partilerin evvelemirde milletin inanç ve değerlerine sahip çıkması gerektiğini, “particilik taraftarlığı” ve siyasî mülâhazalarla değerleri ayrıştırıp çatıştırmanın ve değerler üzerindeki siyasetin adalet ve kardeşliği zedelediğini haber verir.
Bu dayatmanın vatandaşların bir kısmını “ikinci sınıf” konumuna ittiği için dışlayacağı; dışa karşı temel meselelerde ihilâfla millet irâdesinde çatallaşmaya sebebiyet verdireceği, millette ve devlette “ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına” kapı açacağını haber verir. Ecnebilerin “ehemmiyetsiz, muvakkat (geçici) yardımlarına karşı acîb siyasî rüşvetler”e mecbur ettiğini bildirir. (Tarihçe-i Hayat, 320)
Siyaset, Bediüzzaman’ın daha tek parti döneminde “Medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından vazgeçtiği ve bu inkılâpların zoruyla bilhassa “an’ane-i diniye” denilen dinî esaslar ve şeâirler hakkında yapılan tahribatları tâmire çalıştığı oranında başarılı olmuştur. Millete, milletin inanç ve değerlerine rağmen dayatılan “inkılâp kusurları”nı tâdil edip tâmir etmesiyle devlet milletle bütünleşmiş, maddî ve mânevî kalkınmada başarı sağlanmıştır.
Merhum Menderes’in, Halk Partililere açık açık, “Sizin çeyrek asırdır tek parti diktasıyla millete kabul ettiremediğiniz inkılâpları millete rağmen dayatılmasını kimse bizden beklemesin” beyânının anlamı budur…
Ezân-ı aslına çeviren, okullara din derslerini koyan, yüzlerce imam hatip okulunu, Yüksek İslâm Enstitüsünü, binlerce Kur’ân kursunu hizmete açan, Diyanet’e seksen bin kadro tahsis edip din eğitimi ve öğretiminin önünü açan, vatandaşlarının dinlerinin gereğini yaşamasına imkân hazırlayan Demokrat Parti ve devamı partilerin başarısı budur.
Siyaset, milletin değerlerine hizmet ettiği, devletle milleti barıştırıp buluşturduğu oranda başarılıdır. Ülkenin başarısı da buradan gelir…
* * *
Not: 11 Şubat 2009 tarihli yazımızda, “… Bediüzzaman, ilim adamlarıyla bir araya geldiği Müderrisler Cemiyetinde ve kurulan Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetinde yer alıp, maddî mücadeleyle birlikte irşad ve neşriyatla tebliği de yapar” cümlesindeki “Hilâl-i Ahmer (Kızılay)” sehven yanlış yazılmıştır. Doğrusu “Hilâl-i Ahder (Yeşilay)” olacaktır. C.İ.
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Özür dileme sırası kimde? |
|
Yaşanan ekonomik kriz en çok ‘finans’ sektörünü vurdu. Başta Amerika’da olmak üzere yıllardan beri ‘hayal satan’ temelsiz sistem çöktü. Onlarca banka iflâs etti, ‘dev’ gibi şirketler kepenk kapattı.
Dikkat çekici bir gelişme de İngiltere’de yaşandı. İngiliz bankacılar, sebep oldukları yıkımdan dolayı milletten özür dilemişler. İngiltere Avam Kamarası’nın Hazine Komisyonu üyelerinin ‘bankaların neden güç duruma düştüğü ve devletin kurtarma operasyonuna hedef olduğu’ yolundaki sorularını cevaplayan Royal Bank of Scotland ve HBOS’un yöneticileri, ‘’Başarısız uygulamalarından dolayı üzgün olduklarını’’ bildirmişler. (Sabah, 11 Şubat 2009)
Elbette özür dilemek bir erdemdir. Ama keşke özür dilemek durumunda kalınacak yanlışlar yapılmasaydı. Bankacıların dilemek zorunda kaldığı ‘özür’ün bedelini bütün bir dünya ödedi ve ödemeye de devam ediyor.
İngiliz bankacılar özür dileyip sıralarını savdı. Peki, bizdeki bankalar ne zaman özür dileyecek? “Türkiye’de yanlış yapan hangi kesim özür diledi ki bankacılar dilesin?” diyenlere de hak vermek lâzım. Gerçekten de değil bankaları, şirketleri, dernekleri ya da partileri batıranlar, ‘devleti batıranlar’ bile maalesef özür dilemiyor.
Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların geçmişteki hatalardan ders aldığı ve sağlam olduğu ifade ediliyor. Fakat bu sağlamlık, hangi şiddetteki krize dayanabilir, o belli değil. Ayrıca geçmiş dönem krizlerinden dolayı da bankacıların bu millete bir özür borcu vardır. Onların yanlış uygulamaları sebebiyle milyar dolarlar battı ve bunun faturasını ‘tüyü bitmedik yetim’ler dâhil bütün bir millet ödedi. Bankacılar her hâl ve şart altında sefa sürdü, millet ise cefasını çekti.
Bazı hâdiseler vardır ki, ekonomik terim ve tedbirlerle açıklamak mümkün değil. Türkiye’yi idare edenler baştan beri ‘rantçı’ları koruyup kolladığı için bu uygulamalar milletin ‘ah’ına sebep oluyor. En çok ‘ah’ alanların başında da faiz şampiyonu bankalar var. Kurulan sistem sayesinde bütün millet bu bankalara mahkûm oluyor. Ucundan ya da kıyısından bu sisteme ‘katkı’ yapmak durumunda kalan kişiler, bu ilişkiden dolayı sürekli zarar gördükleri için bankaları hiçbir zaman hayırla yâd etmiyorlar. Dolayısı ile görünüşte ‘sağlam’ olan bankaların biriken ‘ah’lardan korkması gerekir.
Bu sebeple Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların da millette karşı samimî bir özür borçları vardır. Bunu yapmayıp her defasında “İşler yolunda. Kârımızı arttırdık. Şu kadar büyüdük, bu kadar büyüdük” şeklindeki açıklamalar insanların sadece ‘ah’ını yükseltiyor.
Öyle ya, bütün sektörler ekonomik krizi nasıl aşabiliriz diye kara kara düşünürken, “Biz çok kazanıyoruz” diye ‘hava’ atmanın anlamı var mı? Bankacılar, “Yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez” prensibini de mi unuttular?
Faiz ve rantiye zenginlerini, ‘özür’ dilemek bile temize çıkarmaz, ama hiç değilse onu yapsınlar...
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Darbeler ve demokratlar |
|
Hür ve demokrat siyasete ilk darbe 27 Mayıs’ta vuruldu. Hükümet devrildi, Meclis kapatıldı, bakanlar ve DP milletvekilleri Yassıada’da yargılandı, başbakan ve iki bakanı idam edildi. Bu durumun siyasette yol açtığı derin travma ve tahribat ise hâlâ giderilemedi.
Seçilmiş başbakanların, 27 Mayıs’tan onyıllar sonra dahi bayramlık ve idamlık gömleklerden, beyaz çarşaflardan bahis açmalarının ardında, bu travmanın şuuraltına işlemiş izleri yatıyor.
27 Mayıs’ın tahribatı bununla kalmadı; yürürlüğe koyduğu anayasa ile, seçilmiş Meclis ve iktidarları her koldan kıskıvrak bağlayıp adeta hareket edemez hale getiren bir düzen kurdu.
Ve bunu, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” cümlesine eklediği, “Bu hakimiyet yetkili organlar eliyle kullanılır” ibaresiyle tesis etti.
Bu iki yönlü kıskacı en iyi ifade eden tesbit, Aydın Menderes’in “Türkiye 27 Mayıs’la girdiği ara rejimden hâlâ çıkamadı” sözünde dile geliyor.
27 Mayıs’ın açtığı yolda sonradan gerçekleşen diğer müdahaleler bu durumu daha da katmerli hale getirdi; demokrat siyasete bir türlü toparlanıp kendisine gelme imkân ve fırsatı verilmedi.
Gerçi 27 Mayıs’tan beş yıl sonra yapılan 1965 seçimlerinde millet DP’nin devamı olarak gördüğü AP’yi büyük oy çoğunluğuyla tek başına iktidara getirdi ve desteğini 1969’da da tazeledi.
Ama 1971’de gelen 12 Mart müdahalesi ve ardından yürürlüğe konulan “demokrat tabanı parçalama” planları, demokratları yine dağıttı.
Bu noktada, muhtıradan iki ay sonra Antalya’nın Serik ilçesine gelen bir jandarma generalinin, bilâhare valilik de yapan kaymakama söylediği “AP artık bir daha gelemez. Sağı böleceğiz. Türkiye’de sağ tek başına hiçbir zaman iktidar olamayacak” sözü, bu planların ifadesiydi.
(Bkz. Postmodern Darbe kitabımız, s. 287-8.)
Nitekim 1979’a kadar AP tek başına iktidar olamadı. O yıl 14 Ekim’de yapılan ve yüzde 47 oy aldığı ara seçim bu gücü yine yakaladığının işaretini vermişti ki, 12 Eylül 1980 ihtilâli o sonucun genel seçimle tahkimine müsaade etmedi.
İhtilâl Konseyi Genel Sekreteri Haydar Saltık’ın “Eğer 12 Eylül’ü yapmasaydık, bir yıl sonra yapılacak genel seçimde AP tek başına iktidar olabilirdi” diyerek bunu ifade ettiği bilinmekte.
Sonuçta, önce 27 Mayıs’ın tarümar ettiği, ardından 12 Mart’ın dağıttığı demokrat siyaset, tam toparlanma işaretleri vermeye başladığı bir aşamada 12 Eylül darbesini yedi. Halkı canından bezdiren anarşinin faturasını tek yanlı propagandalarla siyasetçilere çıkarıp bilumum olumsuzluklardan tamamen onları sorumlu tutan bir kampanya ile birlikte yürürlüğe konulan siyasî yasaklar da özellikle demokratları vurdu.
12 Eylül’ün gölgesinde, darbe rejimini sivil görüntü altında sürdürecek bir siyasî yapıyı dizayn etmek üzere yapılan 1983 seçimine, sadece darbecilerin icazet verdiği partiler sokuldu.
DP-AP çizgisini devam ettirmek üzere kurulan BTP ânında kapatıldı; DYP’nin önü kesildi.
İcazetli partilerden ANAP, demokrat tabanın üzerine oturma iddiasıyla yola çıktı ve öyle devam etti. İhtilâlcilerin asıl tercihi olduğu söylenen, ama halktan destek bulamayan, emekli general Turgut Sunalp başkanlığındaki MDP bir seçim dönemi bile ayakta kalamadı. CHP tabanına yönelik olarak kurdurulan Halkçı Parti de aynı şekilde kısa sürede dağılarak tarihe karıştı. (O cenahta halen devam eden SHP, DSP, CHP bölünmeleri, 12 Eylül’ün oradaki yansımaları.)
12 Eylül partileri içinde en uzun ömürlü olanı Özal’ın liderliğindeki ANAP’tı, ama o da iki seçim döneminin ardından 1991 seçimiyle iktidara veda etmesini takiben çöküş sürecine girdi.
Ancak 12 Eylül ürünü bu partiye, adeta sekerat halinde iken son bir “hayat öpücüğü” veren de 28 Şubat postmodern müdahalesi oldu. 28 Şubat kararlarını uygulatmak için kurdurulan koalisyonun kurucu ortaklığını ANAP üstlendi.
Sonrasına bilâhare devam edelim.
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Milletler, özel kanunla korunur mu? |
|
Önceki dönemlerde Vatikanca aforoz edilmiş birkaç papazın tekrar kabul edilmesi ve bunlardan İngiliz kökenli Williamson´un başpiskopos seçilmesi, Avrupa basınında epeyce gürültü çıkardı.
Yahudilerin Hz. İsa'ya (a.s.) çektirdikleri eziyeti hata olmaktan çıkaran konsilin kararlarına karşı çıkan papazlardan Williamson'un esas suçu, Yahudi soykırımı ile alâkalı seslendirdiği rakamlar olarak görülüyor. Sistematik katliâmda dört milyon insanın öldürülmediğini, belki dört yüzbin insanın imha edildiğini ifade etmiş. Böyle bir beyanın sahibini başpiskopos seçmekle XVI. Benedikt mâlûm çevrelerce protesto ediliyor. Oklarını Papa’ya yöneltenler yalnızca Yahudiler değil. Kiliseye hışımla saldıran saldırgan ateistler de koroya katılıyorlar.
Dört yüz bin ile dört milyon arasındaki fark yalnızca rakamlarda değil mi? Zulmen imha edildikten sonra aralarındaki fark ne olabilir ki? Kur´ân-ı Kerim bilâhak bir insanın öldürülmesini, bütün insanlığın öldürülmesine denk tutuyor. Kanaatimizce tartışmanın odağındaki mânâ bu rakamlarda değil. Nazi dönemindeki soykırımı ranta çeviren çevrelerin dinsizlerle ittifak ederek saldırması söz konusu. Avrupa parlamentolarında kabul görmüş antisemitizm kanunu da bu tür kavgaları iyice tetikliyor.
Tarihî hadiselerden kuvvet alan böyle bir kanunun yalnızca Yahudileri içermesi, Avrupa´nın genç nesillerince pek anlaşılmıyor. Avrupa´nın silâhlarıyla Afrika ortasında imha edilen milyonlarca kişinin katilleri, Balkanlar’da sistematik biçimde Boşnakları imha edenler, Irak´ta bir milyon masumu katledenle boş yere Afganistan´ı kan gölüne çevirenler hakkında da aynı kanun cari olmalıdır, diyenlerin sayısı o kadar çok ki…
İnsanlık, bir milletin veya bir dinin mensuplarına haksız düşmanlığı men ediyor. Yahudiye düşmanlığı Avrupa´da kanunla yasaklamanın eksi ve artılarını zaman gösterecektir. Avrupa´nın genç kuşakları, tarihlerini araştırırlarken önlerine çıkacak bariyerlere isyan edeceklerdir. Tarihteki bazı nahoş hadiselerden dolayı, tarihe giden doğru yolları kapatmak bugün için mümkün olsa da, yarın için şüphelidir. İnsan psikolojisi “yasağa karşı ilgi duyar,” bir kaidedir.
Dünyada Yahudilerin aleyhindeki konuşmalar kadar, Avrupa tarihini ve bugününü doğru görmemizi engelleyen kanunların da aklî ve vicdanî olmadığını düşünüyoruz. İnsanların şahıslarından ziyade sıfat ve fiilleri tarihçe tartışılır. Bunu ise ilim adamları objektif ölçülerle yapıyorlar ve yapacaklardır. Yahudi milletinin serencamını, peygamberleriyle olan kavgalarını, servet peşinde koştururken uğradıkları musibetleri ilmî çalışmalar ortaya çıkarırken; salt bir “Yahudi düşmanlığı”ndan hareket edilmesine elbette müsaade edilemez. Ama bu prensip aynı zamanda Yahudi sermayesiyle çıkan gazete ve medyadaki “İslâm aleyhtarlığı” için de geçerlidir. Ne Yahudiliğin, ne İslâmın ve ne de bir başka din veya milletin kötülenmesine müsaade edilmemeli. Şayet yalnızca Yahudileri antisemitizm kanunuyla korunmaya alırsanız, daha çok Yahudilere kötülük etmiş olursunuz. Yahudilerin bazı fiil ve sıfatlarını tenkit ediyor diye kültürel çalışmaları, kitap ve medya çalışmalarını yasaklamaya kalkışanlar da Yahudilere kötülük yaparlar. Başta Hıristiyanlık ve İslâm kaynaklarını, tarihî süreçleri anlatan eserleri diğer tarih kitaplarıyla birlikte imha etmek gerekir ki, bu da imkânsızdır. Şayet günümüzde siyonizm veya Yahudilik ortak paydasında birleşerek dünyada haksızlıklara sebep olan veya küresel krizlere yol açanlar olursa, buradan çıkacak tepkiye hiçbir kanunî tedbir karşı duramaz.
Ümit ediyoruz ki, başta İsrail ve Amerikalı Yahudi dernekleri olmak üzere bütün dünya Musevîleri umumî barışın teminine yardımcı olurlar. Dünya servetinin adaletli biçinde dağıtılmasına çalışırlar ve kıyameti çok yakın şu zeminin ölümünü hızlandıracak umumî felâketlere karşı Hıristiyan ve Müslümanlarla ittifaklar kurarak mücadele ederler. Zira insanlığımızın, dünyamızın ve geleceğimizin bundan başka çıkar yolu görünmüyor.
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
İznik ve hakikat kahramanları |
|
Her ne kadar Kilise ve İncilleriyle meşhur edilmeye ve kabul ettirilmeye çalışılsa da, İznik gerçekten ve köklü olarak bir Osmanlı şehridir… Çünkü bu şehir Osmanlı’nın ilim ve irfan mürşidlerinin adeta başşehridir. Manevî yönü ve ruhaniyatlı tarafı her ne kadar kapatılmaya çalışılsa da, İznik Müslüman Türk evlâtlarının gelecekteki büyük Osmanlı başşehirlerinin Bursa, Edirne ve İstanbul’un da şahsiyetli, kültürlü ve oturaklı hem anası, hem babası, hem de hocaları olması hasebiyle kıymettar ve önemlidir…
Eşrefoğlu Rumi, Abdülvahap Hazretleri, Abdurrahman Gazi (Sarı Saltuk) Kutbuddin-i İznik’i, Yakup Çelebi, Mahmut Çelebi gibi manevî şahsiyetlerin önderliği, Davud-i Kayseri gibi şer-i şerif ve İslâm fıkhında otorite mübarek zatın hükümleri, Çandarlı Halil Paşa gibi bir ordu komutanının ve vezirin kabri… Yeşil Camii’nin kendine has zerafetiyle Osmanlı mimarisine çekirdek teşkil etmesi, Osmanlının garanti belgelerini teşkil eden medreselerin ilkinin Süleyman Şah Medresesinin varlığı, Osmanlı’da ilk imaretleriyle yoksulu ve aç insanı olmayan şehri, 'El nezafeti minel iman' sırrını en iyi bir şekilde yaşamak ve yaymak için yaptırılan hamamlarını, darüşşifalarını gezdik zamandan küçük fakat önemli bir anı yaşayarak…
Çeşitli el zenaatlarının ve esnaflığın her çeşidine zaman şeridinde şimdi bile şahitliğini yaparken, eski çini atölyelerini ve bunlara aid fırınları gezdik. Şehri çevreleyen akıl almaz emeklerle ve gayretlerle çevrilmiş kale surlarını gezdik, meşhur tarihe mal olmuş kapılarından geçtik, kale burçlarına çıktık. Tarihteki bir kısım rivayetlere bakılırsa dört bin. Bir kısım rivayetlere kulak verilirse üç bin. Veya dört yüz tane kaleme alınmış İncil’den (Tabiîdir ki kesinlikle esas olarak Hazreti İsa'ya (as) indirilen İncil’den çok ayrı ve muhtelif beşeri fikir, düşünce, görüş ve hedeflerle yazılmış olan İnciller söz konusudur.) nihaî olarak dört tane İncil’in seçildiği konseyin toplandığı (Dünya’nın en meşhur papazları tarafından) meşhur Küçük Ayasofya‘yı gördük yalnız doğru ve yeni bir gelişme ile. Şimdi yıkık olan minaresin de yeniden tamir edilerek gün yüzüne çıkarılmış olması. Elbette ki bu durum Osmanlının torunları için sevindiriciydi…
Bir gecelik sohbete de iştirak etmemize ve bize yukarıda saydığımız İznik’le ilgili güzellikleri görmek ve gezmek imkânını ve rehberliğini sağlayan başta sayın Mustafa Öztürkçü, Mehmet Emin Bey, Yüksel Bey, Necat Bey, Metin Bey, Alaaddin Bey, Hayri Bey gibi İznik’te misafirperverlik yarışına giren hakikat kahramanlarına minnettarlığımızı ve gönülden teşekkürlerimizi söylemeden geçemeyeceğiz. Allah onları ve bizleri hizmeti Kur’ân-iye ve İmaniyede daim muvaffak ve muzaffer eylesin. Binlerce Amin…
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennette en sevimli ve en güzel nimet |
|
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatıra hayale gelmeyen Cennet nimetleri o kadar nefis, güzel ve caziptir ki insan dünyadayken ne kadar sıkıntı çekerse çeksin o nimetleri görünce bu sıkıntılarını unutur. “Dünyanın bin sene mesudâne hayatı bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna”1 çıkıyor insan.
Bu müjdeyi bize Rabbimiz veriyor, Peygamberimiz (a.s.m.) veriyor. Birgün Resûlullah (a.s.m.), “İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlara, yaptıklarının daha güzeliyle karşılık ve fazladan mükâfat vardır”2 meâlindeki âyeti okuduktan sonra şöyle buyururlar: “Cennetlikler Cennete girdikten sonra Cenâb-ı Hak, “Size verdiğim nimetleri arttırmamı ister misiniz?” diye sorar. Onlar, “Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennetine koyup Cehennemden kurtarmadın mı?” derler.
Bunun üzerine Allah perdeyi kaldırarak cemalini gösterir. Onlara Rablerine bakmaktan daha sevimli ve güzel bir nimet verilmemiştir.”3
Başka bir zaman da Sahabe sormuş, “Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz ya Resûlallah?” diye.
Allah Resûlü de (a.s.m.), “Ay dolunay halindeyken onu görmekte güçlük çeker misiniz?” dediğinde, Sahabe, “Hayır ya Resûlallah” diye cevap vermişler.
“Peki, bulutun arkasında olmadığı zaman güneşi görmekte güçlük çeker misiniz?” diye ikinci bir soru sormuş
Onlar yine, “Hayır ya Resûlallah” diye karşılık vermişler. Allah Resûlü (a.s.m.), “İşte Rabbinizi de böyle göreceksiniz.”4
Evet, mü’min Allah’ın cemalini müşahede etme gibi Cennetin bin senesinden daha üstün bu büyük nimeti daha tatma imkânı buluyor.
Ama siz gelin görün ki gaflet sebebiyle böylesine güzelliklerin diyarı bir Cennet için insan gerekli rağbeti ve gayreti göstermez. Allah Resûlü de (a.s.m.), hayretini gizleyemeyip, “Korkunçluğu sebebiyle kaçınması gerekirken gaflete dalıp sakınmamak kadar dehşetli birşey görmedim. Cennet gibi cazip bir yeri bilip de can atmamak kadar büyük bir gaflet de görmedim”5 buyururlar.
Her halde oturup bunun sebebini düşünmek de bize düşüyor.
Lügatçe:
1. Mektûbât, s. 223.
2. Yunus Sûresi: 26.
3. Tirmizî, Cennet: 16; Müslim, İman: 297.
4. Buharî, Rikak: 52; Müslim, İman: 299.
5. Tirmizî, Cehennem: 10.
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tilâvet secdesi ve hikmetleri |
|
Kasım Ali Güngör: “Secde âyetlerini okuduğumuzda secde yapmamızın hikmeti üzerinde durur musunuz? Bu secde nasıl yapılır? Secde âyetini meâl olarak okuduğumuzda da secde yapmamız gerekli mi?”
Kâinatın Mâlik’ine, Hâlık’ına, Bâri’ine, Rabb’ine, Vâris’ine, Sâhibine secde etmek makamların en yücesi.
Buhârî’de uzun bir hadîs-i şerifte, Resûlullah Efendimiz’in (asm) mahşerde şefaat ânındaki büyük secdesi anlatılır. Secde denince, bu büyük secdeyi hatırlamadan geçmeyelim; ne dersiniz? Kıyâmet Günü günahkâr ümmetinin bağışlanması için Allah Resûlü (asm) tazarrû’ içinde def’alarca secdeye kapanır, her def’asında “Yâ Rab!... Ümmetî... Yâ Rab!... Ümmetî...” diye ümmetinin necâtını ister; böyle mahviyetkârâne yapılan secde neticesinde Cenâb-ı Hak, gönlünde arpa tanesi kadar, sonra zerre kadar, sonra hardal tanesi kadar îmanı olanların Cehennemden çıkarılacağını müjdeler. Hadîsin son bölümünü Enes b. Mâlik’in (ra) rivâyetinden takip edelim: “Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allahu Teâlâ’ya o ilham olunan mübârek hamd ve senâ kelimeleriyle hamd u senâ edip secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana: ‘Yâ Muhammed!... Başını kaldır; söyle! Sözün dinlenecektir! İste; dileğin verilecektir! Şefaat et; şefaatin makbul olacaktır!’ denilecek. Ben de: ‘Yâ Rab! Lâ ilâhe illallah diyen bütün beşeriyet hakkında şefaat etmeme izin ver!’ diyeceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ‘İzzetim, Celâlim, Kibriyâm ve Azametim hakkı için; Lâ ilâhe illallah diyen herkesi Cehennemden çıkaracağım!’ buyuracaktır.1
Allah Resûlü (asm) dünyada da en çok secde eden bir kul, bir Habîb ve Resûl idi. Habîbullah unvanı almasında elbette onun, secdeyi en büyük şeref bilen mübârek alnının ve secde için nasır bağlayan, su toplayan mübârek ayaklarının çok büyük yeri vardı. İbn-i Ömer (ra) anlatır: “Nebî-i Zîşan Efendimiz (asm) Kur’ân okurken içinde secde âyeti bulunan bir sûreye geldiğinde secde eder; biz de kendisiyle birlikte secde ederdik. Öyle ki, bir kısmımız alnını koyacak yer bulamazdı. Allah Resûlü (asm) buyurdular ki: ‘Âdemoğlu secde âyetini okuduğunda secde ederse, şeytan oradan ayrılır ve ağlayarak der ki: ‘Eyvah! Âdemoğlu secdeyle emr olundu ve secde etti! Cennet onun içindir! Ben de secdeyle emr olundum ve isyân ettim! Cehennem de benim içindir!’”2
Secde âyeti okunduğunda veya işitildiğinde yapılması gereken secdeye “Tilâvet Secdesi” deniyor. Tilâvet Secdesi yapmak Hanefî mezhebinde vâcip; diğer üç mezhepte sünnet-i seniyyedir. Okunduğunda secde yapılması vâcip olan âyetlerden bâzısı, secdeyi açıktan emrediyor; bazısı, peygamberlerin secde ettiklerini haber veriyor; bir kısmı da, kâfirlerin secde etmekten yüz çevirdiklerinden bahsediyor. Secdeyi emreden âyetler okunduğunda Allah’ın emrine ittibâ etmek gerekir; Peygamberlerin secde ettiklerini haber veren âyetler okunduğunda, peygamberlerin yolunda bulunduğumuzu amelimizle izhar etmek ve Cenâb-ı Hak’tan hidâyet üzere bulunmayı fiilen istemek gerekir; kâfirlerin secde etmekten kaçındığını bildiren üçüncü kısım âyetler okunduğunda ise kâfirlere muhalefet etmek ve onların bu isyan halinden fiilen Allah’a sığınmak gerekir. İşte bu üç kısım âyetler okunduğunda tilâvet secdesi yapmak gâyet münasip ve kulluğun haysiyetine yakışan bir ameldir. Tilâvet secdesi, secde âyeti okunduğunda veya işitildiğinde hemen yapılır. Eğer hemen yapma imkânı yoksa ilk fırsatta yapılır; ama bilerek ve bir zarûret olmaksızın geciktirmek tenzîhen mekruhtur. Şâyet hemen secde yapmayacaksa; “Semi’nâ ve ata’nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” (İşittik ve itaat ettik; mağfiretine sığınırız Rabbimiz; dönüş Sanadır.) 3 denir.
Hanefîlere ve Mâlikî’lere göre tilâvet secdesi şöyle yapılır: Secde âyeti okunduğunda veya dinlendiğinde, abdestli olarak hemen ayağa kalkılır, seccadenin üzerinde veya temiz bir yerde tilâvet secdesi yapmak niyetiyle kıbleye dönülür, eller kaldırılmaksızın “Allahu ekber” diyerek doğrudan secdeye gidilir. Secdede üç def’â “Sübhâne Rabbiy’el-A’lâ” denilir, sonra “Allâhu ekber” denilerek secdeden kalkılır. Bu secdede teşehhüt ve selâm yoktur. Doğrulurken, “Ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” denilmesi müstehaptır. Secdeye giderken ve doğrulurken “Allahu ekber” denilmesi ve secde esnasında “Sübhâne Rabbiy’el-A’lâ” denilmesi sünnet-i seniyyedir. Secdeye gitmeden önce ayağa kalkılmış olması ve secdeden sonra yine ayağa kalkılması müstehaptır. Bunlara ilâveten; Hanbelî Mezhebine göre secdeden sonra oturularak selâm verilir; Şâfîi Mezhebine göre ise, secdeye başlarken niyet esnasında eller kaldırılarak iftitah tekbirinin alınması; secdeden sonra da oturularak selâm verilmesi şarttır. İftitah (tahrim) tekbirinden sonra secdeye giderken de ayrıca tekbir alınması sünnettir.
Secde âyetini meâlden okuyan veya dinleyen bir kişinin de secde yapması gerekir.
Dipnotlar:
1- Buhârî, C.12, 2188
2- Müslim, Îman, 133
3- Bakara Sûresi, 2/285
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
İlimler, farkına varılsın veya varılmasın, insanı kendine okutturuyor. İnsan Cenâb-ı Allah’ın en büyük bir nakşıdır. “Hâme-i zerrin-i kudret”1 yani Kudretin altın kalemi ile yazılmış biçilmiş ve gönderilmiş. Okumadığımız ve bakmadığımız hemen hemen hiçbir şey yok, hatta bazı bakışlar ve görmeler, tiryakilik derecesinde olmaktadır. Fakat ülfetin verdiği vurdumduymazlık maskaralığı içinde, insan kendini okuyamıyor ve nasıl bir nakş-ı azam olduğunu idrak edemiyor. İnsan olarak antikacılar çarşısında antika eşyalar alıp satıyor, fakat kendinin nasıl bir antika olduğunu gafletle unutuyor veya unutturuluyor.
Bugün gelin hep birlikte göze girelim. Halk arasında da derler ki “Aman göze girmeyelim nazar değer”. Halbuki benim üstünde duracağım göz, kendi gözümüz, aslında bizim de değil, bize bir ikram-ı İlâhî... Hem de nasıl bir ikram-ı İlâhî olduğunu aşağıdaki satırlarda vereceğim misallerle daha iyi anlayacak, hayrette kalacağız ve şükründen çok âciz olduğumuzu kayıtsız ve şartsız kabul edeceğiz.
Renkli görmek için gözün retinasının değişik bölgelerinde yaklaşık 7 milyar ışığa duyarlı hücre bulunmaktadır. İnsan gözü, 40 kadar küçük dokunun uyum içinde çalışması sayesinde görev yapar. Gözü dış etkilerden koruyan göz kapakları, gözü nemlendiren ve yağlayan özel salgı bezleri, ışığın kırılarak içeri alınmasını sağlayan mercek, bu merceği takviye eden küçük kaslar, göze girecek ışık miktarını ayarlayan iris, antibakteriyal göz sıvısı ya da ışığı “yorumlayan” retina tabakası, bu 40 ayrı parçanın bazılarıdır. Eğer bu parçaların biri olmasa, ya da görevini yapmaz ise, insan kör olur. Gözün bu özelliği, bilimsel literatürde “indirgenemez komplekslik” denen özelliktir. Yani tek bir eksiklik, körlükle sonuçlanır.
Yine gözün içinde kitaplar dolusu işlemler, âletler ve birimler vardır. Bu kadar karmaşık bir yapının kendiliğinden olması, kesinlikle imkânsızdır. İşte İlâhî nakş-ı azam demek budur. Yine gözümüz tek bir taslak üzerinde kurulmuş anlık çekimleri yakalayan bir fotoğraf makinesi değildir, daha çok bir video silsilesine benzemektedir. Gözümüz, küçük açılarla, anlık hareket eder ve etrafımızdaki detayları beyne yansıtmak için sürekli kendisini günceller. Ayrıca beynimiz iki gözden gelen sinyalleri toplamaktadır. Bu göz mucizesinin karşısında bütün teknoloji acze düşmüştür ve ancak gözü model alarak makine ve kameralar ortaya çıkmıştır.
Elbette gözler derken çok gözler var. Gözler bir destandır, hangisinden bahsetsek ve hangisinden baksak? Fakat beşeriyetin en mümtaz gözü, Sevgiler Sevgilisi Efendimizin (asm) gözüdür. Onun gördüğünü hiçbir beşer görememiştir ve göremeyecektir. Elbette onun gözü ile hiçbir beşerin gözü kıyas yapılamaz. Bizler onun ümmeti olarak onunla iftihar ediyor ve seviniyoruz. O nasıl bir rehber, nasıl bir sevgili kul ve ne kadar yüksek bir Peygamber (asm). Onu hayal ederken bile gözlerimizden yaşlar akıyor. Onu rü’yada görmek bile insanı hüşyar edip ayağa kaldırmaktadır.
Bunun dışında peygamberlerin gözleri ve gönül sultanlarımızın gözleri, bakışları, müşahedeleri elbette bambaşkadır, harikadır. Evet inananların gözleri, görmenin dışında İlâhî tecellileri de görür, vahdaniyet sırlarından ehadiyeti bulur, her yerde kudret-i İlâhîyi temaşa eder ve derunî zevkini tadarlar.
Hayvanların gözleri ise başka bir makaledir...
Bunun dışında inançları yok olanlar için, küre şehrimizin lambaları olan yıldızlar lisân-ı halleriyle onlara itiraz eder ve derler ki: “Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz..” 2 Bu da mânidar bir ikazdır.
Her şeyin bir gözü vardır, inadı bir vücut olarak kabul edersen onun da gözü inat olur.
Gerçek iman, vücuda hâkim olursa, göz eşyayı görmenin dışında, eşyanın içindeki sırları da kendisindeki sırlar gibi ortaya çıkarır.
İki gözümüzün şükründen aciziz, ya diğerleri için ne yapmalı?
Dipnotlar:
1- Sözler, 32. Söz, B.S.Nursî
2- Sözler, 32. Söz, 1. Mevkıf Zeyli, B.S.Nursî
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Demokrat olabilir mi? |
|
Körü körüne taraftarlık son derece tehlikeli bir damar. Hele siyasî tarafgirlik, bütün bütün felâket. Tarafgir, “Hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez.”1
Karadenizlilerin cami yapma yarışı meşhur. Bir mahalleli yeni cami yapınca, diğer mahalleliler “Biz yapamayız mı!” diyerek bir cami daha yaparlar. Ezan okunurken babası oğluna seslenmiş:
“Oğlum, git bak bakalım ezan bizim camiden mi okunuyor?”
Çocuk gider ve gelir: “Evet, baba, bizim minâreden okunuyor!”
“Aziz Allah, Celle-Celâlühû!”
Dinle alâkalı bir meseledeki tarafgirlik böyle olursa, acaba siyasî tarafgirlik nasıl olur!
Âlemlerin Rabbi, bizi, imtihan etmek üzere dünyaya gönderdi. İmtihan için de hür irade verdi. Yani “İmtihan dünyası ‘hürriyet’ üzerine kuruldu!” demek yanlış olmaz. İşte, imtihanın gereği ve imanın özelliği olan hürriyetin siyasete yansıması, ahrarları (hürriyetçileri, demokratları) desteklemek şeklinde olacaktır. Peki, hürriyetçi / demokrat kimdir? Her “Demokratım” diyen, “hürriyetçi” olabilir mi? Gerçek demokratın kıstasları nelerdir?
* Demokrat, hak ve hürriyetler için çabalar. Bu uğurda hayatını fedâ eder. Kaldı ki, gerçek mü’min, hem kendi hakkını, hem de hemcinslerinin de hakkını aramaya mükelleftir.2 Hak ve hürriyetler için mücadele etmeyen demokrat olabilir mi?
* Demokrat, mücadelesini verdiği değerler için bedel öder! Koltuk, iktidar bir bedel ister. Demokrat, gerektiğinde hayatını ortaya koyabilmelidir. Meselâ, DP genel başkanlarından Adnan Menderes hükûmeti, ezan-Kur’ân ve din derslerini ihyâ etti. Kendisi ve bakanlarından Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan bunun bedelini hayatlarıyla ödedi.
* Yapılan çok sayıda ilmî araştırma ve anketlere göre bugün, Türkiye kadınlarının % 64,2’si başını örtüyor.3 (A ve G Araştırma Şirketinin, Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesinde, 38 il, 128 ilçede başörtüsü konusundaki araştırma sonuçları) Yüzde 80’i de örtünme taraftarıdır. Herkesin hür bırakılmasını, isteyenin istediği gibi giyinmesini istemektedir. Bu gerçekler ortada iken “Başörtüsü, toplumun yüzde 1.5’inin problemidir!” anlayışı demokrasi ile bağdaşır mı? Yüzde 0.5’in problemi bile olsa, bu uğurda çalışmayıp, böyle yaklaşanların demokratlıkla ne alâkası var?
* TÜBİTAK’ın Ulusal Bilim Olimpiyatları ödül töreninde başörtülü öğrencinin kürsüye çıkmasına tepki gösterip öğretmenlere ve okul idarecilerine “jet soruşturma” açtıran iktidar demokrat olabilir mi? “Okuldayken başı açık biri nasıl buraya başı kapalı gelir. Bu iyi niyetli bir davranış değil” diyen bir zihniyet demokrat mıdır?
* Namaz kılan öğrencilere göz yumdu diyerek okul idarecilerini açığa alıp haklarında soruşturma açan bir anlayış, müstebit mi, hürriyetçi mi?
* Vatandaşlarının eğitimde fırsat eşitliği, katsayısı meselesi konusunda kılını kıpırdatmayan demokrat olabilir mi?
* Kur’ân kursuna gitme yaşı 15 olarak kanun haline getirilen bir ülkede, mücadele vermeyen bir zihniyet hürriyetçi mi?
Elimizi vicdanımıza koyup, bu sorulara dürüstçe cevap verirsek; kimin demokrat olup, kimin olmadığını anlayamaz mıyız? Ehl-i dikkat şu hususa da dikkat kesilir zaten: Hamuru demokratlıkla yoğrulmak başka, sonradan demokrat olmak başkadır!
“Ne yapalım, gerçek demokratlar alternatif değil, çoğunluğa oy vermemiz lâzım!” anlayışıdır problem zaten! Gerçek ve muktedir demokratların işbaşına gelememesinin ve hak ile hürriyetlerde mesafe kat edemememizin sebebi budur!
Hürriyete, demokrasiye taraftar olan; bunun mücadelesini vermek zorunda değil mi?
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 163.; 2- Münâzarât, s. 330.; 3- Tarhan Erdem, Milliyet, Mayıs 2003.
13.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
İsmail TEZER |
“Nur hakikatinin fen dairesinde fevkalâde kıymetini takdir eden” Dr. Mustafa Hilmi Ramazanoğlu |
|
Mustafa Ramazanoğlu, Mustafa Hilmi, Mustafa Oruç...
Risâle-i Nur’da bu isimlerle, ama en çok da “Mustafa Oruç” ismiyle geçen, Üstadın “Benim için bir Abdurrahman” dediği, Safranbolulu ve şimdilerde vatan-ı asliye sevkiyât yolunda âlem-i berzaha girmiş ve kuvvetle muhtemel Münker ve Nekir’in suâllerine Risâle-i Nur’un hakikatleriyle cevap veren, Nurun yüksek bir talebesidir bahsettiğimiz...
Evet, o, Üstadının ifadesiyle “yüksek bir talebe” idi. Ve onu yükselten de Risâle-i Nur’a olan sadakatiydi...
Onu, Kastamonu’da Üstadın yanına gelen ve “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” diyen lise talebelerinden biri olarak da tanıyoruz.
Ruhunu daha o yıllarda fethetmişti iman ve Kur’ân hakikatleri...
Zira okuduğu Nurlar sayesinde, fen derslerinden bile Rabbini, Hâlıkını bulmuştu.
Onun “fenlerden Hâlıkını tanımak” iştiyakı, daha sonraki yıllarda da artarak devam etmiş olmalı ki, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girmiş ve Hâlıkını hususiyetle “fenn-i tıb” mikyasıyla “dünya eczahanesi”nden tanımaya başlamıştı. Üniversite, onun için adeta bir “Nur Mektebi” olmuştu.
Sadece onun için mi?
Elbette hayır...
O yıllarda onunla birlikte, Nur’dan aldıkları feyzle, bulundukları her yeri bir iman ve irfan mektebi haline getirmeyi âdeta meleke haline getirmiş, vatanın sâir yerlerinde Nur’a hizmet eden üniversiteli talebeler için de...
O, İstanbul’da idi ve İstanbul’un faal bir rüknü idi. Mustafa Sungur’un ifadesiyle, seneler sonra Üstad, ona yazdığı bir mektubunda, onun İstanbul’daki hizmetini elli senelik bir hizmet gibi kabul ettiğini ifade edecekti. (Son Şahitler, c. 4, s. 15)
Onun İstanbul’da, bilhassa üniversite sahasında vesile olduğu hizmetlerin de bir alâmeti olarak, Risâle-i Nur’la ilgili olarak yazdığı bir mektup, Üstadının “Üniversitedeki Nur şakirtlerinin, Nur hakikatinin fen dairesinde fevkalâde kıymetini takdir ettiklerine bir nümunedir” notuyla Risâle-i Nur Külliyatı’na da girecekti.
Şimdi onun bu mühim mektubunu, dar-ı bekaya irtihal eden ruhuna bir rahmet duâsına vesile olması temennisiyle de aşağıya derc edelim:
Bismihî sübhânehû
Ve in min şey’in illa yüsebbihu bihamdihî
Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühu ebeden dâimen,
Şu kâinat semâsının gurûbu olmayan mânevî güneşi Kur’ân-ı Kerîm, şu mevcudât kitab-ı kebîrinin ayât-ı tekvîniyesini okutturmak, mâhiyetini göstermek için, Şuâlar hükmünde olan envârını neşrediyor. Beşerin aklını tenvir ile, sırât-ı müstâkîmi gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki maksatlar ve fıtratındaki arzular ve istikametindeki gâyesini o hidâyet güneşinin nûru ile görür ve bilir. O hidâyet nûrunun tecellîsine mazhar olanlar; kalb kâbiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık ederek, yakınlık kesb eder. Eşya ve hayatın mâhiyeti o nur ile tezâhür ederek ancak o nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir. Ezelî Güneşin mânevî hidâyet nurlarını temsil eden Kur’ân-ı Kerîm, akıl ve kalb gözüyle hak ve hakîkati görmeyi temin eder. Onun nûrundan uzakta kalanlar zulmette kalırlar. Zîrâ, her şey nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu hakîkatin mânevî ve sermedî güneşi olan Kur’ân-ı Kerîm’in nur tecellîsine, bu asrımızda, “Nur” ismiyle müsemmâ olan Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi mazhar olmuştur. O Nurlar ki; zulmetten ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusuyla gündüzünü gece yapan, sefahatperest, aklı gözüne inmiş, zulmette kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı, projeksiyon gibi, nurlarını îman hakîkatlerine tevcih ederek, sırât-ı müstakîmi, büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup, “Ya aklını başından çıkar at, hayvan ol; yahut da aklını başına al, insan ol” diyor. İlim bir nur olduğuna göre, Risâle-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir iki delile kısaca işâret ederiz:
Evvelâ, şunu hatırlatmalıyız ki, Risâle-i Nur başka kitapları değil, yalnız Kur’ân-ı Kerîm’i üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi îtibarıyla, makbuliyeti hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hacet bırakmıyor. Biz, ancak ilim erbâbı nazarında Risâle-i Nur’un değerini belirtmek için deriz ki:
Risâle-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuh ile ispat edemediği en muğlak meseleleri gâyet kolay bir şekilde, en basit avâm tabakasından tut da, en yüksek havas tabakasına kadar, herkesin istidâdı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz tam ikna edici bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu husûsiyet, hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.
İkincisi: Bütün Nur eserleri Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım âyetlerinin tefsiri olup, onun mânevî parıltıları olduğunu her hususta göstermesidir.
Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına kat'î delil ve bürhanlarla ilmî mâhiyette cevap vermesidir. Meselâ, Allah’ın varlığı, âhiret ve sâir îman rükünlerini bir zerrenin lisân-ı hâl ve kâl sûretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesidir. En meşhur İslâm feylesoflarından İbn-i Sinâ, Farabî, İbn-i Rüşd bu meselelerde bütün mevcudâtı delil olarak gösterdikleri halde, Risâle-i Nur o hakîkatleri bir zerre veya bir çekirdek lisânıyla ispat ediyor. Eğer, Risâle-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risâle-i Nur’dan ders alacaklardı.
Dördüncüsü: Risâle-i Nur, insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hulâsalar nev'înden, kısa bir zamanda temin etmesidir.
Beşincisi: Risâle-i Nur, ilmin esas gâyesi olan rızâ-yı İlâhîyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek, tam mânâsıyla insâniyete hizmet gibi en ulvî vazifeyi temsil etmesidir.
Altıncısı: Risâle-i Nur kuvvetli ve kudsî ve îmânî bir tefekkür semeresi olup, bütün mevcudâtın lisân-ı hâl ve kâl sûretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda, îmân hakîkatlerini ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir.
Yedincisi: Risâle-i Nur, esas bakımından bütün ilimleri câmî oluşudur; âdetâ ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen bir kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbâbı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan vukûfunu tebârüz ettiren vecîzeler mecmuasıdır. Misâl olarak bir kaçını zikrederek, heyet-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere, Risâle-i Nur bahrine mürâcaat etmelerini tavsiye ederiz:
1. “Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”
2. “Bir kelebeğin midesini tanzîm eden, Manzûme-i şemsi dahi o tanzîm etmiştir.”
3. “Bir zerreyi îcad etmek için bütün kâinatı îcad edecek bir kudret-i gayr-i mütenâhî lâzımdır. Zîrâ, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zîhayat herbir harfinin herbir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzir birer gözü vardır.
4. “Tabiat misâlî bir matbaadır, tâbi değil; nakıştır, nakkaş değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kânundur, kudret değil; şeriat-ı irâdiyedir, hakîkat-i hariciye değil.”
5. “Sabit, dâim, fitrî kânunlar gibi, ruh dahi âlem-i emrden, sıfat-ı irâdeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Ve bir seyyâle-i lâtîfeyi o cevhere sadef etmiştir.”
Ve hâkezâ, binlerce vecîzeler var.
Üniversite Nurcuları nâmına duânıza çok muhtaç
Mustafa Ramazanoğlu
(Asa-yı Musa, yeni tanzim, s. 408; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, yeni tanzim, s. 360)
13.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|