"Gerçekten" haber verir 13 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Rahman'ın makbul kulları onlardır ki, yeryüzünde ağırbaşlılık ve alçakgönüllülükle yürürler. Cahiller onlara sataştığında ise "Selâmetle" deyip geçerler.

Furkan Sûresi: 63

13.02.2009


“Bâzı adam, ‘Meşrûtiyet Şeriata muhâliftir’ diyor?”

Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?”

Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

Suâl: “Demek istibdat hayvâniyetten gelmedir?”

Cevap: Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir.

Suâl: “Sonra?”

Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi.

Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?”

Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i ictimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.

Suâl: “Bâzı adam, ‘Şeriata muhâliftir’ diyor?”

Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruât olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir; Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım gelmez. Hemde, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Münâzarât, s. 37, (yeni tanzim, 88-94)

Lügatçe:

rûh-u meşrûtiyet: Meşrutiyet’in ruhu.

ilcâ-i zarûret: Zarûretin zorlaması.

muvakkaten: Geçici olarak.

muhâlif: Ters, aykırı, zıt.

neş’et: Doğma.

muvâfık: Uygun, münasip.

Eflâtûn-i İlâhî: Sadece aklına dayanarak Allah’ı bulmaya çalışan felsefî ekole mensup olan Eflâtun.

medîne-i fâzıla-i hayaliye: Eflâtun’un, felsefesinde târif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazîlet şehri.

münsed: Sed çekilmiş. Engellenmiş.

kavî: Kuvvetli.

kavânîn-i esâsiye: Temel kanunlar.

Şeriat-ı Garrâ: Parlak Şeriat.

muhît-i zamânî ve mekânî: İçinde bulunduğu yer ve zaman.

cevânib-i âlem: Âlemin dört bir yanı.

zeynâb: Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz.

karn: Çağ, devir.

şuubât-ı heyet-i ictimâiye: Sosyal hayatın çeşitli kesimleri.

cidâl: Mücadele.

berdevam: Devam etmekte.

seccâl: Akıp duran, sürüp giden.

Bediuzzaman Said Nursi

13.02.2009


Başımıza musallat edilen şerirler

Zindan-ı atalete düşme sebeplerimizi okurken, Maide Sûresi, 105. âyet bana çok dikkat çekici geldi. Âyet, “Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar vermez” diyordu. Konunun geçtiği bölümde tembelliğe düştüğümüz nokta, “Acz ve nefsin itimatsızlığından neşet eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar himmetin elini tutar oturtturur.” İşte bu düşmana karşı kullanılacak silâhın Maide 105. âyet olduğu ifade ediliyordu.

İlk bakışta bu düşman-ı gaddar ile Maide 105. âyet arasında irtibat kurmakta zorluk çektim. Çünkü işi birbirine bırakmak, başkalarına havale etmek mantığı kişinin kendi acziyeti ve nefse itimatsızlığı neticesinde ortaya çıkan bir durumdur. Oysa her mü’minin vazifesi, “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”dir. Peygamber (asm) diyor ki: “Bir topluluk ki günah işler ve aralarında onları bu günahtan men etmeye muktedir kimseler vardır da bu görevi yapmazlarsa, onların üzerine Allah katından bir belâ gelmesi kaçınılmazdır.” Yani Maide 105. âyet, “Başkalarına karışmayın, siz sadece kendinize bakın” demiyor. Aksine, anlaşılması gereken, başkalarının sapıklıklarını, yanlışlarını, dalâletlerini konuşup düşünürken kendinizi ve yapmanız gereken vazifeyi unutmayın mesajıdır.

İnsan başkalarının kötülüklerini, yanlışlarını konuşurken, ‘Ben bu yanlış ve kötülüklerin yayılmaması için ne yapıyorum?’ diye bir muhasebe haline girmesi gerekir. İşte âyetten, ‘Sen kendine bak, dışarıdakiler seni ilgilendirmez’ gibi bir sonuç çıkmaz. Tam tersi, doğru yolda olmanın neticesi kötülerin, sapıtmış olanların zararlarından muhafaza olunacağıdır. Eğer kötülükler, sapıklıklar, yanlışlar ictimâî hayatın içinde yayılıp artıyorsa, demek ki “Ben bana düşeni yapmıyorum, doğru yolda değilim” demektir.

İşte ehl-i himmetin zindan-ı atalete düşme sebeplerinden biri budur. Bazı yanlışların bana özellikle gösterilmesi demek, benim bu konuda adım atmam gerektiği anlamına gelmektedir. Bu durumda ‘İşi başkalarına havale etmek, birileri bu vazifeyi yapar’ demek himmetin elini tutup oturtan bir düşman-ı gaddardır.

Netice olarak; sapıtmış olanların bizlere zarar vermemesi için, doğru yolda olmak gerekir. Doğru yolda olmak demek de, ehl-i himmet olarak omuzlarımıza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş olan iman-Kur’ân hizmetinde kusur göstermeden çalışmak, yaşamak ve anlatmaktır. Yani “emr-i bil maruf, nehy-i anil münker” vazifemizde tevfiz (işi başkasına havale) etmemektir. Aksi halde Peygamber Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifindeki tehdide maruz kalırız. “Ya emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yaparsınız ya da Allah size azap gönderir. Duâ edersiniz, artık duânız kabul edilmez.” “Allah başınıza şerirlerinizi musallat eder, sonra hayırlılarınız duâ eder de duâlar kabul olmaz.”

Bugün İslâm dünyasının başındaki şerirlerin bu derece yaygın olması ve bir o kadar da duâlarımızın kabul olmamasının mühim bir sebebi bu olsa gerektir.

YASEMİN YAŞAR

13.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır