|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Bazen kenarda durmak veya susmak da hizmettir |
|
Şeytan, kendisine kolayca tâbî olanlarla fazla uğraşmaz, onlar için hile veya desiselere çok fazla başvurmaz. Gönüllü olarak peşinden giden, onun her dediğini yerine getiren insanlarla şeytan ne diye uğraşsın ki?
Onun çokça tuzak kurduğu, hile ve desiselerle yoldan çıkarmaya çabaladığı insanlar, Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyeyi rehber edinen, iman-Kur’ân dâvâsını dâvâ edinen, halis, muhlis, müttakî mü’minlerdir.
Ve işte böyle sağlam iman ve Kur’ân hadimlerini, ulvî hedeflerinden alıkoymak için aklın alamayacağı hile ve desiseleri istimal eder şeytan. İtikadı kavî, inancı metîn böylesi hizmet erbabının ayağını kaydırmak için, bildiğimiz hile ve tuzaklardan farklı olarak, çoğu zaman sağdan yanaşmaya çabalar. Bir de mü’minin, başkalarında bulunmayan bir takım özellik, güzellik ve kabiliyetleri varsa, şeytan mü’minin bu özelliklerini nazara vererek aklını çelmeye, ayağını kaydırmaya çalışır. Bu konumdaki bir insan, yüce Allah’ın kendisine bir ikram olarak bahşettiği bu istidat ve kabiliyetlerini, kendi akıl veya zekâsının bir ürünü olarak vehmeder, âmiyâne tâbirle havalara girerse, işte tehlike o zaman başlamış demektir. Bu gibi vartalara giren insanlar, çevresindeki insanlardan hep ilgi alâka bekler; her zaman herkesten bir imtiyaz beklentisine girer. Çoğu zaman beklentilerini bulamayınca da, problem haline gelmiş olur. Zaten şeytanın istediği de budur.
Bahsini ettiğimiz bu tehlike, âhir ömre kadar devam eder. Gerekli tedbirler alınmazsa, lâzım olan çareler devreye sokulmazsa, ahirete yönelik yaptığımız hizmetler ve bu yolda sarf ettiğimiz emekler ve zahmetler—Allah muhafaza—boşa gidebilir.
Her tehlikenin, her derdin çâresi olduğu gibi, ehl-i dinin hizmetlerini akamete uğratacak, emeklerini boşa çıkartacak bu gibi şeytânî desiselerden emin olmanın çaresi de elbette vardır. O da, Bediüzzaman’ın “İhlâs Risâlesinde” belirttiği düsturlara harfiyyen uymak, onları yaşantımıza geçirmenin gayretinde olmaktır. Ve ölünceye kadar da, oradaki düstur ve esasların hayatımızın vazgeçilmezleri olduğunu bilmektir. Ve Nur hâdimlerinin can damarı mesâbesinde olan ihlâs düsturlarını zedeleyecek söz, hâl ve hareketlerden, Üstadın ifadesiyle “yılan ve akrepten” çekindiğimiz gibi çekinmektir.
Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman, basit gibi görünen fakat önemle dikkate almamız gereken bir misâl veriyor: “En lâtif ve güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin.”
Üstadın bu ince ve derin tavsiyesi, hiç değilse yakın dostlar arasında istimâl edilse; başta kendi nefsimizi benlik, gurur ve kıskançlıktan uzak tutmuş, istemeyen arkadaşlarımızın sevap kazanmalarına vesile olmuş ve dolayısıyla dâvâ arkadaşlarımızın kazandıkları sevaba ortak olmuş oluruz. Aramızdaki uhuvvet, sevgi ve saygı da kuvvet bulmuş olur. Ayrıca, olması muhtemel haset, kıskançlık, çekememezlik gibi kötü huyların önüne set çekmiş oluruz. Hepimizin riâyet etmesi farz olan ihlâs sırrı, zarar görmemiş olur.
Rehber olarak ittihaz ettiğimiz Bediüzzaman da öyle yapmamış mı? O kahraman-ı dînin, onca ilmine, onca hizmetine, onca feyzine, faziletine rağmen, nâil olduğu şerefi, mânevî makamları, kazandığı sevap ve hasenâtları, içinde bulunduğu cemaatle paylaştığını, onlarla beraber hareket ettiğini söz, hâl ve davranışlarından öğreniyoruz. O, “Ben bir kuru çubuk hükmündeyim”, “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede bir ders arkadaşınızım”, “Ben makam sahibi değilim”, “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” gibi ifadeleriyle, yüklendiğimiz ulvî hizmetin hatırı ve selâmeti için, hem benlik ve enaniyetin tehlikelerinden kurtuluşun, hem de ihlâsı kazanıp korumanın yolunu göstermiştir.
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İsveç, Norveç'ten sonra darısı Türkiye'nin başına |
|
“Norveç hükümeti, İsveç’i örnek olarak, fuhşa yasak getirdi. 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren Norveç’te para karşılığı bir kadınla birlikte olan erkeğe, 6 aydan bir yıla kadar hapis ve para cezası verilebilecek.
“106 yıldır fuhşun serbest olduğu Norveç, kararında, 1999’da fahişelik ve fuhşu yasaklayan İsveç’i örnek aldı.
“Ülke içinde fuhuş yasaklanırken, yurt dışında fuhşa karışan Norveçliler de aynı şekilde cezalandırılabilecek.
“Fuhuş yapan kadınlara yardım amacıyla çalışan Oslo’daki Kadın Evi’nin yetkilisi Olav Legdene, ‘sokakta fuhuş yapan kadınların yarısının doğu Avrupa ülkelerinden geldiğini, yüzde 40’ını da Nijeryalıların oluşturduğunu’ kaydetti.
“Legdene, merkez olarak bu kadınlara yardım etmeye çalıştıklarını, Norveç hükümetinin de aynı amaç için yaklaşık 1 milyon avro kaynak ayırdığını belirtti.” (31.12.2008 )
***
Darısı, bir İslâm ülkesi olan Türkiye’nin başına!
İnsanlık, Batı medeniyetinin olumsuz yönlerini ve bu arada dünya savaşlarının acılarını yaşadı. Şiddetli zulümler, istibdatlar, merhametsiz tahribatlar… Bir düşmanı yok etmek için binlerce masumu mahveden bir politika...
Savaşı kaybedenler müthiş üzüntülere gark oldu. Galipler ise, yaptıkları tahribatların telâşını yaşıyor. Hükümranlıklarını korumak ve vicdan azaplarını teskin etmek istiyor.
Diğer taraftan dünya fani. Medeniyet fanteziyeleri ise aldatıcı, uyutucu. İşte, alkol, kumar, oyun, eğlence, uyuşturucu… Aklı başında hamiyetperverler, insanlığın yüksek potansiyel yeteneklere sahip olduğunu keşfetti. Gaflet ve sapıklığın, insanlığı dehşetli bir şekilde yaralamış olduğunu gördü. Uygulanan gaddar siyasetin ne kadar gaddar ve çirkin sonuçlar doğurduğunu müşahade etti.
İşte, insanlık, gerçek mutluluğun Kur’ân hakikatlerinde olduğunu derinden derine anlamaya başladı. Kuzeyde İsveç, Norveç, Finlandiya; batıda Amerika’da bunun arayışları başlamıştır.
“Elbette nev-î beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mû’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında, kat'iyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mû’cize-i ekberin yerini tutamaz.” (Sözler, s. 141.)
Batıyı içine düştüğü “ırkçılık illetinden” kurtaracak olan da yine İslâmın hakikatlarıdır. Bu sadece bizim değil, onların da itiraf, tesbit ve teşhisleriyle sabittir.
Mart 1995 Mitterand’ın yakınında bulunan, solcu düşünür Bernard Kouchner, “Biz komünizme karşı bir zafer kazandık. Ama biz de yenildik. Çünkü, birbirimize söyleyecek bir şeyimiz kalmadı. Ama İslâm ülkeleri ve halkları öyle değil. İslâm ülkelerindeki halklar, Batının yalnızlığını hissetmiyorsa, Allah’ın varlığını hâlâ hissettikleri içindir. Ona yakarabilirler, Ona yalvarabilirler. Batıda kayboldu bu.
“Onun için sizden öğreneceklerimiz var diyorum. Dayanışmayı, âile bağlarını, yeniden insan olmayı öğrenebiliriz sizden. Irkçılığa karşı bir panzehir olacaksınız bizim için. Avrupa’yı kendi içine dönük bir kale olmaktan kurtaracaksınız. Irkçılığın 2. Dünya Savaşı öncesine benzer bir dönüş yapmasından çok korkuyorum.” (Nilgün Cerrahoğlu, Milliyet, 2 Nisan 1995)
Evet, insanlık bizzat ve kasten hakkı arıyor. Yukarıdaki ifâdeler de bunun göstergesi. Beşer, çektiği sıkıntı ve bunalımlara mükâfaten, sonunda hak dini bulacaktır.
04.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sırtında yumurta küfesi taşımak |
|
İnsan her an, her saniye, her halinde imtihan olunur. Allah’a, Peygambere sadakat ve bağlılıkla… Emir ve yasaklarına riâyet etmek, Bezm-i Elestte verdiği söze sadakatle…
Dağların taşların, yerlerin göklerin taşımaktan korktuğu büyük emaneti omuzlamış insan. Onun için işi büyük, yükümlülükleri çok, sorumlulukları fazla. Cenâb-ı Hak, “İnsan zanneder mi ki başıboş bırakılacak?”1 buyururken mutlaka imtihana tâbî tutulacağına da dikkat çeker: “İnsanlar ‘Îman ettik’ demekle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? And olsun ki, Biz onlardan evvel gelip geçenleri de imtihanlara uğrattık. İşte, imanında sadakat sahibi olanlarla yalancıları Allah böylece ayırt eder.”2
İmanda sadakat hakkıyla iman etmek, imanın gereklerini yerine getirmek, söz ve davranışlarını rıza-yı İlâhiyeye uygun tarzda yapmak demektir. Çünkü, Allah her şeyi görüp gözetmektedir.3 “İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, yanında onu yazmaya hazır, gözetleyici bir melek bulunmasın.”4
Yeryüzünün halifesi olmak gibi önemli bir misyonu üstlenmiştir insan. Sözlerini bin düşünüp bir söyleyecek, pir söyleyecek; söz ve davranışlarının İlâhî kameralarla kaydedildiğini ve birgün bunların hesabını vereceğini düşünerek dikkatli hareket edecek, günaha ve isyana girecek söz ve davranışlardan uzak kalacaktır. Kur’ân, “İyice bilmediğin bir şeyi söyleme, onun peşine düşme. Kulak olsun, göz olsun, kalp olsun, bunların hepsi muhakkak ki ondan mes’uldür” 5 buyurmuyor mu?
Belki duyduğu şey yalandır, yanlıştır, iftiradır. Bilmeyerek günaha ortak olacaktır. O noktada mü’mine düşen tahkik etmektir. Kur’ân, açıkça, “Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onu araştırın—yoksa cahillik edip bir topluluğa kötülük eder, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz” 6 buyururken tahkik etmeden kabulleneceği, nakledeceği şeyin sonunda onu pişman edeceğini bildirir. Allah Resûlü de (asm) “Her işittiğini söylemek insana yalan olarak yeter” 7 buyurur.
Demek mü’min olmak sorumlulukları üstlenmek demek, üzerinde yumurta küfesi taşımak demek. Böylesine seçkin bir varlığın sorumsuzluğu kabul edilebilir mi?
Dipnotlar:
1- Kıyamet Sûresi: 36.
2- Ankebut Sûresi: 2-3.
3- Fecr Sûresi: 14.
4- Kaf Sûresi: 18.
5- İsra Sûresi : 36.
6- Hucurat Sûresi : 6.
7- Riyâzü’s-Sâlihîn, 3:136 (Müslim’den.)
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Bir başka açıdan iktisat |
|
İktisat kavramının eğitiminin insanların şahsî, ailevî ve toplum hayatlarında önemli bir yeri var.
Çocukluk döneminde aile ortamında verilen eğitimden tutun, akademik bilgilerle donatılmış eğitime kadar devam edebilecek bu kavram özellikle ekonomik kriz dönemlerinde sıkça telâffuz edilmekte.
Bu yazımızda farklı bir açıdan iktisat kavramı üzerinde duralım.
Dilerseniz yakın tarihimizde kısa bir gezi yapıp ülkemizdeki ilk iktisat kongresine gidelim, ardından Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İktisat Risâlesini yazdığı yıllara gidelim. Fıtrata dönüş hareketinin en bariz biçimde görüldüğü Batı dünyasında şimdilerde ortaya çıkan “gönüllü sadelik” kavramı üzerinde duralım.
Özellikle israfın hızla yayıldığı zengin Müslüman toplumların şüphesiz Batıdaki bu yeni gelişmeden alacağı dersler var… Zira, bu malî kriz, Papa’nın bile ifade ettiği gibi “İlâhî bir ikaz” olarak inananları şimdilerde “mallarıyla imtihan”a vesile olmakta!
İlk İktisat Kongresi
İlk İktisat Kongresi 1923’de İzmir’de yapılır. Kongrede yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemişti: “İktisadiyat demek, her şey demektir. Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz mamur olsun, milletimiz müreffeh ve zengin olsun. Bu noktadan bir felsefeyi size hatırlatayım. ‘El kanaatü kenzün lâ yefnâ’ (Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir) Kanaati bitmez tükenmez bir hazine farz etmek, fakrı fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık hitam versin.”
O yıllar “Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir” hadisine sataşılıp, kanaate alternatif olarak lüks hayatın sunulduğu yıllardır. Çaylar, balolar, dans ve güzellik yarışmaları, sinema, tiyatro, müzikaller...
Eli delik olmak
Bu kongreden yıllar önce Bediüzzaman Hazretleri “Âhir zamanın eşhâs-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek” hadisinin tefsirini yapmış, o yıllara ve günümüze ışık tutacak işaretler vermiştir. “Bunun bir tevili şudur ki, sefahat ve lehviyat için gayet sarfiyat ile elinde mal durmaz, israfâta akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, ‘Filan adamın eli deliktir’, yani çok müsriftir. İşte ‘Süfyan, israfı teşvik etmekle şiddetli bir hırs ve tamahı uyandırarak, insanların o zaif damarlarını tutup kendine musahhar eder’ diye bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden ona esir olur, onun damına (tuzağına) düşer’ diye haber verir.”
İktisat Risâlesi 1925’te Burdur’a sürülen Bediüzzaman Hazretleri, 1935’te İsparta’da İktisat Risâlesi’ni kaleme alır. Varlık âleminden, insanın fıtratından deliller getirir. Tevhid noktasında, tüketim kavramının temel ilkelerini ele aldığı risâlede insanın psikolojisi üzerinde de durur. “İktisad ve kanaat, hikmet-i İlâhîyeye uygun hareket etmektir” der. Hikmet-i İlâhiyeye uygun hareket etmeyenler, cimrilik ve müsriflik gibi uç noktaları yaşarlar.
Batı’da yeni bir akım:
Gönüllü sadelik
Mânevî dünyası dumura uğramış çağımız insanı kendini, “Ben sahip olduklarımla varım ve mutluyum” tarzında tanımlayıp, bir kısır döngüye kapılmıştır. “Çok çalış, kazan, harca” felsefesi günümüzde Batı’da iflâs etmiş durumdadır. İktisad kavramının gerçek mahiyetini keşfedip, çevresiyle uyum içinde yaşamayı hedefleyen Batı insanı için “gönüllü sadelik” felsefesi adeta düşüncede rönesanstır ve hızla yayılmaktadır. (Aktüel, Mart 1996)
Oysa ki Batı’nın yeni keşfettiği model 1400 yıldır vardır.
Hani, bir söz vardır ya “Zaman en büyük müfessirdir (yorumlayıcıdır)” diye, o sözün ne kadar doğru olduğu bir kez daha ispatlanmadı mı?
Ne dersiniz?
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Hurma (4) |
|
Eski Arap toplumunun elinin altında hazır bulunan birkaç gıdadan biri olan hurma, her türlü münasebette kullanılırdı. Me’debe denilen büyük dâvetlerde ve “velîme” dedikleri düğün yemeklerinde ikram edilen yemekler içinde hurmadan yapılan yiyecekler de bulunurdu. Bazen de ikram edilen yemek sadece hurma ve yağ olurdu. Efendimiz (a.s.m.), mü’minlerin annesi Hz. Safiyye (r.a.) ile evlendiğinde, dâvetlilere yemek olarak hurma, eritilmiş tereyağı ve kuru yoğurt ikram etmiştir.
Resulullah Hz. Zeyneb (r.a.) ile evlendiğinde ise, Ümmü Süleym (r.a.) bir avuç hurmayı yağ ile kavurarak helva yapmış, bunu oğlu Hz. Enes’e (r.a.) verip Peygamberimize göndermiştir. Hz. Enes’in rivayet ettiğine göre, Efendimiz mübârek elini helvanın üzerine koymuş ve duâ etmiş. Bu helvadan bir mû'cize olarak üç yüz adam onar onar halkalanarak yemişler ve helva hiç eksilmemiş.
Sahabe-i Kiram da, Efendimiz kendilerini ziyaret ettiğinde, hurma ve tereyağı ikram ederlerdi.
Peygamber Efendimizi ziyarete gelen Arap heyetleri, hediye olarak hurma da getirirlerdi.
Bahreyn tarafındaki Abdulkays kabilesinin heyeti Resulullah’ı ziyaret ettiklerinde, Efendimizin övdüğü el-Berni cinsi hurmayı hediye olarak takdim etmişlerdi.
Fetihlere, gazvelere çıkan İslâm ordusunun ana gıdası da hurma idi. Bazı zengin sahabeler orduya silâh, deve verdikleri gibi yiyecek olsun diye hurma verenler de olmuştur.
Meselâ Saad bin Ubâde (r.a.) Hamrâü’l Esed gazvesinde 30 deve yükü hurma vermiştir.
İslâm nuru karanlıklarda boğulmuş olan Arap Yarımadasını aydınlatmıştı.
Bu nurun kendileri için büyük bir tehlike oluşturacağına kanaat getiren Bizans Kayseri Heraklius, Arap Yarımadasının kuzeyindeki Ğassan, Cüzâm, Lahm, Âmile adlı Arap kabileleriyle anlaşarak Medine üzerine yürümek için hazırlıklara başlamıştı. Durumu öğrenen Resulullah, Hicretin 9. senesinin Recep ayında Tebuk seferine çıkmak için büyük bir ordu hazırlamaya koyuldu. Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.), Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.) ve daha nice sahabeler ellerindeki mallarının büyük bir çoğunluğunu ordunun donatımı için vermişlerdi. Elinde avucunda birşeyi olmayan Ebu Akil (r.a.) diye bir sahabi Resulullaha gelerek ”Yâ Resulallah, iki sa’ karşılığı (sa’: 3.120 gram) bütün gece sırtımda su taşıdım. Birini aileme, diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim” dedi. Bu durumdan çok duygulanan Efendimiz, “Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın” diye duâ etti.
Ebu Hureyre (r.a.), Efendimizin mübârek elindeki bereketi nakleden bir hadisi şöyle rivayet ediyor:
“Gazvelerin birinde ordu aç kalmıştı. Efendimiz ‘Birşey var mı?’ diye sordu. Ben de ‘Heybede birkaç hurma var’ diye cevap verdim. Efendimiz ‘Getir’ diye buyurdu. Sonra elini heybeye sokup bir avuç hurma çıkararak bir tasa koydu ve bereketli olması için duâ etti. Sonra da askerler onar onar gruplar halinde gelip o hurmadan yediler ve doydular.”
Hurma askerî yönden caydırıcı silâh olarak da kullanılırdı. Ğatafân kabilesinin bazı Arap kabileleriyle bir ittifak kurup (el-Ahzab) Medine’ye saldıracağının haberini alan Resulullah, bu niyetinden vazgeçmesi için Ğatafân kabilesine Medine hurmalarının üçte birini vermeyi teklif etmiştir.
Hayber Yahudileri de aynı taktiği uygulamışlardır. Müslümanların Hayber’e saldıracaklarını öğrenince, kendileriyle ittifak oluşturan Ğatafân kabilesine, bir yıl boyunca Hayber hurmalarının yarısını vermişlerdir.
Hurma yazı dizimizi hurma hakkındaki bir Arapça beyitle bitirmek istiyorum:
“Kün ken’nakhli ani’l ahkâdi mürtefiân - Yü’za bi recmin ve yu’ti hayra esmâri”
(Kin sahiplerine karşı hurma ağacı gibi yüksek ol: Taşlanarak eziyet edilse dahi en güzel meyvelerini verir.)
Hurma yazılarında kullanılan kaynaklar:
1- Mektubat, s. 117, 118, 129, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, 2001.
2- Peygamberimiz’in Hayatı, s. 602, Salih Suruç, Yeni Asya Yayınları, 1993.
3- el-At’ıme ve’l Aşribe fi Asri’l Resûl, s. 36-42, Havliyaat Külliyeti’l Âdab, Kuveyt Edebiyat Fakültesi Dergisi, sayı 17.
4- Kitabu’l Nakhl, s: 30-31, Ebi Hatem es-Sicistani, Tahkik: Prof. Hatem ed-Damin, Darü’l Beşair el-İslâmiyye, 1. baskı. 2002, Beyrut.
5- Terbiyetü’l Evlad fi’l İslâm, 1. cilt, s. 77, Prof: Abdullah Nasıh Ûlvân, Darüsselâm littıbea ven-Neşr vet-Tevzi, 1992, Riyad.
6- Menhec et-Terbiye en-Nebeviyye lit-Tıfl, s. 57-58, Muhammed Nur Suveyd, Müessesetü’l Reyyân, Lübnan.
7- Kamûs el-Kur'ân-ı Kerim Mücelled en-Nebataat, s. 39, 47, 57, Müessesetü’l Kuveyt lit-Takaddümi’l İlmî, Kuveyt, 1992. www.fao.org/ docrep/
04.01.2009
E-Posta:
|
|
İslam YAŞAR |
‘Âsım’ın nesli diyordum ya’ |
|
Âsım’ın Nesli.
Mehmed Akif’in nazarında memleketi kurtaracak yegâne güç budur. Vatanı dışardan kuşatan ve milleti içeriden karıştıran bütün düşmanlara karşı her sahada mücadele ederek memleketi kurtaracak inanca ve güce sahiptir. Onun için de hemen iki koldan faaliyete başlamıştır.
Bir yandan ordu, Âkif’in “Yalnayak Kafkas’ı tutmuş, baş açık Sînâ’yı” mısraı ile dile getirdiği zorluklara ve zaruretlere rağmen dış düşmanlara karşı üç kıt’ada ve sayısız cephede “yedi düvele” göğüs germiştir.
Ordu onca yokluğa, çaresizliğe, sıkıntıya rağmen, imanından aldığı güçle Rus’u, İngiliz’i, İtalyan’ı, Fransız’ı ve daha bin türlü insafsızı durdururken, onun kazandığı zaferlerle alay etmek isteyen ekalliyete cevabı da yine Şair vermiştir:
“Yapılır zannediyorsan, bakalım sen de soyun,
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.”
Asım’ın Nesli ile milleti bütünleştirirken sadece orduyu esas almayan Şair, ekalliyet addedilen farklı din ve milliyete mensup insanlara varıncaya kadar kendini bu memleketin evlâdı sayan herkesi o neslin mensubu olarak kabul etmiştir.
Onun için din kardeşi olmasa bile vatandaşı sayıldığı azınlıkları koruyup kollamayı da dînî ve millî bir vazife sayarken onların da kendilerini milletin bir ferdi olarak görmeleri gerektiğini ifade etmiştir.
Ne var ki bu neslin sivil kolu yani gençlik yaşayan millî felâketlerin elemini çekmektedir. Fakat dünyada hiçbir elem, gücünü Allah’a imandan alan Âsım’ın Neslini yıldıracak kadar tesirli değildir.
Ordunun vatanı, milleti ve dini için sınır boylarında dünyanın en geniş ve kanlı hududunu korumak adına gösterdiği kahramanlıkları, gerektiği takdirde gençlik de, içerde göstermeye kararlıdır.
Âsım’ın Nesli, milleti saran her derdi dindirmeye ve insanlara zehir saçan her mikrop yuvasını kurutmaya âdeta yemin etmiştir. Onun için, milletin derdi ile dertlenmeyen his ve hamiyetten mahrum buğulu beyinlerin dolduğu meyhaneleri basma hadisesini de şiirlerinde işlemiştir.
“Herkes aç bekleşiyor kaldırımın sırtında,
Siz gidin, perdelerin hepsini kaldırın da,
Alenî işret edin âleme göstermek için!
Hani aldırmasalar bari, ‘Def ol git’ dediler…
Dedim: ‘Artık kime aitse def olmak, o gider;
Kollarından tutarak hepsini attım bir bir”
Parçada da görüldüğü gibi Âsım, meyhanedeki saygısız ayyaşların hepsini dışarı atmış, kumarhâneleri basıp kumarbazları tehdit ederek bidonlardaki gazları karanlıkta kıvranan halka dağıtmıştır.
Çünkü Anadolu’da Yunanlıların, Paşaeli’nde Bulgarların, Trablusgarp’ta İtalyanların, Sina’da İngilizlerin yaptıkları katliâmlar ve şen’î tecavüzler bile bu milletin vicdanını o şehit ecdadın kanı ile korunan Beyoğlu’nun çılgınlıkları kadar yaralamamıştır.
Âkif’in muhayyel kahramanı olan Âsım’ın bu hissiz, heyecansız ve hayâsız güruhu sözle ikna edemeyince kuvvete baş vurması ve onları zorla hizaya getirmek istemesi, zamanın şartları içinde, haklı sebepleri çok olan bir harekettir.
“Ağlamak çok kişinin zevki değilmiş, lâkin,
Gülmemek herkes için, zannederim, pek mümkin.”
Zaten Âsım’ın Nesli de bu şuursuz güruhun ağlamasını beklememekte ve hiç olmazsa mümkün olanı istemektedir. Fakat Âkif, gelecek zamanın şartlarını da düşünerek bu haklı, heyecanlı, fakat taşkın hisleri teskin edip onlara edebî bir yön verme ihtiyacını hissetmiştir.
Zamanın şartları, yeni bir inkılâbı gerektirmektedir. Lâkin her aklı esenin yapmak istediği yeniliğe uymak, milleti birleştirmek yerine daha da parçalayacaktır. Bunu bilen Âkif, ideallerini tahakkuk ettirmelerini beklediği Âsım’ın Nesline bu hususta da yol göstermiştir.
Onları, hemen harekete geçmek isteyen acelecilerin aksine, uzun zaman içinde tahakkuk edecek de olsa daha temkinli, sağlam ve iradeli inkılâplar yapmanın lüzumuna inandırmak istemiştir.
“Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sudân’a
Yeni bir medrese te’sis edelim Urbân’a
İnkılâb istiyorum ben de fakat Abduh gibi.
Yoksa, ellerde kör âlet efeler tertîbi,
Bâbıâlî’leri basmak, adam asmakla değil,”
Bu mısralarda, öyle bir inkılâbı yapmaya çalışan Muhammed Abduh ve arkadaşlarını örnek göstermiştir. Onun Abduh ve arkadaşlarını tasvip etmesi; Bediüzzaman Said Nursî’nin “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul etmişim. Zira, o, vilâyat-ı şarkiyeyi îkaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efgânî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrid âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir” şeklinde de ifade ettiği gibi esas olarak, İslâm birliği hususundaki samimî gayretlerine dayanıyor olmalıdır.
Mehmed Âkif bu şekilde olgun ve sağlam fikirlerle yeni neslin heyecanını teskin etmeye çalışmıştır. Çünkü genellikle, heyecanla yapılan işler hüsranla bitmektedir. Zaten, zamanın darbeleri ile beyni ve benliği zedelenmiş olan milleti, bir anda intibaha getirmek mümkün değildir.
Ona göre inkılâbın tedricen ama temelden yapılanı makbuldür. Memleket ancak böyle intizamlı ve insicamlı bir çalışma ile kurtulabilir. O da ancak mârifet ve fazilet sahibi insanlar sayesinde olabilir.
Mârifet de, fazilet de sebebi ve neticesi insana bakan iki değerdir. Mârifet, bir insanın herhangi bir şeyi bilmesi ve bildiklerine san’at kabiliyeti, ustalığı ve hünerlerini de ekleyerek elde ettiği neticedir. Faziletse insanın meziyetleri, ilmi, irfanı ve imanı ile ulaştığı yüksek bir mertebedir.
Yani, mârifet insanın eseri, fazilet değeridir. Bir insan ancak bu iki değerin yapısında bulunması ile mükemmel bir şahsiyete sahip olabilir. Âkif’in de işaret ettiği gibi milletler de bünyelerinde böyle insanları barındırabildikleri ölçüde büyük millet olurlar.
Yalnız mârifetle, yani ilim, bilgi ve çalışma ile bazı imkânlar elde etmek veya sadece fazilet, iyilik, doğruluk ve irfan sahibi olmak bir milleti refaha, mutluluğa, huzura götürmeye yetmez. Milletlerin refahı için bu iki değerin de bulunması ve birbirini takviye edip koruması gerekmektedir.
“Mârifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek faziletle teâlî edemez, za’fa düşer.”
Âkif’in deyişiyle mârifetsiz fazilet milletleri terakkî ettirmeyip zayıflatacağı gibi, fazilet hislerinden mahrum olarak ulaşılmış bir mârifet de insanlık için büyük tehlikeler ve felâketler getirir.
Nitekim faziletin kontrolünden çıkan Batının mârifeti taunlardan daha rezil bir felâket olmuştur. Meselâ Japonya Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombasının acılarını hâlâ yaşarken, Osmanlı, devamlı tazyike mukavemet edemeyip yıkılmıştır.
Çünkü, mârifet ve fazilet sahibi iken, dünyaya hükmedip adalet ve medeniyet saçan Osmanlı, yavaş yavaş mârifetini kaybetmiş, fazilet de tek başına devleti ve milleti korumaya yetmemiştir.
Tarihte yaşanan acı tecrübelerin ışığında görülen hakikati, fikrî müşahedeleri ve dinî telkinleriyle takviye eden Âkif, memleketi düştüğü dertlerden kurtaracak tek hamiyet ve cesaret kaynağı olarak gördüğü o Neslin yapacağı tedavinin tesirli olabilmesi için, teşhisinin sağlam olması gerektiğini ifade etmiştir.
Asım’ın Neslinin, alevleriyle her şeyi saran ve her değeri tarumar eden o müthiş yangının içinden milletin kavrulan imanının kurtarılmasını isterken, alması gereken tedbirleri hatırlatmayı da ihmal etmemiştir.
Zira millet, imanın inşirahına bir sefer kavuştu mu, mazide yaşadığı imanlı dirilişlerin birini daha gerçekleştirecek ve faziletini tekrar dünyaya fark ettirecektir. Fakat bu sefer onu Avrupa’nın mârifeti ile takviye etmesi gerekmektedir.
“Sade Garbın yalnız ilmine dönsün yüzünüz,
Aynı menbâları ihyâ için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada”
Âkif bunları söylerken, eksiği hissedilen mârifetin nerede bulunduğunu, oradan niçin, nasıl ve hangi usullerle alınması gerektiğini en ince teferruatına varıncaya kadar izah etmiştir.
Esasen bu dert, sadece Âkif’in hissettiği bir dert değildir. Çöküşün ilk fark edildiği zamandan beri devlet tarafından da, millet tarafından da bilinmekte, hatta an be an yaşanmaktadır.
Bu gerçek, teşhissiz tedavi gayretiyle ilân edilen Tanzimat Fermanında, devletin kurtulması ve tekrar eski gücüne kavuşması ancak Kur’ân’ın hükümlerine uymak ve gaflet hâllerinden uyanmak olarak gösterildiği halde, şaşkınlığı ile müştehir Tanzimat aydınları, terakkîyi Kur’ân’dan uzaklaşıp, fazileti de marifeti de Avrupa’da aramakla sağlayacaklarını zannetmişler ve çöküşü hızlandırmışlardır.
Cumhuriyet idarecilerinin de Kur’ân’dan tamamen uzaklaşıp her şeyi Avrupa’dan bekleyerek aynı hataya düştüklerini gören Mehmed Âkif ve diğer İslâm mütefekkirleri, milletin tek ümidi haline gelen Âsım’ın Neslinin de o girdaba girmesine mani olmak için nazarlarını İslâm’a ve Kur’ân’a çekmeye çalışmışlardır.
“Elde Kur’ân gibi bir mû’cize-i bâki varken,
Başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!”
Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân’ın i'câzını nazara vererek gönlünün güzelliğini terennüm eden bu gür haykırışına, Mehmed Âkif o mânâyı teyit eden bir başka beyitle mukabele etmiştir:
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı.”
Bediüzzaman da, Âkif de bu gibi müessir ifadeleri ile asrı ve insanlığı kurtaracak yegâne kaynağın Kur’ân olduğunu, insanlığın ebedî helâketten kurtulmak için İslâm’a sarılması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Çünkü, “Allah indinde tek din İslâm’dır.”
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Umut YAVUZ |
BM ne işe yarar? |
|
Birleşmiş Milletler (BM) dünya üzerinde büyük bir tahribata sebep olan korkunç İkinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslar arası ilişkileri istikrara kavuşturmak ve barışı daha sağlam temeller üzerine oturtmak için 1945 yılında kuruldu. Günümüzde, söz konusu faaliyetlerine ilâve olarak çocuk gelişimi ve sağlığı, çevre koruma, insan hakları, yoksullukla mücadele ve ekonomik kalkınma, tarımsal kalkınma, eğitim, kadın hakları, tabiî afet yardımı, atom enerjisinin barışcıl amaçlar için kullanılması ve iş ve işçi hakları gibi pek çok alanda çalışmalarını sürdürüyor.
Bu ifadeler BM’nin kendisini tanımlamak için kullandığı cümleler tabiî ki.
Bir de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) var... Bu da BM’nin, üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü, en güçlü organı. Birleşmiş Milletler’in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları, bütün üye ülkeler açısından bağlayıcılık taşıyor. Bu bağlayıcılık, üye ülkelerin tamamına yakını tarafından imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Tüzüğü’nde de açık bir şekilde belirtilmiş durumda. BMGK’da 15 üye ülke bulunuyor. Bu ülkelerden 5 tanesi daimî üye, 10 tanesi ise seçilmiş üyelerdir. Seçilmiş üyeler geçici bir süreliğine BMGK’ya atanırlar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, kararları veto etme hakkı bulunan daimî üyeler Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’dır. Bunun haricinde de dediğimiz gibi 10 geçici üye bulunuyor. 2009 yılı ile birlikte, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği resmen başladı. Güvenlik Konseyi’nde geçici üye olarak 48 yıl sonra ilk kez temsil edilecek olan Türkiye, 17 Ekimde yapılan seçimde, 151 oy alarak üye seçilmişti. Türkiye’nin BMGK geçici üyeliği, 31 Aralık 2010 tarihinde sona erecek.
Bunları neden anlattığımıza gelince. Son günlerde Gazze’de yaşanan insanlık dramına BM’nin sadece seyirci kalmasını hemen herkes eleştirmişti. Biz de eleştirenler arasındaydık tabiî ki.
Ancak BM’nin yapısından da anlaşılacağı üzere kendilerinin iddia ettiği gibi üye ülkeler arasında güvenlik, barış ve adaleti sağlamak gibi bir vazifeyi deruhte etmekten çok uzak bir görünüme sahiptir. BM’nin sadece tavsiye kararlar alabilmesi, yaptırım gücü olan kararların alındığı BMGK’da ise 5 daimî üyenin herhangi birinin vetosuyla her şeyin değişebilmesi bu uluslar arası kuruluşu yanlı ve yaptırım gücü zayıf bir hale sokmaktadır. Baktığımız zaman BMGK gibi önemli bir organın asıl söz sahibi olan daimî 5 ülkesi arasında hiçbir Müslüman ülke bulunmamaktadır. Hâl böyle olunca dünyanın en sorunlu ve savaşlı bölgeleri olan Müslüman coğrafyasının kaderi konusunda söz sahibi olan ülkeler hep gayrimüslim ülkeler ve onların temsilcileridir.
Peki bu BMGK nasıl karar alıyor diye soracak olursak: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararları, üye ülkeler tarafından verilen bir önergenin, 15 üye ülkeden 9’u tarafından kabul edilmesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimî Üyesi ülkelerden birinden ret oyu almamış olması şartıyla alınır. Yani 9 olumlu oya karşın bir tek daimî ülkenin ret oyu kararı geçersiz kılabilmektedir.
Daha trajik bir gerçeği sizinle paylaşmama izin verin lütfen. Zira BM’de veto yetkisine sahip beş daimî ülke olan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere aynı zamanda dünyanın en çok silâh üreten ve pazarlayan ülkeleridir. Sadece Çin, Almanya’dan sonra altıncı durumdadır. Dünya silâh ticaretinin baş aktörlerinden oluşan Güvenlik Konseyi Ülkeleri’nin dünya barışına kalıcı katkıda bulunacak kararlar verebileceğine, biz de dahil olmak üzere bir çok çevreler şüpheyle bakmaktadır.
Zira hem tarihteki örneklerine (Kore Savaşı (1950) ve Körfez Savaşı kararları (1990-1991), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır) hem de son yaşanan Gazze’deki olaylara BM’nin yaklaşımına baktığımızda bu şüphelerimizde haklı olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bir Arap gazeteci, BM Ortadoğu Özel Koordinatörü Robert Serry’e soruyor: “Eğer bugün Filistinliler yerine İsrailliler aynı durumda olsalardı dünya alt üst olurdu, neden birşeyler yapılmıyor?” Serry’de serin kanlılıkla cevaplıyor: “BM olarak ihtilâfı durdurma konusunda biz çok etkiniz ama bu konuda herkese ihtiyacımız var. BM Genel Sekreteri, hem Hamas’ın roket saldırılarını hem de İsrail’in aşırı ve sorumsuz askerî saldırılarını kınadı.”
Aslında sadece bu cevap bile BM’nin ne olduğunu ve ne olamayacağını gayet açık gösteriyor. Demek oluyor ki ya bu BM’nin yapısı ve işleyişi değiştirilecek yahut Müslüman ülkeler üzerinde odaklanan dünyanın sorunlarına daha farklı yöntem ve oluşumlarla çözüm aranacak. Sözgelimi daimî üyeler arasında Arap Birliği’nin temsilcisi olan bir ülke ya da başka bir Müslüman ülke meselâ Türkiye eklemlenebilir. Belki o zaman daha adil bir yapıya kavuşabilir. Tabiî böyle bir yapı silâh taciri olan ülkelerin işine gelir mi? Hiç sanmıyorum...
O zaman zalim ülkeler mazlûmların kanını bıkmadan dökmeye, BM’deki mösyöler de bıkmadan kınamaya devam edecekler... Ta ki İlâhî adalet nihaî hükmünü koyana kadar...
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gördünüz, yıkılmadı işte |
|
Türkiye’nin maddî ve manevî imkânlarının, boş yere devam ettirilen tartışmalarla heba edildiğini bir defa daha gördük. Aynı zamanda yaşadığımız derin çelişkileri de gösteren bu durum, yıllardan beri tekrarlanıp duruyor.
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) TRT-6 kanalıyla Kürtçe yayın yapmaya başladı. Elbette bu başlangıç, müsbet ya da menfî değişik değerlendirmelere sebep oldu, ama geçmiş yıllarda yapılan bunca tartışmanın boşu boşuna yapıldığı da ortaya çıkmış olmadı mı?
Bunca yıllık iddiaya göre böyle bir adım atılması ülkemizi parçalayacaktı! TRT-6 kanalıyla Kürtçe yayını başladı ve görüldü ki hiçbir yer yıkılmadı. Nasıl ki geçmiş yıllarda Kürtçe kaset satılması yasaktı ve serbest bırakılma taleplerine de yine ‘yıkılırız, parçalanırız’ diyerek karşı çıkılmıştı. O günlerde de görüldü ki, Kürtçe kasetlerin serbest bırakılmasıyla kimse yıkılmadığı gibi ciddî bir kaset talebi de ortaya çıkmadı.
Aslında Türkiye’yi idare edenler bu ve benzeri konulardaki tecrübelerden yola çıkarak; korku üretenlerin tuzağına düşmemelidirler. Aynı şeyi başka konularda da yaşamıyor muyuz? En bilineni ifade özgürlüğünü sınırlayan yasaklardır. Madde numaraları değişmiş olsa bile (301 ya da 312 gibi), anlayışın değişmemesi sonucu hâlâ düşüncelerini söz ya da yazı ile ifade edenlerden korkuluyor, ürkülüyor. Yasakçılar da her fırsatta hayalî korkular yayarak keyfî tutumlarını sürdürmenin peşinde. Yarın bir gün bu anlamsız uygulamalar da İnşaallah sona erecek ve o zaman da herkes görecek ki, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin sona ermesiyle ülkemiz batmayacak!
Milleti yanıltanların yaydığı hayalî korkulardan biri de, başörtülü öğrencilerle ilgilidir. Onların temelsiz iddiâlarına göre başörtülü öğrenciler üniversitelere girerse eğitim alt üst olacak! Bu kadar temelsiz bir iddiayı dile getirenlere değil de bu iddialara inananlara şaşmak lâzım. Başı örtülü ya da açık olan öğrenciler sokakta, bakkalda, markette, hastahanede, alış veriş merkezlerinde, velhâsıl her yerde ‘kardeşçe’ bir arada bulunabildiklerine göre, üniversiteye girdiklerinde niçin ‘kavga’ etsinler? Değil Türkiye’de, dünyada bu iddiayı ispatlayan bir hadise var mı? Yok ama yasakçıların inadı inat...
TRT-6’nın Kürtçe yayınından sonra YÖK’ün de benzer bir adım atması gündemde. Buna göre YÖK, İstanbul ve Ankara’daki üniversitelerde “Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü” açma niyetindeymiş. Bunun için de gerekiyorsa Fransa’daki Kürdoloji Enstitüsünden hoca getirilecekmiş. (Yeni Şafak, 3 Ocak 2009)
Acaba, milyonlarca kişinin Kürtçe konuştuğu bir ülkeye, Fransa’dan ithal dil uzmanı getirmeye mecbur kalmak yasakçıların yüzünü kızartır mı? Aynı zamanda Kürtçe yayın ve dil eğitimi konusunda ‘cesaretle’ adım atan ya da attıran hükûmet cenahının, kanuna dayanmayan başörtüsü yasağı konusunda; işi ağırdan almak bir yana, ‘ipe un sermesi’ hayra alâmet midir?
Gün gelecek, kanunsuz başörtüsü yasağı da sona erecek ve o zaman da yine ülkemizin yıkılmadığını, bölümmediğini hep beraber (yaşayanlar) göreceğiz. Ülkemiz yıkılmayacak, ama bazı yalanlar tuz-buz olacak İnşallah.
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Gündem: İsrail’in insanlık dışı katliamı |
|
Gazze’de yaşanan İsrail katliâmı hem dünyanın hem de Türkiye’nin gündeminde. Vicdanının sesini dinleyen herkesin büyük tepki gösterdiği katliâm dolayısıyla ülkemizde sivil toplum kuruluşları saldırının başladığı ilk günden itibaren İsrail Büyükelçiliği önünde kınama eylemleri yapıyor.
Gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri olarak 2008 yılının sonuna yaklaştığımız günlerde BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun dâvetlisiydik.
Toplantı başlarken sunucunun “programın sonunda bir de sürprizimiz olacak” şeklindeki sözleri gazetecileri meraklandırmıştı. 31 Aralık Yazıcıoğlu’nun doğum günü olduğu için çocukları “sürpriz bir kutlama” düşünmüşler. Ancak Gazze’de yaşanan katliâm dolayısıyla kutlama iptal edilmiş, çocuklar sadece babalarının yanına gelip tebrik ettiler.
* * *
TÜKÜRÜK
ABD Başkanı Bush, görevi 20 Ocak’ta Obama’ya devredecek. Görev süresini doldurmak üzereyken Irak’lı bir gazetecinin fırlattığı ayakkabılar hâlâ gündemdeki yerini koruyor. (Arap kültüründe terlik ya da ayakkabı fırlatmak “aşağılamak” anlamına geldiğini hatırlatalım.) Gazeteci ülkesinin ABD işgalinde yaşanan sıkıntılara karşı böyle bir tepki göstermişti.
Bütün bunları alt alta koyunca, bir haftadır okulları, camileri, evleri bombalayan yüzlerce masum insanı öldüren katliâmın mimarları olan Olmert, Livni ve Barak’a; “aşağılamak için ne fırlatılmalı?” sorusu aklımıza takıldı. Aklımıza ilk olarak yüzlerine tükürmek geldi. Onların yüzüne sadece son saldırıda ölen çocukların anne ve babaları tükürse dahi o tükürükte boğulurlar. Gerçi onlar bu tükürüğü görünce etkilenmezler ama…
* * *
SİMİTÇİ
Geçen hafta yazdığımız bir yazıda “Başbakanın simitçisi”nden bahsetmiştik. Simitçi cephesinde meydana gelen olayı duyduğumuzda, “Bunlar pişmiş tavuğun başına gelmez”, demekten kendimizi alamadık.
Başbakan’a 10 simit satan Özer Yalnız isimli simitçi, 100 milyon bahşişi kapmıştı. Ancak simitçi, “bahşişin yarısını fırıncıya vermediği için” işten atıldığını ileri sürerken, simidi satan fırıncı ise böyle bir şey olmadığını iddia ediyor. Kim doğru söylüyor onu bilemiyoruz, ancak işsiz kalan simitçiye başka bir fırın iş teklifi yaptı.
İşin altından bir olay daha çıktı. Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından engellilere kur’a ile verilen simit camekân yerlerinin başkaları tarafından korsan olarak kullanıldığı belirlendi ve mesele şimdi yargıya intikal etti. Bir bahşiş simitçinin başına neler açtı neler…
Başbakan Erdoğan bu gelişmeleri takip ediyor mu, ediyorsa simitçinin elinden tutacak mı bilemiyoruz ama biz takip ediyoruz.
* * *
CHP’Yİ BÖCEKLER BASTI
CHP Genel Merkezi’nde, Genel Sekreter Yardımcıları Mesut Değer ile Algan Hacaloğlu’nun sekreterinin odasında kamuoyunda ‘böcek’ olarak ifade edilen dinleme cihazı bulunmuş.
Hacca gitmek isteyen bir partiliye Peygamberimizle ilgili yakışıksız sözlerine tepki çeken Genel Sekreter Önder Sav’ın bir gazeteci ile yaptığı telefon görüşmesinde “no” tuşuna basmaması dolayısıyla yaptığı görüşmelerden sonra telekulak şüphesi CHP’yi epey tedirgin etmişti. Şimdi ki olayda da yardımcılarının odasında böceklerin ortaya çıkması CHP’li yetkilileri böcek paranoyasına sokmuş anlaşılan. Şimdi genel merkez binasını didik didik arayarak böcek kontrolü yapıyorlarmış!
Bu kontrollerde başka haşerelere rastlıyorlar mı bilemiyoruz ama olayı yargıya taşımamaları dikkatlerden kaçmıyor. Değişik kokularda geliyor bu işte… Bakalım neler çıkacak bu böcek mevzuundan?
ÖZÜR DİLEMESİ GEREKENLERE “EK”
Yine, geçtiğimiz hafta yazdığımız bir yazıda bazı aydınların başlattığı “özür diliyorum kampanyası”ndan hareketle milletten özür dilemesi gerekenleri sıralamamış, unuttuklarımız olursa e-posta yoluyla gönderilmesini istemiştik.
Bir okuyucumuz “Bu da benden. Ama biliyorum ki yayınlamayacaksınız. Ama yine de siz yazın dediğiniz için yazdım” diyerek özür dilemesi gerekenleri sıralamıştı. Biz de söz verdiğimiz gibi yayınlıyoruz: “Doğu ve Güneydoğu’da yıllarca kirli savaş güdenler. Köyünden barkından zorla Batı’ya sürülen zavallı masumlar. Binlerce faili meçhulden sorumlu olanlardan özür bekliyoruz…”
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Zulmedenlere en ednâ bir meyil…” (2) |
|
İsrail’in son Gazze saldırısında görüldüğü gibi, “beşerin perişâniyetini ihzar eden (hazırlayan) gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgam (kendini beğenen ve yalnız çıkarını düşünen), alçak insî şeytanlar”, çeşitli ifsadlarla mazlûmları zulme karşı kargaşayla ihtilâf ve çatışmaya sürükleme peşinde. (Kastamonu Lâhikası, 79-80)
Bediüzzaman’ın “Hutûvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” adlı eserinin başında dikkat çektiği, “şimdi beşerde (insanlarda) insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihânın her tarafına kundak sokan el hannas (şeytan)”, diye nitelendirdiği “zamanın insî şeytanları“ işbaşında. Hem zulüm yapıyor; hem de İslâm âlemini ifsad için “habis ve muzır mâdenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor. Küresel ifsad şebekeleri, çeşitli siyasî desiselerle uluslar arası arenada insanların “zayıf damarları”nı bulup birbirine düşürtme oyununu tekrarlıyor. Medyatik araçlarla beyin yıkama ve zulmü “haklı” gösteren yönlendirme ve algılatmalarla mâsumları ve mazlûmları “suçlu” ve hatta “zulme müstehak” ilân ediyor. Tıpkı İstanbul’u işgal eden İngilizlerin, devrin propaganda araçlarıyla Müslüman halka, “Siz kendiniz de dersiniz ki, mûsibete müstehak oldunuz. Kader zâlim değil, adâlet eder. Öyle ise size karşı muâleme – işgal ve zulmüme- râzı olunuz” demesi ve dalkavuk işbirlikçileri ve propagandacıları aracılığıyla “dedirmesi” gibi…
Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Neûzübillah- İslâmiyetten nedâmet ve yüz çevirmek demek olan, İslâmiyetimiz için yaptığı zulme rızâ veya ihtiyarla inkıyad edilmesi (uyup, kabullenilmesi)” gibi…
“ZULME RIZÂ ZULÜMDÜR”
Belli ki bayat tuzak devam ediyor. “Dünyaperstlik”le Kur’ân’ın ifâdesiyle “her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olan Yahudi milleti”, Filistin meselesindeki “ehemmiyetli hissî, millî ve dinî”yi bırakıyor. İki yüz milyonluk “koca Arabistan’da az bir zümrenin hiç dayanamayacağı çabuk meskenete gireceği” zulümler işliyor. (Şuâlar, 435)
ABD, İngiltere ve İsrail’in başını çektiği “Deccal gibi tek gözü taşıyan ikinci Avrupa” anlamındaki Batı, menhus marazla, “kendinden olmayanları” karalıyor. İsrail ve hâmisi güçler, hegemonya ve çıkarlarına kullandığı kadroları “yasal”, “kullanamadıkları”nı, ülkelerinin bağımsızlığı için direnenleri “terörist” diye yaftalıyor. Bu çarpık bakışla, savaş uçaklarıyla yüzbinlerce Filistinliyi katleden İsrail “terörist değil”, dahası Washington ve BM’nin tâbiriyle “İsrail kendini savunuyor.” Ama Filistin halkının seçtiği meşrû hükûmeti HAMAS, “terörist!” ABD’de her yıl yayınlanan onlarca “insan hakları raporları”nın hiçbirinde, ne Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca insanın öldürülmesi, milyonlarcasının göçle perişanlığa itilmesi, ne İsrail hapishanelerinde işkence gören binlerce Filistinlinin durumu, ne Keşmir’de Müslümanların öldürülmesi, ne de zulüm ve vahşetle çocuk, kadın ve yaşlı binlerce Filistinli sivilin katledilmesi, yer almıyor…
Kısacası Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Bin mâsum çoluk, çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek, milyonlarla mâsumun kanını heder etmek”le “hiçbir kanun-u adâlete ve insâniyete ve hiçbir dustur-i hakîkate ve hukuka muvafık gelmeyen ve milyonlarla mâsumların kanlarıyla yoğrulmuş gaddarâne zulümler” yaşanıyor.
Bu dehşetli zulümleri “çok fazla fena telâki etmemenin” dahi mûsîbete sebebiyet verdiği zâlime ve zulme meylediliyor. “Ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların) o zâlim eşhasın (şahısların) harekâtına fiilen veya iltizamen (tarafgirlik göstermesiyle) veya iltihaken (bizzat işleyip katılarak) taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye (umumî mûsîbete) sebebiyet verir” mânâsı okunuyor. (Sözler, 158)
ZÂLİMLERİN DAYATMASI
Zira zâlimlerle işbirliği, “Ekseriyetin hatasına terettüp eden mûsibet-i âmmenin (umumî musîbetin) devamına ve idâmesine (sürdürülmesine), belki teşdidine (şiddetlenmesine) kader-i İlâhiyeye fetva verdiriyor”; ve “biz buna müstehakız” hükmü hükmediyor. (Kastamonu Lâhikası, 24)
Görünen o ki uluslar arası ifsad şebekeleri ve zâlim güçler, Bediüzzaman’ın tahliliyle zâlimlerin “muhteris bir intikam veya müntakim (intikamcı) bir hilâfla (karşı koyan muhâlefetle) muraî (zâlim güçlere dalkavuklukla kendini şirin gösteren riyakâr) ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan me’şum (uğursuz, kötü) sözünü doğru göstermek için İslâmiyetin perişâniyetini arzu edenlere” ne yazık ki zulmünü alkışlatılıyor.
“Münâfıkları ehl-i imâna (Müslümanlara) musallat eden ve zındıkları yetiştiren mütemerrid (zulümde inatçı ve kibirli) kâfirlerin Müslümanlara hiçbir fayda vermeyen kılınçlarından ferec (kurtuluş) ve ferah (huzur ve gelişmişlik) ve fütûhat (zafer) bekleniyor.” (Lem’alar, 155)
Ve daha da acıklısı, işgalle, zulümle, “hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım”, bununla da kalmıyor; mazlûm Müslümanlara, “Sükût et!” diye gözdağı verip susturuyor. “Haşirdeki mizânın ancak tartabileceği dehşetli bir günâh ve zulüm” olan “Alkışla, mütelezziz ol (işgal ve zulmümden sevin), beni sev!” diye dayatıyor. Zulmüne boyun eğenleri misâl gösteriyor. (Sünûhat, 69) Kısacası zâlim güçler, zulüme râzı olanları zulmüne âlet ve malzeme edip istimal ediyor; peşinden de onlar üzerinden diğer mazlûmları “zulmüne rızâ göstermeye” ve hatta “iyi ki işgal edip zulüm yaptınız” diye “rızâya” ve hatta “alkışa” zorluyor…
Neticede “zulme rızânın zulüm olduğu, taraftar olanın, meyledenin, ‘Zulmedenlere en ednâ (en ufak) bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Ahzâb Sûresi, 72) âyetindeki hakikat tecellî ediyor. (Kastamomu Lâhikası, 160)
LÂKAYD KALMAK
Başbakan İsrail'e komşu ülkelere gitti, görüştü. Ama İsrail’in Filistin’de zulmü sürüyor. AKP hükûmeti, meseleyi bir işe yaramayan “kuru kınamalar”la, beylik lâflarla geçiştirmemeli. Sokaklara dökülüp, mitingler düzenleyip kınama konuşmaları yapacak olan halktır, sivil toplum kuruluşlarıdır. Hükûmetler, salt demeçlerle değil, kararlarıyla ve yaptırımlarıyla konuşurlar.
Siyasî iktidar, milletten aldığı irâdenin hakkını vermeli; en son yaptığı 140 milyon dolarlık “casus uçak ve görsel istihbarat entegre sistemleri”nin satınalınmasından başlayarak, savunma sanayi işbirliklerini ve silâh alımları ihâlelerini iptal etmeli. Filistinlileri katleden İsrail savaş uçaklarının Konya üzerindeki “eğitim uçuşları”na son vermeli. Sulamadan tarıma, telekomünikasyondan turizme, doğal gaz hattından enerjiye varan ekonomik mutâbakatları en azından askıya almalı. Bu hususta Başbakan Demirel’in 1967 savaşında ABD ve İsrail’in İncirlik Üssünü kullanma talebini, “Müslüman Anadolu topraklarından havalanan uçakların Filistin’i ve Kudüs’ü bomlamasına, Müslümanları katletmesine müsaade etmem!” direnciyle reddettiği irâdeyi göstermeli…
Ağustos 1980’de İsrail’in Kudüs’ü başşehir yapıp Harem-i Şerif’e saldırısı üzerine Adalet Partisi hükûmetinin Kudüs konsolosluğunu kapatmasını ve Telaviv Büyükleçiliğini “kâtiplik” seviyesine indirmesini örnek almalı…
Zulme ve zâlime “en ufak bir bir meylin” ve hatta “lâkayd kalmanın” taraftar olmak anlamına geldiği hakikati hiçbir zaman unutulmamalı…
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Berzaha bir adım daha |
|
Yaş ilerledikçe, özellikle de 40’ı devirdikten sonra zamanın akışının daha da sür’at kazandığı, bu yaşı idrak edip geride bırakan herkesin ortak düşüncesi ve kanaati olsa gerek.
Çocukken “Bir an önce büyüsem” diye sabırsızlanan, gençlik döneminde vaktin kıymetini idrak edemeyen insanoğlu, orta yaş kuşağına intikal ettikten sonra durumun farkına varıyor.
Ve görüyor ki, sel dolaplarını çalıştırarak hızla geçen zamanı durdurmak veya yavaşlatabilmek mümkün değil. Yıllar su gibi akıp gidiyor.
Geride kalan yılın ilk günü daha dün gibi tazeyken yeni bir yılbaşı gelip çatınca, bu akıştaki baş döndürücü hızı daha derinden hissediyor.
Bu sür’atli akış esnasında ailesindeki, dost ve akraba çevresindeki boşalmalar da insanı ayrı bir noktadan sarsarak bu hissiyatı perçinliyor.
Yakın çevredeki her bir vefat, yakınlık derecesine göre artan bir tesirle, insana kendi zamanının da azaldığını ve bu dünyadaki misafirlik müddetinin sonuna yaklaştığını haber veriyor.
Üstad Bediüzzaman “40’tan sonra kabir tarafına nüzûl başlar” diyerek, 40’ı takip eden yaşlarda kabir yolculuğunun hızlandığını söylüyor.
Ancak ruhlar âleminde başlayıp, bedenin ana rahmine düşmesiyle dünya hayatına uğrayan bu yolculuk kabirde sona ermiyor, berzah âleminde başka bir boyuta intikal ediyor; ondan sonra kıyamet ve haşir sabahıyla birlikte sonsuz bir hayata, ebedü’l-âbâd memleketine taşınacak.
Önemli olan, bu akıştaki kesintisizliğin farkına varıp, ahiret yolculuğunda bir han ve bekleme salonu mahiyetindeki bu dünyayı ahiretin tarlası olarak iyi değerlendirebilmek ve fâni ömür dakikalarını bâkileştiren bir hayat yaşamak.
Hadisteki ölçüye göre: “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”
Tam bu noktada, matbaa imkânının bulunmadığı ve Risale-i Nur’un İslâm harfleriyle, elle yazılarak çoğaltıldığı günlerde risale yazarken ‘Lâilâhe illallah’ kelime-i tevhidini kâğıda işlediği an ruhunu teslim eden Hafız Mehmed isimli ihtiyar ve bahtiyar Nur talebesi ile Denizli hapsinde Meyve Risalesiyle meşgulken vefat edip kabirde sual meleklerini bu eserdeki hakikatlerle cevaplayan Hafız Ali örnekleri aklımıza geliyor.
Eminiz ki, onlar haşir sabahına da bu hal üzere uyanarak, Cennete oradan intikal edecekler.
Cenâb-ı Hak bizlere de onlar gibi olmayı ve son ânımıza kadar onların ihlâs ve samimiyetiyle istikamet çizgisinde yürümeyi nasip eylesin.
40 yaştan bahis açmışken, Kasım ayı sonunda Denizli’de tertiplenen üçüncü mevlidle bir kez daha rahmetle yad ettiğimiz, kendi hayatlarını Üstadları için feda eden nur kahramanlarındanHafız Ali’nin 46, Hasan Feyzi’nin 51 yaşında rahmet-i Rahman’a kavuştuklarını hatırlayalım.
Yine Üstadın “kurmay” talebelerinden Ceylan Çalışkan’ın 34, Zübeyir Gündüzalp’in 51 yaşında, Üstadın onlar hayattayken müjdelediği şehadet rütbesiyle vazifelerini tamamlayıp berzah âlemindeki menzillerine intikal ettiklerini de.
Aynı şekilde Yeni Asya’nın ilk Genel Yayın Müdürü Mustafa Polat’ın henüz 28 yaşındayken terhis belgesini alıp şehitliğe uçtuğunu da.
Bu listeyi ilânihaye uzatmak mümkün.
Diyeceğimiz o ki, Risale-i Nur’da “ömür sermayesi” olarak ifade edilen bu dünyadaki misafirlik süresi, her insan ve her canlı için ayrı ayrı takdir edilmiş. Kimisi, Gazze’de İsrail bombalarıyla can veren bebekler gibi, daha yeni geldiği dünyaya gözünü dahi açmadan, doğruca Cennete uçuyor; kimisi gençliğinin baharında, kimisi ortayaş kuşağında, kimisi de beli bükülmüş ihtiyarlık aşamasında fâni hayata veda ediyor.
Burada asıl olan, çocuk-genç-ihtiyar ayırmadan her an Azrail Aleyhisselâmın can emanetini bizden almak üzere kapımızı çalabileceği gerçeğini hiçbir zaman hatırdan çıkarmayıp, bunun şuuru içinde ömür sermayesini heba etmemek.
Yegâne kurtuluş vesilesi olan ihlâsı elde edip korumanın da en güvenli yolu buradan geçiyor.
04.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|