Önümüzde zor bir yıl var
Türkiye yeni bir yıla daha yüklü bir gündemle giriyor. Bir bakıma, 2008’in belli başlı sorunları 2009’a devredilmiş oldu; buna 2007’den 2008’e devredenler de dahil.
Onun içindir ki, geçen yıl askıda kalan bütün sorunların 2009’da ciddi bir şekilde yeniden ele alınması gerekecek.
Şimdiye kadar birçok kere söylendi: Adalet ve Kalkınma Partisi 2007 seçimlerinde daha güçlü bir şekilde yenilediği demokratik vekáletin gereklerini 2008 yılında maalesef yerine getirmedi veya getiremedi. Yerine getirmedi; çünkü galiba iktidar mevkiini bütün rant avantajlarıyla birlikte bir dört yıl daha garantilemiş olmanın verdiği rahatlık onu atalete sevk etti. Bunun, AKP’nin önceki performansından ‘yorgun düşmesi’yle ilgisi olduğunu da sanmıyorum.
Öte yandan, hükümet partisi bu dönemde kendisinden beklenenleri yerine getiremedi; çünkü, 2008 yılı içinde partinin iradesini zaafa uğratan ve onu kararsızlığa sevk eden önemli politik gelişmeler oldu. Anayasanın eşitlik ilkesini eğitim hakkı bakımından pekiştiren anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi ve AKP’ye karşı kapatma davası açılması bu gelişmelerin en tipik olanları. Dahası, Anayasa Mahkemesi’nin iktidar partisini kapatmamakla beraber onu ‘láiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olarak yaftalaması partiyi daha fazla ihtiyata sevk etmiş görünüyor.
Aslına bakılırsa, bu şekilde ‘sistem’ nezdinde meşruluğu şüpheli hale gelen bir partinin demokratikleşme ve toplumsal taleplere cevap verme yönündeki iradesinin zayıflamasına şaşmamak gerek. Bu arada, meşru hükümete karşı anayasa dışı bir komploya bulaşmış olan Ergenekon komitacılarına ilişkin davanın silahlı kuvvetlerde halen aktif görevde olan muhtemel unsurlara kadar uzan(a)maması da belki bu yüzdendir.
İktidar partisinin son aylarda Kürt meselesinde resmi söylemi -hatta onun askeri versiyonunu- benimsediği izlenimi veren ümit kırıcı görüntü de ortada bir muamma olarak duruyor. Bu tutum değişikliğinin, Anayasa Mahkemesi’nin mahut kararından sonra tepesinde bir Demokles kılıcı gibi sallanmaya başlayan ‘láiklik karşıtı fiillerin odağı parti’ yaftasına karşı AKP liderliğinin geliştirdiği bir korunma biçimi olduğu düşünülebilir. Mamafih, bu kanaatte bir doğruluk payı olsa da, ben asıl sorunun AKP’nin statükoya başka bakımlardan entegre olmasının kendisine sağladığı rahatlık ve getiriyi demokratik atılımcılığın ‘riskleri’ne tercih etmesinden kaynaklandığını sanıyorum.
Burada, sadece askeriyeyle ilgili çağrışımları olan bildik ‘riskler’i kastetmiyorum. Asıl anlatmak istediğim, AKP’nin bu ikinci iktidar döneminde Kürt meselesi dahil olmak üzere başka temel meselelerde demokratikleşme yönünde girişimlerde bulunmamasının herhangi bir demokratik bedelinin olmamasıdır. Aksine, meselá AKP’nin Kürt meselesinde resmi söyleme yaklaşması popülist bir demokrasi anlayışına gayet uygun. Çünkü, bu meselede -özellikle de DTP’ye karşı alınacak tutum söz konusu olduğunda- hakim ‘kamuoyu’ ile resmi söylem arasında öyle sanıldığı kadar da mesafe yok.
Kürt meselesinde kısmi bir ümit ışığı dışarıdan geliyor: Nitekim, son haftalarda Bağdat’tan ve Kuzey Irak’tan gelen sinyaller yakın gelecekte PKK terörünün altını oyacak bazı gelişmelere tanık olacağımızı düşündürüyor. Eğer öyleyse, Türkiye’nin de önümüzdeki dönemde Kürt meselesinin çözümünde hukuki-demokratik araçlara öncelik vermeye başlayacağını bekleyebiliriz.
Şöyle veya böyle, esas olarak AKP’nin reformcu iradesindeki gevşeme yüzünden Türkiye 2008 yılını kaybetmiştir. Onun için, iktidar partisinin 2009’da kendisini artık ciddi olarak toparlaması gerekiyor.
Star, 3.1.2009
|
Mustafa Erdoğan
04.01.2009
|
|
İsrail vahşeti ve “Türkiye’nin menfaatleri”
Dünyanın öbür ucundaki Venezuela 2006 yılında Gazze ve Lübnan’daki katliamları protesto ederek İsrail’le diplomatik ilişkilerini kesmişti.
“Filistin’in tapuları bizde” diyen Türkiye’nin Venezuela kadar olamaması, Telaviv’deki elçisini “durum değerlendirmesi” için Ankara’ya çağırmak gibi bir diplomatik manevra bile yapmaması ne kadar da utanç verici!
Hiçbir ülkeden fiili tepki görmeyen, en ufak bir yaptırımla karşılaşmayan ve karşılaşabileceğine de ihtimal vermeyen cani İsrail, Filistinli çocukların kafalarını koparmaktan vazgeçer mi? Türkiye’nin, hiçbir fayda sağlamayacağı düşünülse bile, sırf Siyonist vahşete ortak olmamak için, İsrail’le askeri işbirliğine son vermesi gerekmez mi?
Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Gazze katliamı üzerine İsrail’le ilişkilerin gözden geçirilip geçirilmeyeceğini, mesela İsrail’e verilen askeri ihalelerin iptal edilip edilmeyeceğini soran gazetecilere ‘Konuları birbirine karıştırmamak lazım, ülkenin menfaatleri ile ilgili konular ayrıdır’ diye ders vermeye kalkıyor. Ne münasebet? Konuları elbette birbirine karıştıracağız. Zaten konular iç içe. Gazze’ye bomba yağdıran aşağılık katiller Türkiye’de eğitiliyor ve İsrail’e verilen askeri ihaleler Siyonist vahşetin finansmanına yarıyor. “Ülkenin menfaatleri öyle gerektiriyor” diye Filistinli çocukların kafalarının koparılmasına katkıda bulunmaya devam mı edeceğiz? İsrail’le askeri işbirliğinin tam tercümesi budur işte: Filistinli çocukların kafalarının koparılmasına katkıda bulunmak!
Türkiye bu utançla yaşamaya mahkûm mudur gerçekten? İsrail’e hizmet karşılığında alınan istihbarat ve askeri teknoloji desteği Türkiye için gerçekten varoluşsal bir önem mi taşıyor? Nasıl taşıyor? Bir gün İsrail ve ABD’nin saldırısına uğradığımızda bunlar işimize yarayacak mı? Ne kadar yarayacak? Mesele, mevcut dünya sisteminin lortlarıyla hesaplaşmaya hazırlanıp hazırlanmama meselesidir, gerisi hikâye. “PKK’yı gözetlemek için İsrail’in uydularına ihtiyacımız var” da hikâye. Kürt meselesini layıkıyla çözersiniz, doğru dürüst bir eve dönüş yasası çıkarırsınız, buna rağmen silahlı mücadelede ısrar eden üç-beş gerillayı da Kürt Federe Devleti ile işbirliği yaparak zaman içinde eritirsiniz, olur biter. ‘İsrail uyduları olmazsa Türkiye payidar olmaz’ gibi bir hava oluşturmanın ne alemi var? (...)
Unutmadan: İsrail’le askeri işbirliği anlaşmaları “Suriye, İran ve Irak’tan yönelen tehditler” gerekçe gösterilerek imzalanmıştı. Bugün Türkiye ile Suriye arasında su sızmıyor, İran’la enerji merkezli bir “stratejik işbirliği” içine girildi, Irak’la fevkalade iyi ilişkiler kuruldu, Barzani ile de uzlaşma yoluna girildi. Öyleyse bu anlaşmalar niye hâlâ yürürlükte?
Galiba anayasada “İsrail’le askeri ilişki değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahî edilemez” diye bir gizli madde var. O maddeyi kim yazdıysa ortaya çıksın ve “Kahrolsun İsrail” diye haykıran milletle yüzleşsin!
Yeni Şafak, 3.1.2009
|
Hakan Albayrak
04.01.2009
|
|
İsrail Erdoğan’ı ciddîye alıyor mu?
Erdoğan’ın yaklaşımı konusunda İsrail basınında çeşitli yorumlar çıkmaya devam ediyor.
Topluca gözden geçirildiğinde bunlarda ortak noktalar görülüyor. Belli ki İsrail yönetimi bu konuda medyayı iyi besliyor.
Burada sadece bir yazıyı örnek alacağız. O da, İsrailli muhafazakârlar ve Amerika’daki Yahudiler arasında çok okunan “Jerusalem Post”un yazarlarından Herb Keinon’un önceki günkü yazısıdır.
Keinon daha yazısının girişinde, “Arabuluculuk iddiasında olan Erdoğan Ortadoğu turunda niçin İsrail’e de gelmiyor?” sorusunun yanıtını veriyor. Üstelik “hükümet kaynaklarına” dayanarak. Söylenen de şu: “Gelmiyor, çünkü elinde herhangi bir somut öneri yok.”
Keinon’a bilgi veren “resmi kaynaklar” İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Erdoğan’ın açıklamalarından sonra Cumhurbaşkanı Gül’ü aradığını bildirmişler. Bu kaynaklara göre, Erdoğan’ın, İsrail’in operasyonunun arkasındaki nedenleri göz ardı ederek bu şekilde konuşması, “kendisi de terörle mücadele eden dost bir ülkeye yakışmıyormuş.”
Bu yazılardan Erdoğan’ın çıkışının, iddia edilenin aksine, İsrail’de büyük etki yarattığını düşünmek mümkün elbette. Fakat Keinon’un şu cümlesi durumu perspektife oturtuyor:
ERDOĞAN NEDEN
İSRAİL’İ SUÇLUYOR?
“Buna rağmen, Kudüs’teki genel değerlendirmeye göre, Gazze operasyonu ve Erdoğan’ın eleştirilerinin tonu Türk-İsrail ilişkilerinde kalıcı bir etki yaratmayacak çünkü güçlü bağlar iki ülkenin çıkarınadır.”
Keinon, Ecevit ile Erdoğan’ın İsrail’i geçmişte soykırım” ve “devlet terörü” uygulamakla suçlamalarına rağmen, iki ülke arasındaki “yakın ve stratejik ilişkinin devam etmesini” buna kanıt olarak gösteriyor.
Ardından da, bir yetkilinin, son günlerde İsrail tarafında sık sık duymaya başladığımız şu sözlerine yer veriyor: “Adamın duygusal olduğunu ve Filistinlilere duygusal bağları bulunduğunu biliyoruz.”
Bir başka yetkili ise, konuştuğumuz bazı Arap diplomatlar gibi, Erdoğan’ın bu çıkışının bölgeyle değil, aslında Türk kamuoyuyla ilgili olduğunu belirtmiş.
Keinon ayrıca, Erdoğan’dan yansıyan “retorik” ile Türkiye’nin bölgedeki diplomatik adımları arasında “geniş bir uçurum olduğunu” da belirtmekten geri kalmamış. Şimdi bu yazılanlar ışığında, “İsrail Erdoğan’ı gerçekten ciddiye aldı mı?” sorusunu soruyoruz.
Milliyet, 3.1.2009
|
Semih İdiz
04.01.2009
|