|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Alternatif arayışı ve DP |
|
Süleyman Soylu’nun “kökten demokrat” bir partili olarak DP’ye başkan seçilmesinin üzerinden bir seneye yakın bir süre geçti. Bu zaman zarfında Soylu, Türkiye’yi karış karış dolaşarak, yılların biriktirdiği sorunlarla ve 22 Temmuz’da alınan yüzde 5.6’lık sonucun getirdiği moralsizlikle dibe vuran teşkilâtları yeniden toparlayıp ayağa kaldırmaya odaklandı.
Bu amaçla yaptığı geziler ve konuşmalarında verdiği mesajlar yerel basında çıktı, ama ulusal basında yer bulamadı. DP ile ilgili olarak çıkan tek tük haberlerse genelde olumsuz içerikteydi.
Medyanın tavrına bağlı olarak DP’nin toplum gündeminde yer bulamaması da, anketlerde yine düşük oy oranlarıyla görünmesi de normal.
Ancak AKP-CHP-MHP-DTP dörtgenine sıkışmış ve Türkiye’nin her geçen gün daha da ağırlaşan sorunlarına çözüm üretemediği açıkça görülen 22 Temmuz tablosunun iyice tıkandığı ve siyasette demokratik bir alternatif ihtiyacının daha şiddetli şekilde hissedildiği de bir vâkıa.
Aslında DP, bu ihtiyaca cevap verebilecek potansiyele sahip bir gelenekten geliyor. Ama bugünkü durumu itibarıyla, geldiği çizginin gücünü yansıtabilen bir durumda olduğu söylenemez. Yılların getirdiği bir yıpranma söz konusu.
Bu yıpranmanın dıştan kaynaklanan sebepleri de var, içeriyle alâkalı boyutları da mevcut.
Ki, Soylu Yeni Asya’ya verdiği mülâkatta bunları bir miktar tahlil etti. İçe dönük sebepler faslında, partiyi bu noktaya getiren en önemli etkenlerin başında milletten ve tabandan uzaklaşma vâkıasının geldiğini ifade etmesi önemliydi.
Samimî bir özeleştirinin neticesi olan bu tesbitin gereği, bu yanlıştan vazgeçilip, tabanla ve milletle tekrar bütünleşme yoluna girilmesiydi.
Anlaşıldığı kadarıyla, geçen on ay zarfında teşkilâtları tekrar derleyip toparlama noktasında hayli mesafe alınmış görünüyor. Tabiî, kesin bir hükme varabilmek için kongreden çıkacak sonucu beklemek gerekiyor. Sonuç, ifade ettiğimiz gözlemi doğrularsa, ilk etap aşılmış olacak.
Ondan sonra ikinci aşamaya sıra gelecek:
Araya giren fetret devirlerinin getirdiği yabancılaşmayı giderip milletle yine bütünleşmek.
Soylu’nun Yeni Asya’ya verdiği mesajlar, her iki cihetten de olumlu sinyaller içeriyor. Yapacakları tüzük değişikliğiyle parti tabanını yönetimde belirleyici ve söz sahibi kılmayı hedeflediklerini söyleyen DP Genel Başkanı, ardından farklı toplum kesimleriyle de “beyaz sözleşme” imzalayarak yola devam edeceklerini anlatıyor.
Mülâkatının ilk günkü bölümünde öne çıkardığımız “Statüko DP’yi terbiye edemez” mesajı dikkat çekti, ama beraberinde şu şuali de getirdi:
“Muhalefetteyken buna benzer, hattâ daha ileri sözlerin, şimdi Soylu’nun oturduğu koltukta evvelce oturanlarca da söylendiğini çok duyduk. Ama iktidara geldiklerinde iş değişti. Ve ‘Muktedir olamama’ sorunu onları da kuşattı...”
Sohbetimizde Soylu’ya bu suali bizzat sorduk. Verdiği cevabın özeti iki paragraf yukarıda. Yani diyor ki: “Muhtemel dayatmaları, tabanımıza ve millete dayanarak aşacağız.” Bir anlamda, haricî rüzgârlar karşısında ince bir tel gibi kolayca eğilip bükülebilen “tek adam” yönetiminin yerine, sağlam ve kopmaz bir halat mahiyetindeki “müşterek irade”nin ikamesini öngörüyor.
DP bunu başarabilirse, aynı zamanda siyasetin en kronik açmazını aşmanın da yolunu açar.
Soylu’nun beyanlarında dikkat çeken önemli bir nokta da, muhalefetini sadece AKP’ye odaklanan kısır bir siyaset anlayışına değil, topyekûn sistem eleştirisine dayalı bir temele oturtması.
AKP’nin hatalarına yüklenirken, “AKP’ye karşı çıkayım” derken CHP çizgisine kayma tuzağına düşmediği gibi, yüksek yargı ve TSK’dan sâdır olan antidemokratik tavırları da eleştirmekten kaçınmayarak tutarlı bir duruş sergiliyor.
Doğru ve sağlıklı bir zemine oturan bu duruş inandırıcı bir üslûpla halka mal edilebildiği takdirde, alternatif arayışı adresini bulmuş olur...
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Dinler arası diyalogda amaç belli olmalı |
|
Yakın bir zamanda bir Yeni Asya okuyucusundan dinler arası diyalog konusundaki düşüncelerimi öğrenmek istediğine dair bir mail aldım. Bu sebeple bu haftaki yazımda dinler arası diyalog konusuyla ilgili düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Ben diyaloğun oldukça önemli olduğuna inananlardanım. Diyalog, fikirleri uygulamanın, bir işbirliği oluşturmanın, takım çalışmasına ağırlık vermenin ve farklı fikirleri ve teorileri idrak etmek için farklı metodlar geliştirmenin bir yoludur. Aynı zamanda farklı fikirleri kolektif bir şuur ve kabul ile etkili bir şekilde uygulamaya geçirmeyi sağlar. Şu kadarı var ki; “diyalog” kelimesi farklı insanlar için, farklı mânâlar içerebilmektedir. Diyaloğu dinlerarası bağlamda algılamadan evvel, tarafların önce oturup kendi “diyalog” tanımlamaları üzerinde bir mutabakata varmaları ve buna bir açıklık getirmeleri elzemdir. Bir grup insan diyaloğa girdikleri vakit, kolektif bir şekilde tartışmaya, farklı fikirlerle karşılaşmaya ve herkesin kendi düşünceleri bağlamında cesurca kendini ortaya koyacağı bir ortama hazırlıklı olmalıdırlar. Fikirlerimizin ve bilgilerimizin serbestçe ortaya konulması birbirimizi daha yakından tanımamızı sağlayacaktır.
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurat Suresi, Ayet 13)
Ortak akıl dediğimiz düşünce metoduyla, farklı görüşler ve anlayışlara sahip diğer insanlarla birlikte düşünerek en doğruyu bulmayı hedefleriz. Bu bakımdan, dinler arası diyalog içine giren kimseler, belli konularda sorun oluşturan noktalarda ortak çözüm arayışında iken, ortaya konulacak diyaloğun çerçevesini ve yöntemini belirlemelidirler. Eğer diyalog dediğimiz şey insanları bir araya getirmenin bir aracı olacaksa, öncelikle insanların karşılaştığı problemlerin doğasını ve arka planını iyi anlamanın bir aracı olmalıdır, yoksa yeni toplumlar üretmenin ve toplum mühendisliğinin bir aracı olmamalıdır. Diyalog sonucunda ortaya çıkan fikir ve uygulamaları hayata geçirecek ve yapacak olan diyaloğun taraflarıdır. Diyalog önemlidir çünkü gruplar halinde ancak bu şekilde sağlıklı düşünülüp, hareket edilebilir. Diyaloğun olmadığı bir ortamda ise, diyaloğun yerini, zayıf kararlar, ortak öğrenme eksikliği ve genel bir gerileme ve bozulma alacaktır.
Böyle bir felâkete maruz kalmak yerine, diyalog üzerine uzman olan yazarlardan Robert Hargrove’un (1998) “ortak düşünce ve diyalog nasıl olmalıdır” sorusuna karşı önerdiği beş maddeye kulak verelim: “Diyaloğun amacını açıkça belirleyin. Farklı ve çeşitli fikir ve perspektifleri bir araya getirin. Bu farklı fikir ve perspektifleri hep beraber anlamaya çalışın. Farklı fikirleri birleştirme ve sentez yoluyla ‘yeni’ opsiyon ve seçenekler meydana getirin. Ortaya çıkan bir düşünceyi aksiyona geçirin.”
Bediüzzaman Said Nursi, modern dünyada dindar insanların—Hıristiyan ve tabii ki Müslümanların—ortak sorunlarla karşı karşıya geldiğini vurgular. Bizlerin, Allah’a ibadet etmek için yaşamayı ve başkalarını da Allah’a itaat ettikleri sürece sevmeyi seçtiğimize işaret buyurur. Said Nursî, dinler arası diyaloğa girdiğimiz vakit nasıl davranmamız gerektiğinin yolunu çok açık bir şekilde ortaya sermiştir.
O bizim diğer inançlarla diyalog ihtiyacımız olacağını öngörmüş ve hatta inançlarını yaşayan ve Müslümanlarla işbirliğine açık olan “gerçek Hıristiyanlarla” ciddi diyalog içinde olmamız gerektiğini öğütlemiştir.
Toparlayacak olursak, sırf diyalog olsun diye dinler arası diyaloğa girmek bir gereklilik değildir. Dinler arası bir diyaloğa girilecekse, bunun bir mânâsı olmalıdır ve hem Müslümanlar lehine hem de karşı taraf için akla yatkın, pozitif, olumlu sonuçlar doğurmalıdır. Bu tarz makul bir amacı ve getirisi olmayan her hangi bir diyalog ise ters tepen ve zarar getiren bir diyalog olacaktır. Tercüme: Umut Yavuz
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bir hukukçu konuştu |
|
Yaklaşık on yıl önce arkadaşımız Murat Çetin, bir yazısında hukukçulara bir hukuk kuralını hatırlatmıştı: 6 ay ‘ses çıkmayan’ kişi ‘gaip/kayıp/yok’ sayılabilir. Türkiye’deki bazı hukukçular da ekseriyetle bu kuralı hayatlarıyla ortaya koyuyorlar. Hukuksuzluk karşısında ‘bir burdayız’ deyip gerçekleri hatırlatmayanlara rastlıyoruz.
Elbette gerçek hukukçular da var ve bunlar hukukun temel kurallarını başta ‘yasakçılar’ olmak üzere dünyaya ilan ediyorlar. Bu konuda ısrarlı da oluyorlar, fakat ne hikmetse bu ikazları dikkate alan ‘siyasî irade’ ortada görünmüyor.
Ünvanından, görev başında olduğu anlaşılan bir hukukçu yazdığı bir yazıda yasakçıların dayandığı temelleri zir-u zeber/yerle bir etmiş. “Dr.; Yargıç-Beypazarı Adliyesi” ünvanıyla Taraf’da yayınlanan Orhan Gazi Ertekin imzalı yazıda; iktidar ve anamuhalefet partisi ile Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü konusundaki ‘duruş’ları ele alınmış. Gerek iktidar ve gerekse anamuhalefet patisinin tavrını eleştiren Ertekin, Anayasa Mahkemesinin TBMM’nin iradesi karşısındaki tavrına da ciddî eleştiri getirmiş.
Doğrusu, fiilen görev yapan bir yargıcın bu beyanı takdire şayan. Her ne kadar yargı bağımsız olsa da, fincancı katırlarını ürkütme pahasına kaleme alındığı anlaşılan bu ve benzeri yazılar dikkate alınmalı.
Tebrike şayan yazıda şu ‘hükme’ varılmış: “Türban bir yasa/anayasa sorunu değil, siyasi/idari bir sorundur. Dolayısıyla, Türban, üniversiteler bakımından, yasanın/normun içinde ne bir ‘sorun’ ne bir ‘çözüm’ imkânı barındırmaktadır. Bu nedenle yasa-anayasaya dayanan saçma, skolastik tartışmalardan uzaklaşmak, bizzat rektörlerin siyasi/demokratik olgunluklarının sorgulandığı bir mecraya doğru tartışmayı taşımak artık bir zarurettir. Türbanı yasaklayan veya serbest bırakan bir yasa/norm olmadığı gibi herhangi bir mahkeme kararından da yasaklayıcı sonuçlar çıkarılması mümkün değildir (Çünkü yasak üretme, norm gerektirir, normu ise yasama organı koyar) AYM’nin son kararı olduğu yerde durmaktadır. Fakat bu kararın bağlayıcı olduğu veya olmadığı tartışması da ciddiye alınabilecek bir nitelik taşımaz. Siyasi/demokratik olgunluğa sahip her rektörün yapacağı şey kapılarını türbana açmak ve en çok da yoksulları vuran, asıl yoksulları kendi çaresizlikleri ile baş başa bırakan bu adaletsiz geleneği tersine dönüştürme cesareti göstermektir. Rektörleri böyle bir serbestlik uyguladıklarında yasal olarak sorumlu kılan hiçbir norm, hiç bir mahkeme kararı yoktur. Onların sorumluluğu, asıl olarak, demokratik olgunluk ve öğretici bir eğitim geleneğinin tesis edilmesinden ibarettir. Bu da türbanın üniversite hayatımızın farklılıkları içinde yerleştirilmesiyle olur.” (Taraf, 9 Kasım 2008)
Tekrarlayalım: Dünya alemin ve dahi yasakçıların da bildiği gibi yürürlükteki kanunlarda başörtüsünü yasaklayan bir madde yok. Uygulamanın kanunsuz olduğunu görev başındaki hukuçular da hatırlatıyor.
İşin özünde siyasî irade eksikliği olduğu apaçık... Lütfen, gerçekleri dile getiren hukukçulara kulak verelim. Türkiye’nin önünü kapatan ve ufkunu karartan bu yasağa son verelim.
İlk adımı da demokrat rektörler atsın...
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kasım ayı, müziğimizin en büyük çınarlarının—tabiri caizse—devrildiği aylardandır. Zekâi Dede Efendi ve Hamamizade İsmail Dede Efendi, Lem’i Atlı ve diğerleri. Bugünkü yazıda son dönem büyük bestekârlarımızdan biri olan Lem’î Bey’i kalemimizin döndüğünce anlatmaya çalışacağım:
Lemî Bey, 1870 yılında İstanbul ‘da doğdu. Okul camiinde her ikindide okuduğu ezan ile hem okuldakilerin, hem de Fatih semtinin dindar kesimi içinde sesinin güzelliği ile ilgi ve takdir toplamaya başladı. Hafız Yusuf Efendi’den dersler almaya başladı. Hacı Arif Bey’in de talebesi oldu. 18 yaşında iken, güftesini Reşid Mümtaz Paşa’nın yazdığı “Hüsnüne reftar-ı nazın şan senin” şeklinde başlayan ilk bestesini yaptı. Müzikli toplantıların aranan sesiydi artık. Müzisyen kişiliğinin yanı sıra idarî görevlerde de bulundu. 1925 de Selahattin Pınar’ı tanıdı. Onu oğlu gibi sevdi. 1940’lara gelindiğinde ününün doruğundaydı, ama artık 70’li yaşlardaydı. 25 Kasım 1945’te vefat etti.
Lemi Bey az konuşur dedikodudan hiç hoşlanmazdı. Eserlerinin yanlış okunmasına müthiş sinirlenir ve sinirlenince de tarağını çıkarır saçını taramaya başlardı. İyiliksever bir insandı. Kendisine kötülük edenlere dahi ‘Allah’tan bulsun’ der hiç bir zaman kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Bunun sebebini soranlara
“ Çok görmüşüz zevalini gaddar olanların
Eyyamı fırsatında dil zar olanların” beytini okumak sıkça yaptığı bir işti.
Dindar bir insandı Lemi Bey. Ramazan aylarında evde kılınan teravih namazlarında müezzinliği kendisinin yapmasında ısrar eder ve yapardı. Namazdan sonra Şehzadebaşı’nda Direklerarası’na gider çayını orada içerdi. En çok uşşak makamında eser bestelemesine rağmen Kürdilihicazkâr makamını da çok kullanmıştır. İki yüz civarında beste yapmıştır.
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...
Mahmut Celâleddin Paşa (1839-1899) aynı zamanda bir şair ve besteci idi. Bir yaz gecesi yalısının balkonunda yardımcısı Nazım Bey’e yeni bir şarkısını öğretiyordu. Lavta çalan Nazım Bey eserin bazı yerlerini Mahmut Celaleddin Paşa birçok kez tekrarladığı halde bir türlü ne sesiyle ne de çalgısıyla seslendiremiyordu. O sırada arkadaşları ile sandal gezintisi yapan Lemi Bey de yalının önünden geçerken Paşanın Nazım Paşa’yla çalışmasını duydu. Sandalı durdurup çalışmayı dolayısıyla paşanın eserini baştan sona dinledikten sonra eseri yüksek sesle okudu. Bunu duyan Mahmut Celaleddin Paşa hayretler içinde kalarak adamlarını hemen sandaldakileri çağırmak üzere gönderdi. Lem’i Bey ve arkadaşları Paşanın yanına getirildiler. Mahmut Celaleddin Paşa o gece Lemi Beyi tanımış oldu ve ölünceye kadar onun teşvik ve takdir etti. Lemi Bey bu tanışmadan yıllar sonra ‘Hocam Yusuf Efendiden ve Hacı Arif Bey’den sonra benliğimi Muhtar Beye ve Mahmut Celaleddin Paşa’ya borçluyum. Bu iyiliklerini unutmam” demiştir.
Bir gün dönemin piknik yerlerinden Sultansuyu’na giderlerken İbrahim Paşa Korusu önünde Neyzen Aziz Dede’ye ( 1835–1905 ) rastlar. Onu ilk kez burada gören ve tanıyan Lem’i Bey, Neyzen Aziz Dede’nin neyle yaptığı segâh taksime aynı makamda gazelle karşılık verince, Neyzen Aziz Dede tarafından çok beğenildi. Neyzen Aziz Dede Lem’i Beyi alnından öpüp “Ömrümde segâh makamından bu kadar güzel ve doğru bir taksimle karşılaşmadım. Bugün beni ihya ettin” diyerek takdir etti. Lemî Bey bugünü asla unutamadı ve onu Neyzen Hüseyin Dede’den de çok beğendiği bir neyzen olarak hep andı.
Bir Şarkı
Son Aşkımı Canlandıran
Makam: Hicazkâr
Bestekâr: Lem’i Atlı
Son aşkımı canlandıran en tatlı emelsin
Bir hande-i sevda gibi bin zevke bedelsin
Ettikçe tebessüm akıyor nuru letafet
Halinde var başka eda başka teravet
Bir hande-i sevda gibi bin zevke bedelsin
Mecliste de tenhada da her yerde güzelsin
12.11.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yazıklar olsun… Sevsinler seni… |
|
Şarkı sözleri gibi. Gerçekten de bunlar şarkı sözleri. Ama Recep Tayip Erdoğan’ın değil Orhan Baba’nın. İhanetler ve siyasî aldatmaların sonucunda başbakan dile gelmiş ve bunları içinden geldiği gibi sansür etmeden söylemiş. Fena mı etmiş? Dilin kemiği yok, öyle gelmiş ve ağzından öyle dökülmüş. Orhan Baba gibi kederlenmiş ve acı söyletir hesabı acıları dile gelmiş ve dilinden dışarıya boşalmış. Yazıklar olsun ve sevsinler seni diye söze girmiş ve devam etmiş.
Peki, bütün bu acı tepkinin sebebi ne?
Kendisinin itirafıyla da basında hükümet sözcüsü veya yorumcusu gibi davranan ve son yıllarda kılık kıyafetiyle iyice Mustafa Kalemli’yi hatırlatan Fehmi Koru, ‘ya sev ya terk et’ edebiyatı üzerine başbakanı kırmak pahasına basındaki muayyen mahfillere yaban kalmamak ve yabancı durmamak için ‘zılgıt’ yemeyi de göze alarak racon kesmişti. Tepkinin nedeni bu. Sen misin racon kesen. Bu defa zeminin ayağının altından kayıp gitmesiyle zaten çatacak yer arayan Tayyip Erdoğan Brütüs’ünü keşfetmiş olmanın hazzıyla muhatabına yüklenmiş de yüklenmiş. Yazıklar olsun demiş. Peki haksız mı? ‘Besle kargayı oysun gözünü’ misali yandaş basının ağır toplarından olan bu zatın ileri geri konuşmasına içerlemiş. En zor anında arkadan hançerlendiğini düşünmüş. Zor zamanda gazeteciye sahip çık ve ardından düğününe derneğine git o da sana en muhtaç olduğun zaman zarfında küfranı nimette bulunsun, Bununla birlikte Fehmi Koru’nun da haklı olduğu yönler var. Kendisine fırçanın miting havasında ve ulu orta atılmış olması haklılığını perçinliyor. Doğrusu bu bağlamda kim haklı kim haksız itiraf etmeliyim ki ben de pek kestiremiyorum, ipin ucunu epeyi kaçırdım sanırım. Fehmi Koru bir tv kanalında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Obama gibi geldiğini ve zamanla Bushlaştığını söylemişti. Bunu başka türlü ifade edenler varsa da her neyse..
***
Başbakan velinimeti olduğu gazeteciden farklı değerlendirmeler bekliyormuş meğerse. ‘Beni illa da birine benzeteceksen bizim yakadan birisi olsun; meselâ Atatürk’e veya Kanuni Sultan Süleyman’a benzet’ demiş. Obama’ya da Bush’a da dudak bükmüş, burun kıvırmış. Kabahat incili kaftan olmuş kimse üzerine almamış derler ya o hesap başbakan da elbette Bush ile birlikte anılmak istemeyecektir. Lâkin dünyada bir Obama çılgınlığı varken başbakan niye onu da reddediyor ve elinin tersiyle itiyor; anlayan varsa beri gelsin. Kendisini Kanuni Sultan Süleyman ayarında görmesi ise başka bir bağlamda değerlendirilmeli. Bunu en iyi değerlendirecek olan Musa (Aleyhisselam) benzetmesinin mimarı olan sözcüsü Akif Beki olmalı. Yine ona bir kez daha ‘Akif Beki, de ki ‘diye bu meseleyi açmasını isteyebilir. Akif Beki yetmezse yanına Erdoğanizm kavramının mucidi Alon Liel’i de alabilir ve imdadına yetişebilir.
Başbakanın kendisini Mustafa Kemal’e benzetmesi de ilginç. Şu günlerde Mustafa filmiyle birlikte yeniden vizyona girdi ve gişe hasılatı ve rekorları kırıyor. Ama hem Erol Mütercimler, hem de Can Dündar’a göre asıl misyonu semavî iktidarı ve saltanatı yere indirmekmiş. Bu hususta gerçekten de aralarında bir benzerlik var mı, yoksa Musa benzetmesi gibi çalıntı bir benzetme mi, uzmanlarına havale ediyoruz. O kendisi Mustafa Kemal’e benzetse de Devlet Bahçeli gibiler onu Son Sadrazam Damat Ferid Paşa’ya benzetiyorlar. Bununla birlikte elbette ki Mustafa filminin gişe hasılatları kırdığı bir sırada kendisini Mustafa ile bütünleştirmesi boşuna olmayabilir. Nitekim hazret Hülya Avşar’la birlikte bir programda halvet halinde iken Anayasa Mahkemesi başörtüsü yasağının gerekçeli kararını ilân etmişti. Bunlar tesadüf değil, tevafuk olsa gerek. Artık bu gerekçeli karara göre bir daha başörtüsü serbestisi için yasal girişimler sonsuza kadar dondurulabilir.
***
Mustafa Kalemli ebadındaki veya kalıbındaki gazeteci ise tepkiyi yedikten ve başbakana yakın çevrelerin ifadesiyle ‘kıçının üzerine oturduktan sonra’ kendine gelmiş. ‘Bu başbakanın normal halidir alınmaya gerek yok’ dedi. ‘Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama başbakanın huyu böyledir’ dedi ve meseleyi sineye çekti. Maşallah siyasetçiler gibi zaman onu epey hazımlı hale getirmiş ve sinirlerini almış. ‘Onun üslubu bu’ dedikten sonra bu üslubu pek de yadırgamadığını ortaya koyuyor. Doğan Grubu konusunda başbakanı eleştirse de yine de onlara şu telkini yapan kendisi: Erdoğan çok güçlü onun hışmından sakının ve sakın üzerinize çekmeyin!
Peki, bu durumu nasıl değerlendirmeli? Arabesk tepkiye karşı arabeskçe bir karşılık veya yorum mu? Yazar söylediklerinin pek arkasında durmuyor ya da duramıyor. Bu karmaşık bir medya-siyaset ve patron üçgeni ilişkisi. Bu ilişki sağlıklı olmadan yorumlar ve tepkiler de sağlıklı olamayacaktır. ABD’nin en ünlü iki gazetesi NYT ve Washington Post en güçlü olduğu dönemde bile Bush’a hayır dedi, karşı çıktı. Bu tavır baba Bush’un tepkisini çekti. Baba Bush onlar karşısında aynen Özal gibi ‘Sizden büyük Allah var’ diye tepki gösterdi. Burada ise Fehmi Koru, Doğan Grubuna akıl vererek; sinmeyi teklif ediyor. Akçeli ilişkilerle hükümete göbekten bağlı bulunan Doğan Grubu sussun da bu akçeli ilişkilerden müberra olanlar konuşsun. Konussun ki, ülkede basının yeri berraklığını korusun ve işlevini sürdürsün. Herhalde medyaya bu şekilde akıl veren kalemler sadece ve sadece bizim ülkemizde bulunur. Talihsizlik başbakanın konuşmasında değil bu güç karşısına yelkenlerini indirenlerdedir. Doğan medyasına ‘yelkenleri indir’ ve başbakana ‘Bush gibi olma’ diyeceğine sen Washington Post veya New York Times gazetesi gibi ol. En azından bu hususta. Türkiye’de herkes başkasının görevini yapıyor vesselâm. Kendi işini yapan neredeyse yok. Nitekim onlar da böyle.
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Kabre gülerek girenler |
|
Otuz beş sene evvel Ankara’ya ilk geldiğim sıralarda tanımıştım onu. Güler yüzlü, sempatik, babacan tavırlı bir dâvâ adamıydı.
Ahmet Abiş ağabey sanayide oto cam işiyle uğraşıyordu. İhlâsı ve lisan-ı hâliyle etrafına mânevî ışık saçıyor, komşu esnaflardan bir çoğunun cemaatle tanışmasına vesile oluyordu. Bir çok insan onun sayesinde yanlış bir hayattan dönüş yapmış, imanlı ve salih amel sahibi birer mü’min olmuşlardı. Sahnede pek görünmeyen, ama perde arkasında hasbî hizmetlerini sürdüren gizli kahramanlardandı. Maddeten orta halli bir esnaftı. Fakat, fedakârlığı bizce biliniyordu.
Bayram Ağabeyin sağlığında henüz gençti. Ulus-27 dershanesinin müdavimlerindendi. Fırsat buldukça dershaneye geliyor, Bayram Ağabeyin veya bizlerin yaptığı dersleri huşû içinde dinliyordu. Bayram Ağabey ona çok değer veriyordu. Sıklıkla ziyaretine gidip döndüğünde ondan sitayişle bahsediyordu. Merhum elektrikçi Osman Karakaya ve modelci Kemal Orhan ağabey gibi bir çok esnaf dostlarıyla bir ekip olmuşlardı. Eski model arabalarımız yüzünden biz de onları ziyaret ederdik. Dükkânları âdetâ birer medrese olur, etraftan gelen komşu esnaflarla sohbet halkası şenlenirdi. Risale-i Nurlara hizmet etmekten büyük keyif ve lezzet alıyordu.
Büyük üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Bu zat kırk evliyâ kuvvetindedir. Fakat o kendisini bilmiyor” dediği merhum Tahiri Mutlu Ağabey, her Ankara’ya geldiğinde Ahmet Abiş Ağabeye mutlaka uğrar, hâl hatırını sorar ve onu hizmete teşvik ederdi. Demek onun ruhunda büyük bir mânâ keşfetmişti. Elhak o, bahsi geçen mânâya ihlâsıyla mazhardı.
Camcı Ahmet Ağabeyin evi de bir Nur Medresesi gibiydi. Çoluk çocuğunu Risâle-i Nurlara sahip ve hizmetkâr olacak şekilde yetiştirmiş ve cemaate katmıştı. İbrahimler, İsmailler ve Saidler ondan sonra bu kudsî hizmete daha fazla sahip çıkacaklar inşallah. Muhtelif aralıklarla evine ders sırası geldiğinde cemaat dolar taşardı. Herkes tarafından sevilen bir insandı.
Zonguldak sosyal tesislerimizde yaptığımız yaz okuma programlarına gönüllü olarak gelen Ahmet Ağabey, talebelerin aşçılığını yapar, onlara maddî ve mânevî destek olurdu. Talebelerin hizmetkârlığını yapmaktan haz duyardı. Bu hizmetini her yaz tekrarlardı. Onunla unutulmayacak çok hizmet hatıralarımız oldu.
9 Kasım Cumartesi günü önemli bir toplantı için İstanbul’da bulunduğum bir sırada telefonum çaldı. Değerli dostum ve dâvâ arkadaşım Osman bey arıyordu. Ağlamaklı bir sesle “Camcı Ahmet ağabeyi kaybettik. Pazar günü ikindi namazını müteakip kılınacak cenaze namazından sonra Karşıyaka Mezarlığına defnedilecek” dedi. Demek altmış dört senelik ömre yorgun kalbi yenik düşmüştü. Ahmet Ağabey birkaç seneden beri kalp rahatsızlığı çekiyordu. Muhtelif zamanlarda ziyaret ettiğimizde halinden hiç şikâyet ettiğine rastlamadım. Hep şükür ehlindendi. Bir ara enfarktüs geçirmiş, yoğun bakımda yatmıştı. Çıktığı zaman Ömer Tuncay ve Ali Vapurlu Ağabeylerle ziyaretine gittiğimizde “Rabbimden ilk defa iki iyilikten birisini vermesini istedim: Ya şifasını, ya da yanına almasını.” Öylesine ağır sancılar çekmişti. Buna rağmen o yine gülüyor ve haline şükrediyordu.
İnsan dünyaya geldiğinde ağlayarak doğar. Etrafındaki insanlar ise, çocuğun sağlıklı doğuşundan dolayı sevincinden gülerler. Vefat ettiği zaman herkes hüzünlenir ve ağlar. Fakat asıl hüner, herkesin ağladığı o vakitte kabre gülerek girebilmektir. Camcı Ahmet Ağabey kabre gülerek girenlerden oldu inşallah. Her gruptan gelen Nur talebeleri kabri başında buna şahitti. Zaten, Mesut kardeşin okuduğu risâlede de çok sevdiği üstadı “Öyleyse kabre ağlayarak değil, gülerek giriniz” diyordu.
Aynı akşam kültür merkezimize döndüğümüzde, Cihan Cambaz kardeşimiz “Risâle-i Nur’da çocuk eğitimi” adıyla çok önemli bir konuyu seminer olarak sunuyordu.
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayırlara vesile olmak bize ne kazandırır? |
|
İyiliği emretme, kötülüğü nehyetme, farz emirlerdendir. Maksat kâinatta hâkim olan güzellik, iyilik ve mükemmelliğin hayatımızda da hükmetmesi, dünyamızın da cennete dönmesidir. İslâm hem dünyayı, hem de ahireti cennete çevirmek için gelmemiş midir?
Evet iyilik ve güzellikler hâkim olursa, hayatı felç, insanları huzursuz eden kötülüklere yer kalmaz dünyamızda. Onun için mü’min, güç ve imkânlarına göre kötülük karşısında sessiz, vurdumduymaz kalamaz. Gücü yetiyorsa eliyle, yetmiyorsa diliyle, ona da gücü yetmiyorsa onu kalben kötü görmekle mukabele edecektir.
Demek mü’min kâinatta hükmeden iyilik ve güzelliğe dinin emirlerine uymak sûretiyle uyum sağlayacaktır. Peygamberlerin gönderiliş maksatları da budur. Ne zaman ki onların getirdiği âhengi sağlayan bu esaslara insanlık uymamakta direnmiş, işte o zaman helâk olan kavim örneklerinde olduğu gibi insanlar yok olmaktan kurtulamamışlardır.
İyi olmak önemli, gerekli, ama iyiliğe de vesile olunarak iyilik kemâlini bulacaktır. Allah Resûlü (asm), ashabına bu eğitimi vermişti. Bakın sahabe bu eğitimi nasıl almış!
Bir gün Allah Resûlüne (asm) bir adam gelip devesinin öldüğünü, deveye ihtiyacı olduğunu söylemişti. O anda Resûl-i Ekrem’in (asm) verebilecek bir devesi yoktu. Yanında deve olmadığını bildirdi. Hemen bir sahabi ileri atılıp “Ya Resûlallah, ben onu binek hayvanı temin edebilecek birinin yanına götüreyim” dedi.
Bundan çok memnun kalmıştı Allah Resûlü (asm). Memnuniyetini şu cümlelerle dile getirdi: “Kim bir hayra vesile olursa, o hayrı yapanın sevabı kadar hayra kavuşur.”1
İnsan hayır yapamayacak güçte olabilirdi. Ama herkes hayra vesile olabilirdi. Demek sevaba ulaşmak için illâ imkân sahibi olmak gerekmiyor. O duyguı, o niyet ve o yolda gayretle vesile olmak bile insana sevap kazandırabiliyor.
Dünya misafirhanesinde sevap kazanarak asıl vatanı olan ahirete hazırlık yapma gayreti içinde olan insanlar için görüldüğü gibi nice sevap kazanma yolları var.
Dipnot:
1- Müslim, İmare: 133; Ebû Davud, Edeb:115
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
"Mustafa"nın mahiyeti |
|
Bundan iki hafta kadar önce vizyona giren belgesel "Mustafa" filminin, yaklaşık 800 bin kişi tarafından seyredildiği belirtiliyor.
Bu arada filmin yapımcısı Can Dündar ile de çeşitli medya organlarında röportaj üzerine röportajlar yapılıyor.
Ne var ki, bu röportajların önemli bir bölümü, adeta birer "itirafnâme" niteliğini taşıyor. Okuyanların, dinleyenlerin şaşkınlığı yüzlerinden okunuyor.
Bu itirafnâmelerin en can alıcı noktasını ise, Mustafa Kemal'in gerçek mahiyetinin anlaşılmasına, onun semavî dinler ve bilhassa İslâm dini hakkındaki düşünce ve kanaatlerinin, hedef ve icraatlerinin neler olduğuna dair ifadelerin, bilgi ve belgelerin ortaya dökülmesi, meydana serilmesi teşkil ediyor.
Hürriyet'ten Ayşe Arman'a "Atatürk’ün asıl mücadelesi, iktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesidir" diyen Can Dündar, bu çarpıcı gerçeği yeterince belgesele yansıtamadığı ve filme yediremediği itirafında bulunuyor.
Bunun sebebini soran/sorgulayan Ayşe Arman'a ise, şu katmerli itiraflarla karşılık veriyor: "Haklısın. Belki de tamamen bunun üzerine (dinin hayattan tamamen silinmesi çabasıyla ilgili) bir film yapmalıydım. Ama sen de kabul et ki, bu kolay bir mesaj değil."
Can Dündar'ın, "Mustafa" filmine hakkıyla yansıtamadığı, ancak "Mustafa Kemal'in mahiyeti"ne dair yaptığı tesbitler ve kendisinde hasıl olan kanaatleri yansıtan şu satırları da lütfen dikkatle ve nazar–ı ibretle okuyunuz:
"Atatük'ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor; ama aslında film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim. Asıl mücadele ne Yunanlılara, ne asi Kürtlere, ne de gericilere karşı veriliyor. Atatürk’ün asıl mücadelesi, 'iktidarı, gökyüzünden yeryüzüne indirme meselesi.' Ben bütün mücadelesini topyekûn elden geçirdiğimde bunu gördüm. Üstelik yapmaya çalıştığı çok özel bir şey var: Sadece Türkiye’yi değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor. Bütün insanlığı dönüştürebilecek bir şeyden söz ediyor. Bunu insanlık tarihinde söyleyebilecek başka bir lider bilmiyoruz.
"Diyor ki Atatürk: 'Biz ilhamlarımızı gökten değil, yeryüzünden alıyoruz. Bizim ilkelerimiz gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır.' Burada sadece İslâm da söz konusu değil; bütün dinlere bir gönderme var...
"Atatürk, bunu sereserpe Meclis kürsüsünden söyleyebiliyor; biz üzerinden 70 yıl geçtikten sonra bile henüz o cesarette değiliz... Bütün insanlık tarihinde dinin tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikal bir lider!
"Bazıları da 'Atatürk bir din adamıydı aslında' diyor. Öyle bir Atatürk anlatıyorlar ki, ellerini duâya açmış, sürekli dininde, imanında... Günah ya... Bütün hayatı dinle mücadeleyle geçmiş bir insan...
"Evet, ciddîbir sansür var Atatürk’ün üzerinde. 'Nasıl olabilir? Kim cüret edebilir?' diye düşünüyorsun. Cüret edenlerin bazıları onun en yakınları.
"Birçok insan gelip bana 'Medenî Bilgiler diye bir kitap varmış bu ne?' diye sormaya başladı. Medenî Bilgiler, Atatürk’ün okullarda okutulsun diye Afet İnan’a dikte ettirdiği, hatta oturup bizzat yazdığı bir kitap. Bir lider düşünün ki, 'Ben bir kitap yazdırıyorum, alın bunu okullarda okutun" diyor. Onu okullarda okutmayı bırak, şu anda piyasaya çıkaramıyorsun. Bahsetmeye kalktığında başın belâya giriyor. Nasıl böyle bir duruma gelmiş olabiliriz ki biz? Kitabın Tarih Kurumu’nca basılan versiyonunda bazı yerler çıkarılmış. Kim, neye göre karar vermiş? Neye göre çıkarmış bilemiyorsun. Şaşırarak gördüm ki, önemli ölçüde sansürlenen bir Atatürk var.
"Meselâ diyor ki Atatürk: 'Türkler, İslâm’ı kabul etmeden evvel de büyük milletti. İslâm’ın kabulü, bizi diğer Müslüman toplumlarıyla bir araya getirmeye yardımcı olmadığı gibi, bizim millî hislerimizi uyuşturdu. Millî bağlarımızı gevşetti.'" (Hürriyet, 10 Kasım 2008)
Bu öyle bir hadisedir ki...
Can Dündar'ın "itirafnâme"sinden derlediğimiz bu ifadeler, bize Bediüzzaman Said Nursî'nin aynı meseleye taalluk eden bir mektubunu tahattur ettirdi.
1944'te yazılan ve "Denizli Mektupları" arasında yer alan bu mektupta, mahiyeti mutlaka bilinmesi gereken bir şahıstan bahsediliyor. Ayrıca, bu mahiyet meselenin son derece ehemmiyetli olduğunu öyle bir tarzda nazara veriyor ki, bunun bilinmesi için başka hiçbir yerde rastlayamadığımız bedeli en ağır düşen tâbirleri sıralıyor. İşte, söz konusu mektubun ilgili kısımları:
Aziz, sıddık kardeşlerim,
"(Allah'ın, kulları için seçtiği her şeyde hayır vardır) sırrıyla, bu mes'elemizin tehiri hayırdır.
"Çünkü bütün mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem–i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı.
"Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine katî hüccetler gösteren ve ispat eden Risâle–i Nur geçmesi, kemâl–i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din–i İslâm cihetiyle yine ucuzdur." (Şualar. S, 298–299)
Said Nursî, burada kast ettiği şahsın ismini vermiyor. Dolayısıyla, onun kim olduğunu burada sorgulayacak değiliz. Ancak, vaktiyle topluma ısrarla mal edilmeye çalışılan bir şahsın hakiki mahiyetinin bilinmemesini doğru bulmadığını, hatta bunun son derece tehlikeli olduğunu, kendi fikrine, itikadına ve üslûbuna uygun şekilde izah ediyor.
Biz de, birbirine paralellik arz eden biri tarihî, diğeri ise aktüel olan bu iki gelişmeyi değerlendirmenize sunuyoruz.
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ümit KIZILTEPE |
Kriz AVM’leri outlet’e dönüştürüyor |
|
PARTİ KAPATMA, SİGARA YASAĞI VE KÜRESEL KRİZ SEBEBİYLE MÜŞTERİ SAYISI YÜZDE 40 DÜŞEN HAYAT AVM OUTLET'E GEÇİŞ KARARI ALDI.
Partİ kapatma dâvâsı, sigara yasağı ve son olarak küresel finansal kriz sebebiyle müşterileri iyice azalan Alışveriş Merkezleri çareyi outlet’e geçmekte buldu. Bağcılar ilçesi Güneşli semtinde bulunan Hayatpark Alışveriş ve Yaşam Merkezi, outlet’e geçti. Hayatpark AVM Genel Koordinatörü Serdar Kaya, alışveriş merkezini inşa eden Müstakiller İnş. San. Tic. A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa İmık, Hayatpark AVM Genel Müdürü Gürsel Hınçer ve düzenledikleri basın toplantısı ile Hayatpark AVM’yi outlete çevirdiklerini açıkladılar. Şubat ayında açılan AVM’nin bölgenin ilk ve tek AVM'si olmasından dolayı tüketici giriş sayısının, alışveriş miktarının yüksek olmasının herkesi memnun ettiğini hatırlatan Kaya, “Maalesef krizleri bitmeyen ülkemizde parti kapatma dâvâsı ve sigara yasağı tüm AVM’lerde tüketici giriş sayılarını yüzde 40 azalttı. Son olarak da küresel finansal kriz bizim gibi AVM’leri çok etkiledi. Mutlu tablo keyifsiz bir hale geldi. AVM yönetimi olarak, kiracılarımız ve AVM yatırımcıları bu kötü gidişatı çok acil nasıl düzeltiriz diye toplandık ve outlet’e dönüştürme konusunda acil karar aldık” dedi. Basın toplantısı ile outlete geçmiş olacaklarını kaydeden Kaya, outlet’in hem yatırımcıyı, hem mağaza açanı kazandırdığını ifade etti. Kaya bundan sonra reklam ve tanıtıma önem vereceklerini, hediye kuponlarını, müşteri servis sayılarını arttıracaklarını, çekilişler düzenleyeceklerini, imza ve konser düzenleyerek müşteri çekeceklerini dile getirdi.
Üreten toplum olursak bu sıkıntıları aşacağımızı vurgulayan Mustafa İmık da, üretmeden tüketen Türkiye’nin bu krizle üreterek, tüketmeyi öğreneceğini söyledi.
Outlet ne demek?
Outlet; fabrika satış, üretim fazlası, defolu, indirimli veya seri sonu ürünlerin satıldığı mağazalar için kullanılan yabancı bir kavram. İlk olarak 1980’lerde Amerika’da ortaya çıkan bu uygulama dünyaya hızla yayıldı. Türkiye ise son birkaç yılda outlet cennetine döndü.
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman çağı okur, teşhis eder |
|
Çağın insanı ile iletişim ve diyalog kurabilmek için günümüz sosyal yapısına uygun hareket son derece önemli. Aksi halde iletişim kuramazsınız. Ulaşsanız da sağlıklı bir yaklaşım sergilemeyez, etkileyemezsiniz.
Hakikat mesleğini ihya eden Bediüzzaman, önce günümüz şartlarını, psiko-sosyal yapısını tahlil eder; çağımızı iyi okur. Buna göre, günümüz;
- İman esaslarının inkâr edilip, ateizmin hüküm sürdüğü,
- Gayr-ı İslâmî âdetlerin (yaşayış tarzlarının) istilâ ettiği,
- Bid’aların (İslâm’da olmayan hallerin) seller gibi her yere girdiği,
- Dalâletin tahribatının,1 ilim ve teknolojiyle yapıldığı dehşetli bir devirdir.
Yani, tüm “olumsuz izm”lerden ve sapıtmış felsefik akımlardan müteşekkil Deccalizmin2 tahribat ve saldırıları var.
Deccalizmi önemsemeliyiz: Zira, bugün yapılan savaş, işgal; verilen kavga, mücadele ve hatta yasakların arkasında Deccaliyet vardır. Karşısında da Mehdiyet! Deccalizmi önemsemeliyiz, zira, sadece Müslümanlara karşı değil, bütün inançlara, dinlere karşı savaş açmıştır. Hıristiyan âlemini tarümar ettikten sonra, İslâm ülkelerine de sirayet etmiş, imânî zaafı doğurduktan sonra, ahlâkî temelleri de sarmıştır.
Deccalizmin merkez üssü ülkemizde ve İslâm âleminde hüküm süren deccalizm, Hıristiyan âlemi ve dünyadakinden daha dehşetlidir. Zira, dünyadaki zaten tahrif olmuş, bitmiş, sönmeye yüz tutmuş bir dini tahrip etti. Türkiye’deki ise, bir harfi dahi değişmemiş, bütün meseleleri hak ve hakikata dayanan; hükümlerini akla, kalbe, vicdana tasdik ettiren İslâmiyeti kaldırmaya çalışmıştır.
Aynı zamanda bugün, bütün akıl ve zihinleri;
- Siyaset metâı,
- Dünya hayatının temini, şaşaası, lüksü...
- Yolunu şaşırmış, Kur’ânla barışık olmayan sapıtmış felsefe meşgul ediyor.
Ayrıca, imân esasları ile namaz, oruç, hac, zekât ve İslâmın sâir temel şartları günümüzde terk ediliyorlar. Ve onlara hücum ediliyor.
Diğer taraftan, bu zamanın insanı bilmediğinden ibadeti terk ediyor veya gayr-i meşrû hayatın zararlarını idrâk etmediğinden o sefaletin içine düşüyor değil! Zararı zarar bildiği halde düşüyor. Sigarının zararlarını, alkolun, kumarın, fuhşun dehşetli tahribatını, uyuşturucunun iflâh etmez neticelerini bilmeyen yok gibidir. Yine de gençler, insanlar bu zaafın içine düşüyorlar. Sebebi “bilmezlik” değil, imânın zayıf olması, bu zamanın şartlarına göre nefis terbiyesinin yokluğudur.
Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfî olurdu, küfr-ü meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kâfir-i mutlak yerine, bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.3
Dolayısıyla, bu inkâr zamanının şartlarına, ihtiyaçlarına göre Kur’ânî melzeme, ilâç üretmek gerekiyor. Ve özellikle günümüzde, insanların akıl, mantık ve vicdanlarını tatmin edecek, his ve lâtifelerini doyuracak tarzda izah ve ispat etmek son derece önemli.
Dipnotlar: 1-Sözler, s. 442. 2-Şuâlar, s. 497-515; Mektûbat, s. 60. 3-Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.
12.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cehennemi kızdıran şirk |
|
Erkan Bey: “Ateşi insanlar ve taşlar olan Cehennem’den sakının’ âyetini açıklar mısınız? Bu âyette taşların nazara verilmesinin hikmeti nedir?”
Kur’ân şöyle bildiriyor: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.”1
Bilindiği gibi, asırlar boyu insanlar, küfürlerini taşlardan yaptıkları heykellere ve putlara yansıtmışlardır. Yani taşlara tapmışlardır. Tapılan taşların, birer Cehennem yakıtı olarak kendisine tapan insanları yakması fıtrî bir cezadır. Nitekim taştan yakıtlar dünyada da vardır. İnsanlar yerin derinliklerinden tonlarca taş kömürü çıkarıp yakıt olarak kullanıyorlar.
Tövbe kapısını açık tutan ve tövbekâr kullarını bağışlayan Cenâb-ı Hak; zulüm, isyan, şirk veya küfür içinde bulunan, tövbe etmeyen ve azabından rahmetine sığınmayan insanları Cehenneme atar, acı ve dehşet verici azabıyla cezalandırır.
Bediüzzaman’a göre, şirk ve dalâletin, fısk ve sefahatin yolu insanı sonsuz derece aşağılara düşürmekte, hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve aciz beline yükletmektedir. Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan ve O’na tevekkül etmeyen insan gayet derecede aciz ve zayıf; nihayet derecede muhtaç ve fakir; hadsiz derecede musibetlere maruz; elemli ve kederli bir fani hayvan hükmündedir. Bütün sevdiklerinden ve alâka duyduğu şeylerden mütemadiyen ayrılık acısını çekmekten, nihayet geride kalan sevdiklerini de ayrılık korkusu içinde bırakıp kabir karanlığına yalnız olarak gitmekten kendisini kurtaramaz. Çünkü insan, hayat müddetinde azıcık bir irade, küçücük bir iktidar, kısacık bir hayat, az bir ömür, sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ve emeller içinde faydasız olarak çarpışmakta, hadsiz arzularını ve maksatlarını boşu boşuna tahsil etmeye çalışmaktadır. Kendi vücuduna yükleyemediği koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklemekte, daha Cehenneme gitmeden, şu fırtınalı dünyada Cehennem azabını çekmektedir. Zira insan kendi vücudunu idare etmekten acizdir. Muzır mikroptan, ta zelzeleye ve türlü türlü hastalıklara kadar binler taife düşmanlarından her birisi, hayatına karşı her an hücum vaziyetindedir. Elim bir korku dehşeti içinde insan, her vakit dehşet aldığı kabir kapısına hızla koşmaktadır.2
Bir tek seyyie olan şirkin, Cehennemde hadsiz bir azaba müstahak edecek çok büyük bir cinayet hükmünde olduğunu beyan eden3 Üstad Saîd Nursî, şirk ve küfür cinayetinin, kâinatın bütün kemâlâtına, ulvî hukukuna ve kudsî hakîkatlarına bir tecavüz olduğu cihetle, şirk ve küfür ehline kâinatın kızdığını, göklerin ve yerin hiddet ettiğini ve unsurların ittifak halinde ehl-i şirki boğduklarını; nitekim Nuh, Ad, Semûd ve Fir’avun kavimlerinin şirkleri yüzünden helâk olduklarını kaydeder. Saîd Nursî’ye göre, Cehennemin kızgınlığını tasvir eden, “Neredeyse öfkeden parçalanacak”4 âyetinin sırrıyla, Cehennem şirk ve küfür ehline öylesine kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Çünkü şirk kâinata karşı dehşetli bir tahkir ve büyük bir tecavüz hükmündedir. Varlıkların kudsî vazifelerini ve yaratılışın hikmetlerini inkâr etmekle kâinatın şerefini kırmaktadır.5
Kısa bir ömürdeki küfre mukabil hadsiz Cehennem azabının adalet oluşunun hikmeti üzerinde yoğunlaşan Saîd Nursî Hazretleri, bir dakikalık adam öldürme cezasının dünya kânunuyla yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis cezası gerektirdiğini; bir dakikalık küfür, en az bin adam öldürme hükmünde bulunduğundan, yirmi sene ömrünü küfürde geçiren ve küfürle ölen bir adamın, elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene insanlığın adalet kânunuyla hapse mahkûm olacağını kaydeder. Bedîüzzaman, bu vahim azabın hikmetini şöyle izah eder: Bir dakikalık küfür hem Allah’ın bin bir ismini inkâr ve nakışlarını tezyif, hem kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını tahkir, hem hadsiz vahdaniyet delillerini tekzib ve şehâdetlerini reddetmek cinayetlerinin hepsini mahiyetinde barındırmaktadır. Bu cinayetler ise, adalet gereği bir kâfiri ebedî olarak esfel-i sâfilînde hapsetmeye yeterlidir.6
Bedîüzzaman’a göre, “Ben kulumun zannı üzereyim”7 hadîs-i kudsîsinin sırrınca, Cenâb-ı Hak kâfirin zan ve itikadını dâimî bir azab-ı elîme çevirmektedir. Kâfirin küfrü kâfirin dünyasına adem doldurmakta, yokluk doldurmakta; bütün zulmetleri başına boşaltmaktadır. Kâfir bu manevî azabın elemiyle, daha Cehenneme gitmeden, daha ölmeden, daha dünyada iken, Cehennemî bir azabı tatmaktadır.8
Dipnotlar: 1- Tahrim Sûresi, 66/6; 2- Sözler, s. 578; 3- Şuâlar, s. 18; 4- Mülk Sûresi, 67/8; 5- Şuâlar, s. 17; Lem’alar, s. 86; 6- Lem’alar, s. 275; 7- Buhârî, Tevhid, 15; 8- Mektûbât, s. 279
12.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|