|
|
Mehmet KAPLAN |
İnsan nedir? |
|
Bir oyuncağın başında;
İki çocuk neden kıyasıya kavga ederler?
Hırslı oldukları için mi?
İsteklerinden dolayı mı?
Girişken bir ruha sahip oldukları için mi?
Yoksa:
Aç gözlülüklerinden mi?
Hangisi?
Hangi neden veya nedenlerle henüz aklı, birçok şeyi kesmeyen bu insan yavruları, olanca hızlarıyla bu oyuncaklara saldırırlar?
Acaba;
İnsan; insanın, kurdu olduğundan mı?
***
Yeryüzündeki tek tüketici kim?
Aslanların derilerini üstünden sıyırıp alarak kendine pösteki yapan!
Arının balını, tavuğun yumurtasını bir çırpıda; babasının malıymış gibi tüketiveren…
Hayatı:
Yardımlaşmadan ziyade, savaş olarak gören kim?
Aslında:
Gerçekten:
Ağlayan kim?
Gülen kim?
Var mı insandan başka bu duyguları en derinlemesine yasayan başka bir varlık?
***
“Bu da nereden çıktı? Her çocuk oyuncak görünce saldırır mı ki?” demeyiniz lütfen….
Biz büyükler çok mu paylaşımcıyız?
Çok mu; elimizdeki her nimeti başka insanlar ile bölüşüyoruz!
***
Saygıdeğer okuyucular;
İnsan, küçük bir kâinat; kâinat da büyük bir insan gibidir!
Değil mi?
Müthiş bir kozmik yapı içinde:
İnsan;
Bildiğimiz gibi…
Bütün yaratılmış varlıkların en yücesi ve en şerefli olanıdır.
Acı olan ise sudur:
Bu insan:
Yasadığı gezegenden ve onun içindeki yardımlaşmayı mümkün kılan her atom ve moleküler yapıdan habersiz kalmaktan yanadır ve umarsızdır…
Bu durum, bizi sorumlu olduğumuz;
“İnsan gibi insan olma” özelliğine yakın tutmalıdır.
Artık hayatı anlamsızlaştıran ve insanı düşünmekten alıkoyan her modelin iflâs ettiğini bütün insanlık hiç mi anlayamayacak?
İnsan;
Ölümün öldürülemediğini!
Bir başka alemde bir gün imtihana gireceğini kavrayabilecek mi?
Veya:
Acaba;
Anlayamayacak mı?
Nereye kadar:
Vur patlasın, çal oynasın?
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
Hukuka güvensek mi! |
|
Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebiyle düzenlenen bir toplantıda şok edici açıklamalarda bulundu. Devleti, yani bütün idarî organları hukuk çizgisinde tutmak, idarenin her türlü karar ve eylemini hukuk adına denetlemekle görevli bir yüksek yargı organı nezdinde başsavcı olarak görev yapan birisi olarak hukuku katleden değerlendirmelerde bulundu.
Aradan geçen sürede Tansel Çölaşan, söylediklerine ilişkin yeni bir açıklamada, tashihte bulunmadı. Çölaşan’ın kendisi konuşmadığı gibi hemen her alanda konuşmaya, özellikle de siyasetçi paylamak konusunda çokça hevesli, kamuoyunca yakından bilinen hâlen görevde olan ve emekli kimi yüksek yargı organı mensupları da, Çölaşan’ın açıklamalarını tam bir suskunlukla karşıladılar. Evet yargı bu kez tarafsız davrandı! Barolar ve Barolar Birliği de tam bir sessizliğe gömüldü.
1960 yılında anayasal düzenin, Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde kümelenmiş kimi oluşumlar tarafından ortadan kaldırılmasının ve hukuk adına işlenen cinayetlerin, bir hukuk insanı, bir yüksek yargıç tarafından yüceltilmesi, övülmesi karşısında gösterilen suskunluk ürküntü vericidir.
Demokrat Parti’nin yeni genel başkanı Sayın Süleyman Soylu, soylu bir tavır göstererek Çölaşan’ın derhal istifa etmesini istedi. Çölaşan’ın konuştuğu toplantıya ev sahipliği yapan Ankara Barosu Başkanı Av. Ahsen Çoşar da, “Sayın başsavcının söylediklerinin hiçbirine katılmıyorum. Baro başkanı olarak da, hukukçu olarak da vatandaş olarak da darbeye karşıyım. Hukukçular, yargı organı temsilcileri darbeleri, idamları değil, hukuku anayasal düzeni savunmalıdırlar” açıklamasında bulundu.
Verdiği kararlarla ve kimi zaman hukuk dışına taşan yorumlarıyla Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatına yön veren bir Yüksek Mahkeme nezdinde başsavcı olarak görev yapan birinin hukuk ve demokrasi anlayışının ve bireysel düşüncesinin dışa vurumu mu, yoksa kurumsal bir anlayışın dile getirilmesi midir? Sayın Danıştay başkanının ve üyelerinin suskunluğunu kamuoyu nasıl anlamalıdır.
Hukuku, anayasal düzeni değil, darbeleri savunan ve yücelten bir anlayış, bir Yüksek Mahkeme nezdinde, başsavcılık makamı nasıl temsil edilebiliyor.
Yeni anayasadan önce yargı, özellikle de yüksek yargı organları mensupları arasında, darbeleri savunan ve yücelten bir anlayışın bu denli kolaylıkla yer edinebilmesine fırsat veren zihniyeti tartışmalıyız.
Hukuku, anayasal düzeni değil, darbeleri savunan birinin seçimle böyle bir göreve gelmiş olmasının anlamını tartışmalıyız.
Hukuku, anayasal düzeni değil, darbeleri savunan ve yücelten anlayıştaki birinin başsavcı olarak görev yaptığı hukuk düzenine ne kadar güvenmeliyiz?
13.03.2008
E-Posta:
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yanlışta ısrar |
|
Demirel bir sohbetimizde başörtüsü için “Kişi başını örtmek istiyorsa örtsün. Ona niye karışılıyor? Kanunların yasaklamadığı bir kıyafet. Örtülerin kaldırılması denenmiş. Kaldırılabilmiş mi? Bırakın, halk nasıl giyinmek istiyorsa öyle giyinsin” dedikten şunu da eklemişti:
“Başörtüsünü İslâmın simgesi yaparsanız, başını örtmeyeni Müslüman saymazsanız, burada tefrika olur. Ve kimse sizi savunmaz...”
Köprü dergisinin Mart-1987 sayısında çıkan mülâkatında düştüğü bu “şerh ve kayıt,” meğer Demirel’in on sene sonra 28 Şubat sürecinde alacağı ve sonrasında bugünlere kadar sürdüreceği pozisyonun ilk işareti ve ipucuymuş.
Mâlûm, Demirel’in bu pozisyonda, kamu kurumlarıyla okullardaki başörtüsü yasağını savunurken başvurduğu argümanlardan biri bu.
İyi de, başka konularda genelleyici suçlamalardan kaçınılması gereğine her fırsatta vurgu yapan Demirel, bu meselede neden bu dikkat ve özeni göstermiyor ve başını örten herkesi, başı açıkları Müslüman saymamakla suçluyor?
Bu hatayı yapanlar olabilir ve az da olsa maalesef var. Ancak bu münferit örnekleri genele teşmil etmek hukuk ve insafla bağdaşabilir mi?
Demirel’in konuyu bu mantıkla dile getirdiği her seferinde biz bu suali sorduk. Ama cevap alamadık. Tersine, aynı yanlışın ısrarla devam ettirildiğine şahit olduk.
Demirel tartışılan son beyanlarında konuyu daha farklı bir alana taşıyarak diyor ki:
“Türban denilen hadise, tesettürün, örtünmenin başlangıcıdır. Örtünme hadisesi de birtakım İslâmî cereyanların amacına göre ‘kadının dört duvar arasında muhafazası’nın şartlarındandır. Bu tartışma, ‘Kadın toplum içinde olmalı mı, olmamalı mı?’ noktasına kadar gider.”
Peki, “dört duvar arasından çıkıp” tesettürüyle toplum içerisindeki yerini almak, okumak, ilim tahsil etmek ve fıtratına uygun alanlarda çalışmak isteyen kadınlara ne buyurulur?
Demirel’in bir diğer tuhaf iddiası şu: “Türbanı İslâmın şartı haline getirirseniz, bugün uyulmayan o kadar çok husus var ki, onları da teker teker istemek durumunda kalacaksınız...”
Ama o hususlara örnek vermiyor Demirel.
Ve burada da gayet açık demagojiler var. Bir defa türban, daha doğrusu tesettür İslâmın şartı değil, ama gereği ve emri. Kişi yapabilir veya yapamaz, ayrı konu; ama tesettür farz bir emir.
Tesettürle beraber, “uyulmayan” diğer hususların telâffuz edilmesi, yine Demirel’in sıklıkla tekrarladığı“Türkiye’de din ve vicdan hürriyeti var. Her kim ki bu ülkede dinin bir gereğini yerine getirememekten şikâyetçi ise bana gelsin” çağrısıyla çelişen mesajlar da içeriyor.
Gerçi kast edilen hususların çoğu, sanırız, bireysel alanın ötesindeki kamu hukukuna giriyor. Ki, o kapsamdaki şer’î hükümlerin çoğunun tatbiki şartlara bağlı. Ve o şartların hemen hemen hiçbiri bugün itibarıyla mevcut değil.
Ve bireyler bundan sorumlu tutulamaz.
Öte yandan, şeriatın inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile muamelâta ilişkin bir kısım ahkâmı, özel hayatlarda ve ilişkilerde büyük ölçüde uygulanıyor. Devlet bunlara müdahale edemiyor.
Ama tesettür de özel alana giren bir husus olduğu halde, kamuda yasağa konu ediliyor.
Anlamsız, mantıksız, hukuksuz gerekçelerle.
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Osman GÖKMEN |
Bediüzzaman’ın seyr-i sülûku (1) |
|
Risâle-i Nur, Bediüzzaman’ın mânevî tecrübesinin ürünüdür. Bu bağlamda Âyetü’l-Kübrâ’yı gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.
Risâle, ‘Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır’ altbaşlığıyla açılıyor. Bir seyyahın, Halık’ına doğru yaptığı gezide ulaştığı ‘müşahade’leri okuyacağız demek ki. Buradaki seyyahın, bizzat Bediüzzaman’ın kendisi olduğu söylenebilir. Bediüzzaman, burada, tümüyle kendi vizyonlarını anlatmaktadır.
Müşahade kelimesiyle aynı kökten gelen meşhed kelimesi, ‘müşahade yeri’ anlamına gelir. Şuhud da kökteştir ve mânen görmek demektir. Burada bizzat gözle değil, ‘gönül gözü’yle gerçekleşen bir görüş söz konusudur. Bu durumda, müşahadeye mazhar olan kimse, Allah’ın meşhetlerinde (tecellî ettiği yerlerde) ‘hayalen’ bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Âyetü’l-Kübrâ, Allah’ın Kendisini açığa vurduğu (mazhar), göründüğü (manzar), açtığı (mütecellâ fih) yerlerde yapılan gezideki müşahadeler toplamıdır. Zaten Risâle, İsrâ Sûresi’ndeki şu âyetlerle başlar:
“Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin.”
Allah’ı tesbih eden varlıklarda yapılacak olan geziyi yapmak üzere, ‘dünya misafirhanesi’ne gelen yolcu, gözünü (basar) açıp baktıkça görür ki (basiret), ‘gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet manidarâne ve hikmetperverâne bir mütalaagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken...’
Metne daha yakından bakalım: Kâinat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde, ‘Kerem’ tecellî etmektedir. Kitabın kelimeleri olan sanatlı varlıklar, teşhir edilmekte, ‘hayret’li bakışlara sunulmaktadır, bu ‘temâşâ’yı yapanlara, ‘şevk’ vermektedir. Kâinat mânâlı ve hikmetli bir okuma yeridir vs. Istılahlara baktığımızda, Bediüzzaman’ın, gezisine başlarken, ‘hayret’i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, ‘şevk’ makamına ulaşmış ve varlığı temâşâ disiplinini kazanmış olarak görürüz.
Yolcu, ilkin yüzü nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamını işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin ‘tesbih’inde, ‘birinci makamın birinci mertebesinde’ denmektedir. Adımını ilk basamağa atarken Yolcu, ‘Halık’ın varlığının, göğün varlığından daha zâhir’ olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır. Birinci adımda Yolcu, Allah’ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş olduğunu fark edecektir. İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar ve göğün, ‘Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin’ seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgârın, ardından yağmurun hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalaasını, ‘...Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda...’ (Bakara, 2:164) âyetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları sayısınca ‘rahmet’ ve ‘hikmet’ müşahade eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır. ‘Hayatı sudan yarattık’ âyetinin sırrına erer. Bu, sufilere göre, yüz makamdan on yedincisine tekabül eder. Bu mânevî aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler, üzerinde yürüyebilirler.
Yolcu, bulutun, rüzgârın ve yağmurun Allah’a ilişkin ‘yüksek şehadetini’ müşahade ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği ve rüzgârın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, ‘Gel’ der, ‘Ben, sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku.’ Yolcu, bu kez, kâinat kitabının arz sayfasını mütalaaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer. Okumaları ilerledikçe, Yolcu’nun ‘mânevî terakkiyâtının miftahı olan mârifeti’ artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri ve nehirleri okur. Onların Allah’a dair şahitliğini mütalaa ettikten sonra, birinci ‘makam’ın, dördüncü ‘mertebe’sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan sayfalarını mütalaaya başlar. ‘Dağları direk yapmadık mı?’ (Nebe, 78:7) ve ‘Yeryüzünde dağları sabit kıldık’ (Hicr, 15:19) âyetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci mertebe, bitkiler (nebatat) âlemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar âlemine çağırır.
Yedinci mertebede, varlıkların mütalaası bitmiş, kâinat kitabının sayfaları kapanmıştır. Bu düzeyde, Yolcu, kâinattaki varlıkların Allah’a dair ‘aşikâr şehadeti’ni tümüyle okumuş; tekvinî şeriattan, tenzilî olana geçerek, tüm Allah elçilerinin getirdiği vahiylere yönelmiştir. Kâinatı ve Halıkını bize tarif eden Peygamberlerin getirdiği vahyi okur. ‘Nev-i beşerin en nurânî ve en mükemmeli olan Allah Elçileri çağırır Yolcu’yu meclise. Burada, yeni bir müşahadeye mazhar olan Yolcu, o ‘nurânî meclis’e girer ve önce, ‘geçmiş zamanın menziline’ bakar. Burada ‘menzil’ kelimesi, iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekân belirtir ve geçmiş peygamberlerin vahye mazhar oldukları mekânlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, ‘zuhurun mertebeleri’, ‘cennetin dereceleri’ ve/veya, ‘Allah’ın sana doğru indiği ve senin Allah’a doğru indiğin yer’ anlamındadır. Yolcu, o ‘nurânî medrese’de diz çöküp, nebîlerin şahitliklerini dinler. Sekizinci mertebede, nebilerin meclisinden ayrılarak âlimlerinkine girer. Âlim, nebinin varisidir. Allah, Alim’dir ve ilim, vahdet bilgisinde vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Alimlerin tevhid konusundaki ‘ittifak’ını ‘müşahade’ eden Yolcu, bu kez, melekler âlemine girer. ‘Nur-ı imanı parlar’ ve ‘zeminden göklere çıkar.’ Bu yükselişten sonra, Yolcu, seyrini sürdürerek, ‘münevver akılların, selim ve nurani kalplerin’ sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Halık’a olan ‘müncezibane keşfiyat ve müşahedatlarını’ mütalaa ettikten sonra, birinci makamın onüçüncü mertebesinde, bu defa, ‘alem-i gayb’a bakar. Vahiylerin hakikatinin, gayb âlemlerinin her tarafında hükmettiğini müşahade eder.
(Devam edecek)
13.03.2008
E-Posta:
|
|
Raşit YÜCEL |
Aranan şeyler |
|
Arıyoruz...
Yirminci asrın en büyük ihtiyacı, kaliteli insandır.
Doğru dürüst, ilkeli, mert ve seviyeli insanı, herkes ciddiyeti arıyor.
Özellikle, doğruluğun siyâsî hayatta adeta yok olması, toplum nezdinde önemli bir eksiklik olarak göze çarpıyor.
“Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?” diye sorulan bir soruya, Bediüzzaman çok önemli bir cevap verir. Hem de bundan yüz yıl önce:
“Doğruluk.”
“Daha?”
“Yalan söylememek.”
“Sonra?”
“Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.”
Hayatın her katmanında bunlara ihtiyaç vardır.
Ahlâksız ve sahtekâr insanlar bile, çalışma elemanlarını, ahlâklı ve dürüst insanlardan seçmeye çalışıyorlar.
Neden?
Çünkü, verimli bir hayatın yegâne vesilesi, doğruluk ve güvenirliliktir.
Hepsi bu...
Çünkü yalan, Said Nursî’nin tabiriyle “bir lafz-ı kâfirdir”, yani bu kötü şeyi ancak inkâr eden ve reddedenler kullanır.
Bu açıdan bakıldığında yalancı şahitlik yapanların büyük günah işlediklerini belirtir İslâmiyet.
Zamanında bir filozof, sokakta, hem de gündüz ortasında mum yakmış dolaşırken, kendisine:
“Efendim, ne yapıyorsunuz? Gündüz ortasında bu mumu neden yaktınız?” diye soranlara şu manalı cevabı vermiş:
“Adam arıyorum adam”
Dünya nimetlerinin diz boyu çoğaldığı, teknolojinin alabildiğine geliştiği günümüzde “adam arama” işi, hâlâ bütün yoğunluğu ile devam ediyor.
Vefasızlık, saygısızlık, üç kâğıtçılık, adam kayırmacılık ve riyakârlığın hüküm sürdüğü ilişkilerden sağlıklı bir sonuç beklemek, abesle iştigal etmektir.
Siz aranan şeyleri buldunuz mu?
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Atike ÖZER |
Kulluğum sultanlığımdır |
|
Toplumda tehlikeli bir salgına dönüşen kadın-erkek ayrımı ne acıdır ki gerçeği yansıtmamaktadır…
Evrenin sahibinin belirlediği rolleri oynayan kadın ve erkek türü her konuda isyana meyilli olduğu gibi bu konuda da isyan içindedirler.
Kadın kadınlığında kalmıyor… Erkekleşen kadın cinsi gitgide artıyor… Erkek de yaşantısıyla erkekleşen kadından rahatsız oluyor.
Rolünü kadına kaptırmamak için erkek de başka rollere bürünüyor. Başka rollere bürünen erkek de insanî olmayan içgüdülerini açığa çıkararak saldırganlaşıyor…. Vahşileşiyor…
Kadın da erkek de imtihan için yaratıldıklarını unutuyorlar.
***
Erkekleşmeye çalışan ya da cinselliğini kullanmaya kalkan kadını bekleyen en büyük tehlike şudur:
Kadınlığını ve anneliğini kaybetme ve o makamdan alaşağı edilme…
Kadına meyilli yaratılan erkeğin imtihanı ise bu asırda gerçekten çok ciddî ve yürekler acısıdır.
Modernizmin başına çorap ördüğünü anlamakta zorlanan erkek, ya kadının cinselliği içinde boğulmakta ya da, zekice erkekleşen kadından ürküp vahşileşmekdedir. Aslî vazifesi olan kulluğunu unutup kadına karşı krallığını ilân etmekdedir. Astığım astık, kestiğim kestik…
“Kulluğum, sultanlığımdır” diyemeyen erkek ve kadın kör dövüşü içinde biribirlerine saldırmaktalar...
Yazık…
Birbirlerini tamamlamak için yaratılan kadın ve erkek, farklı yaratılışlarının hikmetini kavrayamayınca farklılıklarını savaş sebebi sayarak üstünlük arayışına girmektedirler…
Oysa kadın olsun erkek olsun, mesleği ne olursa olsun asıl meslekleri kullukdur. Kul olabilmek için yaratılmışlardır. Yoksa niye bütün mahlukatın en üstünü olsunlar ki. Kul olamayıp Allah’a itaat edemedikten sonra erkek veya kadın olmanın ne anlamı var ki?
Şuurlu olarak yaratılan kadın ve erkek, yalnız Allah’a itaat için yaşama mücadelesi verir... “İnanıyorsanız üstünsünüz” hakikatini yaşamak için mücadele eder….
Nasreddin Hocanın yeni yetişme günleriymiş. Eline para kesesini almış, alışveriş için çarşının yolunu tutmuş.
Yürürken sokağın tam köşesinde oturan üç tane kör görmüş.Yeni yetişkinlik bu ya! “Dur şunlara bir şaka yapayım” diye düşünmüş.
Körlere iyice yaklaşmış. Elindeki para kesesini uzatıp şakırdatarak:
“Alın bu paraları,” demiş, “aranızda paylaşın!”
Para şakırdısına kulak kesilen körler, kesenin aralarından birin verildiğini sanmışlar. Başlamışlar tertışmaya:
“Kese kimde!”
“Bende yok!” Sende!”
“Hayır sende!”
“Yalan söylemeyin! Kese ikinizden birinde!”
Derken para hırsına kapılan üç âmâ, sille tokat birbirine girmişler. Vuran vurana! Bağıran bağırana! Üçüde ne yaptığının farkında değilmiş.
Hoca, bu üç körün kavgasını seyrederken:
“işte kör döğüşü bu olsa gerek” demiş.
13.03.2008
E-Posta:
|
|
Ahmet ARICAN |
Eski Bağ-Kur borçlarınızdan siz de kurtulabilirsiniz |
|
Bağ-Kur’a prim borcu olan ve prim borçlarından dolayı sıkıntı yaşayan Bağ-Kur’lular için Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından bir imkân ve fırsat verildi. Bağ-Kur’a beş yıl ve daha uzun süreye ilişkin borçları bulunanlar SGK’nın 2007/47 sayılı genelgesine göre Bağ-Kur’daki prim borçlarından kurtulabilecekler. Bağ-Kur’a beş yıl ve daha uzun bir süreye ilişkin borcun olması demek, Bağ-Kur’lunun sigortalılık süresinin beş yıl ve daha uzun bir döneme tekâbül etmesinden dolayı bu dönemlere ilişkin toplam borcun beş yıl ve daha fazla bir sürenin karşılığı bir borç olarak oluşması demektir. Yoksa Bağ-Kur’a son prim ödeme yapılan tarihin üzerinden beş yıl geçmesi demek değildir. Anılan genelgeden Bağ-Kur’un hem esnaf, hem de tarım sigortalıları ile bunların eş ve çocuk gibi hak sahipleri de yararlanıp Bağ-Kur borçlarından kurtulabileceklerdir. Bu genelgeyle kimlerin hangi avantajları sağlayacağını ve Bağ-Kur borçlarından nasıl kurtulabileceklerini başlıklar halinde izah edelim.
1. SSK’dan emekliliği dolup da tam emeklilik aşamasında Bağ-Kur’lu olması gerektiği anlaşılanlar bu genelgeye göre Bağ-Kur’dan vazgeçip SSK’dan emekli olabilirler: SSK’dan emekliliği hak eden kişiler emeklilik aşamasında SSK tarafından Bağ-Kur’a tescilleri olup olmadığına ilişkin gönderildiklerinde, geçmişe dönük Bağ-Kur’lu olmalarını gerektiren ya vergi kayıtları ya da şirket ortaklıkları çıkmaktadır. Bu durumda, bu kişilerin Bağ-Kur’lu olmaları gerektiği için SSK’daki hak ettikleri emeklilikleri iptal edilmekteydi. SGK’nın 2007/47 sayılı genelgesi sayesinde artık bu sıkıntılar yaşanmayacak ve SSK’dan emekliliğini bekleyen kişilerin Bağ-Kur’lu olmaları gerektiği zamanlarda SSK’lı olmuş olsalar bile, eğer Bağ-Kur’lu olmalarını gerektiren sürelerde Bağ-Kur’a beş yıl ve daha fazla süreye ilişkin borçları varsa, Bağ-Kur borçlarından ve sigortalılık sürelerinden imtina edip SSK’dan emekli olabileceklerdir. Bu genelgeye göre Bağ-Kur’a primi ödenmiş sürelerden değil, borçlu olunan ve prim borcu toplamı beş yıldan fazla olan sürelerden kaçınma ve vazgeçme söz konusudur.
2. Yıllardan beri vergi mükellefiyet kaydı olan ancak bu zamana kadar kendisini Bağ-Kur’a tescil ettirmeyenler bu genelgeden yararlanarak eski Bağ-Kur borçlarından kurtulabilecekler: Vergi kaydı olup ta kendilerini Bağ-Kur’a tescil ettirmeyenler bu gün itibariyle Bağ-Kur’a sigortalı olmak için gittiklerinde sigortalılıkları 04.10.2000 tarihinden başlatılmaktadır. 04.10.2000 tarihinden günümüze ise hiç prim ödemesi yapmadıkları ve bu sürelere ilişkin borçları beş yıl ve daha fazla süreye tekabül edeceği için, isterlerse 04.10.2000 tarihinden günümüze kadar olan sigortalılık sürelerinden ve prim borçlarından imtina edebilirler. Ancak imtina ettikleri bu süreleri daha sonradan borçlanmak suretiyle değerlendirebileceklerdir. Yani esnaf, sanayici ve tüccar gibi meslek mensuplarından Bağ-Kur’lu olması gerektiği halde günümüze kadar kendilerini Bağ-Kur’a bildirmeyenler, 2007/47 sayılı genelge gereği hiç Bağ-Kur’lu olmadan bundan sonraki süreçte yeni bir Bağ-Kur’lu gibi düzenli prim ödeyip geçmiş prim borcu yükünden kurtulabilirler.
3. Bağ-Kur’a beş yıldan fazla borcu olanlar bu borçlarını 2007/47 sayılı Genelgeye göre dondurup daha önceki borçlarını ödemeden yeniden prim ödemeye başlayıp sağlık karnesi alabilirler: Bahse konu genelge gereği, geçmiş yıllarda ister tarım isterse esnaf Bağ-Kur’lusu olan kişilerin toplam borçları beş yıllık prim borçlarından fazla ise, bu kişilerin Bağ-Kur sigortalılıkları taleplerine halinde durdurulmakta, önceki prim borçları borç gibi değerlendirilmemekte ve isterlerse eğer sigortalı olmalarını gerektiren vergi ve ziraat odası gibi yerlerdeki kayıtları devam ediyorsa, Bağ-Kur’a yeni giren bir sigortalı gibi sigortalılıkları yeniden başlatılıp düzenli prim ödemeleri halinde Bağ-Kur’dan sağlık karnesi alabilmektedirler.
4. Bağ-Kur’a beş yıl ve daha fazla süre borcu olduğu için 2007/47 sayılı genelge gereği borcunu donduran kişiler SSK’ya geçip isteğe bağlı sigortalılıktan dolayı prim ödeyerek SSK’dan emekli olabilirler: 2007/47 sayılı genelgeden Bağ-Kur’a beş yıl ve daha fazla süreyle borçları olanlar bu sürelere ilişkin borçlarını ödeyemedikleri için bu dönemlere ilişkin sigortalılık sürelerinden ve borçlarından imtina etmektedirler. Bağ-Kur’da bu durumda olan kişiler, Bağ-Kur’luluğuna esas olan vergi kaydı gibi kayıtlarını sona erdirdikten sonra 2007/47 sayılı genelgeye göre Bağ-Kur’u istemeyip SSK’da isteğe bağlı sigortalı olup SSK’dan emekli olabileceklerdir.
5. 2007/47 sayılı genelgeye göre isteyen kişiler Bağ-Kur’dan paralarının yettiği veya emekli olmalarına yetecek kadar kısmi hizmet süreleri kazanabileceklerdir: Bahse konu genelge sayesinde Bağ-Kur’a beş yıl ve daha fazla süreye ilişkin prim borcu olan kişiler söz konusu borçlarının kendilerine hizmet süresi kazandıracak kadar olanını ödeyip istedikleri süreleri hizmet olarak kazanma imkânı elde edebilirler. Buna göre bir kişi kendisine SSK’dan veya Emekli Sandığından emekli olması için ne kadarlık bir hizmet süresi gerekiyorsa ona göre prim borcu ödemesi yapıp istediği kadar hizmet süresi kazanabilecektir. Ayrıca Bağ-Kur’a 15 veya 20 yıllık borcu olan kişiler vefat ettiklerinde vefat eden kişinin hak sahipleri ölen kişi üzerinden kendilerine aylık bağlanması için ne kadarlık bir hizmet süresi gerekiyorsa, bu sürenin karşılığını Bağ-Kur’a yatırarak Bağ-Kur’dan ölüm aylığı alabileceklerdir.
6. SSK ile Bağ-Kur hizmet çakışmalarında Bağ-Kur’dan kurtulmak isteniliyorsa bu genelgeden faydalanılabilir: Bağ-Kur ve SSK hizmetlerinin çakışmasında bu genelge büyük bir çözüm olmuştur. Şöyle ki; bir kişinin zorunlu olarak Bağ-Kur’lu olması gereken dönemde SSK’ya prim ödemişse ve Bağ-Kur’a hiç kayıt ve tescil yaptırmasa bile prim borcu beş yıl ve daha fazla süreye ilişkinse, Bağ-Kur borçlarından ve sürelerinden imtina edip SSK’yı tercih edebilmektedir. Özellikle Bağ-Kur’dan değil de, SSK’dan emekli olmak istenilen durumlarda ve SSK’nın Bağ-Kur’a göre daha kolay emeklilik imkânlarından yararlanıp Bağ-Kur’dan kurtulmak isteyenler için bu genelge bir imkân ve fırsat olmuştur.
Okurlara kısa cevaplar
*Sayın Ahmet Bey, Bağ-Kur emeklilik müracaatında esnaf odası kaydı sorar mı? Kayıtlı olma zorunluluğu var mı? 1984 yılında 15 günlük SSK başlangıcım var. 9.9.1985–31.12.1996 arası Emekli Sandığı 1.1.1997–30.09.1998 arası SSK sonrası ve hâlen Bağ-Kur pirimi ödemekteyim. Kaç yaşında emekli olabilirim? Emekli Sandığından emekli olma şansım var mı?
Sayın okuyucumuz, Bağ-Kur emeklilik müracaatınızda eğer vergi mükellefiyet kaydınız varsa ya da şirket ortağı iseniz esnaf odası kaydınızın var olup olmaması önemli değildir. Günümüzdeki mer’i Bağ-Kur mevzuatına göre, Bağ-Kur’da sigortalı olmak için esnaf odası kaydınızın olması zorunlu değildir. Bağ-Kur’dan (erkek olduğunuz varsayılmıştır) 48 yaşınızı doldurduğunuzda ve 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda emekli olabilirsiniz. Emekli Sandığından emekli olmak için ise, Bağ-Kur’luluğunuzu sona erdirip 6 ay içinde Emekli Sandığı isteğe bağlı iştirakçisi olmak için müracaat ediniz. Üç buçuk yıl Emekli Sandığı isteğe bağlı iştirakçisi olarak prim öderseniz Emekli Sandığından emekli olabilirsiniz.
*Sayın Ahmet Bey kolay gelsin. Sizden emeklilik hakkında bilgi edinmek istiyorum. Doğum tarihim; 01/04/1962, işe başlama tarihi: 01/07/1984’tür. Şu an 6 bin gün pirim ödemem var. Ayrıca 20 ay askerlik borçlanması yaptım ve parasını ödedim. Ne zaman emekli olurum?
Sayın okuyucumuz, verdiğiniz bilgilere göre askerliğinizi SSK başlangıcından önce yaptığınız varsayıldığında SSK’dan 47 yaşınızı doldurduğunuzda emekli olabilirsiniz. Emeklilik için gerekli olan prim ödeme gün sayınız tamam. Emeklilik için diğer bir şart olan sigortalılık süreniz de yaşınızla birlikte dolmuş olacaktır.
NOT:
Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reform yasası hakkında bilmek istediğiniz her şey için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İdam coşkusu |
|
‘Uslub-u beyan ayniyle insan’ denilmiştir. Bu bakımdan ifadeler insanın derununu ele veriyor. Dil kalbin tercümanı ve aynasıdır. Nitekim İsrailli Savunma Bakan Yardımcısı Matan Vilnai, Filistinlileri tehdit etmiş ve bu gidişle büyük bir ‘şoah’ yani soykırımla karşı karşıya kalacaklarını söylemişti. Daha sonra da bu sözlerini tevil etmeye kalkışmıştı. Zırva tevil kaldırırsa tabiî! Şuuraltı boşalımı veya şuuraltı ihtilam hali karşısında dünyadan gelen tepkileri hafife alan yine aynı yetkili ‘şoah açıklaması şamatayı tetikledi’/ Shoah remark spark uproar’ nevinden tüy dikercesine yeni bir hezeyanda daha bulunmuştur.
Şiddetin şiddeti tetiklemesi gibi hezeyan da hezeyanı besliyor ve tetikliyor. Aslında insan en samimi duygularını kontrolünü kaybettiğinde ve şuuraltı boşalması sırasında ortaya serer. Tansel Çölaşan’ın “Menderes’lerin idamı toplumda coşku ile karşılındı (bayram havası estirdi, demek istiyor)” ifadesini Aydın Menderes: “Hasta kafanın hezeyanı” olarak nitelendirmiştir. Ne olursa olsun bu ifadeler ‘uslubu beyan ayniyle insan’ ifadesinin bir izdüşümüdür. Şahsiyetini ele vermektedir. Öfke ve kin boşalmasıdır. İsrailli bakan yardımcısının konuşmalarından bir farkı yoktur. Bir an düşünelim: İsrailli bakan yardımcısının bu tarz konuşmasının, celladı Nazilerin söylediklerinden veya yaptıklarından bir farkı var mı? Yoksa Nazizm sadece Almanlar için bir isim ama başkaları için bir sıfat değil midir? Demek ki, İsrailli bakan mugalata yapıyor. Gerçekten de bu açıklamalar bütün dünyada ‘Nazizmin ayak sesleri’ diye algılanmış ve yankı uyandırmıştır. Bir insan Hitler veya Nazi olmak için başka ne yapmalı? Faşizmin tanımı zemine ve zamana göre değişiyor mu? Bilhassa İsrail için! Münhasıran Almanlar için uydurulmuş basma kalıp bir ifade midir?
Esasen bu söylediklerimiz aynen Tansel Çölaşan için de geçerlidir? Zira ideolojik dürtüler yüzünden seçilmiş bir başbakanın idamını onaylıyor. Ve idam meşhedine bir de çoşku ilave ediyor. Bu durumda İranlı Mollaların yaptıkları idamlara ne buyurulur? Sürekli irticai kalkışmaların adresi olarak gösterilen temizlik hareketlerine! Seçicilik, bizi gücü elinde bulunduranın adalet anlayışını onaylamaya götürür. Öyleyse yaşasın güç ve yaşasın faşizm demekten başka çare var mıdır? O zaman gücü yeten yetene ya da mâli dünyaya akseden suretiyle titan titana!
***
Esasında, Tansel Çölaşan’dan önce bir ay kadar gündemimizde YÖK’le alâkalı olarak Celâl Şengör vardı. O da arkadaşları tarafından seçilmiş ve kararnamesi Çankaya’ya gönderilmişti. Ama konuşmaları ve yaklaşımları dolayısıyla eşikten veya direkten geri döndü. Tansel Çölaşan da benzeri şekilde arkadaşları tarafından seçimle yargının başına taşınmış. Ve Celâl Şengör ile Tansel Çölaşan’ın yaklaşımları da aynı. Birbirlerinin ikizi gibiler. Birisi ilim diğeri de yargı âleminde. Çölaşan ‘idamlar toplumsal çoşku ile karşılandı’ derken Şengör Beyefendi de ‘depremlerde orgazm oluyorum’ demiştir. Anlaşılan o da depremleri coşkuyla karşılıyor. Zaten coşku bir nevi orgazm hali değil midir? Bununla birlikte, biz uykuda ihtilam hâlini biliyorduk da yeni yeni onlar sayesinde uyanıkken ve acılar içinde kıvranan insanların da ihtilam ve orgazm geçirdiklerini öğrenmeye başladık! Sakın hissettikleri, orgazm ve ihtilam değil de ihtilaç nevinden bir şey olmasın? Bu nasıl bir ruh hâlidir varın siz tasavvur buyurun? Dolayısıyla bunlarınki olağandışı bir ruh hâli...
***
Mevcut yönetimlere iki de bir Menderes’in akibetini hatırlatıyorlar. Zira onun yaptıklarını bir irtidat ve geri dönüş yani irtica olarak tanımlıyorlar. İrtica modern dönemlerde irtidatın yerini almış bir kavramdır. Kimse Menderes’in hesabını sormadığından dolayı şimdi asla ve usûle her dönüşte Menderes’e yapılan kalkışmayı ve darbeyi hatıra getiriyorlar. İdam sehpasını gösteriyorlar. Bir de Menderes’e yapılan darbe değil, devrim imiş. Darbeden sonra her yan huzur dolmuş. Ama hâlâ ezanın aslına çevrildiğine yanıyor ve hayıflanıyor. Az kalsın namaz kılacakmış, ama ezan Türkçe’den aslına çevrilince bu arzusu kursağında kalmış ve nasip olmamış. Menderes’e bir ezan, ikincisi de Said Nursi’nin elini öptü diye köpürüyor ve kin duyuyor. Acaba bundan dolayı mı nazarında idama müstehak oldu? Özel olarak ne düşünürse düşünsün fark etmez, ama böyle bir darbeci zihniyetin yargının en tepesinde barınmasını maşeri vicdan kabul edemez. İstifa diye bir kurum yok mu? Aksi takdirde, temsil ettiği kurum üzerinden haiz olduğu güç ile Türk insanı nasıl birlikte ve barışık ve güven içinde bir arada bulunabilir? Danıştay saldırısında da Alparslan Arslan’ın içeride nârâ attığını ve tekbir getirdiğini de kendisi söylemişti. Bu darbe tehditleri ve nâhak yere idam edilen mazlum başbakana yapılan hakaretler karşılıksız mı kalacak? Ya bu sözlere işlem yapılacak ya da bu sözler işlev yapacaktır. Türkiye’yi yönetmek isteyenlere duyurulur.
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tuzak devam ediyor |
|
Sınırötesi harekâtla yeni anayasa rafa kalktı. AB uyum yasaları çerçevesindeki demokratikleşme ve düşünceyi ifâde özgürlüğü çalışmaları âdeta unutuldu. Başörtüsü yasağına karşı Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklik, Anayasa Mahkemesinde…
Ancak Danıştay 8. Dairesi’nin YÖK Başkanı tarafından üniversitelere gönderilen yazıyı “genelge” olarak görüp “iptal” etmesi, başörtüsüne tepeden dayatılan kanunsuz yasağın yasayla kaldırılmasının yanlışlığını bir defa daha ortaya koydu.
Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetlerine dair hiçbir düzenleme olmadığı ve özellikle başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa bulunmadığı, başta Yargıtay eski başsavcısı olmak üzere birçok hukukçu tarafından açıkça ifâde edilmekte.
Doğrusu, “Anayasaya aykırı” olarak Anayasa Mahkemesi’nin ‘gerekçesi’ne dayandırılan yasağı tamim eden YÖK’ün önceki “genelgeleri”ni ve rektörlerin re’sen tâlimatlarını “onaylayan” Danıştay’ın, bu “engelleme”yi yapacağı belliydi. Yasa dışı keyfî yasağı uygulayan “yasakçılar”ın sonuna kadar bu tür saptırmalara başvuracağı biliniyordu.
Buna rağmen, AKP siyasî iktidarı ve MHP, “başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakmak” amacıyla “anayasal değişiklikler”de ısrar etti; bunun meseleyi daha da çözümsüzlüğe iteceği uyarılarını dikkate almadı. Yasadışılığı yasayla “düzeltme”nin, Yüksek Öğretim Kanunu ek-17’yi yeniden tanzimin daha da çözümsüzlüğe sürükleyeceği ikazlarını dinlemedi…
Gelinen noktada, üniversitelerdeki karmaşanın ötesinde yasağı “yasallaştıracak” kritik bir sürece girildi. YÖK’ün “anayasal değişikliklerin tatbikini istemesi”ne karşılık, birkaç üniversitede bir iki günlük aradan sonra yeniden yasağa dönüldü. Rektörlerin büyük bir çoğunluğu yasağı aynen sürdürdü. Birçok üniversitede başörtülüler kampüslere bile alınmadı.
Üniversiteler Arası Kurul, yeni anayasal değişikliklerin bir şey değiştirmediğini açıklayarak yasağı sürdüreceklerini resmen bildirdi. Hatta bazı rektörler, anayasal değişikliklerin “yetersiz” olduğunu belirtip, “mutlaka kanunî düzenleme gerektiğini” söylediler…
Sonra hiçbir yasal dayanak olmadan yasağı icâd edenlerin, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde salt “vatandaşların kanun önünde eşitliği”ne ve “hiç kimsenin eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamayacağı”na yapılan vurguları nazara almayacağı daha baştan belli idi. Nitekim uyduruk yasağı uygulayanların siyasî sözcülüğünü yapan CHP, Meclis’in yaptığı sözkonusu “düzenlemeler”in bir “farklılık getirmediği” ve dinî bir vecîbe olan başörtüsünü serbest bıraktırmak maksadıyla çıkarıldığından “laiklik ilkesine aykırılık” iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.
Aslında “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla çözümü çıkmaza çeken bu “tuzak tartışma”yı başlatan Başbakan’ın, son safhada “ek-17 için Anayasa Mahkemesinin kararının bekleneceği”ni söylemesi ve iktidar partisinde başgösteren tereddütler, girilen fevrî yanlışlığın örtülü bir itirafı olmakta. Keza yasakçı rektörlerin “mutlaka kanunî düzenleme” istemeleri, öteden beri tezgâhlanan tuzağı deşifre etmekte…
Görünen o ki Anayasa Mahkemesi, “anayasal değişiklikler”i şekil ya da esastan iptal etmezse de, yasakçılar yasağı dayatmaya devam edecek. Anayasa Mahkemesi’nin iptal edemediği ek-17 ile oynanması ise, çözümü daha zorlaştırmakla kalmayacak, yasağın yasallaştırılmasında istismar edilecek…
Gerçekten merak konusu; Mahkemenin “iptal” edemediği, “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli mevcut ek-17’yi “yasak”ta istimal eden yasakçıların, yeni ek-17’yi yasağa bahane edemeyeceklerini kim garanti edebilir?
Diğer yandan tam bir varta olan “çene altı” formülünden vazgeçilip; mevcut maddeye “üniversitelerde kılık ve kıyafetin engellenmesinin ancak kanunla sınırlanabileceği” ilâvesinin yasağı kesmeyeceği artık sır değil… Kısacası yasakçılar, her fırsatı yasağa bahane edecekler. Danıştay’ın kararı üzerine başörtüsünün kısa bir süre serbest bırakıldığı bazı üniversitelerde yasağın yenide başlaması, bunun açık göstergesi. Ayrıca ek-17’ye ilişkin “örtünme şeklini” belirleyen değişikliklerden vazgeçilse de, yapılacak yeni değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilebileceği ihtimali duruyor.
Ve “örtünme şekli”nin yönetmelikle çözümünün Danıştay’a takılacağı da kesin. YÖK’ün “anayasanın tatbiki”nı isteyen yazısını “iptal” eden Danıştay, “başörtüsünün şekli”ni belirleyen yönetmeliğini mi kabul edecek?
Kısacası, tuzak devam ediyor. Hiçbir yasaya dayanmayan yasağı yasayla çözmenin yanlışlığı, bir defa daha görülmekte. Çözüm, olmayan kanunsuz keyfî yasağı, demokratik dirençle kaldırmaktır. Gerisinin boş bir çaba olduğu ortada…
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Şehid siyasetçiler’e rahmet! |
|
İhtilâllerin ve ihtilâlci anlayışın Türkiye’ye verdiği maddî ve manevî zararları anlatmaya, tartışmaya, sıralamaya gerek var mı? Gerek yok, çünkü bunlar tartışmasız bilinen ve genel kabul gören tesbitlerdir. Ama birileri devamlı surette, ihtilâllerin ‘faydaları’nı anlatmanın yolunu arıyor.
‘Kadınlar günü’ vesilesiyle konuşan bir ‘hukuk kadını,’ fırsatı ganimet bilip ihtilâlin faydalarını anlatmış ve milletin her gün ‘dua’ edip hayırla yâd ettiği ‘şehit siyasetçiler’e ağır hakaretler sıralamış. O kadar ‘çam’ devirmiş ki, ‘Ahmaklara en iyi cevap, susmaktır’ kaidesince cevap vermemek belki de en iyisi. Ancak ifade edilen yanlışlara itiraz edilmezse, bu defa ‘hakikat’ zannedilme ihtimali de vardır. Oysa dile getirilen görüşler, millet ekseriyetinin reddettiği düşüncelerdir.
‘Kadın hukukçu’nun seslendirdiği görüşler, tek kelimeyle ‘o kafa’yı hatırlatıyor. Nedir ‘o kafa?’ Özetle, millet, ‘Mersin’e giderken; ısrarla ‘tersi’ne gitmektir! Milleti ‘cahil oy çoğunluğu’ olarak görmektir ve aynı zamanda onun siyasî tercihlerine saygı duymamaktır!
‘Kadın hukukçu’nun bir iddiası daha var ki, şaşmamak mümkün değil. Ona göre, Türkiye’de 10 yıl başbakanlık yapmış olan merhum Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi, toplumda ‘coşku ile’ karşılanmış! Ya Rabbi, aklımıza mukayyed ol! Bunların ‘toplum’ dedikleri uzayda yaşayanlar olmasın? Bunların bahsettiği ‘toplum,’ bilmediğimiz başka bir ülkede mi yaşıyor? Sözkonusu Türkiye’de yaşayanlar ise bu iddianın ciddiye alınır bir yönü yok! Elbette her türlü cinayeti alkışlayan ve kan dökmekten zevk alan ‘cani’lerin olması mümkündür. Ama bunları ‘toplum’ diye sunmak, cinayetlere milleti de ortak etmeye çalışmak kökten yanlış ve temelsiz bir iddiadır.
Belki bu tartışma vesilesiyle 27 Mayıs 1960’daki ihtilâl ve neticesindeki cinayetler bir defa daha gündeme gelmiş olur, genç nesiller de ‘cani’leri yakından tanır. Bir hukukçunun ihtilâli benimsemesi, övmesi ve onu bir bakıma örnek göstermesi en başta hukuka hakarettir.
Yaşımız itibarıyla 27 Mayıs 1960 ihtilâli ve sonrasındaki cinayetleri yaşayan şahitler değiliz. Ancak ‘toplum’dan bununla ilgili çok şey dinledik ve şükür ki yazılanları okuyabildik. Binlerce ve milyonlarca ‘şahit,’ merhum Menderes ve arkadaşlarına yapılanların haksız olduğu noktasında hemfikir. Öyle ki, dönemin ihtilâlcileri bile sonraki yıllarda 27 Mayıs ihtilâlini övmekten imtina etmişlerdir. Ne yazık ki, neredeyse aradan çeyrek asır geçtikten sonra ortaya çıkan bir ‘kadın hukukçu,’ milletin vicdanını yaralayan cinayetleri övmeyi marifet bilmiştir.
“27 Mayıs ihtilâl değil, devrimdir” diyerek kelime oyunlarıyla kimse cinayetleri savunamaz. Her iş neticeleri itibarıyla değerlendirilir. 27 Mayıs’ın adı ihtilâl değil ‘devrim’ de olsa netice değişmez. Ortada, şahitlerin de ifadeleriyle ciddî bir hukuk cinayeti ve ihlâli vardır. ‘Toplum’un 27 Mayıs’ı coşku ile karşıladığı yolundaki iddia ‘şehir efsanesi’ bile değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, bu coşkunun seçim sandıklarına da yansıması gerekirdi. Tam aksine milletimiz, 27 Mayıs’a imza atan zihniyeti bir defa değil, imkân ve fırsat bulduğu her hür seçimde sandığa gömmüştür. İnşallah ‘toplum’umuz; bundan sonra da ihtilâlcilere ve ihtilâcileri aratan zihniyete destek olmayacak ve imkân vermeyecektir.
İhtilâlcileri de aratan bu anlayışı reddediyor, kınıyor ve ‘şehid siyasetçiler’imizi rahmetle anıyoruz.
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İstibdada karşı |
|
Iraklıların bir heybe dolusu mektubu, Hz. Hüseyin’in elindeydi. Kendisine on sekiz bin kişi biat etmiş, Yezid’in istibdadına boyun eğmeyeceklerini, ona karşı kendisini destekleyeceklerini, gönderdiği amcasıoğlu Müslim bin Akil’e biat ettiklerini söylüyor, acele gelmesini istiyorlardı. Böylesine önemli, ciddî bir meselede kendinden yardım isteniyordu. Onca insanın arzusu görmezden gelinemezdi. Yapısı, yaratılışı gereği sonu tehlike de olsa umursamaz, vurdumduymaz davranamazdı. İstibdat söz konusuydu. Buna karşı ancak hürriyet-i şer’iye kılıncıyla durulabilirdi.
Fıtratı baskıya, zulme tahammül etmeyen, hürriyetle yaşamayı ekmeksiz yaşamaya tercih eden bir kahramandı Hz. Hüseyin. Ne din, ne yakınları, sevdikleri, hayatta kalan Sahabîler tahakkümü kaldırabilirlerdi. Müslümanlar da baskı altında kalmamalı, istidatları körelmemeli, inkişaf etmeliydi. Asr-ı Saadetteki o güzel gelişmeler hürriyet-i şer’iye ile gerçekleşmemiş miydi? Babası ve dedesinden aldığı dersle insanlara lâyık olan şeyin hürriyet olduğuna inanıyordu Hz. Hüseyin. Ehl-i İslâm iyi şeylere lâyıktı. Kula kul olmamalı, Allah’a kullukla gerçek hürriyeti yaşamalıydılar.
Hürriyet-i şer’iyede ısrarlıydı Hz. Hüseyin. Gelen mektuplar da onda ümit uyadırmış, Irak’ın yolunu tutmaya karar vermişti.
İstişarelerine devam etti. Hep bu özü, hep bu haklı gerekçeyi dikkate alıyor, stratejisini ona göre belirliyordu. Bu yolda en kötü ihtimal ölmekti. Mazlumen, hak yolunda ölmek ise şehitlik gibi en büyük mertebeydi. Zaten Abdullah bin Abbas’la yaptığı istişarede Iraklıların öldürebileceklerini hatırlattığında, “Başka çare yok. Ben Kufe’ye gitmeye karar verdim, hazırlandım da. Şöyle bir yerde, şöyle bir şekilde öldüreleceğimi bildiğim için de Mekke hareminden çıkmak bana daha sevimli geliyor” diyordu. İnsan maksadı, gaye-i hayâli, hedefinin mânâ ve büyüklüğü ölçüsünde değer kazanmaktaydı. İstibdat ölmeli, hürriyet hayat bulmalıydı. İslâmın şahlanışı ancak böyle gerçekleşebilirdi.
Ebû Said-i Hudrî de onun kesinlikle Irak’a gitmemesini istiyor, Hz. Ali’den Irak’la ilgili işittiklerini hatırlatıyordu. Hz. Ali (ra) demişti ki: “Vallahi, ben onlara küstüm. Onlar da bana küstüler. Ben onlara kızdım. Onlar da bana kızdılar. Ben onlardan bir hayır ve vefa görmedim. Onlar ne sebat, ne azim gösterir, ne de kılıca dayanıp göğüs gerebilirler.”
Büyük ilim ehli Şâbi de Iraklıların inkârcı, mücadeleci bir kavim olduğunu hatırlatıyor. “Babanı öldürdüler, kardeşini dövdüler. Yapmadıkları kalmadı” diyor, gitmemesini istiyordu.
Hz. Hüseyin’in süt kardeşi Ebû Bekir bin Haris ise adetâ yalvarıyor; Kufelilerin Hz. Ali ve Hz. Hasan’a neler neler yaptıklarını, menfaatten başka birşey düşünmeyeceklerini, işlerine geldiğinde kendisiyle çarpışmaktan bile çekinmeyeceklerini söylüyordu.
Bakalım Hz. Hüseyin ne yaptı? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sözde cumhuriyet, özde cumhuriyet |
|
Dile kolay, 85’lik cumhuriyetiz. Hâlâ fakr-ı zarûret içinde kıvranıyoruz! Hâlâ devletin müesseseleri yerine oturmamış. Hâlâ adam gibi bir anayasamız bile yok! İsmi hoş, içi boş, sözde bir cumhuriyet!
Cumhuriyet nedir? Bize nasıl bir cumhuriyet dayatıldı, hâlen dayatılmak isteniyor?
Cumhuriyet; insanın kendi kendisini yönettiği, yöneticilerini seçtiği, hak ve hürriyetlerinin tanındığı, ferdin haklarına sahip çıkmasının mümkün olduğu rejim ve yönetim biçimidir. “Meşrûtiyet” yerine “cumhuriyet” tâbirini de kullanan Bediüzzaman, 1889-90’larda—henüz 11-12 yaşlarında—Tillo kasabasındaki boş bir türbe kubbesinde inzivâda iken, kendisine getirilen çorbanın tanelerini karıncalara verip, ekmeğini suyuna banarak yerdi.
“Niçin böyle yapıyorsun?” diye soranlara, “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum”1 derdi.
Önemli olan, isim değil, mânâ ve muhtevâdır. Zira, zehire tiryak (ilâç) nâmı vermekle tiryak olmadığı gibi, zındıka hissiyâtını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziyetine, ne nâm verilirse verilsin, mânâ değişmez.2 Dolayısıyla Bediüzzaman, cumhuriyeti anlamsız bir isim ve resimden ibaret görmez. Özelliklerini; “adâlet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir (gücün hukukun emrinde olması, kuvvetin kanunla sınırlanması)” şeklinde sayar.3
“Hürriyet, cumhuriyet, meşrûtiyet (demokrasi)”yi aynı mânâda kullanan Bediüzzaman, cumhuriyetin vasıflarını şöyle sıralar: Hür, âdil ve dinlere saygı, şûrâ (meclis) ve şeffaflık. Devlet işlerini toplum adına seçilmiş meclisler yapar; uygular, uygulatır ve kararları verir. İslâmiyetin Asr-ı Saadette model olarak getirdiği yönetim sisteminin adı olan “hilâfet”in mahiyeti, “hürriyetin en geniş sûretini veren cumhuriyettir.”4 Yani, Medine’de teşekkül eden İslâm Cumhuriyeti. Hulefâ-yı Râşidîn (İslâmın ilk dört hâlifesi), hem hâlife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i kîram’a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakiki adâleti ve hürriyet-i şer’iyyeyi taşıyan, dindar mânâdaki cumhuriyetin reisleri idiler.5 Çünkü, zaman-ı Saadette hüküm-fermâ (geçerli olan) hak, bürhan (delil) ve akıl ve meşveret idi.6 Devleti idâre edecek olanlar da, “biat”, yâni “seçim” ile iş başına gelirlerdi. Hulefâ-i Raşidin’den sonra hilâfetin saltanata dönüşmesi, İslâmiyetten değil; zamanın sosyal ve kültürel şartlarından kaynaklanmıştır. Zîrâ: Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; tâ ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekanînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılap edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çâre ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde (âlemin dört bir yanında) zeynab (muhtelif yerlerden akan arklardan meydana gelen gölcük, havuz) gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.7
Fethedilen topraklar ve İslâm dairesine giren yeni, değişik millet ve kültürler, “seçim yoluna” müsaade etmedi. Hz. Ali (ra) gibi bir şah-ı velâyet, fitnenin bir kasırga halinde her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Şartlar, tek kelimeyle yürek parçalayıcı idi: Anarşist ruhlu, eli kanlı gruplar, Hz. Osman’ın (ra) kanına girdi. Eşkıyanın baskısı ve dayatması altında, biat şartları yerine getirilmişti. İslâmın başkenti eşkıya sürüleri tarafından işgal edilmiş, devlet başkanının kanına girilmiş, zorbalar her tarafı kontrol altına almışlardı. Yeni seçilen hâlife Hz. Ali (ra) ise, mutlak adâlet ve mutlak fazîletten ayrılmayan bir devlet başkanı idi.8 Bu şartlarda, adalet-i izâfiye siyaseti takip etmek gerektiği yönünde içtihat eden Şam Valisi Hz. Muâviye (ra), onun halifeliğini kabul etmez ve seçime (biata) itiraz eder. Takip ettiği zekîce siyaset yoluyla, Şam ve civarındaki halkı da arkasına alarak, Hz. Ali’den (ra) halifeliği alır ve kendisi seçilir. Ve yerine oğlunu halife olarak bırakır. Bundan sonra, İslâmın temel prensip olarak getirdiği “cumhûrî” sistem, inkıtâa uğrar ve babadan oğula geçen saltanat devri başlar.
Her Müslümanın her hâli Müslüman olması gerekmediği gibi, bu uygulamada İslâm’dan kaynaklandı denemez. “Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir”9 buyuran Peygamberimiz (asm), bu meseleye işâret derek, “saltanatın” veya başka uygulamaların İslâmiyetten kaynaklanmadığına işâret etmiş olsa gerek.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 317.; 2- Barla Lâhikası, s. 195.; 3- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65.; 4- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 27.; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 332.; 6- Muhâkemât, s. 32.; 7- Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neşriyat, s. 65.; 8- Doç. Dr. Bünyamin Duran, İslâm Tarihinin Konjonktürel Değişimi, İst., 1997, s. 171-172.; 9- Müsned, 5:220, 221, 273; Ebû Davud, Sünnet: 8; Tirmizi, Fiten: 48.
13.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yanlışa "Taraf" olmayalım |
|
Bediüzzaman Said Nursî'nin en eski, en sâdık ve en çilekeş talebelerinden biri olan ve bundan tam 38 sene evvel (13 Mart 1970) bugün vefat eden büyük âlim Seyyid Şefik Arvasî hakkında, dünkü Taraf gazetesinde hatalarla dolu bir yazı yayınlandı.
Temenni edelim ki, burada yapacağımız düzeltmelerin bir benzeri orada yapılır.
* * *
Taraf'ta 11 Mart günü başlayan "Kürt İslâmının Yeni Yol Haritası" başlıklı yazı dizisinin dünkü bölümünde "Kürt dindarlarının siyasî gücü: Medreseler" başlığı kullanılmış ve aslında ciddî bir münasebeti olmadığı halde, bu konuya Bediüzzaman Hazretleri ile onun vefakâr, cefakâr talebelerinden Seyyid Şefik Efendinin de ismi karıştırılmış.
Bu şahsiyetlerin asıl konuyla bağlantıları çok zayıf olması bir yana, ayrıca bu zâtların hüviyet ve hizmet hayatları çok farklı, hatta aykırı şahsiyetlerle öyle bir karıştırlarak takdim edilmiş ki, bunları düzeltmeye çalışmak, konuyu en baştan yazmaya kalkışmaktan çok daha zor görünüyor.
Biz, bunların bir kısmına kısaca değinelim; gerisini de dosyayı yayına hazırlayan meslektaşımız Nevzat Çiçek'e havale edelim.
1) 1514 yılında Osmanlı'ya "müsâlemetle" dahil olan Kürtlerin medreselerine, en az üç asır müddetle siyaset hiç girmedi.
2) Said Nursî'nin medrese hayatı ile, yazıda ismi zikredilen diğer âlimlerin medrese tahsili arasında dikkate değer bir benzerlik bulunmadığı gibi, aksine ciddî ölçüde farklılıklar var. Bediüzzaman'ın medrese tahsili hem çok kısa (toplam bir–iki sene gramer ve üç ay da ilim) olmuş, hem de saadece çocukluk zamanını içine alır. 13–14 yaşından sonra en büyük âlimlerle münâzarâya başlamış. Kaldı ki, onun tercih ve takip ettiği eğitim tarzı da, klâsik medrese tarzından tamamiyle farklıdır. Dolayısıyla, nasıl olur da aynı kategoriye dahil edilir, anlamak kolay değil. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 312)
3) Yazıda iki farklı şahsiyete, hüviyete, hizmete, mizaç ve karaktere sahip olan iki "Arvasi" birbirine adam akıllı karıştırılmış. Tıpkı, Şeyh Said ile Said Nursî isimlerinin birbirine karıştırılması gibi...
Meselâ, söz konusu yazıda Üstad Bediüzzaman'ın eski talebesi, Denizli Hapishanesi maznunlarından, Sultanahmet Camii eski imamı Seyyid Şefik Arvasî Efendi ile Necip Fazıl'ın hocası Şeyh Abdülhakim Arvasî'nin hem ismi, hem de hüviyetleri birbirine karıştırarak tuhaf mı tuhaf bir sunum yapılmış.
Şefik Efendi için, "Sultan II. Abdülhamid'in hocası" deniliyor, ayrıca günümüzde "Işıkçılar" diye bilinen cemaatin de mânevî önderi olduğu nazara veriliyor.
Oysa, Sultan Abdülhamid'den 42 yıl sonra dünyaya gelen Şefik Efendi, 1884–1970 yıllarında yaşamış olup, herhangi bir cemaatin lideri falan değildir.
Söz konusu yazı dizisinde kast edilen, ancak hakkında çok yanlış ve karışık bilgiler sunulan cemaat lideri, olsa olsa Abdülhakim Arvasi'dir. Ki, o da 1865–1943 yılları arasında yaşamış olup, sinnen on yaş büyük olduğu Bediüzzaman Said Nursî ile herhangi bir ülfet ve uyumlu bir münasebeti olmamıştır. Hatta, çok noktada zıtlaşarak ayrılıp gittiler bu fâni âlemden.
* * *
Genelde, cesur davranan ve doğruları olduğu gibi yansıttığı kabul edilen Taraf'taki bu yazı dizisinde düzeltmeye muhtaç daha başka noktalar da var.
Ancak, biz şimdilik bu kadarıyla iktifa etmeyi düşünüyoruz.
Neticeyi görelim, bakalım; ihtiyaç hâsıl olması durumunda, konuya tekrar değinmeye çalışırız.
Bundan dolayı da kızmak, gücenmek, alınganlık yapmak yok. Mühim olan, yanlışların izâlesi ve doğruların olduğu gibi yansıtılmasıdır.
Taraf çalışanlarının da aynı düşüncede olduğunu biliyoruz.
Tarihin Yorumu 13 Mart 1938
18 Mart Kahramanı Cevat Paşa
Müşir ve paşalarıyla meşhûr olmuş bir aileden gelen Çanakkale Harbinin muzaffer kumandanı M. Cevat Paşa, İstanbul'da vefat etti.
Muhammed Cevat (Çobanlı), 1871'de İstanbul'da doğdu.
İlk tahsil devresinin ardından, o da babası gibi askerlik mesleğine yöneldi. Mekteb–i Harbiye'de okudu.
1894'te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’nden mezun oldu.
Askerlik mesleğinde ilerleyerek, tümen komutanlığına kadar yükseldi. 1909'da "tenzil–i rütbe"ye uğratılmasına rağmen, mesleğini terk etmedi.
Yarbaylıktan başlayarak terfileri yeniden yükseldi ve nihayet 1915'te tekrar tümgeneral oldu. Bu rütbede iken, Çanakale'de Boğaz Müstahkem Mevki Kumandanlığına tayin edildi.
18 Mart'ta zaferle neticelenen Boğaz Harbini başınadan sonuna kadar sevk ve idare etti.
Bilhassa Nusrat Mayın Gemisiyle almış olduğu tedbirlerin, savaşın seyrini değişterecek derecede tesirli olması sebebiyle, Cevat Paşaya "18 Mart Kahramanı" ünvanı verildi.
Çanakkale Zaferinden sonra da, aynı azim ve iradeyle askerlik hizmetini cepheden cepheye koşturarak sürdüren Cevat Paşa, İstanbul'un işgali esnasında tutuklanarak Malta adasına sürgün edildi. (1919–1922)
Sürgün dönüşünde, Adana ve Diyarbakır'da Ordu Komutanı olarak görev yaptı. 1930'da Askerî Şurâ üyesi oldu. 1935'te yaş haddinden emekliye sevk edildi.
Esasında "asker ruhlu" bir kişilik olmasına rağmen, Cevat Paşa, özellikle 1924'ten sonra mümkün olduğunca aktif görevlerin dışında tutulmaya çalışıldı. Sonunda, istemediği halde emekli olmaya zorlandı.
Bu da gösteriyor ki, Çanakkale Harbinin kahraman kumandanına lâyık olduğu değer hakkıyla verilmedi; hatta, çoğu kez dışlandı da denilebilir.
Cevat Paşanın 27 Eylül 1988’e kadra İstanbul Erenköy Mezarlığında bulunan naaşı, bu tarihten sonra Devlet Mezarlığı’na nakledildi. Bu da ikincu büyük ayıp, yahut tuhaf kaçan bir uygulama...
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hadis reformu mu? |
|
İstanbul’dan okuyucumuz:
* “Son günlerde basında, Diyanet İşleri Başkanlığına ait bir çalışmadan söz ediliyor: Hadis reformundan… Bu çalışma nedir? Hadislerin reforma ihtiyacı mı var? Bu nasıl bir çalışmadır? Konu hakkında bilgilendirir misiniz?”
Bahsedilen bu çalışma konusunda taraf doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı olduğundan ve şimdilik yeterli cevap da ihtivâ ettiğinden; Diyanet İşleri Başkanlığının basın açıklamasını buraya almayı uygun bulduk. Açıklama aynen şöyle:
“Diyanet İşleri Başkanlığımız ve Türkiye Diyanet Vakfı tarafından desteklenen Konulu Hadis Projesi hakkında son günlerde başta BBC olmak üzere Batı’da ve ülkemiz medyasında çıkan haberler üzerine aşağıdaki açıklamanın yapılmasına lüzum görülmüştür. Ülkemizde din eğitimi ve hizmeti veren çevrelerde, Hz. Peygamber’in vermek istediği mesajın sade ve anlaşılır bir dil ile sunulduğu yetkin bir esere ihtiyaç bulunduğu çeşitli vesilelerle dile getirilmektedir. Bu çerçevede Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu somut ve kapsamlı bir adım atmış ve ‘Konulu Hadis Projesi’ ismiyle özgün bir çalışma başlatmıştır. Hadis Projesinde, 7 Bilim Kurulu Üyesi, 10 veri hazırlama ve kontrol görevlisi ve farklı İlâhiyat Fakültelerinde Hadis alanında görev yapan 85 akademisyen yazar olarak çalışmaktadır.
“Hadis alanında uzmanlaşan akademisyenler tarafından, Hz. Peygamber’in mesajının, günümüz insanına anlayabileceği bir dil ile sunulmasının hedeflendiği çalışmada, tarihsel süreç içerisinde rivayetler üzerine yapılan yorumlar dikkate alınmakta; yanlış anlamalar söz konusu ise tashih yoluna gidilmekte; ancak güncel değer taşımayan mesele ve yorumlara yer verilmemektedir. Konunun işlenişinde, hadislerin âyet ve hadis bütünlüğü içersinde izahı yoluna gidilmekte; hadisler değerlendirilirken temel dinî metinlerin birbirleriyle olan irtibatı ve metinler arası iç bütünlük dikkate alınmakta; özellikle Kur’ân-Hadis birlikteliği metne yansıtılmaktadır. Hadisler yorumlanırken, klasik hadis kaynaklarının yanında, İslam kültüründe ortaya çıkan şerhler, erken dönem tefsir, fıkıh, kelâm, siyer-meğâzî vb. literatürden yararlanılmaktadır. İslâm geleneğinin kendine özgü anlama ve yorumlama metodolojisinin esas alındığı çalışmada, rivayetlerin güncel düşünce ve bilimsel verilerle ilgileri kurulmakta; ancak bugünün algısıyla geçmişi tasavvur etmekten ya da aşırı yorumlardan sakınılmaktadır.
“Belirtilen amaç ve yöntemle sürdürülen bu çalışmanın, ‘reform’, ‘revizyon’ veya ‘devrim’ gibi nitelendirmelerle tanımlanması yanlıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu yanlışlık Müslümanlığı ve İslâm dünyasındaki bilimsel dinamizmi Hıristiyanlığın tarihi ve kültür hafızasıyla tanımlamadan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yerli ve yabancı medya organlarında Konulu Hadis Projesiyle ilgili olarak ileri sürülen ‘hadislerin ayıklanması’, ‘hadislerin ılımlı İslâm çerçevesinde yorumlanması’, ‘Siyasetle ilişkilendirilmesi’, ‘Bir yabancının danışman olarak takdimi’, ‘hadis alanında reform yapılması’, ‘hadislerin 21. yüzyıla uyumlu hale getirilmesi’, ‘İslâm’ın teolojik temellerinde değişikliğe gidilmesi’ gibi asılsız ve mesnetsiz iddiaların öne çıkarılması Başkanlığımızca teessürle karşılanmıştır.
“Bu tür haberlerde ifadesini bulan düşünceler, söz konusu projenin maksat ve muhtevasına tamamen zıt olduğu gibi, ülkemiz ve dünya Müslümanları nazarında da olumsuz kanaatlere yol açacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığımız, tıpkı tarihte yapıldığı gibi, Hz. Peygamber’in mesajına hayatiyet kazandırmayı ve insanlığın her gün biraz daha ihtiyacını hissettiği bu kutlu öğretiyi onlara en doğru biçimde ulaştırmayı hedeflemektedir. Bu maksat ve düşüncelerle başlanan Konulu Hadis Projesi, ülkemizin muhtelif İlâhiyat Fakültelerinde görev yapmakta olan akademisyenler tarafından yürütülmektedir ve önemli bir mesafe de kaydedilmiştir. Tamamen özgün, akademik ve bilimsel nitelikte olan ve Başkanlığımızca iç ve dış siyasetten bağımsız olarak yürütülen bu Hadis Projesinin, Hz. Peygamberin evrensel mesajını 21. yüzyıla taşımada önemli bir adım olacağına inanmaktayız. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”1
Açıklama böyle. Biz de saygıyla ve duâyla karşılıyoruz. Hadisleri doğru anlamak için ifrat ve tefritten uzak, uç ve sapkın fikirlerden arınmış doğru yorumlara elbette ihtiyacımız var. Böyle bir projeyi iyi niyetli buluyoruz. Bu projenin, Hazret-i Peygamberin (asm) mesajının doğru anlaşılması için büyük bir boşluğu dolduracağını umuyor ve hayırlı olmasını temennî ediyoruz. Doğru, istikametli, özgün ve Kur’ân ve hadis bütünlüğünü koruyan isabetli yorum sahibi uzman ve akademisyenlere bu zor ve yorucu görevlerinde başarılar diliyoruz.
Tebrik ve takdir hislerimizi projenin tamamlanmasına bırakıyor, Diyanet İşleri Başkanlığına bu çalışmayı alnının akıyla bitirmesi için kolaylıklar diliyoruz.
Dipnotlar:
1- Diyanet İşleri Başkanlığının 28.02.2008 Tarihli ve 41 Sayılı Basın Açıklaması
13.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|