|
|
Murat ÇETİN |
Bir vatanı sevmek |
|
Bir vatanı sevmek, bir manzara resmini sevmek gibi midir? Aman da ne güzelmiş mavileri, ne parlakmış yeşilleri, ne güzel yansımış ışık şuradan, ne güzel gölge düşmüş buradan, demek midir?
Bir vatanı sevmek, ezberlemek ve ezberlediğini bağırmak gibi midir? Bir ilkokul öğrencisinin “Andımız”ı ezberleyip, her sabah aynı şeyi bağırması gibi midir bir vatanı sevmek?
Bir vatanı sevmek, o vatan insanlarını sevmemek midir? O vatanın “yer altı ve yer üstü zenginlikleri”ni sevip, insanlarına şüpheyle yaklaşmak mıdır? Toprağını sevdiği vatanın insanlarını potansiyel suçlu saymak mıdır?
Bir vatanı sevmek, o vatanda insanca yaşamanın önüne “ama”lar koymak mıdır?
Özgürlük kelimesini tereddütle telâffuz edip, “hak” kelimesinden ürkmek midir?
Bir vatanı sevmek, herkesin kolay kolay sahip olamayacağı özel bir yetenek midir? Bu vatanı kimin sevip kimin sevmediğine kim karar verir? Bir vatanı sevme sebepleri kimin onayından geçer? Bir vatan, o vatan insanları için, o insanlar ise insan oldukları için sevilemez mi?
Bir vatan o vatana rağmen sevilebilir mi? Bir vatan, o vatan insanlarına rağmen sevilebilir mi? İnsanı sevmeden, vatanlar sevilebilir mi?
Ormanı sevip ağaçları sevmemek mümkün müdür? Ormanı tanıyıp ağaçları tanımamak, ormandan vazgeçemeyip, ağaçları feda edebilmek mümkün müdür?
Bir vatan, düşmanlarından bağımsız sevilemez mi? Vatanlar düşmanları olduğu için mi sevilesidir? Bölünebildiği ama biz bölünsün istemediğimiz için mi severiz vatanları?
Neden “devletin vatanı”dır ve “devletin milleti”dir, “bölünmez bütün” olan? Vatan ve millet, devletin bir birinden ayrı iki unsuru mudur? Vatan devletinse, millet bu tablonun neresindedir?
Yoksa millet, vatan söz konusu olduğunda teferruat oluveren bir şey midir sadece?
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet TOPUZ |
Kadın ne ister? |
|
Bu hafta Cumartesi günü hep birlikte kadınlar gününü kutladık! Ama bu birçok hanım için çok kutlu bir gün değildi tabiî. Televizyonlarda, gazetelerde hep kadınlar ve bazı sorunları işlendi. Hele de bir medya grubunun ağır bir gazetesi en arka sayfasını ‘Kadın ne ister’ başlıklı bir reklâma ayırmıştı. Bu reklâmda dile getirilen hakların hepsine katılmasak da, o ifadelere aynı anlamları yüklemesek de birçoğu istediğimiz şeyler. Aynı gazetenin hemen arka sayfalarında ise bir yazarın kadın hak ve özgürlükleri ile türban meselesi arasında bağlantı kurarken kadınların hak ve özgürlüklerinin başörtüsüyle geri alındığını iddia etmesi tam bir çelişki arz ediyordu.
Evet, ne istiyordu kadın? ‘Umutla geleceğe bakmak.’ Ama o bakacağı gelecek bazıları tarafından ona sadece evde oturmayı emrediyor ve kamusal alan diye icat edilen yere girmesini engelliyordu. O umutla bakmak istediği gelecekte ona çizilen rol sadece temizlik işçiliği, müstahdemlik, kapıcılık… ile sınırlıydı.
‘Hukuk ve demokrasi istiyordu’ kadın. Ama bu talebi bazılarının korku ve vehimlerine dayandırılarak engelleniyor, buna da hukuk kılıfları bulunmaya çalışılıyordu. Bu uygulamanın da dünyada hiçbir örneği yoktu. Tam tersine en gelişmiş dünya devletlerinde bu haklar en geniş mânâda yaşanıyordu.
Kıyafeti üzerinden politika yapılmasını o da istemiyordu. Zaten taşıdığı değer dünyadaki her siyasetin üstünde bir kıymet ifade ediyordu onun için. Ama bunu anlatmak istese de bazıları anlamak istemiyordu.
Kadın ‘çalışmak ve emeğinin karşılığını almak istiyordu.’ Ama tabiî yine bazılarının istediği şekilde ve sınırlarda kalmak şartıyla çalışabilirdi. Hele de—laikliğe aykırı!—kıyafetle asla çalışamazdı. Okumalı ve eğitim almalıydı; fakat kendisine dayatılan yasaklara boyun eğmesi şartıyla. Aynı düşünce ve ideolojiyi paylaşmazsan eğitim senin hakkın olamazdı. TC vatandaşı olmak için sadece vergi vermek yeterli değildi. Devletinin okullarından istifade hakkını kullanabilmek için sınav kazanması yetmezdi. Kafasını da ‘uygun’ hale getirmeliydi.
Kadın ‘kadınlığını doyasıya yaşamak ister’di. Bu da kadınlığa has zahirî güzelliğini herkesle paylaşırsa mümkündü. Yoksa ‘çağdaş’ olamazdı. Çağdaş olamazsa çağdışı olacağından, bu yüzyılda istediği gibi yaşama hakkı ortadan kalkardı. Asıl kadınlığa has güzelliği olan sevgisi, şefkati gibi surete dayanmayan sîret güzelliği ise tamamen eskide kalan şeylerdi. Dikkat çekmeliydi kadın ve cesur olmalıydı! Bunun yolu da suretini ortaya dökmekten geçiyordu.
Toplumun büyük kesimini oluşturan kadınların asıl istediklerine gelince:
Bizler inanç hürriyetimizin başkaları tarafından sorgulanıp kısıtlanmamasını ve eşit olarak aynı haklara sahip olmayı istiyoruz.
Çağdaş olan ve olmayan, kamusal alan, laikliğe uygun veya değil gibi tamamen kişiye göre değişen keyfî kriterlerin ortadan kalkmasını istiyoruz.
Her kesimin inanç ve anlayışına saygı istiyoruz.
Toplumda her halimizle herkes gibi saygı ve değer görmek istiyoruz.
İnsana değer katan şeylerin kafasının ve gönlünün içinde olduğuna inanan bir anlayışın hakim olmasını istiyoruz.
Bu konuştuklarımızın çok kısa bir süre içinde tarih olmasını istiyoruz. Bunların bir hak olarak istendiği günleri hatırlamak bile istemiyoruz.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Husûmet askerleri |
|
İnsanlık, sevgi ile ancak karanlık vartalardan kendini kurtarabilir. Hayat sevgi ile ancak ehemmiyet kazanabilir. Sevgi, güzelliklerin üzerindeki karanlık perdeleri kaldırır. Bütün doğrulukların ve doğruların temelinde sevgi bulunmaktadır. Zira Kâinatın Yaratıcısı, varlıklar arasındaki dayanışmanın temelini sevgi ile atmıştır.
Birbirlerini sevenler ancak birbirlerine yardım edebilirler. Birbirlerini sevenler ancak işbirliği içinde ortak hedeflerine varabilirler. Bu sebepledir ki sevgiyi lâyık olana verenlerin kazanacağı bir imtihan meydanına atılmış insanoğlu. Seven ve sevgiyle istenen hedeflere kavuşabilenler kazanıyor, sevgiyi unutup sevgisizlikle ortalığı velveleye verenler kaybediyor.
Âlemlerin Rabbinin sevgiyi, Ona isyan eden şeytanın ise husûmeti tavsiye ettiği bir hayat seyri içinde, insanların bir kısmı sevgiyi esas almakta, bir kısmı da husûmet askerlerinden medet ummaktadır. Böylece varlıklardaki bütün sevgilerin, kendisindeki muhabbetin ancak küçük bir lem'ası olabilen Rabbimiz, her zaman sevgi ile hareket edenlerin, her zaman sevginin beslediği nizam ve intizamdan yana olanların yanında olmuştur ve olacaktır.
Sevginin gerçek mecrasını bulanlar ebedî saadetlere kavuşacakken, husûmetlerle hayatı çekilmez hale getirenleri de ebedî şekavetler beklemektedir. Çünkü Kâinatın Hâlıkı, insanları, sevgiyle kendisini tanıyıp, muhabbetle kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Rabb-i Rahim sadece sevginin düşmanlarına husûmet etmemizi istemektedir.
Şeytan ve avanesi ise sevginin düşmanıdır. O lânetlenmiş güruhun en büyük hedefi, husûmet tohumlarını insanların arasına atmak ve bu tohumların yeşermesi için gereken şartların meydana gelmesine ön ayak olmaktır. Bu durum bize gösteriyor ki, bu geçici hayattaki en büyük mücadele sevgiyi besleyen duygular ile husûmeti doğuran düşünce ve faaliyetler arasında cereyan etmektedir.
Sevgiyi besleyen duyguların başında Allah’ı tanımak ve Ona ibadet etmek gelirken, sevgisizliği besleyen duyguların başında da imansızlık, şirk ve küfür duyguları bulunmaktadır. Sevgi bütün varlıkların görevlerini en iyi bir şekilde yapmalarını gerektirirken, husûmet ise varlıklardaki insicamı bozmakta, vazifelilerin görevlerini ihmal etmesine sebep olmaktadır.
Kur’ân-ı Azimüşşân sevgi kaynağı olduğu gibi, Kur’ân’a ve hükümlerine yapılan her türlü saygısızlık da insanı düşman duygulara esir eder. Çünkü İlâhî kelâm olan Kur’ân sevginin yolunu şuur sahiplerine göstermek için gönderilmiştir. Bu yüce kitabı geçici dünya hayatında kendilerine rehber edinenler, hem Rabb-i Rahime muhabbetlerini tevcih edecek, hem de Rabb-i Rahimin muhabbetine mazhar olacaklardır.
Rabb-i Rahim “Habibim” dediği Resûl-i Ekrem’i (asm), İlâhî sevgilerin yeryüzündeki varlıklarda tecellisini göstermek için görevlendirmiştir. O yüce Resûl, insanı insan eden duyguların hayata en güzel bir şekilde geçirilmesinin en mükemmel bir örneği olarak yeryüzünü şereflendirmiştir. İşte bu kâmil insanı tanımak, onun sünnet-i seniyesini hayata geçirmek sevgilerin hayata geçmesine sebep olmakta, o yüce insana cephe almak, onun insanlara mükemmel bir örnek olan yaşayışını örnek almamak da sevgisizliğin, düşmanlıkların yayılmasına sebep olmaktadır.
Bütün iyiliklerin temelinde İlâhî muhabbet varken, bütün sevgisizliklerin, bütün düşman duyguların temelinde şeytanî husûmetler bulunmaktadır. Muhabbetlerin kaynağı iman iken, düşmanlıkların kaynağı da imansızlıktır. Sevgi ve ibadet birbirini tamamlarken, sevgisizlik ve isyan kol kola büyük tahribatlara yol açmaktadırlar.
Hep görüyoruz ki, iman ve Kur’ân’ın sevgi pınarlarından âb-ı hayat içemeyenler husûmetin zehir gibi öldürücü olan sularıyla susuzluklarını gidermeye çalışmaktadırlar. Bazen bu zehirlenenlerin bir kısmı uyanıp sevgi pınarlarına yönelmekte ve geçmişlerinden dolayı pişmanlık göstermektedirler. Uyanmayanlar ise kendileri gibi olmayanları kendi karanlık vadilerine çekmeye çalışmakta, kendi davetlerine uymayanlara karşı da husûmet askerlerini devreye sokmaktadırlar. Sevgi ehli bu geçici dünyada bazı sıkıntılara maruz kalsa da, sabırla düşman duyguları terk etmemekte ısrar eden zalimlerin Cehenneme yuvarlanacakları günü beklemektedirler...
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Korkulardan kurtulmak |
|
Korku, insanı ürperten bir kaygı olmasına rağmen, bazen de istenen ve aranan bir duygudur. Yerinde ve yeteri kadar korkuya sahip olan bir insan, kendini daha güvende hisseder. Korku, tedbirin, dikkatin, sorumluluğun vesilesidir. Korkuyu iyi yönetemeyenler, hayatın korunması için verilmiş olan bu duyguyla hayatını zehir edebilirler. Bir ilâcın dozu iyi ayarlanmazsa fayda yerine zarar verdiği gibi, korku ayarını tutturamayanlar da bundan büyük zararlar görebilirler.
Neden ve ne kadar korkmalıyız? Bu soruya doğru cevap vermek, korkuyu iyi yönetmenin en büyük güvencesidir. Korkunun kaynağı, cehalettir. İnsan en çok bilmediklerinden korkar. Zifiri karanlık bir yolda, elinizde hiçbir ışık kaynağı olmadan uzun bir yolculuğa çıktığınızı düşünün. Attığınız her adımda bir uçuruma yuvarlanma, başınızı bir yerlere çarpma veya düşüp kolunuzu, bacağınızı kırma endişesi taşırsınız. Mahiyeti belirsiz, gücünün sınırları bilinmeyen, nerede ve ne zaman geleceği belli olmayan musibetler, insan ruhundaki korku duyusunu hep canlı tutar. Bu duygu, evham endişe ile tahrik edildikçe, paranoya halini alır ve hayatı bir azaba çevirir. Öyle insanlar, arkalarında duydukları ayak sesini kendilerini kovalayan eli silâhlı bir katil zanneder ve durmadan kaçarlar. Halbu ki, durup da “Bu sesler nedir?” diye geriye doğru bakacak olsalar, peşlerinde korkacak birşey olmadığını göreceklerdir.
Herkes kendi ruhunu şöyle bir yoklasa, her köşesinde bir korkunun çöreklendiğini görecektir. Bazı insanlar kalp krizi geçirmekten korkarlar, bazıları kansere yakalanmaktan. Kimisi yolda yürürken kendisine bir aracın çarpmasından endişe eder, kimisi başına göktaşı düşmesinden korkar. Ormanda yürürken bir yırtıcı hayvanın saldırısına uğramaktan korkanlar olduğu gibi, bir fare veya kurbağadan korkanlar da vardır. Kimi de sineğin ısırmasından korkar, ejderhanın ağzına doğru koşar.
Bir araç içinde yolculuk yaparken, aracın durumuna ve sürücünün ehliyetine göre korku veya güven duygusu taşırız. Araç ne kadar sağlam, sürücüsü ne kadar tecrübeli ve maharetli ise, yolculuğumuz o kadar huzur ve güven içinde geçer. Kaptanı olmayan, rotası belirsiz, pusulası bozuk bir tekneye binmek zorunda kalsak, korku içinde titreyerek yolculuk yaparız. Hayatımız da, dünya denilen gemi ile yapılan bir yolculuktur. Gemimizin sağlamlığından ve başıboş olmadığından ne kadar emin olursak, yolculuğumuz da o kadar huzur içinde devam edecektir.
Bu kadar büyük bir geminin, bu kadar büyük bir denizde bu kadar hızla hareket etmesini tesadüfe bağlar, gemimizin kaptansız, denizimizin sahipsiz olduğunu kabul edersek, her saniye korku içinde titremek zorunda kalırız. Gök gürlese yüreğimiz ağzımıza gelir, ufak bir deprem olsa hemen dehşete kapılırız. Uzayda bir gezegen dünyamıza yaklaşsa, “Acaba bize çarpar mı?” diye endişe ederiz. Halbuki, kürelerin de, zerrelerin de Cenâb-ı Hak’kın emri ve iradesi ile hareket ettiğini, O izin vermedikten sonra depremlerin, yıldırımların, tufanların ve en dehşetli dalgaların kılımıza bile zarar veremeyeceğini bilsek, bütün bu olayları hayret ve hayranlık içinde seyreder, en ufak bir korku ve endişeye mahal olmadığını anlarız.
Korku, insanî bir duygudur. İnsan elbette bazı şeylerden korkar. Ama nelerden ve ne kadar korkulması gerektiğini bilmek gerekir. Bir insanın korkusuzluğunu ispatlamak için hayatını tehlikeye atması da, doğru bir davranış değildir. Buna cesaret değil, cehalet denir. Cahil insan neden ve ne derece korkması gerektiğini tayin edemez. İnsan nefsinin şerrinden, şeytanın şerrinden, günahların şerrinden ve diğer şerlilerin şerrinden korkar da Rahman ve Rahim olan Allah’a sığınırsa, her türlü korkudan emin olur.
Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tesbit ve tavsiyesini, korku konusunda kılavuz edinirsek, yersiz korkulardan kurtuluruz: “Her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, îmândır, ubûdiyettir. Her seyyiat gibi cebânetin (korkaklığın) dahi menbaı, dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz.”
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Aşk ağlamalar |
|
Şiir gibi bir cümle: “Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanıdır.” İnsan hissiyâtı bu kadar güzel ifade edilir, aşk bu kadar veciz bir mânâ ile aşikâr olur, firak bu kadar beliğ açıklanır…
Bu cümlenin karşılığı; “Batın-ı kalp âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur” olsa gerek… Birbirine bakan ve birini açıklayan his ve hikmet yüklü yüksek hakikatler; anlamak için insan ruhunun derinliklerinde ufuk gezintiler yapmak lâzım…
Hele birinci cümlede alt fon olarak kendini hissettiren mûsikî, okudukça okutturuyor, bıktırmadan tekrar ettiriyor… Zahir önemli değil, asıl olan batın olsa da, ikisi bütünleşirse kalıcı güzelliğe erişilmiş olunuyor…
Zahirle batın arasında gidip gelmeler, aşkla firak arasındaki koşuşturmalar, gülmekle ağlamak arasındaki yakınlık, kederle kemal arasındaki köprüler; âlem-i şehadet ve misâl arasındaki berzahlar gibi… Dairesel dönen ve ilerleyen hayat akışında firak feryatlar, aşk ağlamalar bir tek şeyi tercüme ediyor: Ebed illâ ebed…
Kalbin kıblesi beka; başkasına bakmıyor, başkası onu doyurmuyor, doyuramıyor… Kâinatın uzak çöllerine de gitse, yakın derelerinde de bulunsa sevgili değişmiyor, aşk başkalaşmıyor; sonsuz sonsuzluk sevgisi…
Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey ona muhtaç olan Samed’e âyine olmak ve onu yansıtmak; kalbin bekaya berrak bakışı… Kesret dalgalanmalar, çokluk gürültüler onu boğamıyor… Irmaktaki akış beka buluşmasına, sonsuz vuslata kayıştır… Değişmez değişim bu olsa gerek; geçici olanlar doyurmuyor, güldürmüyor…
Gülünç kalıyor günlük sevgiler, sevgililer; kayıp giden her sevgide günsüzlük sevdası var…
Günlük hayatta küçük kırılma, küçük kayboluşların kalpte çizdiği çizikler aynı şeyi söylüyor; ağlama beka var, ağlıyorsan da bilmeyerek beka için ağlıyorsun… Başka tercümesi yok gülmenin ya da ağlamanın; sen Samed âyinesisin… Başka kimseye mahsus olamazsın, var olman ve var kalman buna bağlı… Varlığa bu damgayla dokunursan her şey senindir; istediğin kâinat olsun, istediğin sonsuzluk olsun…
Bir katredeki ışıkta boğulma, ışığın kaynağına uzan… Ayın ardından ağlama, kalbindeki sonsuz güzelliği seyret, orada O’nu göreceksin… Ağla ki Samed hazinen ortaya çıksın, ara ki beka ile buluşasın… Bulduğun küçük ışıklara kanma; zerreden şemse aydınlık mertebeleri var…
Bil ki sen “Abdüssamed”sin, onun da sonsuz mertebeleri var… Kalbini, Kâbe’yle kâinatla buluştur, kâinattan Kâbe’ye kalbine Kur’ânî yollar aç… Aklını kalbinle buluştur; bu seyahatten elem ve ayrılık duymayacak, ağlamayacaksın…
Evet, hakikat denizi dalgalanmaya devam ediyor: “Bütün firaklardan gelen feryatlar aşkı bekadan gelen ağlamaların tercümanıdır” Döküldüğü ve dolduramadığı umman da “Batın-ı kalp âyine-i Sameddir ve O’na mahsustur.”
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yassıada kafası |
|
Demokratik hukuk zeminlerinde hesaplaşması hâlâ tamamlanmadığı için midir nedir, aradan 57 sene geçmiş olmasına rağmen, Yassıada kafası etkili makamlarda yüzünü gösterip, herhangi bir pişmanlık emaresi taşımak şöyle dursun, aksine gayet pişkin ve cür’etkâr tavırlarla arz-ı endam etmeye devam edebiliyor.
Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın Dünya Kadınlar Günü için tertiplenen sempozyumda, konuyla da hiç ilgisi olmayan hezeyanlar savurması, 27 Mayıs’tan bu yana o cenahta bir arpa boyu dahi yol alınamadığını gösteriyor.
Ha demokrasi ve hukuk tarihimizde kara bir leke olarak duran Yassıada mahkemelerinin, millet iradesiyle seçilip silâh zoruyla alaşağı edilen maznunlara yaptığı insanlık ve hukuk dışı muameleyi “Sizi buraya tıkan kuvvet öyle istiyor” diye açıklayan meşhur savcısı Egesel...
Ha Menderes’le iki bakanının idamı için “Toplumsal coşkuyla karşılandı, ondan sonra çok güzel bir dönem başladı” diyebilen Çölaşan...
Arada ne fark var? Tek fark, Egesel darbeciler tarafından kurgulanan ve onların talimatıyla çalışan bir “devrim mahkemesi”nde görevli iken, Çölaşan’ın, demokrasisini bir noktaya getirdiği, AB sürecinde hayli yol aldığı düşünülen bir ülkenin Danıştay gibi bir yüksek yargı organında başsavcılık makamında oturuyor olması.
Ama bu fark çok önemli. Ve bu farkın ortaya çıkardığı tablo, AB adayı demokratik bir hukuk devleti olan 21. yüzyıl Türkiye’sinde Yassıada zihniyetini seslendirme cür’etini asla ve kat’a taşıyamaz ve taşımamalı.
“Türk milleti adına” karar verme yetkisine sahip bir yüksek yargı organının başsavcılık gibi önemli bir makamından, “Halkımız okumaz, cahildir, menfaatine düşkündür” gibi sözlerle halka hakaretler yağdırılıyorsa, o hakaretleri sarf eden kişi orada bir an bile kalamamalı.
DP Genel Başkanı Soylu’nun “Hukukçu yeminini çiğneyen başsavcı hemen o kutsal makamdan istifa etsin” çağrısının gereği yapılmalı.
Eğer istifa etmeyip direniyorsa, Aydın Menderes’in dediği gibi, Danıştay kurumsal olarak tavrını koymalı; “Başsavcının sözleri kişiseldir, kurumu bağlamaz” demeli ve Çölaşan hakkında gerekli hukukî yaptırımları derhal işletmeli.
Bu yapılmalı ki, mâlûm sebepler yüzünden zaten fazlasıyla zedelenmiş olan devlet-millet ilişkilerindeki yaralar daha da derinleşmesin.
Yassıada zihniyetinin tipik bir temsilcisi olduğunu, konumunu unutarak mı, yoksa bile bile mi sarf ettiğini kestiremediğimiz talihsiz sözleriyle açığa vuran Çölaşan’ın, başörtüsüyle ilgili haddini aşan beyanları, “Türkçe ezan aşkı”nı dile getirirken Arapça ezana sataşması, Said Nursî’ye ve millete yönelik hakaretleri topluca bir arada düşünüldüğünde ortaya çıkan profil, aynı zamanda son derece net bir mesaj daha veriyor.
Başörtüsü karşıtlığının, ezan allerjisinin, Said Nursî düşmanlığının, halkı aşağılayan tavrın arkasındaki aslî unsurun darbeci Yassıada kafası ve onun temsil ettiği kara zihniyet olduğunu olanca açıklığıyla gösteriyor Çölaşan’ın sözleri.
Bu itibarla, bu sözler için “İptidaî bir değerlendirme, üzerinde durmaya gerek yok” diyen AKP’li Nihat Ergün’ün sergilediği tavır yanlış.
Tam tersine, önemle üzerinde durulmalı ve gereği hiç gecikmeden, bir an önce yapılmalı.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
8 Mart tuhfesi |
|
8 Mart kadınlar günü olarak kutlanıyor. Filistinli veya özelde Gazzeli kadınlar ise bu günü ölüm günü olarak anıyorlar. Çünkü sağları solları ölüm ve bu günde çiçek yerine yakınlarının ölümüyle karşılaşıyorlar. Elbette onların bu günü kutlamaları mümkün değil. 8 Mart Kadınlar Günü’nde herkes eşine dostuna hediye alıyor. Tuhfe ithaf ediyor. Çocuklar annelerini, eşler hanımlarını, babalar belki de kızlarını bugünde hediye ile taltif ediyorlar.
Bugünü kutlamak veya yakınlara tuhfe almak bid’at mı değil mi, bu işin farklı bir boyutu. Bununla birlikte, 8 Mart 2008 tarihinde dindar kadınlar istisnai bir tuhfe ile taziz edildiler ve ödüllendirildiler. Bu da Yunanistan Dışişleri Bakanı Bakoyanni’nin Müslüman hemcinsleriyle dayanışma gösterisiydi. Başörtüsüne destek vermesiydi. Bakoyanni, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle AKP genel merkezinde düzenlenen 4. Yerel Yönetimlerde Kadın Şûrâsı’na katıldı ve burada bir nutuk irad etti. Genelde kadının geldiği noktayla ilgili bakış açısına dair çekince ve kaydı itirazlarımız varsa da başörtüsü meselesinde elbetteki desteği takdire ve tebcile lâyıktır.
Batı dünyasının İslâm dinine basma kalıp düşüncelerle yaklaştığını kaydeden Bakoyanni, sözlerini şöyle sürdürüyor: “İslâm dini kadına erkek gibi muamele etmekte. Tarihsel bağlar söz konusu olduğunda Hıristiyanlıkla İslâm arasında çok fark yok. Dinî metinlere, tarihsel metinlere baktığınızda esas olan bunları nasıl yorumladığınızdır. Hem Hıristiyanlık, hem İslâm insana insan olduğu için belli hakları ve sorumlulukları yöneltmektedir. Belli platformlarda İslâm’dan gelenlerle tanışma fırsatı bulduk. İslâm’ın bir hoşgörü dini olduğunu söylüyorlar, bunu da görüyoruz. Bilinçli olarak başörtüsü takan kadınların kendini ifadesidir, buna bir yasak olmamalıdır. Onların hakkıdır. İnsanların belli hakları, öğrenim hakları ellerinden alınmamalıdır. Açık toplumlarda haklar hukuklar garanti altına alınır.”
Bakoyanni dinî alana girmeden sadece hürriyet ve özgürlük bağlamında dindar kadınların başlarını örtebilmelerini onaylıyor. Bununla birlikte, CHP saflarından buna da itiraz sesleri yükseldi. Neymiş efendim Bakoyanni hariçten gazel okuyormuş ve AKP de hariçten destek alıyormuş. Bu da mı suç? Ve sanki başörtüsü AKP’nin bir meselesi ve takıntısıymış gibi AKP’nin başörtüsüyle ilgili konumunu takviye etmek ve güçlendirmek için bu konuşmayı yapmış. Sanki kendi kanaati değil de şike ile bu konuşmayı yapmış. Yanlış olan bu meselenin kamplaşma hâline getirilmesidir. Hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın netice itibarıyla insanlardan bir kısmı kendi iradesiyle bunu giyiyor ve bunu giyerken de bir takım özlük haklarından da mahrum kalmak istemiyor. Eğitim hakkı vesaire gibi... CHP’nin buna karşı çıkması aslında kendi ideolojisiyle çelişiyor. Bazı Arap gazetelerin de yazdığı gibi modernizm iddiasına da aykırıdır. Zira Elizabeth Özdalga ve Taha Akyol gibilerin de belirttiği gibi özellikle de kamusal alanda başörtüsü takmak kadınları modernleştiriyor. Bir anlamda başörtüsü anlam buharlaşmasına da uğruyor. Yani onların arzuladıkları gibi başkalaşım sonucu bez parçası olma vasfına yaklaşıyor. Buna rağmen, inatlarını sürdürmelerine anlam vermek mümkün değil.
***
Bakoyanni meseleye özgürlük bağlamında değerlendirse bile Yahudiler de Müslüman kadının başörtüsüne imreniyor. Kimileri başörtüsü batıdan geldi dese de aslında Batı’dan veya daha doğrusu Batı medeniyetinden gelen açıklıktır. Şahin Filiz, İslâm’da başürtüsünü Yahudi kökene bağlasa da zaten Müslümanlar bu köken birliğini red ve inkâr etmiyor ki. Zira, başörtüsü neredeyse bütün dinlerin şeairinde vardır yani sembol ve dinî geleneklerindendir. Kimileri misyonerliğe dâvetiye çıkartıyor diye nasıl ki Hazreti İsa Aleyhisselâm’ın nüzulünü red ve inkâr ediyorsa kimileri de Yahudilerden geçti diye başörtüsüne yasak getirmek istiyor. Şinasi Gündüz birincisine Şahin Filiz de ikincisine örnektir. Bu zevat Hazreti İsa’nın ikinci gelişini misyonerliğe vesile oluyor diye red ve cerh ederken, ilginç bir şekilde başörtüsü konusunda ortak kaynağa atıfta bulunuyorlar. Halbuki, Yahudiler ve Hıristiyanlar bugün itibarıyla başörtüsü vecibesini büyük çapta unutmuş ve Batı medeniyetinin rüzgârına kapılmış durumdalar. Müslüman kadınların başörtüsüne sahip çıkması ise bu durumda onların gıpta veya haset duygularını tahrik ediyor.
***
Bu bağlamda, The Times gazetesi, Şahin Filiz’in aksine Yahudi kadınların Müslümanlara gıpta etmelerinin sonucunda kendi kareköklerine döndüklerini yazıyor: Giderek artan oranda Yahudi kadınları hicaba bürünüyor. Arapların hicabını aratmayacak şekilde tepeden tırnağa örtünen Yahudi kadın sayısı her geçen gün artıyor. Dindar Yahudilerin kalesi Kudüs yakınlarında 68 bin nüfuslu Beyt Şemeş şehrinde son dönemlerde Araplar gibi giyinen Yahudi kadın sayısı 100’ü buluyor. Hatta nadiren de olsa ‘hicaplı’ Yahudileri, Ağlama Duvarı’nda Tevrat’tan âyetler okurken görmek mümkün.
‘Hicaplı’ Yahudi hareketinin üyelerinden biri de Sarah. Tabiî asıl adı bu değil. Sarah caddeden geçerken arabalar yavaşlıyor, sürücüler ‘Arap’ çağrışımlı bu kadının künhüne varmaya çalışıyor. Tepeden tırnağa koyu renk elbiseyle yüz ve gözlerini ‘koruma’ altına almış. Yani nikap giymiş. Giysisinin Arapların hicabıyla aynı olduğu tesbitini reddediyor. Buna ‘hicab’ değil ‘sal’ demeyi tercih ediyor. Tabiî ‘intihar bombacısı’ korkusu yaşayan Yahudiler arasında Arap zannedilen bu kadınların tatsız tecrübeleri de var. “İnsanlar genelde arabalarını durdurup dikizliyorlar. Bazıları ise kaba. Beni Arap zannedip lâf çarpıyorlar. Yine de ‘sal’ giyinmek dikizlenmeye ve bazen de taciz edilmeye değer. Vicdanen bunun Allah’ın giymemi istediği şey olduğunu biliyorum. Allah’ın izniyle daha fazla kadın gerçeği görecektir” diyor Sarah. Tabiî şehirde büyüyen ‘hicab’ hareketinin tüm fertleri aynı ölçülerde giyinmiyor. Bazıları sadece başlarını ve geleneksel Yahudi şalıyla omuzlarını örtmekle yetiniyor. Bazıları Afgan burkasına benzer, ama daha şeffaf giysiyle yüzünü gizliyor.
‘Hicablı’ Yahudiler arasına bir yıl önce katılan M.’nin hikâyesi ise ‘Ağlama Duvarı’nda Arap zannettiği bir kadınla başlamış: “Ağlama Duvarı’nda Arap’a benzeyen bir kadın gördüm ve korktum. Burada ne işi olduğunu anlamak için yanına sokuldum. İbranice duâ ettiğini fark ettim. Tuhaf giyinmesinin sebebini konuşmaya başladım ve grubuna katıldım. Aynı gün Beyt Şemeş’te onların öğretmeni ve ‘sal’ sitilinin mimarıyla karşılaştım.” M., hicap konusunda ‘patentin’ (Şahin Filiz gibi) Yahudilere ait olduğunda da ısrarlı (Bu aslında bi’setten sonra onlardaki ortak kıble kıskançlığını hatırlatıyor. ‘Müslümanlar bizim kıblemize niye yöneliyorlar’ diye soruyorlardı). M.’nin düşüncesi şöyle: “İnsanların Arap kültürünün bir parçası olduğunu sandığı bedeni ya da yüzü tamamen kapatma, gerçekte Yahudi kadınlarla başladı. Müslümanlar Allah’ın lutfettiği iffeti kazanmak için Yahudileri taklit ediyor. Gerçek şu ki İsrail’in kadınları Allah’ın gözünde küçülüyor çünkü Araplar elbisede daha iffetli. Eğer Yahudiler bu topraklarda Arapları yenmek istiyorsa daha fazla iffetli olmalılar.”
Mesele yenmek veya yenilmek olunca; CHP daha sıkı durmalı ve İsrail’i de korumalı aksi takdirde domino etkisiyle Türkiye’de serbest kalan başörtüsü İsrail’e de sıçrayabilir ve onu da sarabilir. Ne olur ne olmaz, işi şansa bırakmamak lâzım. Ha gayret!
CHP’nin bir başka tezadı, başkalarından intikal ettiğini ileri sürerek başörtüsüne karşı çıkmasıydı.
Bizde başörtüsü yasak olunca yasaklı kızlarımız onun yerine gerçekte bir Yahudi geleneği olan peruğa yöneldiler. Peki Şahin Filiz ve bilumum CHP’liler niye bunu görmediler ve peruka karşı çıkmıyorlar! Zira onların münhasıran karşı oldukları tek başörtüsüdür. Öbürleri lâf u güzaf. Onlara göre dindar Müslüman kadınlar peruğu Yahudi hemcinsleriyle paylaşabilirler, ama başörtüsünü asla!
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Vefasızlığın böylesi |
|
“Şeriat-ı Garrâ (parlak İslâm dini) zemine nüzul etti. Tâ ki zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izâle etsin; hem de izale etti. Fakat vâesefâ ki (ne yazık ki), muhit-i zamanî ve mekanînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak bir derece başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil (cehalet) ve vahşet, cevânib-i âlemde (âlemin dört bir yanında) zeynab (havuz) gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”1
Münâzarât’ta yer alan bu satırlardan Hz. Hüseyin’in hareketinin temelinde istibdada karşı duruş ve hürriyet-i şer’iyeyi ikame ediş bulunduğu anlatılıyor.
Hz. Muaviye vefat ettiğinde Kufeliler Hz. Hüseyin’e haber göndererek Yezid’in başa gelmemesine, Kufe valisini kovacaklarına ve Kûfe’ye geldiği takdirde kendisine biat edeceklerine dair haber gönderdiler. Yüz bin kişi toplayacaklarını, ondan başkasının imamlığına rıza gösteremeyeceklerini, yolunda öleceklerini, kendisini karşılamaya çıkacaklarını, acele gelmesini bildirdiler. Peşpeşe yazdıkları mektuplar bir heybeyi doldurmuştu.
Hz. Hüseyin, mektuplarından dolayı memnun kaldığını, amcası oğlu Müslim ve bin Akil’i kendilerine göndereceğini, aralarında kontakt kuracağını, gelişmelerden haberdar ve ona göre hareket edeceğini bildiriyordu. Müslim bin Akil’e de, eğer durumun Kufelilerin dediği gibi ise oraya gideceğini, aksi halde kendisinin hemen geri dönmesini söyledi.
Müslim bin Akil, Kufe’ye ulaştı ve Hz. Hüseyin için biat almaya başladı. İlk etapta on sekiz bin kişi biat etmişti. Hemen Hz. Hüseyin’e bir mektup yazıp acele gelmesini istedi. Durumu ajanlarıyla öğrenen Yezid ise, Basra ve Kufe’ye yeni vali olarak tayin ettiği İbni Ziyad’a Müslim’i yakalatıp öldürtmesini emretti.
Müslim bin Akil, İbni Ziyad’ın Kufe’ye geldiğini duyunca tedbir olsun diye daha önce kaldığı Muhtar’ın evinden ayrılıp eşraftan Hune bin Urve’nin evine gitti.
İbni Ziyad gönderdiği adamla aradığı Müslim bin Akil’in, Hune bin Urve’nin evinde olduğunu öğrendiğinde Hune’yi makamına çağırtıp öldürttü. Bunu öğrenen Müslim bin Akil kendisine biat edenlere durumu anlattı. Birlikte binlerce kişi İbni Ziyad’ın vali köşkünü kuşattılar. Akşam olunca Müslim bin Akil bir de ne görsün o binlerce kişiden yanında sadece otuz kişi kalmasın mı, diğerleri dağılıp gitmişler. Morali bozulan, ümitsizliğe kapılan Müslim bin Akil kuşatmadan vazgeçti, geri dönmeye karar vardı. Dönerken de arkasına baktığında hiç kimse kalmamıştı.
Sonra da aratıp Müslim bin Akil’i bulduran İbni Ziyad onun da boynunu vurdurdu. Onun şehit edilirken şöyle dediğini duymuşlardı: “Allah’ım, Bizimle bizi aldatan, bize yalan söyleyen, sonra da bizi bırakıp ölmemize sebep olan topluluk arasında Sen hükmünü ver.”
Sonraki gelişmeler nasıl olmuştu? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.
Dipnot:
1. Münâzarât, s. 37.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Temel hak: İnanç hürriyeti |
|
21. asırdayız. Ülkemizin hukuk devleti olduğunu veya insan hak ve hürriyetlerinin kemâliyle işlediğini kim söyleyebilir? 15 asır öncesinin düşünce hürriyetine ne kadar yaklaşmış acaba? Kim alnının akı, vicdanının hakkıyla “Oldukça!” diyebilir? 15 asır önce getirilen ve insanlığın ufkunu açan düşünce hürriyetine göz attığımızda yerlerde süründüğümüz görülür.
İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı, hiç kimseden men olunamaz.”1 Zira o, bir “atiyye-i Rahman”, yâni, Yaratıcının kullarına bağışıdır.
İnanç, iman hürriyeti bunun tabiî bir sonucudur. Zira, dünyaya gönderilmemizin asıl sebebi, iman edip etmeyeceğimizin imtihanıdır. İmtihanın da gerçekleşmesi için hür irade şarttır. Doğuştan bahşedilen düşünce ve inanç hürriyeti, “hayat” hakkı gibi dokunulmazdır. Ve yine insan, ister iman eder, ister inkâr eder. İnanç, iman konusunda da gayet serbest bırakılmıştır: “...Dilediğinizi yapın; muhakkak O yaptıklarınızı hakkıyla görür.”
Bu, âyet-i kerime, her türlü hakların kaynağıdır. İsteyene, dilediği gibi hareket etme hürriyeti tanınmaktadır...
İslâmiyet, inanç ve fikir hürriyetinin bânisidir. İnsanın en önemli vasıflarından birisi de, iman ve düşünce hürriyetidir, vicdân hürriyetidir.
İnanç hürriyeti de, yine İslâmiyet tarafından, en geniş mânâda, insana tanınmıştır. Müşrik bile, inancında serbesttir. Kur’ân’ın “din ve vicdan hürriyeti”ne yaklaşımı, bizi geniş bir hürriyet ufkunda dolaştırır: “De ki: Ey inkâr edenler! Sizin taptıklarınıza ben ibadet edecek değilim. Benim ibadet ettiğime siz de ibadet edecek değilsiniz. Ben zaten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”2
Hiçbir zorlamaya, baskıya tâbi tutmadan, herkesin inanç, din, vicdan ve ibadet hürriyeti tanınmaktadır. İslâmiyetçe inanç hürriyeti, din hürriyeti her şeyin üstünde tutulmuştur. Ve hiçbir sûrette, hiçbir otorite ve yetki tarafından sınırlanmasına müsaade edilmemiştir: “Dinde zorlama yoktur, doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır...” (Bakara Sûresi: 256.)
Allah, kullarının, inanç hususunda, yani ister hidayet yoluna gitmek, ister dalâlete sapmak tercihinde serbest olduğunu bildirmiştir: “Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min. Allah ise yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”3
Kur’ân’a da iman etme hususu, yine insanların tercihine bırakılmıştır: “De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”4 “İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı tercih etmiş kimselerdir...”5 Evet, bir âyet, hatta bir kelime kâfi gelirken, Kur’ân’da pek çok yerde, “hak ve hürriyetler” teferruatlı olarak anlatılmaktadır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”6
İnanç, ibâdet, fikir, vicdân hürriyeti meselesindeki en bariz emir, “Dinde zorlama yoktur”7 âyet-i kerîmesidir. Din, inanç, Allah katında en önemli husustur. Bu konuda “zorlama, baskı” yapılmaması emrediliyorsa, elbette diğer hususlarda, asla baskı yapılamaz! Dolayısıyla, diğer hak ve hürriyetler, bu âyetin işâreti ile garanti altına alınmış demektir. Ki, onlar hakkında da pek çok hükümler, âyetler mevcuttur. Şimdi bu mevzudaki diğer bâzı âyetleri de nakledelim:
“Onlar seni yalanlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.’
“De ki: ‘Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, bilin ki ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Bana mü’minlerden olmam emrolundu.
“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
“De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak Kur’ân gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim; sadece tebliğ etmekle memurum.”8
Daha yüzlerce âyet ve hadis-i şerif, muhteşem bir düşünce, inanç hürriyeti getirir.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, İsrâ, 20.; 2- Age, Kâfirun, 1-6.; 3- Kur’ân, Tağabun, 2.; 4- Age, Kehf, 29.; 5- Age, Bakara, 16.; 6- Age, Yûnus, 99.; 7- Age, Bakara, 256.; 8- Age, Yunus, 35, 104, 35,108.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sıcak bölgeden |
|
Geçtiğimiz hafta sonunu Güneydoğu Anadolu Bölgesinde geçirdik.
İki gün süren bu seyahati, hayırsever bir kuruluş olan Deniz Feneri Derneği organize etti.
Bu kısacık zaman zarfında Diyarbakır, Batman il merkezleri ile Hasankeyf ve Kozluk ilçelerini ziyaret etme fırsatımız oldu.
Çok arzu etmemize rağmen, ne yazık ki dost, kardeş ve ağabeylerimizle yeterince görüşemedik. Yani, tam bir "silâ–i rahim" yapamadık. Yarım kaldı. İnşaallah bir başka seyahatta bu eksikliği telâfi etme imkânını buluruz.
Bölgedeki hem maddî, hem de mânevî havanın ziyadesiyle sıcak olduğunu gördük ve yaşadık. Oranın insanı gibi havası da sıcaktı. Gün ortasında 30 dereceye varan sıcaklık altında oradan oraya koşturduk. Mevsim henüz kış olmasına rağmen, zaman zaman gözlerimiz sığınacak bir gölge aradı.
* * *
Deniz Feneri Derneğinin dâvetine icabet eden on beş–yirmi kadar meslektaşımızla birlikte önce Diyarbakır'a vardık. Ardından, faaliyetlerin ağırlık merkezini teşkil eden Batman'a gittik.
Kaldığımız otele gelen birkaç günlük gazetenin arasında Yeni Asya'yı da görünce, ziyadesiyle sevindiğimi ifade etmeliyim. Otelin sahiplerinden ve çalışanlarından gördüğümüz sıcak ve samimi ilgi, bizi ayrıca memnun etti. Onlar da gazetemizi beğeniyle okuyorlar.
* * *
Derneğin faaliyeti çerçevesinde, Batman'da İl Millî Eğitim Müdürlüğü bünyesinde faaliyette bulunan özellikle "Anasınıfı" öğrencilerine ve hatta ailelerine çok büyük miktarda yardımlar yapıldı. Çocuklara lâzım olan hemen her türlü kırtasiye, sağlık ürünleri ve sair hediyeler dağıtıldı.
İl valisi, Millî Eğitim Müdürü ve diğer yöneticilerin de iştirak ettiği gerek açılış merasimleri ve bilhassa hediyelerin dağıtımı esnasında, ortalığın adeta bayram yerine döndüğünü gözlerimizle gördük. Çocukların gözlerinde bir ışıldama, yüzlerinde bir sevinç ki, manzara cidden görmeye değerdi.
* * *
Valiliğe bağlı Batman Toplum Merkezinde, ayrıca iki atölyeli bir dikiş kursu merkezinin açılış merasimi yapıldı.
Deniz Feneri Derneği, daha evvelden bu atölyelere 40 kadar sanayi tipi dikiş makinesi getirip bağışta bulunmuş. Kadınlar, özellikle genç kızlar, bu kurslara katılarak dikiş dersini alıyor ve tekstil fabrikalarında rahatça çalışabilecek tecrübeyi kazanıyor.
Çalışmak için ise, bölgede ne yazık ki yeterinde fabrika bulunmuyor. Onlar da uzak diyarlara gidip çalışamıyor. En büyük sıkıntı bu noktada yaşanıyor.
Bu sebeple, devlet ve hükümet, yatırımcıların Batman'a gidip fabrika kurmaları için büyük teşviklerde bulunuyor.
Şu an itibariyle, orada ciddî bir güvenlik sıkıntısının yaşanmadığını buradan da ifade ederek, özellikle hayırsever yatırımcılarımızın dikkatini çekmek istiyoruz. Gitsinler, orada yatırım yapsınlar. Hem kendileri maddî–mânevî kazansınlar, hem de dört gözle iş bekleyen bölge insanını mutlu etsinler.
Not: Bahsettiğimiz konularla ilgili resimli haber ve yorumlarımız devam edecek. İlgililerin dikkatine sunulur.
Tarihin Yorumu 11 Mart 1947
Dünya Bankası ile IMF üyeliğimiz
Türkiye, merkezi ABD'de bulunan Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu IMF'e üye oldu.
IMF, üye ülkelere kısa vadeli "para kredisi", Dünya Bankası ise uzun vadeli yatırım kredisi yardımında bulunmak maksadıyla kuruldu.
Haklarında başka türlü düşünce ve yorumların da bulunduğu bu kuruluşların, üye ülkelere avantajı kadar dezavatajı olduğu da muhakkak. Önemli olan, onlarla kurulan münasebetlerin dengeli ve çok dikkatli bir şekilde yürütülmesidir.
* * *
Bu iki müessesenin kurulması yönündeki ilk tasarlama İkinci Dünya Savaşının en sarsıcı dönemi olan 1944 yılına gidip dayanır.
ABD'nin öncülüğünde toplanan 44 ülkenin temsilcisi, savaş sebebiyle dengesi bozulan dünya piyasalarını disipline etmek ve yardıma muhtaç ülkelere belli prensipler dahilinde para ve yatırım desteğini sağlamak maksadıyla iki ana müessesenin kurulmasına karar verildi.
Bunlardan biri Dünya Bankası olarak bilinen Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), diğeri ise Milletlerarası Para Fonu (IMF) diye bilinen meşhûr kuruluş Bu iki kuruluşun faaliyete başlaması ise, ancak 1947 senesinde mümkün olabildi.
Türkiye'nin de aynı sene içinde tam üyelik sıfatıyla dahil olduğu bu iki büyük müessesenin yardım fonları, ilk etapta ekonomisi bozulan ve şehirleri harabeye dönen bazı Avrupa ülkeleri oldu.
* * *
II. Dünya Savaşından en az hasarla çıkan ülkelerin başında ABD geliyordu. Hiç olmazsa savaş kendi topraklarına sıçramamış, dolayısıyla imar ve inşa faaliyeti hiçbir sarsıntıya uğramadan devam etmişti.
Buna karşılık, Avrupa ülkelerinin çoğunda, hem mevcut yapılar harabeye dönmüş, hem de finansal kaynakları adeta altüst olmuş durumdaydı.
Dolayısıyla, ABD yardım etmek, diğerleri ise yardım almak konumundaydı. Ancak, bu yardımların da belli esas ve prensipler dahilinde yapılması gerekiyordu.
İşte, söz konusu müesseselerin, esasen bu maksatla kurulması düşünülerek yola çıkıldığı ifade edilmekle beraber, bu kuruluşlar hakkında, zamanla başka türlü renklerin ağır bastığı ve diplomasideki satranç oyununa benzer farklı dümenlerin etkisinde kalarak hareket ettiği yönündeki yorumlara da rastlanılmaktadır.
Benzer türdeki yorumlar, Türkiye–IMF ilişkileri için de geçerli.
* * *
Öte yandan, yakın zamanda IMF'den yapılan bir açıklamada, ABD'nin riskli "mortgage kredileri"nden kaynaklanan ekonomik krizden başka ülkelerin de bir şekilde etkilenebileceği ifade edildi.
Bu ülkede, korkunç rakamlara varan konut kredi borçlarının zamanında ödenememesi sebebiyle, hem şirketlerin büyük zarar ettiği, dolayısıyla bankaların da ciddî bir malî krizle karşı karşıya geldiği yönündeki uyarılar, bir yandan da "mortgage" sisteminin Amerika'da iflâs ettiği anlamını taşıyor.
Bütün bu menfî gelişmelerin, aynı sistemi uygulamaya hız veren Türkiye'deki yansıması bakalım nasıl olacak?
Temenni edelim ki, siyasîler ve ekonomistler dikkatli davranır da, ülkemiz benzer krizlerin ateşine yakalanmaz.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Paçavra sözler |
|
Gazeteci-yazar Emin Çölaşan’ın eşi, Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan 8 Mart Kadınlar gününde konuşmuş. Ankara Barosunun tertiplediği “Kadın olmak” konulu seminerde “Hukukta kadın” konulu bir konuşma yapan Tansel Çölaşan, bir hukuk faciasına yol açacak, bir hukukçuyu utandıracak sözler sarf etmiş.Tam bir paçavra sözler koleksiyonu…
Kocası Emin Çölaşan her ne kadar belirli gün ve haftalarda önceki yazılarının sadece başlığını ve kaçıncı yıl olduğuna dair tarihini değiştirerek şablonlaşmış “Menemen, 10 Kasım, 27 Mayıs, 23 Nisan, vb. günlere dair yazılarını ısıtıp ısıtıp temcit pilavı gibi piyasaya sürüyor ve durumu idare ediyorsa da her şeye rağmen yine de normal sayıyor ve saygı duyuyoruz fikirlerine... Neticede o bir yazardır. Bir yazar, taraf olarak fikirlerini söyler. Fikir serbest, yorum hürdür. Ama Danıştay gibi ağırlıklı bir hukuk kurumunun başsavcısı olan Tansel Hanımın bu kadar indî, sübjektif ve hakaretamiz sözleri söylemesi yakışık almıyor, saygınlık sınırlarını aşıyor.
Adaleti temsil eden; bir elinde terazi, bir elinde kılıç bulunan genç kadın figürünün bir de gözleri bağlıdır hatırlarsınız. Adaletin sembolü sayılan o kadının gözleri niçin bağlıdır? Kör olduğu için mi? Niçin görme hürriyeti engelleniyor? Burada bir hürriyeti kısıtlama yok aslında. Bir hikmeti, bir sebebi var. Müthiş bir gerekçesi var. Adalet, müsavat (eşitlik) ile olur. Bediüzzaman’ın tabiriyle “Müsavatsız adalet, önce adalet değildir.” Gerçek adaletin temini için kayırma, torpil, iltimas yapılmayacaktır. Yargılanan sanıklar eğer yargılayanların taraftarı, akrabası, fikirdaşı olursa psikolojik olarak tam adaletli davranmaları tehlikeye girebilecektir. Aksinde de böyledir. Sanık eğer yargılayanın fikirde, düşüncede, asabiyette, ilişkide muhalifi, rakibi hatta düşmanı ise yine adalet terazisinde ayar bozukluğu oluşabilir. Bundan dolayı adaletin tarafsız, objektif yargı sürecini yürütebilmesi için gözlerinin bağlı olması, işin içine duyguların, önyargıların girmemesi gerekir.
Tansel Hanımın, başörtülü kadınlar için “Hem özgürlük istiyoruz, hem de kapanmak istiyoruz! Kapanmanın özgürlüğü mü olur?” sorusuna işte bu adalet sembolünün gözündeki gözbağı yeterli cevap olabilir. Mânâ-yı muhalif olarak birisi “Açılmanın özgürlüğü mü olur?” derse Tansel Hanım ne cevap verecek o da ayrı mesele…
Gelelim bir hukukçunun asla sarf etmemesi gereken paçavra sözlere: Bu sözleri söyleyen kişinin DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun “İstifa et” çağrısına hemen uyması hukuka saygının gereğidir diye düşünüyoruz. Çünkü ortada tarafsızlık, eşitlik diye bir şey kalmamıştır bize göre.
“27 Mayıs l960 İhtilâli, bir ihtilâl değil devrimdir. Kimse idam cezasını istemez, ama o gün toplumsal coşku vardı.” Bu cümleler Tansel Hanımın hukuktan ne kadar nasipdar olduğunu da gösteriyor. Bu sözler toplumsal coşku varsa, linç, idam, katliam caizdir, meşrudur anlamına geliyor. Demek ki “toplumsal coşku” varsa Halide Edib’in “Vurun Kahpeye” romanındaki linç meşrudur o zaman. Yamyamların da toplumsal coşkuyla insanları kazanda kaynatıp yemeleri hukuka uygun sayılabilir bu hukuk anlayışına göre.
Menderes-Said Nursi ilişkilerini anlatırken “Ulus gazetesinde (bu gazete Menderes düşmanı ve ihtiâal taraftarıydı.) Menderes’in paçavralar içinde oturan Said Nursi’nin elini öptüğünü gördüm…” diye sözlerini sürdüren Tansel Hanıma sözlerini aynen iade ediyoruz.
Temizliği, nezafeti, elbiselerini yıkayanların “Hangisi giyilmiş, hangisi giyilmemişti, kirli olan çamaşırı hangisiydi, ayırt edemezdik. Öylesine temizdi elbiseleri” diyenlerin hatıralarıyla ve binlerce talebelerinin şehadetiyle sabit Said Nursi gibi mümtaz bir şahsiyete “Paçavralar içinde” diyen Tansel Hanıma büyüklüğün elbise ile mal ile değil kemal ile olduğunu hatırlatalım. Tarihe mal olmuş şahsiyetlerden mesela Hz. İsa (a.s.). kırk yamalı elbise giymiştir. Peygamber Efendimiz kaba veya ucuz kumaştan elbiseler giymiştir. Dalay Lama’dan, Gandi’ye kadar bir çok lider sade ve basit giyinmişlerdir.Yunus Emreler, Mehmet Âkif’ler hep böyledir. Doğulu ve batılı filozoflar elbiseye değil, fikirlere önem vermişlerdir. Bari Sokratları, Diyojenleri hatırlayın. Sonra paçavraya dönmüş sözlerinizi geri alın ve tarihteki bu güzide şahsiyetlerden özür dileyin.
27 yılı hapislerde, zindanlarda geçen, öldüğünde bir ibrik, bir çaydanlık, iki kat elbiseden başka tereke bırakmayan Said Nursi’ler nerede, şimdiki mal, mülk, para, servet içinde millete hukuk dersi vermeye çalışanlar nerede?
Son sözümüz, her fikre saygılıyız. Katılmasak da katlanırız. Ama hakarete hukuk ve insanlık adına tahammülümüz yoktur. Elbise dediğin ne ki? “Bir insan elbisesiyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır” diyen büyüklerimiz “Bir insanın en kıymetli şeyi elbisesiyse, o insanın elbise kadar değeri yoktur” da demişlerdir. Hatırlatırız.
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Danıştay’ın “din dersi” kararı… |
|
Türkiye bir garip ülke. “Dinî bir vecibe” olan başörtüsü hakkında karar vermeye kalkışan yargı, şimdi de din derslerinin nasıl verileceğini belirliyor. Din işleriyle yetkili anayasal bir kuruluş olan Diyanet’in ve Millî Eğitimin ilgili biriminin görüşünü almadan…
Danıştay’ın, okullardaki “din kültürü ve ahlâk bilgisi ders kitapları”nı “din eğitimi ve öğretimi için kullanılması”nı yasaya aykırı bulması, çoktandır “sınır ötesi harekât”la gündem dışı kalan “din eğitimi ve öğretimi”ni yeniden gündeme getirdi.
Mahkemenin, “din kültürü” yerine öğrencilere “belli bir mezhebi” yani “Sünniliği” esas alan bilgiler verilmesini bu derslerin “amacı”na “uygun bulmaması”, aynen başörtüsünde olduğu gibi vâhim çelişki ve çarpıtmayı bir defa daha su yüzüne çıkarıyor.
Ne var ki siyasî iktidarın özellikle inanç ve manevî değerlere dair ikircikli ve ürkek tavrı, ilgisiz kurumları dinle ilgili kararlar vermeye heveslendiriyor. “Yeni anayasa taslağı”nı odaklandığı “din dersleri”yle birlikte rafa kaldıran hükûmetin baştan beri hâlen “zorunlu” olan bu dersleri toptan tercihe bırakması kırılganlığı, daha da çıkmaza sürüklüyor.
Gerçek şu ki AKP’nin atadığı Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki yeni anayasayı hazırlayacak “akademik kurul”un, dinden bîbehre mihrakların “laiklik ilkesinin güçlendirilmesi” mülâhazasına katılıp bu derslerin “seçmeli” seçeneğini ortaya atması, bu husustaki ric’atin ilk adımı oldu…
* * *
Ric’at devam ediyor. Hükûmet, mevcut din derslerinin eksikliklerini tamamlayıp özellikle resmî ideolojinin propaganda aracı olmaktan çıkaracağına; din derslerine yönelik saldırılara inanç ve eğitim hakkıyla cevap vereceğine, Anayasa’ya sığınmakla kalıyor…
Danıştay’ın “din derslerinin nasıl verilmesi gerektiği”ne dair son kararı üzerine Millî Eğitim Bakanı’nın, “Anayasa’nın 24. maddesi durduğu sürece bu derslerin zorunlu olmaktan çıkarılamayacağı” ifâdesi, bunun bir örneği.
Bakanın, belki de yeni bir tartışmaya meydan vermemek için, sözkonusu kitapların ve müfredatın çoktan değiştirildiğini söylemekle geçiştirmesi, tartışmayı kesmiyor; aksine, demokratik bir ülkede din eğitimi ve öğretiminin mahkemece belirlenmesi ucûbesini cür’etlendiriyor. Dahası, konuyu salt Anayasa’daki “zorunluluk” tartışmasına hasrediyor.
Tıpkı “Leyla Şahin dâvâsı”nda hükûmetin AİHM’e gönderdiği “savunma”da, yasakçıların yasadışı yasağı dayatma “gerekçeleri”yle başörtüsünü “laikliğe aykırı”, “siyasî sembol” ve “üniversitelerde gerginlik sebebi” saymasının sebebiyet verdirdiği sıkıntılar gibi…
Oysa İslâm dininde tesettürün bir parçası olan “başörtüsü”nün “dinin gereği” olduğu ve nasıl olması gerektiği, âyet, hadis ve dinî delillere dayanan Diyanet’in fetvalarıyla sabit.
Meselâ hükûmet, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 3 Şubat 1993 tarihli kararının “netice” kısmında, “kadınların, başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin, Kitap (Kur’ân), Sünnet (Peygamberimizin buyrukları ve uygulamaları) ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sâbit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dinî bir vecîbedir” hükmünü hatırlatabilirdi.
Şimdi de yapılacak olan budur. Millî Eğitim, dinin ne olduğunu ve din bilgisinin nasıl verileceğini dinle ilgili kurumların tesbitiyle açıklamalı.
Zaten yetersiz olan din derslerinin daha muhtevalı verilmesinin gerektiğini, bu derslerde İslâm dininin esaslarının öğretilmesinin tabîi olduğunu kararlılıkla savunmalı. Din eğitimi ve öğretiminin, temel hakların başında gelen din ve vicdan hürriyetinin vazgeçilmez bir gereği olduğunu açıklıkla ortaya koymalı…
* * *
Din derslerinin mecburî olmasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin lâfzına ve ruhuna uygun olduğunu bildirmeli. Türkiye’nin söz verdiği AB demokratik kriterleriyle, vatandaşların dinlerini temel eğitim içinde öğrenmelerinin bir temel hak olduğunu açıkça belirtmeli. Demokratik direnç göstermeli…
Keza AİHS’nin 17. maddesinin, düşünce, vicdan, din, inanç ve ibadet özgürlüklerini şart koştuğunu; vatandaşların genel eğitim içinde din eğitimi ve öğretimini, dinini yaşama hakkının kolaylaştırılmasını taahhüd altına aldığını kararlılıkla kaydetmeli.
Yine “hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağını” esas alan ve Türkiye’nin AB Ulusal Programında atıfta bulunulan AİHS Ek 1. Protokolü 2. maddesindeki, “Devlet eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” ibâresinin anlamını anlatmalı…
Görünen o ki Danıştay da tıpkı şaşırtılan AİHM gibi, İslâm’ın bütün itikadî ve amelî mezheplerini kapsayan ortak inanç ve ibadetleri, temel esaslarına dair bilgilerini bir mezhebe ait gibi ciddî bir yanlışlığa saplanmış; buna göre “karar” veriyor. Bunun tashihi yapılmalı.
Sahi halkın yüzde doksandokuzunun Müslüman olduğu bir ülkede genel eğitim içinde din eğitimi ve öğretimi nasıl olacak? Din eğitimi ve öğretimini hangi kurum belirleyecek?
Türkiye’deki “laiklik ilkesi”nin yanlış dayatmasını esas alan “hükûmet savunmasıyla” saptırılan AİHM mi; yoksa devletin din işleriyle yetkili kurumu olan Diyanet ve Din Öğretimi Genel Müdürlüğü mü?..
Bunun cevabı verilmeli…
11.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|