Ankara, Ağustos ayını cumhurbaşkanlığı seçimleri kadar susuzluğu da konuşarak geçirdi. Büyükşehir Belediyesi Ankara’yı iki bölgeye ayırdı. İkişer gün arayla su verileceği duyurusu yaptı. Buna göre dağıtım takvimi işlemeye başladı. Derken Demetevler’de su borusu patladı. Beş gün bütün Ankara’da su kesintisi yaşandı.
Ankara, adı “bidon devri” konulan “yeni bir çağ”la tanışmıştı. Plastik sektörü bayağı iş yaptı. Bizim apartman görevlisi bile bidon pazarlamaya başlamıştı.
Bidonlu Ankara günleri Allah’tan ki uzun sürmedi. Bütün televizyonlara çıkıp kendini ve çabalarını anlatmaya çalışan Melih Gökçek, doğrusu iknada başarılı olsa da, evlerde “tıss”layan musluklar, söze hacet bırakmayacak bir gerçeği yaşatıyordu.
Ankara’nın malum sahipleri, tek bir ağızdan, özellikle gazetelerin Ankara ekleri üzerinden avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı, muhalefet dalgasının sesini yükseltiyorlardı. Daha önceki üst/alt geçit protestolarından da tecrübeleri vardı.
Melih Gökçek de boş durmadı. DSİ’yi kusurlu buldu. Çok profesyonel çalıştığını anlatarak, aleyhine dönen gündemi değiştirmek için uğraşıyordu.
Ancak nafile, susuzluk Ankara’yı sarsıyordu. Enerji Bakanlığı, DSİ, Büyükşehir derken, diğer aktörler de demeç sırasına girdiler. Susuzluk, Başbakan’ın beyanına kadar uzadı.
Melih Gökçek, tezlerinde ısrar etmeye devam etti. Ortada bir susuzluk vardı. Ancak müsebbibleri konusunda en ufak bir üstlenme ve kusur mercii görünmüyordu.
Bereketsizliğin, kuraklığın güzelim Ankara çimlerini kuruttuğu, belediyenin olağanüstü çırpınışlarına rağmen yetmediği, hatta hastanelerin kritik bir süreç yaşadığına varan bir tedirginlik bile kabullenici bulmakta zorlanıyordu.
Başşehir Ankara, cumhuriyetin görkemi kadar güçlü değildi su konusunda. Susuz kalmıştı. Başarılı, başarısıyla her zaman övünen ve bunu da üç dönem oya tahvil eden Gökçek için, bir kırılma ve tartışma yaşanıyordu.
Çare, suyu akıtmaktı. Zira, su avuçlamayan veya musluğundan su akmayan kimseyi ikna edemezdiniz.
Ortada bir problem, bir beceriksizlik, bir ihmal veya planlama hatası olmasına rağmen, kimseden özür beyanı sudur etmiyordu. “Haklıydın, değildin” tartışmaları suya dönüşmüyordu. Çare “suya düştü” böylece.
Sonra ne oldu?
Gayet basit. Bir tarafta yeni baraj suyunun Ankara’ya yetişmesi için geceli gündüzlü, hummalı bir şekilde çalışılırken, diğer taraftan tasarrufa riayet edilmesi halinde kesintinin kalkacağı sinyalleri verildi.
Daha da önemlisi, susuzluk fark edilmişti(!).
Nasıl mı?
Vatandaştan tasarruf istenirken, iktisatlı su kullanımı teşvik edilirken ve bu konudaki hassasiyetleri için teşekkür edilirken, suyun sürekli akacağı müjdesi veriliyordu.
Peki, son yirmi günün bu yoğun muslukları “aç-kapa” hikâyesi, gerçekten yaşanmalı mıydı? Yaşanmayabilir miydi?
Okuduklarımız ve dinlediklerimizle kafamız daha da karıştı.
“Bütün bu yaşananların mutlu sonla ve çözümle neticelenmesinin en önemli noktası ve başarıya götüren uzlaşması nedir?” derseniz, başkanın olayı itiraf etmesidir diyebilirim.
Allah Allah, nasıl itiraf!
Bildiğiniz gibi.
Devletlilerin pek alışık olmadığı, kusurların örtüldüğü ve sürekli gerekçeklerin öne çıktığı bir kamu yönetiminde, başkan şaşırtacak bir iş yaptı.
Ne yaptı?
Merak etmeyin söyleyeceğim?
Başkan televizyona çıkıp, olup bitenler konusunda bir açıklama yaptı, noktayı koydu ve sular gürül gürül akmaya başladı.
Ve başkan özür diledi.
Başka ne diledi diye sormayan. Bir koca başkan özür diledi.
Böylece bir hesap hatası, az hasarla giderildi. Vali’ye göre şimdilik “altı aylık su”yumuz var.
Sonrasına… Allah kerim.
27.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|