Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Beratın beratı



Kazancına kazanç katan, tuttuğu altın olan bir tüccar düşünün. Çalışkanlığı esas edinen bu tüccarın gün gelip yan gelip yatması, ticaretiyle ilgilenmemesi, kazancına kazanç katmaması mümkün mü?

Veya iflâs etmiş bir tüccar düşünün. Gece gündüz hesaplar yapar, kara kara düşünür, “Nerelerde hatalar yaptım? Ah yeniden imkânlar bulsam da durumumu düzeltsem, bir daha aynı hataları yapmasam” der. Her taraftan ümit kesik olduğu bir anda eline bütün borçlarını ödeyeceği, yeniden iş kurup çalışabileceği bir sermaye geçse nasıl sevinir, dünyalar onun olur bir düşünün.

İşte önümüzdeki bir senenin takdiratının yazıldığı bu Berat Kandilinde, ister hak yolunda yürümeyi esas edinmiş, yerine göre hatalar kusurlar yapmış, kulluğun gereklerini yerine getirmemiş; ister günahlara gömülmüş bir kul olalım, önümüze yeni bir sayfa açmak, adeta yeni bir sermayeyle hayata yeniden başlamak için fırsat açılmış, dünyaya hakkını veremediğimiz kesin.

Bu gece bunun güzel bir muhasebesini yapıp adeta Allah’a bir senelik yeni bir hayat sipariş vermekle başbaşayız. Niyet bu niyete sadakat ve sebatla bağlı kalma noktasında Rabbimize vereceğimiz söz, bu hususta duyacağımız aşk, şevk ve heyecan hakkımızda iyi şeyler takdir edilmesi noktasında en önemli bir sebep.

Bunun için ilk yapılacak iş geçmişin hatalarından arınmak, daha iyi, daha güzel bir hayat sürme noktasında söz vermek ve bunda kararlı olacağımızı ifade etmek ve sonraki hayatımızda da bunu fiilin gösterme noktasında temiz bir niyet taşımak.

Amellerin niyetlere göre ve mü’minin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki hakta sebat etmek büyük bir irade ve sabır işidir. Sonra, kim ve ne isterse Allah’ın verdiğini de biliyoruz. Evet, birinci işimiz arınmak. Kur’ân, kurtuluşun tevbe ile arınmak olduğunu (Nur Sûresi: 31.) bildirmiyor mu? bu tevbenin de bir daha aynı yanlışlara dönmeyecek şekilde olmasını (Tahrim Sûresi. 8) bildiriyor.

Allah Resulünün (a.s.m.) tevbe ve istiğfar emreden, kendisinin günde yüz defa tevbe ettiğine dikkat çekmenin (Riyazü’s-Salihin Terc, 1;19 (Hadis no: 14) Müslim’den) bir hikmeti de her an müteyakkız olmaya, hata yapılır yapılmaz dönmeye, istikameti muhafazaya teşvik değil midir?

Arınmaya, ilerisi için çok şeyler kazanmaya vesile olacak Berat Kandilinin şahşımız, ailemiz, milletimiz, âlem-i İslâm ve insanlık için hayırlara vesile olmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Doğru okumayı bilmek



Rabbimizin ilk emrinin “oku” olması gerçeğini çoğu yerlerde zikrederiz. Ancak çoğunlukla bu “oku” emrini dar kalıplar içinde değerlendirdiğimiz de bir vakıa. Bizler Allah’ın Habibine (asm) ve dolayısıyla biz kullarına olan bu ilk emrini, ekseriyetle, “elif, be”yi sökmek şeklinde anlamakta ve bununla çokça kitap okumamız gerektiği hususunu vurgulamaya çalışmaktayız. Hatta ortamın bozuk olmasından dolayı çocuklarını günümüz okullarına göndermek istemeyen insanları ikna etmek için de bu âyet-i kerimeyi hatırlatırız.

Rabbimiz tarafından bu “oku” emriyle eğer düşündüğümüz şeklindeki bir okuma emredilmiş olsaydı, Peygamber Efendimizin (asm) bu âyetin nazil olmasından hemen sonra bildiğimiz tarzda okuma-yazma öğrenmesi gerekirdi. Nebiyy-i Zişan’ın böyle bir girişimde bulunmamasından, Rabbimizin bu âyetle daha değişik okumaları bize emrettiğini anlamaktayız. Zira âyet-i kerimenin devamındaki ayetlerden de işin gerçek mahiyetini anlayabiliriz. Orada “Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” şeklinde mânâlar zikredilmektedir.

Burada başka ve önemli olan okuma türlerini hatırlamaya çalışırken, elbette ki, akla ilk gelen okuma türlerinin ehemmiyetsizliğini nazara vermek istemiyorum. Aksine başka türlü okumanın ehemmiyetini ve gerekliliğini hatırlatmak istiyorum. Çünkü okumayı bilmek, Allah’ı bilmek demektir. Okumayı bilmek Allah’ın yaratmış olduğu başta bizleri ve bütün mahlûkatı bilmek ve burada icra edilen yüksek san'atı anlamak demektir.

Allah’ın biz insanları bu dünyaya neden gönderdiğini ve bizden neler istediğini öğrenmeye çalışmak da önemli bir okuma şeklidir. İnsanın insanlığını bilmesi gibi daha bir çok, okumamız gereken hususlar bulunmaktadır dünya hayatımızda. Bütün bunlar varken bizlerin o “okuma”dan sadece alfabeyi sökmek şeklinde dar bir mânâ çıkarırsak, her şeyden önce tefekkür ufkumuzu daraltmış oluruz.

Cenâb-ı Hak, kâinatı büyük bir kitap şeklinde yaratmıştır. Her bir mahlûkat grubu bu kitabın bir bölümü şeklindedir. Her bir mevsim bu kitabın sayfaları hükmündedir. Yaratılan her bir mahlûku o kitabın kelimeleri, harfleri şeklinde değerlendirmemiz gerekir. Bu yüce kâinat kitabını okuyabilme kabiliyetini Rabbimiz biz insanlara vermiştir. Bu konuda Peygamber Efendimiz (asm) bizler için en büyük ve en mükemmel bir örnektir.

Yüce Resul, kâinatı ve insanlığı tam olarak, Hâlık-ı Kerim olan Rabbinin istediği tarzda okumuş ve her okuyuşta, Rabb-i Rahimine olan şükran duyguları daha da artmıştır. Bu durum onu mükemmel bir kul olmaya yöneltmiştir. Eğer bizler de Allah’ın rızası dairesinde bir hayat yaşamıyor ve Resulûllah’ın sünnetleri istikametinde kendimize bir hayat tarzı ortaya koyamıyorsak demektir ki, Allah’ın “oku” emrini yerine getirmemişiz.

Peygamber-i Zişan’ın “Bir saat tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlıdır” mânâsındaki hadis-i şerifi de bizlere gerçek okumanın ehemmiyetini hatırlatmaktadır. O halde Rabbimizin “oku” emrini yeterince yerine getirip getirmediğimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu emir sadece gazete okuyabilmek, roman okuyabilmek için bizlere verilmemiştir. İlk emrin “oku” olması, insanların her şeyden önce tefekkürle Yaratıcılarını öğrenmelerini ve akabinde de Onun emirleri dahilinde yaşamayı gerektirir.

“Oku” emrini hatırlatıp, Allah’ın rızası dışındaki okumalara insanları razı ve teşvik etmek cahilliğin başka bir şekli olması gerekir. Çevremizde okur-yazar olup ve hatta bu konuda önemli payeler alıp yükselen insanlar, elbette sadece bu yönleriyle kendilerini sorumluluktan kurtaramayacaklardır. Unutmayalım ki, toplumumuz içinde dünyevî tarzdaki okumalarda mesafeler kat eden nice cahil insanlar bulunmaktadır.

Kâinatın yaratılışındaki hikmetleri azıcık dahi olsa anlayan bir çobanın, yaratılanların mânâsını hiç düşünmeyen ve bir Yaratıcının varlığını zarurî görme basiretini kazanamamış çok bilim adamı pozisyonundaki insanlardan daha âlim olması gerçeği, bize gerçek “okuma” konusunda bir fikir vermektedir. Zira okuması ne kadar ilerlemiş olursa olsun bir insan şu kâinat yaratıcısı olan Allah’ı bilmiyorsa o gerçek bir cahildir.

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Lozan'ın gizli mimarı Haim Naum (2)



Bir önceki yazıda, Lozan görüşmelerinin başlamasından itibaren Hahambaşı Haim Naum'un Türkiye üzerinden yürütmüş olduğu lobi faaliyetlerinden bahsetmiş ve iki iktibasta bulunduğumuz iki önemli kaynak ismi vermiştik: (1) Görgü şahidi murahhas üye Dr. Rıza Nur ve (2) o günlerde (1922–23) Meclis Başkanvekili olan Rauf Orbay'ın anlattıkları, naklettikleri.

Bu yazının hemen başında ise, tesbit ettiğimiz diğer bazı kaynakların ismini vererek konuya devam edelim:

(3) Büyük Doğu mecmuası, 29. sayı, 1959.

(4) Kadir Mısıroğlu'nun "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" isimli kitabı, 1964.

(5) Risâle–i Nur Külliyatından "Tabiat Risâlesi."

(6) Risâle–i Nur Külliyatından "Emirdağ Lâhikası."

* * *

Yukarıda sıraladığımız bütün bu kaynaklar, Hahambaşı Haim Naum'un Lozan görüşmeleri münasebetiyle Türkiye üzerinden yürütmüş olduğu hainane lobi faaliyetlerinden, doğrudan veya dolaylı şekilde bahsediyor.

Kaynaklar, Lozan'da Türkiye'nin bazı isteklerinin (mülkî tamamiyet gibi) kabul edilmesi karşılığında, Türk milletinin din ve mukaddesatı adına ne varsa yıkılması, terk edilmesi ve din dışı reformların bir an evvel yapılması şartının ileri sürüldüğünü ve bilâhare bunların tatbik sahasına konulduğunu açıkça iddia ediyor.

İşin garip bir diğer yönü, bu kaynaklarda böyle âşikâre bir sûrette dile getirilen o korkunç iddiaları şimdiye kadar hiçkimse ortaya çıkıp da yalanlamadı, yalanlamaya cesaret dahi edemedi. Bundan sonra da edemez. Zira, mızrak çuvala sığmıyor.

İddialar cevapsız kaldı gerçi, ancak iddia sahiplerinin başına ise gelmeyen kalmadı.

Lozan'daki görüşmeyi beğenmeyen ve bunu tenkit etmekten çekinmeyen Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin, Erzurum mebusu Hüseyin Avni Beyin, Başvekillik de yapmış olan Rauf Orbay'ın, Kadir Mısıroğlu'nun, Necip Fazıl'ın ve bilhassa Bediüzzaman Said Nursî'nin başına gelenleri hatırlayın, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Ve, iddialar

Lozan görüşmelerinin bütün hararetiyle devam ettiği ve tartışıldığı günlerde Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, o zamana dair dehşet uyandıran bir tesbitini şu sözlerle ifade eder: "1338'de (1923) Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! ... Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu." (Yirmiüçüncü Lem'a, İhtar bölümü)

İşte, o dessasane çalışmanın içinde bulunanlardan biri de, Yahudi lobisinin katalizörü Hahambaşı Haim Naum'dan (1873–1960) başkası değildir.

Kezâ, Üstad Bediüzzaman'dan Ankara'da baskı yoluyla bazı fetvâların (heykel, içki ve kadınların açılmasına dair) istenmesinin arkasındaki gizli odağın baş mümessili, yine aynı kişi ve aynı zihniyet mensupları olduğu muhakkaktır.

Nitekim, Üstad Bediüzzaman, yıllar sonra (1959) Büyük Doğu mecmuasında çıkan "Lozan'ın iç yüzü" isimli makalede o zamanın (1923'ün) hadiselerine dair teferruatlı bilgilerin aktarıldığını öğrendiğinde, aynı bilgileri kendi eserinde de iktibasen neşrettirmekten çekinmez.

İşte o bilgilerden maksadı izaha yetecek kısacık bir bölüm:

"Türklere dinlerini ve din temsilciliğini (Hilâfet makamı) feda ettirmek şartıyla, sun'î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur–u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum'dur. Naum, Amerika'da önemli faaliyetler içinde bulunduktan sonra Yahudi kökenli İngiliz Lord Gürzon ile çok yakın münasebetleri olup, şu teklifte bulundu: 'Siz Türkiye'nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.' Naum, dışarıda bu faaliyetleri sürdürürken, Ankara'ya da gelerek, ...dostluk kurdu." (Emirdağ Lâhikası, s. 277)

"Lozan Konferansının ikinci sayfası: Artık her şey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile her şey yapılacak. Yeni hizbin bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir."

"Nihaî Vesika: Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarasında, 'Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?' diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap: 'İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira, biz onları mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz." (Age, s. 278)

* * *

Üzerinden 84 yıllık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Lozan Konferansının ve bununla bağlantılı gelişmelerin birçok yönü hâlâ karanlıkta ve sisler arasında bulunuyor.

Ümit ederiz ki, şu âlemde hiçbir hakikat gizli ve nihan kalmasın.

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Berat ve mukadderat gecesi



Bir mübarek gecenin daha şefkatli kucağına düştü gönlümüz.

Günahkârız. Kulluk yapamadık; berata muhtacız. Berat alamadığımız takdirde hesabımız Mahkeme-i Kübra’ya kalırsa, ne vahim! Ne olur hâlimiz? Ya burada, bugün, bu an, sevimli af ve berat; ya orada, o gün, şiddetli hesap ve adalet! Tercih bizim; takdir Erhamü’r-Râhimîn’in.

Müjde büyük! Resûlullah Efendimiz (asm) buyurur ki: “Şaban ayının on beşinci gecesi geldiğinde geceyi namazla, gündüzü de oruçla ikame edin. O gece güneş battıktan sonra Yüce Allah rahmetiyle dünya semasına iner ve şöyle seslenir: ‘Tövbe eden yok mu? Af ve mağfiret edeyim! Rızık isteyen yok mu? Rızıklandırayım! Musibetten kurtulmak isteyen yok mu? Selâmet ve afiyet vereyim!’ Bu durum fecrin doğmasına kadar devam eder.”1

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) Şaban ayının on üçüncü gecesinde mübarek başını secdeye koydu. Ümmeti için af ve mağfiret istiyordu. Kendisine ümmetinin üçte birinin bağışlandığı müjdelendi. Resul-i Ekrem (asm), on dördüncü gece tekrar secdedeydi. Yine ümmetinin bağışlanmasını istiyordu. Ümmetinin üçte ikisinin mağfiret edildiği müjdelendi. Ve on beşinci gece yeniden o mübarek baş Allah’ın huzurunda eğildi, secdeye kapandı. Allah Resulü (asm) ümmetinin tamamını istiyordu bu defa. Bu gece, Allah’tan yüz çevirenler dışında, ümmetinin tamamı bağışlandı. Bir başka haberle bu gece, Beni Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca ümmetine mağfiret olundu.2

Duhan Sûresinin ilk altı âyetinin bu geceden bahsettiği rivayet edilir. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ha Mim. Apaçık Kitaba yemin olsun ki, Biz O’nu Mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz onunla insanları sakındırırız. O mübarek gecede her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir, hüküm verilir. Muhakkak Biz, Rabb’inden bir rahmet eseri olarak peygamberler göndeririz. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla bilir.”3

Kulların bir senelik erzakının, ecellerinin ve sair bütün işlerinin bu gecede hüküm verildiği, taksim ve takdir edildiği ve bu hükmün meleklerce yazılımına bu geceden başlanarak Kadir Gecesine kadar devam ettiği ve bitirildiği rivayet olunur.4

Bu gecenin Kadir Gecesi kudsiyetinde bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Leyle-i Berât’ın, insanlığın geleceği ile ilgili kader programını taşıması cihetiyle, bütün sene için bir kudsî çekirdek hükmünde olduğunu, Leyle-i Kadirde otuz bin olan her “bir hasene”nin, her bir salih amelin ve her bir Kur’ân harfinin Leyle-i Berat’ta yirmi bin sevabının bulunduğunu, bu gecenin elli senelik bir ibâdet hükmüne geçebileceğini, binâenaleyh bu gecede elden geldiği kadar Kur’ân ile, istiğfâr ile ve salâvât ile meşgul olmanın büyük bir kâr olduğunu kaydeder.5 Ayrıca bir mektubunda ehl-i iman ve ehl-i hizmetin her bir gecesinin, Leyle-i Mi'rac, Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder.6

Bu gece itibarîyle Arş-ı A’lâ’da bizim hakkımızda hükümler alındığı ve emirler verildiği; hakkımızdaki bu hükümlerin ve işlerin yazılmasına bu gece başlandığı ve bu manevî yazı işinin bir ay devam edeceği anlaşılmaktadır. Hakkımızda dünya-âhiret hükümlerin yazıldığı, emirlerin verildiği ve kader çerçevemizin yeniden biçimlendirildiği bu saat ve dakikalarda uyanık bulunmamız ve Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyazda bulunarak, hakkımızda hayırlısını istememiz ne kadar isabetli bir ubudiyet hâlidir! Ne kadar sevimli bir kulluk tavrıdır! Ne kadar hoş bir duâ şeklidir!

Bu geceden başlayarak Kadir Gecesine kadar sürecek olan ve bizimle birebir ilgili bulunan bu yüksek değerli zaman diliminin her bir saatini duâ ve niyaz hâliyle idrak etmemizin ve her fırsatta Rabb-i Rahîm’imizden hakkımızda hayırlısını istememizin, hiç ihmale gelir tarafı yoktur. Mübarek Ramazan ayının da bereketiyle, bizim bir adımımız karşısında, inşaallah, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet kucağını açarak bizi karşıladığına şahit olacağız. Duâ ve niyaz içinde, ebedî mutluluğumuz hesabına, Rabb-i Rahîm’imizden sayısız hayır ve hasenat isteyebilme imkânı elde edeceğiz. Allah’ın izniyle Allah’ın rızasını, sadece rızasını talep edeceğiz. Âlem-i İslâm’ın ve Müslümanların üzerinden kara bulutların kaldırılması için duâlarımız inşaallah arşa yükselecek. Dünya ve deccal fitnesinden, şeytan ve nefis şerrinden, Cehennem azabından Allah’a sığınacağız. Ve Rahmânü’r-Rahîm’den, sayısız dualarla —inşaallah—Cennet’i ve bekayı isteyeceğiz.

Netice olarak, bir mânevî ticâret mevsiminin gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde, doğrudan Rabb’imize yönelmemiz, günah kirlerinden kurtulmak ve annemizden doğduğumuz gün gibi arınmak için, ne büyük bir adım olacaktır; bir bilsek!...

Berat Gecesi ile birlikte, gelmekte olan mübarek günler hürmetine Cenâb-ı Hak ehl-i imanı her türlü maddî-manevî, dünyevî-uhrevî afet ve musibetlerden muhafaza buyursun. Âmin.

Leyle-i Berat’ınızı tebrik ederim.

Dipnotlar: 1. İbn-i Mâce, İ. Salah, 191, 2. M. H. Yazır, H. Dini K. Dili, S. 4294, 3. Duhân Sûresi:1-6, 4. M. H. Yazır, a.g.e., S. 4295, 5. Şuâlar, S. 433, 6. K. Lâhikası, S. 58.

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Tatil biterken



Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Bu hareketlilik, genelllikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu yüzden yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz.

Eylül ayına yaklaştığımız, boğucu sıcakların yerini serin havalara terk etmesini beklediğimiz şu günlerde yaz rehavetinin de yerini daha fazla çalışma, gayret ve özellikle yayınlarımız için bir canlanmaya bırakacağını umuyoruz. Tatille birlikte gazete ve kitap satışlarında yaşanan düşüşlerin kısa zamanda telâfi edilerek, müessesemiz açısından, artan maliyetler ve yaşanan durgunluk karşısında kendisini ciddî mânâda hissetiren ekonomik sıkıntıların en kısa zamanda aşılması en büyük dileğimiz.

***

Yeni sezon hazırlıkları

Kervan yürüyor ve yaz sıcakları, tatil rehaveti demeden yeni yayın dönemi hazırlıkları sürüyor. Malûm, tatilin bitişi ve okulların açılışı ile birlikte yayın dünyasında da bir hareketlenme başlar. Ramazan ayının okulların açılışının hemen öncesinde başlayacak olması da, yeni yayın dönemini daha bir önemli kılıyor.

Yeni Asya da bütün birimleriyle, daha önce kalitesini ispat ettiği alanlarda sunduğu ürün çeşitlerini arttırarak ve çizgisinden taviz vermeyen hizmet anlayışı çerçevesinde yeni yayın dönemine ve önümüzdeki günlerde açılacak fuarlara hazırlanıyor.

***

Kur’ân kampanyası

Geçen hafta, hayır ve güzellikleriyle manevî iklimimizi şenlendiren Kur’ân ayı Ramazan’ı Kur’ânla karşılayacağımızın müjdesini vermiştik. Aralarında; Cüz Cüz Kur’ân, Kur’ân Meali, Mealli Büyük Cevşen, Risâle-i Nur’da Hz. Muhammed (asm), Büyük Dua Kitabı ve Safahat gibi değerli eserlerin yer aldığı hediyelerin verildiği kültür kampanyamızı yine Kur’ân-ı Kerimle taçlandıracak olmamız büyük bir memnuniyet ve sevinçle karşılandı.

Kupon neşrine 13 Eylül’de başlanacak olan Kur’ân-ı Kerim’in, Ramazan’la birlikte okuyucularımızın elinde olmasını hedefliyoruz. Matbaamızın geceli gündüzlü bir mesai ile ilk baskılarını yaptığı Kur’ân nüshaları, kampanya ve tanıtım çalışmaları için büro ve temsilciliklerimize büyük ölçüde ulaştı. Yeni abone olan herkese Kur'ân-ı Kerimleri peşinen verilecek.

Planlanan reklâm ve tanıtım kampanyamız da 1 Eylül’de başlıyor. Ulusal ve mahallî TV ve radyo reklâmları ile desteklenecek kampanya için gazetelere de ilânlar verilecek, afiş ve el ilânları hazırlanacak. Kampanyamız önde gelen haber portalları ve büyük şehirlerde toplu taşıma araçları ile duyurulacak. Kalabalık meydanlarda abone standları açılacak. ‘Saha çalışması’ yapan büro ve temsilciliklerimize hayırlı başarılar ve kolaylıklar diliyoruz.

Gayret bizden, tevfik Allah’tan...

***

Ramazan sayfası hatırlatması

Üç ayların girmesi ile Ramazan hazırlıklarının da hız kazandığını belirtmiş, Babıâli’de Yeni Asya ile başlayan ve bugün pekçok gazete tarafından örnek alınan Ramazan sayfamız için bir duyuruda bulunmuştuk.

Ramazan sayfası için yaptığımız çağrımızı tekrar hatırlatmak istiyoruz.

Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli. Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı en geç Eylül başında elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatıyla uyumlu, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz. Sayfa için hazırlık yapmakta olup da çalışmaları daha sonraki günlere sarkacak olanların da aynı e-posta adresinden bizleri bilgilendirmelerini diliyoruz. Dileyenler sayfa editörü İsmail Tezer’le santral telefonlarımızdan irtibat kurabilirler

***

Berat Kandiliniz mübarek olsun

İkinci bir Kadir Gecesi kıymetinde olan Berat Kandilini bu gece idrak ediyoruz. Âlemimizi şereflendiren ‘kudsî çekirdek’ hükmündeki bu gecenin milletimiz, İslâm âlemi ve insanlığa hayır ve bereketler getirmesini diler, okuyucularımızın kandilini tebrik ederiz.

Hayırlı haftalar dileğiyle...

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Başkan özür diledi



Ankara, Ağustos ayını cumhurbaşkanlığı seçimleri kadar susuzluğu da konuşarak geçirdi. Büyükşehir Belediyesi Ankara’yı iki bölgeye ayırdı. İkişer gün arayla su verileceği duyurusu yaptı. Buna göre dağıtım takvimi işlemeye başladı. Derken Demetevler’de su borusu patladı. Beş gün bütün Ankara’da su kesintisi yaşandı.

Ankara, adı “bidon devri” konulan “yeni bir çağ”la tanışmıştı. Plastik sektörü bayağı iş yaptı. Bizim apartman görevlisi bile bidon pazarlamaya başlamıştı.

Bidonlu Ankara günleri Allah’tan ki uzun sürmedi. Bütün televizyonlara çıkıp kendini ve çabalarını anlatmaya çalışan Melih Gökçek, doğrusu iknada başarılı olsa da, evlerde “tıss”layan musluklar, söze hacet bırakmayacak bir gerçeği yaşatıyordu.

Ankara’nın malum sahipleri, tek bir ağızdan, özellikle gazetelerin Ankara ekleri üzerinden avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı, muhalefet dalgasının sesini yükseltiyorlardı. Daha önceki üst/alt geçit protestolarından da tecrübeleri vardı.

Melih Gökçek de boş durmadı. DSİ’yi kusurlu buldu. Çok profesyonel çalıştığını anlatarak, aleyhine dönen gündemi değiştirmek için uğraşıyordu.

Ancak nafile, susuzluk Ankara’yı sarsıyordu. Enerji Bakanlığı, DSİ, Büyükşehir derken, diğer aktörler de demeç sırasına girdiler. Susuzluk, Başbakan’ın beyanına kadar uzadı.

Melih Gökçek, tezlerinde ısrar etmeye devam etti. Ortada bir susuzluk vardı. Ancak müsebbibleri konusunda en ufak bir üstlenme ve kusur mercii görünmüyordu.

Bereketsizliğin, kuraklığın güzelim Ankara çimlerini kuruttuğu, belediyenin olağanüstü çırpınışlarına rağmen yetmediği, hatta hastanelerin kritik bir süreç yaşadığına varan bir tedirginlik bile kabullenici bulmakta zorlanıyordu.

Başşehir Ankara, cumhuriyetin görkemi kadar güçlü değildi su konusunda. Susuz kalmıştı. Başarılı, başarısıyla her zaman övünen ve bunu da üç dönem oya tahvil eden Gökçek için, bir kırılma ve tartışma yaşanıyordu.

Çare, suyu akıtmaktı. Zira, su avuçlamayan veya musluğundan su akmayan kimseyi ikna edemezdiniz.

Ortada bir problem, bir beceriksizlik, bir ihmal veya planlama hatası olmasına rağmen, kimseden özür beyanı sudur etmiyordu. “Haklıydın, değildin” tartışmaları suya dönüşmüyordu. Çare “suya düştü” böylece.

Sonra ne oldu?

Gayet basit. Bir tarafta yeni baraj suyunun Ankara’ya yetişmesi için geceli gündüzlü, hummalı bir şekilde çalışılırken, diğer taraftan tasarrufa riayet edilmesi halinde kesintinin kalkacağı sinyalleri verildi.

Daha da önemlisi, susuzluk fark edilmişti(!).

Nasıl mı?

Vatandaştan tasarruf istenirken, iktisatlı su kullanımı teşvik edilirken ve bu konudaki hassasiyetleri için teşekkür edilirken, suyun sürekli akacağı müjdesi veriliyordu.

Peki, son yirmi günün bu yoğun muslukları “aç-kapa” hikâyesi, gerçekten yaşanmalı mıydı? Yaşanmayabilir miydi?

Okuduklarımız ve dinlediklerimizle kafamız daha da karıştı.

“Bütün bu yaşananların mutlu sonla ve çözümle neticelenmesinin en önemli noktası ve başarıya götüren uzlaşması nedir?” derseniz, başkanın olayı itiraf etmesidir diyebilirim.

Allah Allah, nasıl itiraf!

Bildiğiniz gibi.

Devletlilerin pek alışık olmadığı, kusurların örtüldüğü ve sürekli gerekçeklerin öne çıktığı bir kamu yönetiminde, başkan şaşırtacak bir iş yaptı.

Ne yaptı?

Merak etmeyin söyleyeceğim?

Başkan televizyona çıkıp, olup bitenler konusunda bir açıklama yaptı, noktayı koydu ve sular gürül gürül akmaya başladı.

Ve başkan özür diledi.

Başka ne diledi diye sormayan. Bir koca başkan özür diledi.

Böylece bir hesap hatası, az hasarla giderildi. Vali’ye göre şimdilik “altı aylık su”yumuz var.

Sonrasına… Allah kerim.

27.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Negatif baskı



Ruhat Mengi mızrak ucu gibi. Daha doğrusu Nihal Bengisu Karaca ile Ayşe Böhürler kendilerine ‘sağlam’ bir yandaş daha bulmuş oldular. Onları Dilek Önder’in ateşinden koruyor. Hatta bir defa yine ‘Dansetmek dikey bir ilişki türüdür’ diyen imamı haklı bulan Dilek Önder yine karşısında Ruhat Mengi’yi bulmuştu. Demek ki hayat tarzları uysa da frekansları tutmuyor. Dilek Önder en azından ideolojik çelişkilerden kurtulmuş. Kendisi başka türlü yaşasa da dobra dobra karşı tarafta veya kendinde gördüğü çelişkileri analiz edebiliyor ve üzerine gedebiliyor. Ruhat Mengi ise ideolojik tarafgirlikten hâlâ kurtulamamış vaziyette ve bundan dolayı hakikatları ideolojisine göre eğip bükebiliyor. Belki de Ayşe Böhürler ile Nihal Bengisu Karaca ile arasındaki ortak payda da bu.

Ayşe Böhürler ve Nihal Bengisu Karaca ile Ruhat Mengi arasındaki ortak noktalardan birisi her iki tarafın da başörtüsüne bir görevden ziyade, kişisel tercih olarak bakmaları. Bu hususta iyi anlaşıyorlar. Bundan dolayı Böhürler geçmişte Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir mülâkatında başörtüsü meselesinde çocuklarına telkinde bulunmayacağını, kişisel karar ve tercihlerine saygılı olacağını söylemişti. Demek ki dine seküler zaviyeden bakıyor. Tebliğ tarafı yok. Meyhaneye de gitse, camiye de gitse kişisel tercihi. Ayşe Böhürler, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına Gül’le alâkalı değil de toplumsal refleks ve ortamın hassasiyetiyle alâkalı olarak muhalefet etmiş. Bunun üzerine kendilerine ‘dinci’ diye hitap ettiği birileri veya bazı kesimler kendisine ‘sürtük’ diye sataşmışlar. Bilemiyorum böyle bir itiraz gerçekten de birilerini bu derece tahrik edebilir mi? Farz edelim ki, mahallede böyle birileri var. Nihal Bengisu Karaca gibi bunları mahalleli ile bir tarafa mahalleli olmayanla paylaşmanın ne gibi bir hikmeti, zarureti veya amacı olabilir? Neredeyse bu sözleriyle bütün millî basına malzeme oldu. Acaba bunun için mi şikâyetini mahalle dışındakilere de aksettirdi ve paylaşma ihtiyacı hissetti?

Yaklaşık iki aydır AKP ile ilgili yazılar yazıyorum doğrusu ona yapılan seviyede seviyesiz bir tepkiye muhatap olmadım. Öyleyse kim bunlar deşifre etsin ve mahalleli dış basın yerine mahkemelerde hakkını arasın. Ya da gündeme gelmek için iki de bir bu meseleleri kurcalamasın. Ruhat Mengi bu tür yazılardan hoşlanabilir, ama kendi adıma hoşlanamıyorum. Ya da topluca Ahmet Hakan’ın yanına geçerek istediği gibi istediğini yaşasın. Kim itiraz edebilir? Kimse zaten sizin yaşantınıza karışmıyor. Ama bizim mahalleyi de takıntılarınıza alet etmeyin. Ya da mahalleli adabına uyun.

***

Böhürler, Prof. Şerif Mardin’in toplumsal değişimi tersine okumanın bir sonucu olarak ortaya attığı ‘mahalleli baskısı’ tabirini kendi durumuna uyarlıyor. Tazallum hali izhar ediyor. Şerif Mardin’in tesbiti makusuyla mütenasiptir. 1980’li yıllardan itibaren toplumun pozitif ve müsbet baskısı negatif ve menfi hale dönüşmüştür. Bizzat Böhürler ve Bengisu gibiler de bunun bir dolaylı ürünüdür. Pozitif baskı negatif baskıya dönüşmüştür. Emri bil’l maruf nehyi ani’l münker bitmiş ve günaha günah denemez duruma düşülmüştür. Ahirzaman erkeği, ya eşi, ya çocukları ya da eşi olmazsa anne babası, o da olmazsa komşuları tarafından yoldan çıkarılacaktır... İhtiyaç olmayan ihtiyaçlar ya da suni ihtiyaçlar için erkeği haram peşinde koşturacaklardır. Peygamberimizin ahirzamanla ilgili haber verdiği ve yaşadığımız dilime mutabık olan hakim mahalle baskısı ve paradigması budur. Anlayacağınız, mahalleli baskısı tersinden işliyor. Değişen şartlar çerçevesinde Peygamberimizin haber verdiği ahirzamandaki mahalleli baskısı budur. Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray gibi aktristler geçmişte cemiyet baskısı nedeniyle hayatlarını yaşayamamaktan şikâyet ediyorlardı. Bundan dolayı bütün kayıtlardan azat olmuş gençliğe özeniyorlardı. Mahalle baskısının tersine dönmesi sonucunda, 1980’den itibaren Türkan Şoray hayatındaki bazı kayıtlara ve sınırlamalara son vermişti. Bunlar arasında olan ve hâlâ da Bollywood gibi pagan bir toplumun sinema sektöründe geçerli olan ‘öpüşme’ yasağını delmişti. Bu aykırı vetire ve sürecin sonucunda şimdi ise adeta göğüs çatallarını göstermeyenler ayıplanıyor. Mahalleli baskısı varsa işte budur. Şerif Mardin Hoca yaşlandı veya toplumu okuyamaz ve takip edemez oldu ya da ne dediğini bilmiyor. Zaten AKP’lilerin mahalle baskısına rağmen dönüştüğünü kendisi söylemiyor muydu? Emre Aköz de Hoca’nın bu şaşı bakışına itiraz etti.

***

Dilek Önder gibi kendisi farklı olsa bile Emre Aköz de kitabın ortasından konuşuyor. Kızılderililerin ifadesiyle çift dilli değil. 1 Temmuz 2007 tarihli ‘Onlar asla ikna olmaz’ yazısında bu değişimi görmek istemeyenlerin kör gözlerine parmağını sokuyor: “Deniyor ki ‘AKP’nin taban kadrolarını Millî Görüşçüler ele geçirdi’ Bu iddialarına bir de ‘kuramsal’ dayanak buldular: Din sosyolojisinin en önemli adlarından Prof. Şerif Mardin’in bir süre önce, ‘Mahalle baskısı, partiyi siyasal İslâm’a çekebilir... Parti üst yönetimi de bu baskıya boyun eğebilir’ demesi.

Bence gerçek tam tersi...

Süreç öbür yana doğru işliyor:

1) Gayet iyi örgütlenmiş bir parti olan AKP; içe kapanık, aşırı muhafazakâr ya da din devleti isteyen kesimleri bile yerel ve ulusal siyasete katarak modernleştiriyor ve demokratlaştırıyor. Kadınlar ve erkekler bir araya gelerek çeşitli sorunlara çözüm arıyor, projeler yürütüyor. Siyaset yapmak, oy toplamaya çalışmak kendilerinden farklı olan kesimlere karşı daha hoşgörülü olmalarını sağlıyor.

2) Hükümetin ekonomi ve eğitim politikaları da muhafazakâr kitlelerin yeni teknolojilerle ve yaşam biçimleriyle tanışmasına yol açıyor. Meselâ bu dönemde 5 milyon kişi hayatında ilk defa uçağa bindi! Okullara dağıtılan 500 binden fazla bilgisayar sayesinde doğu bölgelerinde yaşayan çocuklar dahi “e-mail” adresine sahip oldu.

Saadet Partisi, AKP’yi niye ‘ahlâkî’ açıdan eleştiriyor sanıyorsunuz? Çünkü Milli Görüşçüler, bu dönemde yaşanmakta olan ve kendi tabanlarını aşındıran modernleşme sürecinden rahatsız...”

27.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri