Önümde bir fotoğraf var. Her şeyi özetliyor. Görmek, işitmek gibi olmadığından yakîn hasıl oluyor, yorum düşüyor. Arapların re’yü’l ayn, yani görürcesine dedikleri şey hasıl oluyor. Milliyet gazetesinin birinci sayfasında bir kare. Büyük Menderes nehrinin zemini bomboş, kurumuş. Ankara ve İstanbul’daki su kesintilerine son çare olarak nehirler aklımıza geliyordu. Ya nehirler de kurursa? O zaman son bir ümit olarak denizler aklımıza gelecek. Denizlerden tatlı su elde etmek hem külfetli, hem de küresel ısınmayı daha da tetikliyormuş. Hiçbir seçenek sağlıklı değil. Diyelim ki nehirleri taşıdık ve denizleri arıttık, ama bu sadece günlük ihtiyaçlarımızı karşılayacak. Bahçelerimizi serinletmeyecek. Bitkilerimizi ve yeşil örtüyü canlandırmayacak. İki şehrin belediyesi, “böyle giderse onlarca yıl su kesintiyi olmayacak” diyorlardı. Kendi namlarına konuşmuşlar, büyük konuşmuşlar. Durumumuz 1994 yılından daha beter görünüyor. Gönlümüz ve gönül iklimimiz çoraklaştığı ve kuruduğu ve katılaştığı oranda yer de, gök de kurudu. Manevî iklimimizdeki kuruluk maddî iklime yansıdı ve kuraklık oldu. Zaten “Onlara ne gök, ne de yer ağladı” derken herhalde bu kastediliyor. Burada göğün ve yerin ağlamalarından birisi göğün yağmurunu boşaltması, diğerinin de yağmurunu tutmasıdır. İkisinde denge aştığı zaman Nuh tufanı gibi tufana gark olabiliriz. Bunun vasatı ise, yağmurun yağması ve arzın yağmuru tutmasıdır. Halbuki şimdi tam tersi, gökler suyunu sakınırken, yerdeki su da çekiliyor. Konya ve benzeri yerlerdeki yeraltı sularının giderek derinleştiklerini ve suyun tuzlanma oranının da arttığını biliyoruz. Toprak kuruyor. Kur’ân bize yekten soruyor: “Suyunuz çekilse main (temiz) ve berrak ve safî suyu size kim temin edebilir?” Kimse temin edemez. Kocaman yeryüzü Yemen’deki iki cennet timsali bahçenin durumuna döner. Çoraklaşır. Toprak suya aç. İklim uzmanlarından Prof. Orhan Şen, yağmur yağsa bile kısa vadede çözüm olmayacağını ve toprağın suya doymayacağını ve yapay yağışın şart olduğunu söylüyor. Durum gizlemeye çalışılacak gibi değil. Bunun elbette bir nedeni olmalı?
***
Allah’la aramız açık. Bundan dolayı O’nun taht-ı tasarrufunda olan sema ile de aramız açıldı. 1994 yılında ağzı duâlılar sema ile aramızı düzeltmişlerdi. Ama o ağzı duâlılar da zamanla ya duâyı unuttular, ya da icabete lâyık olmaktan çıktılar. Duânın Sahibi de onları unuttu. Sanki bulutlara bile kabızlık hali arız olmuş. Yağmur bulutları toplanıyor, ama bir türlü yağmurlarını boşaltamıyorlar. Bulutlar bir araya geliyorlar ve kaşlarını çatıyorlar, ama bir türlü çiftleşmelerinden beklenilen yağmur tomurcukları hasıl olmuyor. Bazen kaş çatma öfkeye, öfke de nikmete dönüşüyor. İngiltere’de tufana benzeyen sel felâketinde olduğu gibi… Göğün dengesi bozulmuş durumda. Tabiî ki bizim yüzümüzden. Hem madden, hem de manen onu kirletiyoruz. Yağmur inse bile, bu nimetin değil, nikmetin habercisi oluyor. Ya, Türkiye’de olduğu gibi, kuraklık oluyor, ya da İngiltere’de olduğu gibi milyonluk insan kitlelerinin etkilendiği seller. İngiltere’deki bir Angliikan Kilisesi mensubu papaz bu felâketlerin isyanlarımıza bir karşılık ve mukabele olduğunu ifade etmektedir. Maalesef bizde hakim olan pozitivist pradigma nedeniyle bunu bile söylemekten aciziz. Diyanet İşleri Başkanlığı veya benzeri kurumlar halkı yağmur duâsına çağırması gerekirken, onlar pozitivistlerden utandıkları için mi bilinmez, ama neticede böyle bir çağrı akıllarına gelmiyor. Maalesef artık bu hizmetlerde işin felsefesi veya akademik yönü davet yönünden ileride gidiyor. Ona ağır basıyor. Estetik yönü varlık nedenine ağır basmış. Bundan dolayı duâ bile edemiyoruz. Pozitivizmin bizi kurtarması mümkün değil. Buna dair bir âyet-i celilede ‘Ve lillahi mülkü’s semavati ve’l ard vallahu ala külli şey’in kadir’ buyuruluyor. Yani göklerin ve yerin mülkiyeti O’na aittir, dilediği gibi tasarruf eder. Her şeye Kadirdir. Kadir olandan niye istemiyoruz? İstemekten utanıyor muyuz acaba? Pozitivist ezberin bozulmasından mı korkuluyor? Bu korkumuzun ecele faydası yok. Ve ‘Onlar levmedicilerin levminden ve kınayanların kınamasından korkmazlar’ buyuruluyor. Demek ki, biz laim ve levvamların levmine aldırmayacağız. Aksine Peygamberimiz, ‘Allah’ım korkmayan ve haşyet duymayan kalpten Sana sığınırım’ buyuruyor.
***
Bu küresel kuraklık denilen küresel afetin en önemli nedenlerinden birisi, günahın tufan gibi yayılması ve buna mukabil pratöner nevinden emr-i bi’l maruf ve nehyi ani’l münker görevinin yapılmamasıdır. Duâlarımız da sular gibi daha diplere ve derinlere çekildiği gibi İslâm ümmetinin pratöneri ve mümeyyiz vasfı olan emr-i bil’l maruf da neredeyse ortadan kalkmıştır. Kardeşlik görevi olan teşvik veya ikaz görevimizi yapmıyoruz. Mısırlı hocalardan Muhtar Nuh’un dediği gibi, günah ve isyanlar medeniyetlerin güvesidir. Bunun sonucu ikinci bir Nuh tufanı mesabesinde olan küresel ısınma ve kuraklık afetiyle karşı karşıyayız. Bu da ahirzaman tufanıdır. Neden küresel ısınma soğuk savaş sonrasında patlak verdi ve neden buna karşı ABD tedbir almamakta diretiyor? İşin siyasî boyutu da budur. Gönül iklimimiz kuruduğu gibi, fizikî iklim de kurudu. Gözlerimizden yaşlar, dünyadan da sular çekildi. Artık sema yakarışlarımıza karşılık vermiyor. Zira masumların dudakları ad kurudu. Ya da içimizdeki masumların sayısı ve oranı giderek azalıyor. Gizlice ve toplu halde Allah’a yakaralım, bu musibetten bizleri ve canlıları kurtarmasını isteyelim.
Allah hepimize soruyor: Duânız da mı yok? Yoksa ne işe yararsınız?
03.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|