Yapılan her seçim, ortaya çıkardığı sonuçlarla zengin tecrübeleri ve mutlaka dikkate alınması gereken çok önemli dersleri içeriyor.
Sonuçlarını, sağlam ölçülere dayalı isabetli tercihlerden ziyade, yönlendirmelerin etkisinde kalarak kullanılmış yüzer gezer oyların belirlediği seçimler, hep büyük sıkıntı getiriyor. Geçmişte bunu çok yaşadık, halen de yaşamaktayız.
Sağlıklı ve güçlü bir temele oturmayan mevziî “istikrar” görüntülerinin ilk ciddî sarsıntıda yerini derin krizlere bırakacağını artık görebilmeliyiz.
Böyle krizlerin siyasetteki sonucunun, hele yeni toplum mühendisliği projelerinin uygulamaya konulması halinde, yeni macera arayışları ve denemeleri olarak karşımıza çıkacağını da.
Bunun, 12 Mart’tan, özellikle de 12 Eylül’den beri süregelen siyasî istikrarsızlık kısır döngüsünün ilânihaye devamı anlamına geleceğini de.
Gerçek şu ki, Türkiye’de ardı arkası gelmeyen müdahalelerle darma dağın edilen siyasetin yerli yerine oturması için, Bediüzzaman’ın “Bu vatanda dört parti var” diye başladığı, ama neticede iki partili hassas ve kritik bir dengenin altını çizdiği mektubundaki izahlar çerçevesinde bir siyasî şuurun oluşması gerekiyor.
Orada sözü edilen terazinin bir kefesinde, gücünü bürokrasideki etkinliğinden alan “devlet partisi,” diğer kefesinde ise hak ve özgürlükleri ve millete hizmeti esas alan “milletin partisi” var.
Devlet partisinin kimliğinde bir tereddüt ve tartışma yok. Kim olduğu belli. Ama diğeri öyle değil. Ve çok partili demokrasimizi müdahalelerle kesintiye uğratma sürecinin başlamasından bu yana bütün mücadele ve kavga, o kefeye kimin yerleşeceği meselesi üzerinde cereyan ediyor.
DP için de, 27 Mayıs’tan sonra bu partinin AP ile devam ettiği bahsinde de bir ihtilâf yok.
Ama 12 Mart’tan sonra demokrat kitleyi şaşırtma ve parçalama planları yürürlüğe konulunca iş değişti. Bu planlar 12 Eylül’de ANAP, 28 Şubat’ta da AKP ile farklı boyutlara taşındı.
Kimilerinin iddia ettiği gibi demokrat misyon bayrağı AKP’ye mi geçti, yoksa bu parti, tıpkı ANAP gibi, misyonun başarısını engelleyip statükonun ömrünü uzatmak ve dışarıdaki bazı odaklar tarafından kullanılmak için mi kurgulandı?
AKP’nin yaklaşık beş yıllık iktidarındaki icraatı, ikinci şıkta dile getirilen görüşü destekliyor.
Çünkü bu dönemde, AB sürecinin gereği olarak yapılan, çoğu eksik ve yarım bırakılan, yapılanların da ekseriyeti uygulamaya yansıtılamayan kısmî reformlar hariç, demokratikleşme alanında kayda değer hiçbir adım atılmadı.
28 Şubat yadigârı olan ve her biri çok ciddî hak ihlâli niteliğiyle yakıcı mağduriyetlere yol açan yasak ve kısıtlamalar da artarak sürüyor.
Aslında AKP’nin DP-AP-DYP çizgisine yönelmesi hem kendisi, hem Türk siyaseti için pozitif bir gelişme olabilirdi. Ancak mâlûm müdahaleler sebebiyle bir miktar zaafa düşmüş olsalar da demokrat misyon çizgisinin halen ayakta olan ve yola devam eden asıl takipçilerini dışlayıp tasfiye ederek o tabanın üzerine kendisi oturma hesabına girmesi, işin rengini değiştirdi. Samimiyet olmayınca farklı dokular da uyuşmadı.
Ve sonuçta, asıl varken taklidine itibar edilmeyeceği gerçeği yine hükmünü icra ediyor.
Süreç içinde bu gerçek daha iyi anlaşılacak.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|