|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asıl ve taklit |
|
Yapılan her seçim, ortaya çıkardığı sonuçlarla zengin tecrübeleri ve mutlaka dikkate alınması gereken çok önemli dersleri içeriyor.
Sonuçlarını, sağlam ölçülere dayalı isabetli tercihlerden ziyade, yönlendirmelerin etkisinde kalarak kullanılmış yüzer gezer oyların belirlediği seçimler, hep büyük sıkıntı getiriyor. Geçmişte bunu çok yaşadık, halen de yaşamaktayız.
Sağlıklı ve güçlü bir temele oturmayan mevziî “istikrar” görüntülerinin ilk ciddî sarsıntıda yerini derin krizlere bırakacağını artık görebilmeliyiz.
Böyle krizlerin siyasetteki sonucunun, hele yeni toplum mühendisliği projelerinin uygulamaya konulması halinde, yeni macera arayışları ve denemeleri olarak karşımıza çıkacağını da.
Bunun, 12 Mart’tan, özellikle de 12 Eylül’den beri süregelen siyasî istikrarsızlık kısır döngüsünün ilânihaye devamı anlamına geleceğini de.
Gerçek şu ki, Türkiye’de ardı arkası gelmeyen müdahalelerle darma dağın edilen siyasetin yerli yerine oturması için, Bediüzzaman’ın “Bu vatanda dört parti var” diye başladığı, ama neticede iki partili hassas ve kritik bir dengenin altını çizdiği mektubundaki izahlar çerçevesinde bir siyasî şuurun oluşması gerekiyor.
Orada sözü edilen terazinin bir kefesinde, gücünü bürokrasideki etkinliğinden alan “devlet partisi,” diğer kefesinde ise hak ve özgürlükleri ve millete hizmeti esas alan “milletin partisi” var.
Devlet partisinin kimliğinde bir tereddüt ve tartışma yok. Kim olduğu belli. Ama diğeri öyle değil. Ve çok partili demokrasimizi müdahalelerle kesintiye uğratma sürecinin başlamasından bu yana bütün mücadele ve kavga, o kefeye kimin yerleşeceği meselesi üzerinde cereyan ediyor.
DP için de, 27 Mayıs’tan sonra bu partinin AP ile devam ettiği bahsinde de bir ihtilâf yok.
Ama 12 Mart’tan sonra demokrat kitleyi şaşırtma ve parçalama planları yürürlüğe konulunca iş değişti. Bu planlar 12 Eylül’de ANAP, 28 Şubat’ta da AKP ile farklı boyutlara taşındı.
Kimilerinin iddia ettiği gibi demokrat misyon bayrağı AKP’ye mi geçti, yoksa bu parti, tıpkı ANAP gibi, misyonun başarısını engelleyip statükonun ömrünü uzatmak ve dışarıdaki bazı odaklar tarafından kullanılmak için mi kurgulandı?
AKP’nin yaklaşık beş yıllık iktidarındaki icraatı, ikinci şıkta dile getirilen görüşü destekliyor.
Çünkü bu dönemde, AB sürecinin gereği olarak yapılan, çoğu eksik ve yarım bırakılan, yapılanların da ekseriyeti uygulamaya yansıtılamayan kısmî reformlar hariç, demokratikleşme alanında kayda değer hiçbir adım atılmadı.
28 Şubat yadigârı olan ve her biri çok ciddî hak ihlâli niteliğiyle yakıcı mağduriyetlere yol açan yasak ve kısıtlamalar da artarak sürüyor.
Aslında AKP’nin DP-AP-DYP çizgisine yönelmesi hem kendisi, hem Türk siyaseti için pozitif bir gelişme olabilirdi. Ancak mâlûm müdahaleler sebebiyle bir miktar zaafa düşmüş olsalar da demokrat misyon çizgisinin halen ayakta olan ve yola devam eden asıl takipçilerini dışlayıp tasfiye ederek o tabanın üzerine kendisi oturma hesabına girmesi, işin rengini değiştirdi. Samimiyet olmayınca farklı dokular da uyuşmadı.
Ve sonuçta, asıl varken taklidine itibar edilmeyeceği gerçeği yine hükmünü icra ediyor.
Süreç içinde bu gerçek daha iyi anlaşılacak.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Savaş ile barışın yarışı |
|
Ortadoğu’da iki savaş ihtimali var. Bunlardan birisi Suriye-İsrail cephesinde. Aslında Suriye ve İsrail cephesinde ‘ne savaş ve ne de barış’ hali devam ediyor. İsrail de bundan rahatsız. Aslında taktik Hizbullah ve Hamas desteği olmasa İsrail Suriye yönetiminden memnun. Ondan iyisi Şam’da kayısı. Zira Suriye rejimi halkından kopuk ve halkını temsil etmiyor. Etnik veya doktrinel anlamda değil, sadece ideolojik anlamda da böyle.
Suriye ulus bir devlet olduğu gibi aynı zamanda rejim de halkından kopuk. Çok küçük bir sosyolojik tabana dayanıyor. Bundan dolayı 2003 sonrasında ABD’nin seçenekleri arasında olan Şam rejiminin devrilmesine en büyük muhalefet Telaviv’den geldi. ‘Bilineni bilinmeyene tercih ederiz’ dediler. Onun zayıflığı ve halkından kopukluğu İsrail’in gücü demektir. Suriye geçmişte Red Cephesinin üyelerinden birisiydi. Hâlâ da kendi başına ve bir de İran’ı saymazsak öyle sayılabilir. Ama merhum Kelim Sıddıki gibilerine göre de aslında İsrail’e çevreleyen bir güvenlik kuşağının üyesi.
İsrail geçmişte Türkiye, İran ve Etiyopya ile Arapları çevreleme politikası izlemiştir. Bunun halkalarından bazıları zamanla koptu. Yenilerini yerlerine koymaya çalışıyor. Çevreleme politikasının muhtemel adayları arasında Irak’ın kuzeyindeki defacto Kürt varlığı bulunuyor. Çevreleyici dış gerdanlığın yanında bir de Ürdün gibi ülkelerin temsil ettiği iç çekirdek veya gerdanlık var. Camp David’le birlikte bu gerdanlığa ‘yarı resmî’ olarak Mısır da dahil olmuştur. Suriye ise dolaylı yoldan İsrail’e karşılığı ödenmez bir hizmette bulunuyor. Bunu konumu ve duruşu sağlıyor. Sufilerin deyimiyle izah edecek olursak’ vücuduke zenbün la yukasu aleyhi zenbun aher/ varlığın suçtur başka suça ihtiyaç yok. Miles Copeland’ın da kullandığı ifadeyle Nasır ABD’nin tarafsız müttefikiydi. Nasır siyaseti itibarıyla değil, konumu itibarıyla böyleydi. Bizatihi değil, ama itibari olarak ABD’nin has müttefikiydi. Kanal’ı devletleştirerek İngiliz mirasının ABD’ye intikalini kolaylaştırmıştır. İkinci bulunmaz hizmeti ise, Kral Faysal’ın başında bulunduğu Suud gibi kraliyetlerle ideolojik, siyasi ve askeri olarak sürtüşerek Arapları kutuplaştırmış ve İsrail’i güçlendirmiştir. Daha sonra Nasır’ın yerini Irak’ın Saddam’ı ve Suud’un yerini de İran almıştır. Bu kutuplaşmanın ve yıpratma savaşlarının bir sonucu İsrail karşısındaki 1967 hezimeti yaşanmıştır. Bu bağlamda, Esad hanedanlığı konumu gereği İsrail’in en büyük tabii müttefikidir.
***
Geçen yıldan beri Suriye ile İsrail arasında barış ile savaş seçenekleri yarışıyor. Sarkaç gidip geliyor. İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırısının Suriye’yi de kapsayacağı beklentisi vardı. Bu gerçekleşmedi. Ancak bir yıldan beri İsrail’in ne savaş, ne barış halini veya siyasi buzlanmayı çözme veya kilitlenmeyi kırmak için Şam’a karşı bir taktik savaş açması ihtimalinden sözedilmektedir. Kimilerine göre bu savaş baskın bir savaş olacak. Şam yönetimi de bu ihtimale karşı mevzilerini ve mevkilerini takviye ediyor. İsrail tarafından bazıları bu tahkimatı Suriye’nin savaş niyetine bağlıyor. Halbuki bunun taarruz değil, savunma niyetli olduğu müsellem. Zira Suriye Golan Tepeleri’ni savaşla değil ancak barışla geri alabilir. Ama bunu çok bekledi bir türlü gerçekleşmedi. Bunun için tahrik ve kışkırtma politikalarına başvuruyor. Bununla birlikte, İsrail’in barış durumunu dipsiz kuyudan çıkarmak için Suriye’ye baskın bir savaş açabileceği öngörülüyor. Bilindiği gibi İsrail ile Mısır arasındaki buzlar böyle bir taktik savaştan sonra erimişti. 1973 yılında Suriye ve Mısır aynı anda İsrail’e yönelik baskın bir saldırı düzenlemişti. Bunun geleneksel anlamda bir kurtuluş savaşı olmadığı belki durgun suları harekete geçirmek için taktik bir savaş olduğu söylendi. Türkiye’de bunu ilk yazanlardan birisi Muhammed Han Kayani oldu. Ramazan Savaşı’nın buzları ve statükoyu kırma yani bir taktik savaş olduğunu yazanlardan birisi de Şarku’l Avsat yazarlarından Hasan Şebekçi (17/7/2007). Dolayısıyla 1973 savaşı barış için kurgulanan bir savaştı. Şimdi aynısının İsrail tarafından Suriye’ye yönelik de yapılabileceği ifade ediliyor. Baskın savaşın durgun suları hareketlendirebileceği ve barışa mecra açacağı kaydedilmekte. Özellikle de Paretz’in halefi olarak savunma bakanlığına getirilen eski general Ehud Barak’ın böylelikle siyasi hezimetlerinin de rövanşını alacağı ifade ediliyor. Yani bir taşla birkaç kuş,
***
Bilindiği gibi Camp David II. müzakereleri Barak ile Arafat arasında yapılmış ve Barak barışın mağlubu olmuştu. 1999 yılında iktidara geldikten sonra bir yıl sonra Güney Lübnan’dan (Lübnan’ın güneyi) veya Şaron’un ihdas ettiği tampon bölgeden çekilmişti. 5-6 yıl sonra Hizbullah’ın sınırı geçerek bazı İsrail askerlerini öldürmesi ve diğerlerini de esir alması İsraillileri bu çekilmenin saldırıları önlemediği kanaatine sevketmişti. Bundan da Ehud Barak sorumlu tutuluyordu. Bundan dolayı Ehud Barak bu defa hedefi büyüterek Hizbullah’ın hamisini cezalandırabilir. Bununla birlikte, savaşsız barış seçeneği de savaşlı barış seçeneğiyle yarış halinde. Bu bağlamda, Türkiye’nin da aracılığıyla İsrail ile Suriye arasında gizli görüşmeler yapıldı. Suriye ise bunun alenileşmesini istiyor. Gizli kanallar yerine açık kanalları tercih ediyor. Zira dışarıda ve içeride güven kaybediyor. İsrail ise Suriye’nin samimi olmadığını ileri sürüyor. Gizli arabulucular buzları kıramazsa Bush’un ortaya attığı Ortadoğu Konferansı devreye girecek. Şimdiden herkes mutasavver Ortadoğu Konferansı için tebrik yarışına girse de Bush ve Blair ikilisinin ipiyle kuyuya inilmez. Hiçbir itibarları yok. Onlar Ortadoğu barışıyla Irak fiyaskosundan kurtulmak istiyorlar. Bu ise olmayacak bir duadan ibarettir. Öncesinde de Ortadoğu barışını Irak meselesine kurban etmişlerdi. Artık başlattıkları süreç kendilerini de önüne kattı sürüklüyor. Onlar süreci değil süreç onları kotarıyor. Bir müddet sonra o süreç içinde boğulup gidecekler.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Regaib bereketi |
|
Pazartesi gününden itibaren üç ayların bereket iklimine adımımızı attık. Allah’ın rahmet, ihsan ve bereketinin dünyamızı, özellikle bizleri sardığı bu mevsimde, şu dünya misafirhanesinde daha çok azık hazırlama imkânları bulacağız.
Üç aylar olarak bilinen Recep, Şaban, Ramazan Allah’ın rahmet, lütuf, bağış ve ihsanlarının bardaktan boşanırcasına yağdığı aylar. Manevî grafik yükselir bu aylarda.
Recep ayının ilk Cuma gecesi olan Regaib Kandilinde ilk yükselişe geçeriz. Bizlere bağışlanan yeni bir fırsattır bu gece. Lütuf, bağış, ihsan ve bereketin bolca dağıtıldığı bir gecedir bu gece. Yeniden doğuşa, dirilişe adım atmaktır bilenler için.
“Tevbe eden, hiç günah işlememiş olur” sırrınca günahlardan arınmak, yeniden doğuş, yeniden dirilişe adım atmak değil midir?
Evet, yeni bir fırsattır bu gece. Hani Kur’ân-ı Kerîm’de “Sizlerden birine ölüm gelip de, ‘Ey Rabbim, ne olurdu bana biraz daha mühlet verseydin de malımın sadakasını verip salihlerden olsaydım’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunun” (Münafıkûn Sûresi: 10) buyurulduğu gibi sadece mal konusunda değil, her konuda yapamadıklarımızı düşünüp, “İşte sana yeni bir fırsat! Buyur yapamadıklarını, yapılması gerekenleri yap. Tâ ki âyette anlatıldığı gibi pişman olanlardan olma” deniliyor âdetâ bize.
Her yeni gün, hakkımız olmadığı halde bize yapılan bir bağış değil midir? Yarın hayata gözlerimizi açamayabiliriz. Ölümün küçük kardeşi olan uykuya bütün bütün teslim olabiliriz.
İşte sonu pişmanlık dolu bir hayata elveda demek için güzel bir fırsat bu gece. Güzel bir muhasebe; yeni, güzel, zengin ve engin bir hayat çizmek için nefsi sorgulama zamanı. Bu sorgulama, öncekine göre bizi daha farklı bir hayata, rızâ-yı İlâhîye uygun davranışlarda hassasiyete sevk ediyorsa Regaib’in bereketinden istifade edebildiğimizin alâmetidir. O zaman hayatımız daha renkli, daha âhenkli ve huzur dolu olur; istikamet üzere geçen bir hayatın meyvelerini toplamaya başlar, daha dünyadayken Cennet lezzetlerini tatmanın zevkini yaşarız.
Regaib’in lütuf ve bereketleri bunlar.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
AKP’ye verilen oylar boşa gitmedi mi? |
|
Nâmahrem olanlar bu yazıya nazar etmesin! Zira, muhatabım fanatik, tarafgir, inatkâr partizanlar değil; hakperest, iz’an ve insaf sahibi mertlerdir. Slogan falan atmıyor; iftira da etmiyoruz. Mübalağa ettiğimizi de kimse söylemiyor. Sadece olanları tesbit ediyor, avâm diliyle seslendiriyoruz. AKP’yi eleştirmemizi eleştirenlere bir eleştiri:
Gerçekten insan hak ve hürriyetleri konusunda insanları rahatlatacak çareler üretmeyen/üretemeyen iktidara yüklenileceğine; yazanların üzerine gidilmesi hakperestlik mi? Hırsızın hiç kabahati yok mu? Yapanın kabahati yok da, suç “yazanın” mı?
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin lütfen: AKP’ye verilen oylar boşa gitmemiş mi; verilecek olan da boşa gitmeyecek mi? Tabiî ki, insan hak ve hürriyetleri, manevî değerler, demokrasi açısından... Yoksa, ekonomi (o da elit kesim için) açısından değil… AKP’ye verilen her oy hepimize;
- Başörtüsü yasağı olarak dönecektir! Dönmeyecek mi; dönmedi mi?
- Meslek liseleri için katsayısı adaletsizliği olarak dönmeyecek mi; dönmedi mi?
- Kur’ân kurslarında yaş sınırlaması olarak dönmeyecek mi; dönmedi mi?
- YÖK istibdadı ve keyfî muameleleri olarak dönmeyecek mi; dönmedi mi?
- Öğrencilere okulda namaz yasağı; idarecilere soruşturma ve görevden alınma olarak dönmeyecek mi; dönmedi mi?
- Şemdinli olaylarına karışan askerlere taltif olarak dönecektir!
- Ülkedeki sosyal grupların (etnik, mezhebî, dinî, bölgesel veya marjinal mahiyette olsun) temel hak ve özgürlüklerine yasak olarak dönecektir!
- Yüksek faiz ve iç-dış mihrakların milyarlarca dolar kazanması (sıcak paralarını getirip bankalara koyuyorlar) olarak dönecektir!
- “Petrol, enerji ve ticaret” rezervleri ile yollarını garantiye almak için siyasî haritaları ve siyasî rejimleri değiştirip; Ortadoğu’da İsrail’den daha tesirli, güçlü ve büyük ülke bırakmama temelinde hazırlanmış “BOP’un eşbaşkanlığı” olarak dönecektir!
- İşsizlik olarak dönecektir!
- Cârî açığın üstünde borçlanma olarak dönecektir!
- Başbakan’a Yahudi düşünce kuruluşundan Üstün Cesaret Ödülü olarak dönecektir!
- Yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti olarak dönecektir!
- Tezkere reddedilmesine rağmen Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile silahlar Türkiye üzerinden Irak’a geçmeye devam olarak dönecektir!
- İslâm dünyasının sınırlarını değiştirecek BOP’un eş başkanı olarak dönecektir!
- Müslüman topraklarını işgal eden ABD askerlerinin evlerine sağ sâlim dönmeleri için duâ eden başbakan olarak dönecektir!
- Başbakan’ın çiftçilere “Gözünü toprak doyursun” demesi olarak dönecektir!
- Bir tek ehl-i insaf, “Hayır, dediğin gibi değil!” diyebilir mi?
Ve DP’ye verdiğimiz her rey, tıpkı DP ve AP zamanında olduğu gibi, hak ve hürriyetler olacak dönecek; maddî/mânevî kalkınma olarak dönecektir!
Dönmedi mi? Gençler, büyüklerinize sorun! Ehl-i insaf iseler “Evet, doğru, döndü!” diyeceklerdir… Bir tek ehl-i vicdan, “Hayır öyle değil!” diyebilir mi?
Tebrik: Mübarek Regaib Kandilinizi tebrik eder; camiamız, milletimiz, İslâm âlemi için hayırlara; insanlığın hidayetine vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Millet Partisinin kuruluş mâcerası |
|
Milliyetçi ve muhafazakâr diye bilinen bir grup milletvekili, 1946'da seçilmiş oldukları Demokrat Partiden ayrılarak, 60 sene önce bugün (19 Temmuz 1948) Millet Partisini kurdu.
Bu yeni siyasî hareketin başını Fevzi Paşa, Sadık Paşa ile Osman Bölükbaşı çekiyordu.
1948 yılı Temmuz ayı ortalarında Ankara'da dindarlığıyla bilinen Osman Nuri (Köni) Efendinin evinde toplanan Milletçiler, mübarek sayı olsun diye 33 kişiyle yeni partiyi bir an önce kurmaya karar verdi.
Millet Partisinin Fahrî Genel Başkanlığına Mareşal Fevzi Çakmak, resmî Genel Başkanlığına Prof. Hikmet Bayur, Meclis Grup Başkanlığına ise Osman Nuri Bey getirildi.
Böylelikle, Meclis'te grubu bulunan yeni bir parti daha teşkil edilmiş oldu.
Millet Partisini oluşturan milletvekillerinin hemen tamamı, Demokrat Partiden ayrılan kimselerdi.
Toplam milletvekili sayısı 60 kadar olan Demokrat Parti, bu yeni hareketle daha ikinci senesinde tam ortadan ikiye bölünmüş oldu.
Millet Partisini kuranlar, Demokrat Partiyi pasiflikle suçlamaya başladı.
Onlara göre, iktidardaki Halk Partisine ve özellikle İsmet Paşaya karşı daha sert, daha haşin bir politika izlenmeliydi.
Nitekim, partinin resmî kuruluşuyla birlikte bir beyannâme neşreden Fahrî Başkan Fevzi Paşanın sözleri de aynı doğrultudaydı.
Fevzi Paşa, Halk Partisine karşı asıl muhalefeti ancak kendilerinin yapabileceğini, Demokratların çok pasif kaldığını ve uzlaşmacı bir tavır sergilediğini söylüyordu.
Oysa, Millet Partisinin bu çıkışı en çok da Halkçıları ve bilhassa İsmet Paşayı sevindiriyordu. Zira, bu hareketle, iktidara gelmeye hazırlanan Demokratların zaafa uğratıldığını gayet iyi biliyorlardı.
Orbay'ın cevabı
Millet Partisi, siyaset sahnesinde çok güçlü bir kadroyla arz–ı endâm etti.
Demokrat Partinin içinde ne kadar dindar bilinen kişiler varsa, hemen hepsini yanlarına çektiler.
Yetmedi, DP lideri C. Bayar'a nisbeten daha dindar ve daha karizmatik bir şahsiyet olarak tanınan Fevzi Paşayı fahrî başkan seçerken, efsane general Sadık Aldoğan'ı da kurmay kadronun içinde gösterdiler.
Milletçiler, bu arada bir adım daha ileri gittiler ve bir başka efsane şahsiyetin peşine düştüler. Bizzat Fevzi Paşa ve Osman Bölükbaşı'nın tavassutu ile "Hamidiye Kahramanı" diye bilinen eski başbakanlardan Rauf Orbay'a ciddi ciddi çengel attılar. Onu partilerine katılmaya ve ülkeye birlikte hizmet etmeye açıkça dâvet ettiler.
Mareşal Çakmak'ın "selâmı" ile Amiral Rauf Orbay'a giden ve onu birlikte siyaset yapmaya dâvet eden Bölükbaşı'ya Orbay şu cevabı verir: "'Mareşalin emrinde bir nefer olmak, benim için bir şereftir. Ancak, ben bir kere siyasete (TCF) girdim, nâmusumu ve canımı zor kurtardım. Teveccühünüze teşekkür ederim. Ama, politika mı? Allah korusun, bir daha girmem.'' (Yeni Şafak, 23 Mayıs 2005)
Orbay, 1924'te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucu üyesi olduğu için başına gelmeyen kalmamış, ayrıca "İzmir Sûikastı" kumpası sebebiyle de İstiklâl Mahkemesinde yargılanmış ve idam edilmekten zar–zor kurtulmuştu.
Demokratlarla çekişme
Milletçi hareketin başını çekenlerden Fevzi Paşa, İsmet Paşanın dayatmaları neticesi, 12 Ocak 1944'de "yaş haddinden" emekliye sevk edildi. Ancak, o bu muameleyi hazmedemedi ve iki sene sonra siyasete atıldı.
Zira, ne de olsa 22 sene aralıksız şekilde Genelkurmay Başkanlığı yapmış, üstelik M. Kemal'den sonra İsmet Paşanın da bir dediğini iki etmemiş bir kişilikti.
Nitekim, 1946 seçimlerinde DP listesinden bağımsız seçildi ve Meclis'te de İnönü'ye karşı DP'nin Cumhurbaşkanı adayı oldu.
Ne var ki, 1948'de Milletçilerin gönüllü reisliğine geçerek Demokratları adeta sırtından hançerledi.
1948'den 1950 seçimleri öncesine kadar da gittiği hemen her yerde Demokratların aleyhinde bulundu. Seçimlerden bir ay kadar evvel öldü. Partisi de seçimi kaybetti. Üstelik, "Müstakil Demokratlar Grubu" ile "Öz Demokratlar Partisi"ni de saflarına katmalarına rağmen...
Dine hizmet edemeyen dindar (!)
Milletçilerin 1950 seçimleri öncesinde halka yönelik yaptıkları propagandanın mahiyeti özet olarak şöyleydi: "Bizim başkanımız Fevzi Paşa, Demokratların başkanı olan Celal Bayar'dan daha dindardır. Üstelik, İsmet Paşaya karşı daha cesur ve daha dişli bir liderdir. Ayrıca, partimizin kurmay kadrosu da Demokratların kadrosundan daha milliyetçi, daha muhafazakâr bir heyetten müteşekkildir. Dolayısıyla, Demokratları değil, bizi destekleyin, bizi iktidara getirin..."
İşte, bu mânâda seçim propagandası yapan Milletçiler, Üstad Bediüzzaman ve Nur Talebelerine de tesir etmeye ve desteklerini almaya çalıştılar. Ancak, hiçbir şekilde yüz bulamadılar ve iltifat göremediler. (Son Şahitler–4, s. 43–44)
Zira, dindar görünümlü Fevzi Paşa, şayet dine ve dindarlara bir faydası olsaydı, şimdiye kadar bunun bir emaresi görülürdü.
Halbuki, onun 22 yıllık Seraskerliği zamanında din lehinde hiçbir hizmeti görülmediği gibi, aynı dönem içinde (1922–1944) yapılan hadsiz zulüm ve baskılarla dindarlara da kan kusturuldu.
Hâsılı, vazife başında ve elinde de birçok imkân/selâhiyet var iken, din lehinde hiçbir hizmette bulunmamış bir kimse hakkında iyimser olmaya hiç hacet yoktu.
Buna mukabil, Halkçıların karşısında eski Ahrarların devamı olan Demokratların desteklenmesi, onlara istinad noktası olması fikri benimsendi ve on yıl müddetle de tereddütsüz aynı minvâl üzere hareket edildi.
Ayrıca, Eşref Edib gibi Üstad Bediüzzaman'la samimi dost olan Osman Nuri Efendinin de, "siyaset noktasında" farklı bir yol takip ettiğini görmekteyiz. Yani, din kardeşliği devam etmekle beraber, siyasî düşünce paralelliği bir türlü sağlanamamıştır.
* * *
Son bir not: Millet Partisinin ilk genel başkanı Hikmet Bayur, son sadrâzamlardan Kâmil Paşanın torunu olup, 1954'ten sonra DP listesinden bağımsız aday olarak seçilerek Meclis'e girdi. 1960 darbesinden sonra ise, o da Yassıada'da Demokratlarla birlikte yargılandı.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Seçim sonrası |
|
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı sorunlu olmuştur.
Bunun sebepleri bellidir. Ülkemizde ideolojik performans yüksek olduğu için bu kargaşa hep yaşanır hale gelmiştir.
Cumhurbaşkanını seçenler, ideolojik yaklaştığı için, seçilen cumhurbaşkanı da ideolojik tutum içine girmiştir.
Halbuki prosedür bellidir.
Seçilen cumhurbaşkanı, kanunlara göre, ideolojik davranmadan, hakperestlik sınırları içinde hareket etmesi gerekir.
Yol bu...
Ama uygulama çoğu zaman cumhurun arzu ettiği istikametin dışında cereyan etmiştir.
Oysa demokratik teâmüller böyle değildir. Büyük bir devletin başında bulunan ve çok yetkiler ile donatılmış bir cumhurbaşkanı çok dikkatli olmalıdır.
İdeolojik yaklaşımı bırakıp, demokratik davrananlar muvaffak olmuşlardır.
Seçim sonrası şimdiden tartışılır hale gelmiştir.
Öyle mi olacak?
Böyle mi olacak?
Şöyle mi olacak?
"Ben seçerim", "Ben seçtirmem", "Sen seçemezsin", "Ben seçtiririm"... Kanunlar ve teâmüller bile bu arada kaynayıp gider.
Türkiye'de tam demokrasi istiyoruz. Bazılarının müsaade ettiği kadar değil.
Ben "Şu haklı, bu haklı" gibi bir tâbir kullanmıyorum. Dikkat ediniz, demokratik bir ülke istiyorum.
Seçilenin seçene saygısının olduğu, seçenin seçilenden hesap sorduğu bir ülke istiyorum. Muhalefetin iktidara hırs ve ihtiras içinde çıkıştığı bir ortam istemiyorum.
Türkiye'nin bu tabloya bir gün mutlaka kavuşmasını arzu ediyor, bekliyorum.
Umarım bizim nesil buna muvaffak olur.
Olmazsa başka nesil olur.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ufkumuza doğan Regâib Gecesi |
|
Bu gece, dünyayı, malı, mülkü, serveti, her şeyi bırakıp... Yalnız Allah’a, Allah’ın rızasına, Onun mağfiretine, muhabbetine, sevgisine, cemaline ve Ona ibadete rağbet edeceğimiz müstesnâ bir gece. Bu gece Regaib Gecesi.
Bu gece bütün istekler Allah’a arz edilir. Bütün duâlar Allah’a ulaştırılır. Bütün talepler Allah’a sunulur. Bütün rağbet edilenler Allah’a eriştirilir.
Bir fakir kul, padişahın kapısına varıyor, el açıyor, dertlerini ve ihtiyaçlarını sıralıyor, dileklerini arz ediyor. Ve, eğer saygıda kusur etmemişse ve eğer isteklerini samimi olarak dile getirmişse, isteklerine kavuşuyor, dertlerine derman buluyor, ihtiyaçlarını gördürüyor. Padişahın kapısından boş dönmüyor; huzur bulmuş, ağlayan yüzü gülmüş ve dertlerine derman bulmuş olarak dönüyor.
Soruyorlar: Bu gece Rabbimizden ne isteyelim diye. Ne istemeyelim ki? Bizim Rabb’imiz O! Biz O’nun kuluyuz. Bizi terbiye eden, bizi besleyip büyüten, hayatta ne istemişsek veren, tüm ihtiyaçlarımızı karşılayan ve kefil olan Kâinatın Padişahı O!
Bizim Hâlık’ımız O! Biz O’nun mahlûkuyuz. Bizi yaratan, halk eden, yoktan var eden, bize sahip olduğumuz her güzelliği, her iyiliği, her hayrı veren, bizi defalarca sevindiren, defalarca memnun eden, yüzümüzü defalarca güldüren, rûhumuzu defalarca mesut eden Dünya ve Âhiret Sultânı O!
Bizim Rezzak’ımız O! Bizi rızıklandıran, her derdimize derman yetiştiren, her ihtiyacımızı gören, her yoksulluğumuzu gideren, şükürsüzlüğümüze rağmen bizi terk etmeyen, bizi açlıkla ve susuzlukla yüz yüze bırakmayan Cihan Sultanı O!
Bizim Mâlik’imiz O! Biz O’nun memlûküyüz. Bize verdiği envâ-i çeşit mülkünde çalışan mülküyüz. Fakat hem bize emanet verdiği mülklerde, hem bizim içimizde, dışımızda, rûhumuzda, cismimizde, aklımızda, kalbimizde, nefsimizde, duygularımızda, hem de tüm varlıklar âleminde tasarruf eden Mâlikü’l-Mülk, yani tüm mülklerin gerçek Sahibi O.
Bizim Azîz’imiz O! Biz zillet içinde iken, aşağıların aşağısında iken, sefil perişan iken, üstümüzde, başımızda gözümüzden asla kaçmayan izzet cilveleri, onur pırıltıları, haysiyet ışıltıları, yaşamak neşemiz ve yüzümüzden eksilmeyen sevincimiz Kendisine ait olan ve Kendi vergisi bulunan Kâinât Hâkimi O.
Ganiyy-i Mutlak O, Mutlak Zengin, Sınırsız Zengin, Tüm Zenginliklerin Kaynağı, Sahibi, Mâliki O! Biz ise fakiriz, yoksuluz, hadsiz ihtiyaç sahibiyiz, sınırsız muhtacız, hadsiz dertliyiz, O’nun vereceği her şeye muhtacız ve her ihtiyacımızı da yalnız ve yalnız O’ndan görebileceğiz. Çünkü her ne istersek, O’nun dükkânında var. Her neye muhtaçsak, O’nun kapısında var. Her ne muradımız varsa, O’nun yolunda var! Her ne arzumuz varsa, O’nun dergâhında var! Her ne eksiğimiz varsa, O’nun rızasında var! Her ne emelimiz varsa, O’nun makamında var! O’nun kapısında, dergâhında, dükkânında, makamında bizim için yok yok! İşte böyle birisinden isteyeceğiz bu gece!
Hayy-ı Bâkî’dir O! Sonsuz Hayat Sahibi, her şeye, her canlıya, her varlığa hayat veren O! Biz ise O’nun var kılmasıyla varlık buluyoruz, O’nun hayat vermesiyle hayat buluyoruz, O’nun takdiri ile ölüyoruz, O’nun tensibi ile diriliyoruz, O’nun oluru ile yaşıyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde sadece O’nun hükmü geçiyor, yalnız O’nun emri dinleniyor!
Bâkî’dir O! Sonsuza dek kalıcıdır, her şeyin mîrâsı kendisinindir, ölümsüzdür, zevâlsizdir, varlığı sınırsızdır, hayatı kesintisizdir! Biz ise fenâ ve zevâle her an mâruzuz, ayrılık ve yokluk ile her an dertliyiz, yıkılış ve bitiş ıztırabı ile her an ıztıraplıyız, ölmek ve solmak kederiyle her an kederliyiz! Sonsuza dek yaşamak için yalnız O’nun iznine muhtacız! Ölümden ebediyen kurtulmak için yalnız O’nun kudretine muhtâcız! Yok oluş sillesinden sıyrılmak için yalnız O’nun gücüne ve irâdesine muhtacız! Sevdiklerimizden ayrılık kederinden kurtulmak ve tüm sevdiklerimize ebedî bağ ve bahçelerde ebediyen kavuşmak için yalnız ve yalnız O’nun dilemesine muhtacız!
Ve nihâyet cevap veren O, atiyye veren O, hediye veren O, isteklerimize olumlu cevap veren O, her aradığımızda bizimle muhatap olan O, her işimiz düştüğünde bizi dinleyen O, başımız her sıkıntıya girdiğinde bizi gören O, içimiz her dara düştüğünde bize tesellî veren O, her murâdımızı dinleyip bizi muradımıza erdiren O, her âhımızı işitip elimizden tutan O!
O’ndan ne istemeyelim ki? Bizde yok, O’nda var!
Bizde gam ve dert, O’nda derman var! Bizde istek ve arzu, O’nda ferman var! Bizde hadsiz dilek ve emel, O’nda cevap var! Bizde sonsuz ihtiyaç, O’nda sonsuz merhamet var! Bizde günah ve isyan, O’nda hadsiz af ve mağfiret var!
Bu gece Regâib Gecesi. Yani sonsuz istekler gecesi. Sınırsız dilekler gecesi. Hesapsız ihtiyaçları arz gecesi.
O da bizden bunu bekliyor zaten! “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”1 diyor. “Ben size çok yakınım! Her isteyenin istediğini veririm!”2 diyor. “İsteyin, vereyim!”3 diyor.
O halde bu gece elimizden geldiğince Kur’ân okuyalım, O’na secde edelim ve hazinesi sonsuz Rabb’imizden ne ihtiyacımız varsa isteyelim.
Regâib Gecenizi tebrik ederim.
Dipnotlar:
1- Furkân Sûresi: 77
2- Bakara Sûresi: 186
3- Mü’min Sûresi: 60
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Türkiye’nin hedefleri” unutuldu mu? |
|
Devam eden seçim kampanyasında unutulan, gündeme gelmeyen ve liderlerin pek de üzerinde durmadığı konuların başında Avrupa Birliği ile ilgili gelişmeler var. 2002’deki seçim kampanyasının ana gövdesini, AB üyeliği ile ilgili tartışmalar oluşturmuştu. Nedense, 22 Temmuz 2007 genel seçimleri için aynı şeyi söylemek zor.
Peki neden? “Muâsır medeniyet seviyesi” olarak görülen bu hedefe ulaşma arzu ve isteğinden vaz mı geçildi? Her ne kadar, AB üyeliği yolunda ‘mayınlar’ döşemek isteyenler olsa da, kamuoyu bu konudaki kararlılığını sürdürüyor. “AB’ye hayır” diyen siyasetçiler de var, ancak “evet” diyenler hâlâ çoğunlukta. Üstelik, “evet” diyenlerin başında iktidar partisi de var. Böyle olduğu halde, hemen hiçbir mitingin ‘ana konusu’ AB ile ilgili gelişmeler, tartışmalar olamadı...
Ana muhalefeti bir yana bırakırsak, diğer muhalefet partileri de bu konuyu gündemlerine almadılar. Türkiye’nin önünü ve ufkunu açacak “AB yolu”nun gündem maddesi olmasında millet menfaati yok mudur? Konunun gündeme taşınmamasında, “oy” kaygısı olabilir mi? Geçmiş yılların aksine bu konuyu gündeme taşımak “oy” getirmez diye mi düşünülüyor?
Eğer böyle düşünen siyasî parti ve lideri varsa, yanlış yapılıyor demektir. Çünkü Türkiye’nin AB üyeliği konusu yıllardan beri devam edegelen bir projedir. Kısa süreli hesaplarla bu konuyu ihmal etmek doğru bir tercih olmasa gerek. Türkiye’nin AB üyeliği konusu, millet için faydalı, kârlı ve avantajlıdır. Uzun dönemde millet menfaatini düşünen siyasî partilerin mutlak sûrette bu konuyu gündeme taşımaları gerekirdi.
Seçim kampanyaları, son günlerine girmiş bulunuyor. Son bir iki günde de bu konu gündeme taşınmazsa, uzun dönemde faturayı yine millet öder. “Kopenhag Kriterleri” olarak isimlendirilen hedeflerin ihmal edilmesi ve “Biz bunları Ankara Kriteri yapar, yolumuza o şekilde devam ederiz” söylemlerinin netice vermediği yakın geçmişte görüldü. Son iki aylık dönem de cumhurbaşkanlığı ve seçim tartışmalarıyla bir anlamda heba edildi. Bir yandan bu tartışmalar sürerken, öte yandan da AB yolundaki ilerlemeler sürmeliydi. Elbette kısmî çalışmalar devam ediyor, ancak çalışmaların hızının düştüğü de ortada. Zaten, bu konunun miting meydanlarına taşınamaması da bunun en büyük göstergesi değil mi?
AB üyeliği hedefinin, “Türkiye’nin devlet politikası” olduğu yıllar önce ifade edilmişti. Bu noktada farklı bir beyan sözkonusu olmadığına göre, siyasî partilerin bu konudaki beyanlarını bilmek de milletin hakkıdır. Böyle önemli bir konuda, fikir beyan edilmemesi, seçim kampanyası açısından bir eksikliktir.
Seçim kampanyasından geçtik, inşaallah seçimlerden sonra kurulacak yeni hükumet bu konuda sağlam ve tutarlı adımlar atmaya devam eder. Türkiye’nin uzun dönemde kalıcı menfaati bu noktada yoğunlaşıyor. Hedeflerini unutan bir Türkiye’nin “muâsır medeniyet seviyesi” yolunda ilerlemesi kolay değildir.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Seçime giderken |
|
Seçim heyecanı son üç gününe girdi. Propaganda ömrü oldukça kısaldı. Herkes son kozlarını kullanıyor. Oldukça renkli bir seçim. Sıcağa rağmen seçim kampanyaları yürütülüyor. Çoğu seçmen tatil programını erteledi. Ekonomi seçim molası verir gibi beklemede.
Uluslararası çevreler, bilhassa yabancı sermaye ve ekonomistler Türkiye’yi yakından izliyorlar. ABD, AB ve İslâm dünyası da benzer bir takibin içinde. Bölge dengeleri, devam eden istikrarsızlık ve beklenmedik gelişmeler karşısında Türkiye’deki Meclis tablosunu ve muhatap olacakları hükümet profilini merak ediyorlar.
Demokrasimizin, bütün ağır aksak ve kesintili hallerine rağmen, bir sandığın, tercihin, yarışın olması çok güzel. Her ne kadar yarışın kendi içinde engelli koşusu varsa da, zamanla aşılacaktır.
Bu seçimler, kitlesel kalabalıkların sürekliliği ve sokak dinamizmi yerine daha ziyade medya ve televizyonlar üzerinden propaganda dilini etkin kullanmaya çalışıyor. Küçük yerleşim birimleri birebir seçim atmosferini yaşarken, şehirler büyüdükçe etki ve temas şansı azalıyor. Bu durumda seçmenler, eski tercihlerine, yeni şartlara ya da medya etkilenmelerine göre kararlarını veriyorlar. Burada parti kadar lider imajı ve ondan etkilenme şekli, seçmen üzerinde daha tesirli oluyor.
Diğer seçimlere nazaran, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinin en belirgin farkı bağımsız adayların ağırlığı ve Meclise girecek mesajı veriyor olmalarıdır. Eski parti liderlerinin de bağımsız adaylığa soyunmaları, DTP’nin doğu ve güneydoğuda barajı aşmak için bölge bazlı adaylar öne çıkarması, batıda ise entelektüel solun popüler adaylarla bağımsız tercih yarışına girmesi, çeşitlilik açısından seçimi dinamik kılmaktadır.
Seçim 2007 ile bir daha anlaşıldı ki, seçim sistemimizin en defolu iki özelliği demokratik müsabakayı gölgeliyor. Bunlardan biri yüzde 10 barajı, diğeri ise taban tercihine dayalı olmayan aday belirleme yöntemi.
Her dönem bir siyasi cenah bu sistemden nemalandığı için yasayı değiştirmiyor. Sonrasında mağduriyetler oluşuyor. Yüzde 7’yi geçen partilere, hazine yardım bile yaptığı halde, seçilme barajı yüzde 10’da tutulmuş. Yerelinde yüzde 20 oy alan bir adayın, genel barajdan dolayı temsil hakkı, hak etmeyen bir partinin genel ortalamasına kurban ediliyor.
İstikrar yüzde 10 barajla değil, temsilin adil ve herkese şamil olması ile mümkündür. Bir çok partinin çalışma psikolojisini ve kendini ifade etme cesaretini baraj takıntısı etkiliyor.
Özellikle küçük partilerin temsil hakkı elinden alınmış oluyor. Barajı aşan partilerin fazladan kaptıkları milletvekilleri ile demokrasi tabana nasıl oturur, bu da ayrı bir soru olarak zihinlere geliyor.
Seçimin şaşırtıcı sonuçları olabilir. Medyanın ve genel psikolojiyi etkilemeye çalışan belli mahfillerin seçim hesapları, sarkacın iki partisini ayakta tutmak üzerine. Ancak böyle olmayacaktır. Tabanı güçlü ve geçmişi köklü partiler, özellikle Demokrat Parti’nin bu fileleri deleceğini ümit ediyorum. Kutuplu yaşamak yerine, seçenekli düşünmeyi sağlayacak Meclis aritmetiği, kendi içinde konsensüsü, demokratik beraberliği ve olgunluğu daha rahat yakalayacağı bir döneme girmekteyiz.
Her halükârda, bir sonraki seçimin temellerinin atıldığını, siyaset sosyolojisinin yeni oluşumlarla ve herkesin kendi aslına dönüp kuvvetlendiği, esas misyonlarıyla yoluna devam edeceği bir süreç açılıyor.
Siyasetin 12 Eylül kamburu, ardında 28 Şubat kâbusu, hâlâ kendini hissettirse de, çoğulcu ve demokratik arayış, daha fazla talep edilen bir sürece sürüklüyor. AB, toplum dinamiklerinde görülen hareketlilik ve ekonomik büyüme trendleri, kurumları ve uygulamaları sorgulamaktadır.
Buna dayalı olarak, kriz yönetmenleri daha az iş bulacak. Siyasî devşirmeler azalacak, hormonlu büyümeler duraklayacak ve nitelikli rekabet ortamı hızlanacaktır. Belli mahfillerin siyaset kombinezonlarını sağlayan araçlar elinden alındıkça, rekabet kızışacak ve yeni dönemler, temsilin hakkını sahibine teslim etmek zorunda kalacaktır.
Devletteki çeteleşmelerin ifşası, aynı zamanda bağırsaklarını temizleyen ve aygıt rolüne dönen bir devlet pozitifini öne çıkarmaktadır. Terörün kumandası, sosyal siyasetin gücü karşısında geriledikçe, nemalanma ve istismar konumları azalacaktır.
Velhasıl; ümitle, inançla demokrasi yolculuğunda ilerleyen, yasakçı prangalarını söken ve temel haklara saygı duyan hareketliliğin artacağını tahmin ediyoruz.
İki kutuplu son beş yılın senfonisi ve tahterevallisi yerine, oyuncu kısıtlamasının azaldığı, yarışın yaygınlaştığı ve konuşanların çoğaldığı, renkli ve farklı bir döneme giriyoruz.
Öncelikle statüko kaybedecek ve kazanan demokrasi olacak.
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
RTÜK ve siyaset |
|
RTÜK’e ikinci kez seçilen Zahid Akman’ı kutluyorum.
Önceki gün yapılan toplantıda iki yıllık Başkanlık süresi sona eren Akman’ın Üst Kurul Başkanlığına tekrar seçilmesi acaba iktidarın devamı niteliğinde anlaşılabilir mi?
Peki, CHP’li Üst Kurul üyelerinin toplantıyı terk etmesi veya kuruma “siyaset” bulaştırması doğru bir davranış biçimi mi?
Bizce hayır.
Hangi siyasi düşüncede olursa olursa bu davranışı doğru bulmadık.
Lütfen RTÜK’e siyaset karıştırmayın.
HARRY POTTER
İngiliz yazar, J.K. Rowling bir kitap yazdı, hayatı değişti.
Harry Potter serisinin bu kadar tutacağını tahmin edemezdi.
Kitap satış rekoru kırarken, filmleri gişede hasılat rekoru kırdı.
Harry Potter filmi beyazperdeye gelmeden önce mutlaka onunla ilgili “çılgın” haberler yer alır medyada.
Mesela İngiliz posta servisi Royal Mail, 7 seriden oluşan kitapların kapaklarındaki resimlere yer verilen pullar için, 340 bin kişinin ön sipâriş verdiğini açıkladı.
Bu talebe göre, Royal Mail ünlü İngiliz Müzik Grubu Beatles’a ait olan rekoru geçtiğini söylüyor.
İşte tüketimin getirdiği sonuç. Tüketim reklamlarla beslediği “merak” duygusunu tüketiciyi tuzağa düşürerek, ilginç rekorlara imza attırıyor.
GÜZEL VE FORMAT
İlk bölümüyle büyük tepki geçen Güzel ve Dahi (Show TV) programı, RTÜK’ün de devreye girmesiyle format değiştirmiş.
Ama ne farkeder?
Güzel, “aptal” formatından kurtulacak mı?
19.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|