Allah Resûlü (asm), Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken şu öğüdü vermişti:
“Bana en yakın olanlar, nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar, Allah’a hakkıyla kullukta bulunanlardır.” (Müsned; Mecmaü’z-Zevâid, 7:22)
Allah’a kul olmanın ne kadar kârlı bir ticaret, şerefli bir rütbe olduğu düşünülürse, mükâfatı olarak da Allah Resûlüne (asm) en yakın kimselerden olmak kadar tabiî bir şey düşünülemez. Âyetin dikkat çektiği gibi (Tevbe Sûresi: 111), nefis ve malını Allah’a satmak, Onun adına kullanmak, hakkıyla kul olmak Cennet gibi bir kazanç ve orada Resûlullaha (asm) komşu olma gibi bir mutluluğu getirir.
“Ben kul oldum, ben kul oldum. Her köle âzâd olduğu zaman sevinir, ben ise Sana kul olduğum zaman sevinirim” diyen Mevlânâ, Allah’a kul olmanın haz ve mutluluğunu yaşayanlardandı.
Kulluk mertebesi o kadar yüce bir mertebedir ki, Allah Resûlü (asm) bile kendisine “Allah’ın kulu” olarak bakıldığında hoşnut olurdu.
Allah dostlarında bu şuur, bu anlayış hep doruk noktadaydı. Rablerinin dergâhında acz, fakr ve zaaflarını hissedip kulluk şuuruyla el pençe durduklarında en büyük hazzı duyarlardı. Bütün emelleri bu duyguyu son ana kadar canlı tutmak, onun heyecan, aşk ve şevkiyle kendilerinden geçmekti.
“Allah’a abd (kul) ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabına vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli. ‘Ya Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Âmin!’ demeli ve O’na yalvarmalı” diye Sözler’de (6. Söz) Allah’a kul ve asker olma bahsini nefis cümlelerle bitiren Bediüzzaman Hazretleri de, kulluğun hazzına hakkıyla nasıl varılacağını böylece anlatmış oluyor.
Gerçekten ne büyük şeref ve rütbe Allah’a hakkıyla kul olmak!
11.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|