Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Kudsî işâretler



Peygamberlik zincirinin son halkası olan Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm), ümmetini ümitsizlikten kurtarmak için geleceğe âit bir çok müjdeler vermiştir.

“Ümmetimin fesada uğradığı ve bozulduğu her yüzyıl başında, Cenâb-ı Hak, kemal-i kereminden dini yenileyen bir müceddit gönderecektir” hadis-i şerifi, o müjdelerden birisidir. Kendiliğinden bir şey söylemeyen, ancak kendisine vahyedileni haber veren Sevgili Peygamberimizin (asm) bu müjdesi, diğer haberleri gibi aynen gerçekleşmiştir. Emevî halifelerinden olan ve takva ve adaletinden dolayı İkinci Ömer olarak anılan Ömer bin Abdülaziz-i Emevî ile başlayan bu mücedditler silsilesi, Rûmî tarihle 1193’te doğan Mevlânâ Halid-i Bağdâdî ile devam etmiş ve ahir zamanın son müceddidi olan ve o zattan tam yüz sene sonra 1293 tarihinde dünyaya gelen Bediüzzaman ile noktalanmıştır.

“Ben, asr-ı sâlis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sûreten medenî, dinde lâkayt olanları camiye dâvet ediyorum” diyen o koca sultan, Allah’ın izniyle telif ettiği Kur’ân tefsirleri için de “Risâle-i Nur, bu asrı ve gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kur’ân’iyedir” demekle, önemli bir noktaya dikkat çekiyordu.

Bu günlerde, Birinci Şuâ ile Sekizinci Şuâ Risâlelerini tekraren okuyordum. Otuz üç Kur’ân âyetinin işâret ve taltifine mazhar olan Nur Risâleleri, aynı zamanda Hazret-i Ali’nin (r.a) Ercûze ve Celcelutiye namlarındaki kasidelerinde de bahsediliyor, hatta bir çok Risâlelerin adı bile ifade ediliyordu. Ebced ve cifir hesaplarıyla telif ve intişar tarihlerine işâret edilen bu Risâleler ve Bediüzzaman, Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri tarafından da tebşir ediliyordu.

Âhir zamanın en dehşetli dinsizlik cereyanlarına karşı tek başına galibâne mukabele eden ve ehl-i imanın imanını takviye ederek dalâlete mağlûp olmaktan kurtaran Risâle-i Nur hareketi, elbette Kur’ân hesabına bu asrın en büyük hadisesidir. İslâmiyet’i ilgilendiren olaylardan bahseden Kur’ân ve bu büyük zatların, bu en büyük hadiseden bahsetmemeleri düşünülemez. Dine gelen hücumların dehşeti ve büyüklüğü, manevî hizmetin derecesini de büyütmüş ve kudsî tesellilerle o hizmetin hizmetkârları mânen alkışlanmıştır.

“Bir zaman gelecek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu risâleleri bütün dünyaya iftiharla ilân ve neşr edecektir. Siz kime hizmet ettiğinizi, kime talebe olduğunuzu ve nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz” diyerek önemli mesajlar veren Bediüzzaman’a kulak vermek lâzım. Son müceddit kimliğiyle hem diyanet, hem siyaset, hem cihad, hem saltanat, hem daha pek çok dairelerde vazifeli olan Üstadı, Nur Talebeleri her cihetle tanımak ve Nur Külliyatı’ndaki bütün alanları ilgilendiren ölçüleri yaşamak durumundadır. “Çok emârelerle kât’î kanaatimiz gelmiş ki, bu Kur’ân derslerinde fetvâ vazifesi ile tavzif edilmişiz” diyen Bediüzzaman, her cihetle vazifeli olduğunu ve mânen tavzif edildiğini açıkça beyan etmektedir.

İçtimâî ve siyasî olayların herkesi meşgul ettiği şu sıralarda, çeşitli bahaneler ve söylemlerle, Nur Risâlelerini eğip bükerek kendimize benzetmek yerine, Nurun hakiki talebeliğine talip olarak kendimizi ona benzetmek durumundayız. Şimdiye kadar Nur Risâlelerindeki ölçülere bağlılığımızdan dolayı başımız hiç eğik olmadı. Bu sadakati ve çizgiyi sürdürmek bizim için bir şeref tâcıdır. Her seferinde adres değiştirenlerin ve havaya göre yelken şişirenlerin çokluğu bizi etkilememeli. Biz, Nurlardaki ölçülerin etkisinde kalmalıyız. Zira, Zübeyr Ağabeyin ifadesiyle “Üstadın bir işâreti, bir evliyanın bin kerâmetinden daha önemlidir. Çünkü, Üstadın vazifesi umûmi, evliyanın kerâmeti hususîdir.”

Fakat bu hakikatlerle beraber, yine de bu dünya imtihan dünyasıdır. Çeşitli eleklerle elenmek bu imtihanın gereğidir.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Şiddetin çocukları



Meclis Çocuk ve Gençlerdeki Şiddeti Araştırma Komisyonu’nu hazırladığı raporu basına dağıttı.

Raporda geçen rakamlar tüylerimizi diken diken etti. Neden mi?

-Türkiye’de her 12 gençten biri çete üyesi...

-Her 10 gençten biri delici/kesici alet, her 20 gençten biri de ateşli silâh taşıyor...

-Gençlerin yüzde 15.6’sı sigara kullanıyor. Bu oran erkek öğrencilerde yüzde 21.8 olarak belirlenirken kız öğrencilerin yüzde 7.5’i sigara içiyor.

-Gençler arasında içki içenlerin oranı yüzde 16.5... Bu “Son üç ay içinde uyuşturucu, uyarıcı madde kullandınız mı?” şeklindeki soruya gençlerin yüzde 2.6’sının “evet” cevabını verdiği bir soruydu.

Komisyon raporunun ortaya koyduğu çok önemli bir gerçek de şu:

Çeteleşme giderek yaygınlaşıyor!

-Araştırmaya göre ortaöğretim kurumlarında okuyan öğrencilerin yüzde 7.7’si de çete üyesi. Bu oranlar “gençler arasında yaralanma ve şiddet davranışları açısından riskli davranışların oldukça yaygın olduğu” nu gösteriyor...muş.

Yani, oranlamaya vurduğunuzda her 12 gençten biri çete üyesi.

Bitti mi?

-Araştırmaya göre gençlerin yüzde 6.2’si kumar oynarken yüzde 22.4’ü de şans oyunları oynuyor.

Raporda dipnot: şans oyunu oynatan kurumlar mutlaka 18 yaş sınırına dikkat etmeli.

Diyoruz ki: Hayır efendim, kökünden kesmeli! Yaş sınırı getirmeksizin, şans oyunları tamamen kaldırılmalı. TRT hemen hemen her gün “şans oyunları”nı canlı yayından veriyor. Yani devlet, kendi eliyle teşvik ediyor.

Bu raporu önümüze koyup düşünmeli

28 Şubat sonrası, önü kapatılan İmam Hatip ve Meslek Liseleri... Kur’ân Kursları ve manevî alanda yapılan kısıtlamalar işte bu sonucu verdi.

Bediüzzaman Hazretleri, çıkarıldığı mahkemelerde, 50 yıl sonraki nesilleri düşünmüyor muydu?

Onlar için şöyle feryat etmiyor muydu?:

“Karşımda korkunç bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor!” Bu gün çatır çatır yanan gençlik işte bu raporda dile getiriliyor ne yazık.

Gerek hükûmet, gerekse devletin yetkili organları bu konuda sadece rapor yayınlayıp sınırlamamalı.

Aynı zamanda “ne yapabileceği” konusunda çareler üretmeli.

Yoksa, şiddetin çocukları hepimizi yakacak!

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah korkusu olursa



Allah Resûlü (asm), Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken şu öğüdü vermişti:

“Bana en yakın olanlar, nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar, Allah’a hakkıyla kullukta bulunanlardır.” (Müsned; Mecmaü’z-Zevâid, 7:22)

Allah’a kul olmanın ne kadar kârlı bir ticaret, şerefli bir rütbe olduğu düşünülürse, mükâfatı olarak da Allah Resûlüne (asm) en yakın kimselerden olmak kadar tabiî bir şey düşünülemez. Âyetin dikkat çektiği gibi (Tevbe Sûresi: 111), nefis ve malını Allah’a satmak, Onun adına kullanmak, hakkıyla kul olmak Cennet gibi bir kazanç ve orada Resûlullaha (asm) komşu olma gibi bir mutluluğu getirir.

“Ben kul oldum, ben kul oldum. Her köle âzâd olduğu zaman sevinir, ben ise Sana kul olduğum zaman sevinirim” diyen Mevlânâ, Allah’a kul olmanın haz ve mutluluğunu yaşayanlardandı.

Kulluk mertebesi o kadar yüce bir mertebedir ki, Allah Resûlü (asm) bile kendisine “Allah’ın kulu” olarak bakıldığında hoşnut olurdu.

Allah dostlarında bu şuur, bu anlayış hep doruk noktadaydı. Rablerinin dergâhında acz, fakr ve zaaflarını hissedip kulluk şuuruyla el pençe durduklarında en büyük hazzı duyarlardı. Bütün emelleri bu duyguyu son ana kadar canlı tutmak, onun heyecan, aşk ve şevkiyle kendilerinden geçmekti.

“Allah’a abd (kul) ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabına vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli. ‘Ya Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Âmin!’ demeli ve O’na yalvarmalı” diye Sözler’de (6. Söz) Allah’a kul ve asker olma bahsini nefis cümlelerle bitiren Bediüzzaman Hazretleri de, kulluğun hazzına hakkıyla nasıl varılacağını böylece anlatmış oluyor.

Gerçekten ne büyük şeref ve rütbe Allah’a hakkıyla kul olmak!

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Münafıklık” ithamına dikkat!



Bazı siyasetçileri münafıklıkla suçlayan H.K’ya:

Oldukça ağır ifadeler ihtivâ eden mesajınızı aldım. Yanlış anlamayınız, bana ağır gelmedi, size çok ağır bir faturaya mal olabilir!

Siyasî meseleler görecelidir, sana göre öyle, bana göre böyle, ona göre şöyle olabilir. Ne var ki, belki hissiyâtınıza kapılarak kullandığınız “münafık” tâbiri, hadis literatürüne göre, “Eğer itham ettiğiniz kişi öyle değilse, döner size gelir!” hakikatince size acıdım.

Belki size ayan olmuştur, ama, size hatırlatayım: Peygamberimiz (asm), münafıkların isimlerini bir sahabeye vermişti. Hz. Ömer (ra), o sahabeye bakıyor, “Kimin cenaze namazına katılıyorsa” gidiyor; katılmıyorsa, gitmiyordu! Feraseti ve imanıyla asırları tarayan Hz. Ömer’in (r.a.) bilemediği husus size nasıl malûm oldu?

Hatırlayacaksınız; yine Sahabenin birisi, bir kâfirle savaşırken, muhatabı, “Kelime-i Şehadet” getirmiş. Sahabe, “Ölüm korkusu” ile dedi diyerek onu öldürmüş!

Peygamberimiz Efendimiz (asm) ona, “Kalbini yardın mı, baktın mı?” diye üç sefer tekrarlamış. Ve her vesile ile, bu mesele gündeme getirilmişti…

Şimdi düşününüz lütfen: Ben bir siyasî lideri ‘demokrat değildir’ diye eleştirdiğim için, bu müthiş yaftayı yapıştırdınız.

‘Demokrat değil’ desem bir mesuliyet yok, ‘Demokrattır’ desem bir fazilet, sevabı yok! Ya senin suçladığın husus sana dönerse; hâlin ne olur!

*

Muhterem E.Ö.’ye:

Şüphesiz sizin değerlendirmeleriniz de bir bakış açısıdır ve mantık kurgusu doğrudur. Ne var ki, partiler, liderleri, şahısları ve icraatları, göreceli, izâfî olduğundan çok su götürür, tartışmakla bitirilemez. Dikkat ederseniz daha ziyade vurgulamaya çalıştığım şahıs, lider ve kişilikleri değil, zihniyetleri, misyonları, fikirleridir.

Öte yandan, her partide, her grupta, her toplulukta, onların ruhuna uymayan, yüzde 10-20 insan bulunur. Burada önemli olan zihniyettir, misyondur, sürükleyici omurgadır. Eğer zihniyet hürriyetçi ise, mesele yok.

Partilerin ve kişilerin eleştirilecek, tartışılacak, tenkit edilecek, tasvip edilmeyecek çok yönleri vardır. Bizim de öyle değil mi? Beşeriz, şaşarız, hata yaparız. Elbette hatalılardan müteşekkil bir parti veya toplum hatasız, kusursuz olamaz. Önemli olan, hata-sevap cetvelindeki çoğunluktur. Olumlu yönler fazla ise kabul; olumsuzlar fazla ise, reddedilir.

Öte yandan, biz Üstadın, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten çıkardığı ölçülere göre, “ahrarları/hürriyetçileri/demokratları” destekliyoruz, desteklemeliyiz. Yoksa, kendi gözlüğümüzle ve kafa fenerimizle hareket etmiyoruz.

Risâle-i Nur ile ilginizi bilmiyorum; okuma fırsatı bulursanız; değil dünya, ebedî hayatınızı kurtaracak Kur’ânî, Sünnetî formülleri, hakikatleri orada bulacaksınız.

*

Muhterem Av. A.T.,

Bildiğiniz ve ifade ettiğiniz gibi, bu meseleler izâfî/görecelidir. Sana göre öyle, bana göre böyle, ona göre şöyle! Öyle ise, kime göre? Sonucu gösteren meyve ve mahsüldür. Siyasî partilerin icraatlarını olumlu veya olumsuz, alt alta yazarsınız. Ölçünüz sağlam, mihenk sağlıklı olduktan sonra, netice de sağlıklı çıkar.

11.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

Herkes padişah olmalı



Saltanat kaldırılalı 75 yıl oldu, cumhuriyet ve demokrasi devrini yaşıyoruz. Öyleyse “Bu padişahlık da nereden çıktı?” diyenler olabilir. Hem de herkes padişah olursa, teb’a kim olacak sorusu akla gelebilir. Hani Anadolu’da bir söz vardır, “Sen ağa ben ağa, ineği kim sağa” derler. İşte ben de bunu demek istiyorum. Herkes padişah olursa, teb’a diye bir sınıf kalmayacak. Herkes ağa olursa, kendi ineğini kendi sağacak, başkalarını ırgat, yanaşma, veya çoban yerine koymayacak. Herkes hem padişah, hem teb’a, hem çoban, hem de ağa olacak. Demokrasi denilen sistem bunun için vardır. Cumhuriyetin gerçek mânâsı burada yatmaktadır.

Millî iradeye dayanan demokrasi ve cumhurun söz sahibi olduğu cumhuriyet, herkesi padişah yapar. Demokraside istişare esastır. Herkes fikrini söyler. Alınacak kararlar hakkında reyini ortaya koyar. İradesini beyan eder. Yönetimde söz sahibi olur. Böylece insan, insan olduğunun farkına varır. “Benim de fikrim alınıyor, reyim soruluyor” diyerek bir teb’a olmadığını idrak eder.

Krallıkta veya padişahlıkta, bir kişinin dediği oluyordu. Halka bir şey sorulmaz, halkın fikri alınmazdı. Meşrûtiyetle başlayan ve çağdaş demokrasi seviyesine ulaşan yeni yönetim şeklinde ise, halkın, yani cumhurun ortak görüşü esas alınır. Uygulamada belki bu sistem tam olarak böyle işlemiyor. Ama nihâî hedef cumhurun hâkim olduğu bir idare şeklidir. Demokrasi ve cumhuriyet üzerindeki eski alışkanlıkların tortuları temizlense, “meşrûtiyet-i meşrûa” denilen gerçek demokrasinin güzel yüzü ortaya çıkar. İşte o zaman her fert bir padişah hükmüne geçer. İdarede rey ve karar sahibi olur.

Demokrasi ve cumhuriyet adına ortaya çıkan ve milletten vekâlet isteyenlerin görevi, herkesi padişah seviyesine çıkaracak bir demokratik sistemi tesis etmektir. Yoksa, “mânâsız, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyet” gerçek cumhuriyet olmaz. Belki bazı kişi ve zümrelerin padişahlığının devamına yardımcı olur. İstibdat, bir kişi yerine bir kurum eliyle tatbik edilerek halkın iradesi yine devre dışı kalır.

İçinde geçmekte olduğumuz süreç, demokratik bir süreç gibi gözükse de, herkesin padişah olmasına müsait değildir. Yani tam demokrasi ve hakikî cumhuriyet henüz tesis edilememiştir. Halkın, yani cumhurun ne dediğine bakılmıyor, ihtiyaç ve taleplerine cevap verilmiyor. Özellikle cumhuriyetçi geçinen ve çağdaş olduklarını iddia eden bazı çevreler, cumhurdan hiç hazzetmiyorlar. “Cumhur kelimesi sinirime dokunuyor” diyen sözde cumhuriyetçiler var. Öte yandan, “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” bazı çevreler de, din adına demokrasiye karşı çıkıyorlar. “Demokrasi küfür rejimidir” diyenler, bu söylemlerini bugün yumuşatmış olsalar da, yine de demokrasiyi içlerine sindirmiş görünmüyorlar. Halbuki gerçek demokrasi, İslâmiyetin öngördüğü bir meşveret sistemidir.

Bediüzzaman Hazretleri meşrûtiyeti, yani bugünkü anlamda demokrasiyi şöyle tarif ediyor: “O vücud-u nuranînin kuvvete bedel hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.” Demek ki bundan yüz sene önce demokrasiyi bu kadar güzel tarif eden böyle bir sistemin İslâmî hayat için de en uygun yönetim tarzı olduğunu ifade eden Bediüzzaman, bugünkü demokrat ve cumhuriyetçilerin fersah fersah ilerisinde bulunuyordu.

Böyle hür bir demokrasiye sahip olsak, elbette her birimiz bir padişah hükmüne geçeceğiz. Kimse kimseye tahakküm edemeyecek. Herkes hak ve özgürlüklerini kullanmakta şahane hür olacak. Sınıf mücadelesi ortadan kalkacak.

Bugün seçim propagandası yapanlar, meydanlarda “Mazot 1 lira olacak” vaadi yerine, “Herkes padişah olacak” deseler daha etkili bir propaganda yapmış olurlar. Zira insanların mazottan, sınavsız üniversiteden ve hatta ekmekten önce hürriyete ihtiyaçları var.

Bediüzzaman gibi “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen insanlar, önce bu ihtiyacı vurgulamışlardır.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Hizmet(l)e yürümek nasıl olmalı?



“Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler” der şâir. Bu hakikat yüklü söz, sanırım içinde bulunduğumuz değerlerin farkına varamama konusunda mahir olan bizler için çok büyük anlam kazanır. Evet, hayatta hazinelerin içinde olduğumuz hâlde, çoğu zaman bu hazineleri ya göremeyiz ya da kıymetini bilmeyiz. Ne zaman ki elimizden kayıp gider ya da biri işaretiyle de olsa bize gösterince görürüz; ama iş işten geçmiş olur.

Risâle-i Nur okumaları ve dahi, hizmeti de böyledir işte. Elimizdeyken kıymetini çoğu zaman bilmeyiz. Ve bir de bakarız ki, yıllar geçmiş; ancak o güzelim verimli yılları istenen tarzda değerlendirememişiz. Bu açıdan dershane öğrenciliği ve dershane merkezli hizmet çok ama çok önemli olmakla birlikte, hizmet yönünden insana her an hizmet etme fırsatını veriyor. Zira Nur Risâlelerinin okunduğu yerlerde Nurlarla içi içe olmak, ezelî ve ebedî bir dâvâ olan iman hizmetinin bir halkası olma şerefine nâil olabilmektir bir anlamda. Bu da tarifi imkânsız bir mutluluk ve lütuf olarak görülmeli. Çünkü her an ve saniye Nurlarla baş başa olmak insanın ruh, akıl, vicdan, kalp ve diğer lâtifelerini doymak bilmez istek ve merakla doldurur. İstek ve merak arttıkça da Nurların içinde değişmiş ve gelişmiş bir şekilde hayatı kucaklamak an be an gerçekleşir.

Peki buraya kadar anlattıklarım neden çok önemli? Çünkü, her ne kadar kısa da olsa, biraz anlattığım ve olmazsa olmaz diye addettiğim bu temel eğitim, okul bitip de iş hayatına, daha doğrusu sosyal hayata bire bir atılma başlayınca, her Nur talebesi için bir can simidi hükmünde oluverir. Hayatın koşuşturmacası içinde bazen namazda tökezlemeler, tesbihatta kısaltmaya gidilmesi, hatta bazen hiç yapılmaması meselâ… Ve bir satır bile okunmadan geçen altın değerinde zamanımız… Öyle ki, bu ihmalkârlıklar imanı muhafaza etmekte sıkıntıların çıkmasına sebep olabilmekte. İşte bu yüzden, günahların dört bir yandan saldırdığı bir dönemde mümkün olduğu kadar sağlam kale inşâ etmek önemlidir. Meselâ bilgi küpünüzü zamanında doldurmadıysanız ya da az doldurduysanız, bir sel gibi üstünüze gelen sosyal hayatta ne kadarlık amelî bilgi kullanabileceksiniz? Kaldı ki, sürekli iman tazeleme bâbında okuma-anlama ve ibadet-taat bağlamında sağlam alışkanlıklar elde edememişseniz, küpün içindekiler yavaş yavaş azalmaya başlar ve yerine takviye olmadığı için de bir gün bitme noktasına gelir. Artık sel olup akan günahlara karşı sedler oluşturmak zorlaşır ki, bu da inancınızdan koparacağınız tavizlerin arka arkaya sıralanacağının habercisidir.

Bu zamanda şüphesiz Batılıların “background” dedikleri altyapı çok sağlam tutulmalıdır. Eğer bu başarılırsa, ne alıp ne satacağımızı iyi biliriz. İçi boş teneke misâli, sadece tıngırdamakla vakit geçirilmemeli. Özellikle Üstadın, “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir; aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder, onunla talebenin himmeti pervaz eder. İkisinin iftirakıyla (ayrılmasıyla) birisinden taassup, diğerinden hile ve şüphe doğar” sözü çok iyi anlaşılmalı ve hayata tatbik edilmelidir. Bunun için fenler, Risâle-i Nur'un verdiği perspektifle okunmalı.

Risâle-i Nur hizmeti açısından çok yönlü teklifler elbette uzatılabilir. Ama şunu unutmayalım: Önce nefsimizden başlayıp lisân-ı hâlimizle örnek olmalıyız çevreye. Yoksa lisan-ı kâliniz ne kadar etkileyici olursa olsun, pek bir fayda vermeyecektir. Her yönden etkileyici bir lisan-ı hâlin temeli de Üstadın belirttiği, “acz, fakr şefkat ve tefekkür” dörtlüsünün oluşturduğu örgüye dayanmalıdır. Zira bu, hangi şartta olursa olsun; hemen her Nur talebesinin yön haritasıdır…

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



Selman Bey:

*“Şeytan cin midir, melek midir?”

Şeytan cinlerdendir. Karşısına insan gibi bir halife-i ruy-i zemin çıkıncaya kadar ibadet hususunda kusuru bulunmadığı rivayet edilen şeytan, âyetlerde Hazret-i Âdem’e (as) secde emrinde kibirlenerek secde etmediği için Allah’ın rahmetinden kovulduğu belirtilir. İşte bir âyet:

“İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!”1

***

Mehmet Kef:

*“Kabir hayatında azap olup olmadığını Kur’ân âyetleriyle destekleyerek yazabilir misiniz?”

1- Dünyadaki takdirler ve taksimler, nasipler ve kısmetler, belâlar ve musibetler nasıl bizi yaptıklarımızla rehin alıyorsa, nasıl bir adalet-i İlâhiye gereği tecellî ediyorsa, nasıl başımıza ne gelse Yüce Yaratıcımızın uygulamaları ve icraatları olarak hiçbirisinde zulüm ve haksızlık söz konusu olmuyorsa, kabir hayatında da, berzah hayatında da zulüm ve haksızlık yoktur, adaletsizlik ve hukuksuzluk söz konusu değildir. Eğer kabirde azap varsa, bu hiç şüphesiz Allah’ın Adl, Hâkim ve Hak isimlerinin tecellisi ile olur ve hiç kimseye zulüm yapılmaz! Kur’ân’ın kabir hayatını uykuya benzetmesi kabir azabının olmadığını göstermez. Dünya uykusunda bile bir rüya faslı var, biliyorsunuz.

2- Kabir azabıyla ilgili bilgilerin kaynağı genelde hadis-i şerifler olmakla beraber, bu meseleyi Kur’ân’ın gündemine almadığını söylemek doğru değildir. İşte âyetler:

* “Onları siz değil; ancak Biz biliriz! Kendilerine iki defa azab edeceğiz. Onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar”2 âyetinde geçen iki azaptan birisi dünya azabı ise, diğeri İmam-ı Azam’a göre kabir azabıdır.

* “O gün ne tuzakları onlara bir fayda verir, ne de bir yardım görürler! O zalimler için şüphesiz bundan başka da azap vardır; fakat onların çoğu bilmezler”3 âyetindeki “başka azab” da İmam-ı Azam’a göre kabir azabına işaret etmektedir.4

3- Kabir azabının hak olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır:

* Hazret-i Âişe (ra) Resûlullah Efendimize (asm) kabir azabının olup olmadığından sormuştu. Peygamber Efendimiz (asm): “Evet kabir azabı vardır ve haktır!” buyurdu. Hazret-i Âişe (ra) der ki: “Bu sorumdan sonra onun (asm), kabir azabından Allah’a sığınmadan namaz kıldığını görmedim!”5

* Abdullah İbn-i Ömer (ra) rivayet etmiştir. Bedir savaşından sonra müşriklerin yerde serili bulunan cesetlerine karşı Peygamber Efendimiz (asm):

“Nasıl? Rabb’inizin vaad ettiği azab ve cezayı buldunuz mu?” diye hitap buyurdu. Hazret-i Ömer (ra) sordu:

“Ya Resûlallah! Bu duygusuz cifelere mi hitap ediyorsunuz?” deyince Allah Resûlü (asm):

“Evet! Siz bunlardan fazla işitir değilsiniz! Fakat bunlar cevap veremezler!” buyurdu.6

4- Âyet ve hadislerde zemin bulan “kabir azabı”nın hak oluşu ile ilgili bilgiler, hiç şüphesiz âyet ve hadislerin muasır bir aynası ve tefsiri sadedindeki Risâle-i Nur’da da mevcuttur. Bedîüzzaman Hazretleri, kabrin ehl-i dalâlet ve tuğyan için vahşet ve unutulmuşluk içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha karnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğunu kaydeder.7 Yine Üstad Bedîüzzaman, genelde gençlikte yaşanan gayr-i meşrû hayatın kabir azabı ile neticelendiğini bildirir.8

Duâ

Ey işiten ve işittiren! Ey bilen ve bildiren! Ey veren ve verdiren! Ey seven ve sevdiren! Ey merhamet eden ve merhamet ettiren! Ey affeden ve affettiren! Ey sözlerin, seslerin, kelimelerin, kulakların Hâlıkı! Ey kalplerin en gizli niyazını, özünü, sözünü, sesini, duâsını, dileğini işiten! Ey Semî-i Alîm! Bize hakkı işitmeyi nasip et! Bize hakkı bilmeyi ve bildiğimizi yaşamayı müyesser kıl! Elimizden, dilimizden, ayağımızdan, gözümüzden, kulağımızdan ve sâir azalarımızdan sadır olan günahları bağışla! Bizi hakikati işiten kul eyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Kehf Sûresi: 50. 2- Tevbe Sûresi, 9/101. 3- Tûr Sûresi, 52/47. 4- Fıkhu’l-Ebsat, s. 55. 5- Nesâî, Sehiv, 64. 6- Buhârî, 4/673. 7- Sözler, s. 42. 8- Asâ-yı Mûsâ, s. 17; Kastamonu Lâhikası, s. 119.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Biz demokratız



Lâfa hızlı girmek, bu yazının gönderildiği Güneydoğu’nun sıcak mevsiminde, Anadolu kokan toprak bereketinde düşüncelerimizi hemencecik paylaşmayı tahrik ediyor. Kendini tepkiye hazırlamış ve okuyucu kitlemizi de etkilemeye çalışan dostlarımızın da demokrat olmasını cânı gönülden isteyerek konuşuyoruz insanlarla.

Dostların demokratlığı ve demokrat olmak isteyenler, hatta “Biz daha iyi demokratız” deyip, taze hafızaları ile yarış pistine girer gibi sayısal çoğunluğun kibrine girenlere bir şeyler söylemek, onlara hazımkâr demokrasi önermek de bizim görevimiz.

Basit bir pratiği, bu yazıyı okuma sabrı gösterip, akabinde düşüncelerimize saygı duyacakları bir üslûp ve iletişimle görüşlerini olumlu ya da farklı beyan etmeleridir.

Çünkü biz demokratız. Elbette ki başkası da demokrat olabilir. Böyle bir neticeden de mutlu oluruz. Bizi anlayanlar çoğaldı diye. O zaman demokrasi yolumuzda sebat etmemiz gerek. Baharımızı yaşamadığımız hiçbir ahvâl, beşerî hata ve beklenmeyen kazalar ile başarısızlıklar, bizi ilkeli olmaktan, fikir şahsiyetimizle yaşamaktan ve inandığımız temel prensipleri hürriyet ruhuyla yaşamaktan alıkoyamaz.

Başkası adına düşünmek bizim görevimiz değil. Benzer şekilde, başkasının düşüncelerinin gölgesinde kalmak da şahsiyet fukaralığı ve inanmışlık zafiyetinden başka bir şey değildir.

Biz demokratız. Barajla, garajla işimiz yok. İlkelerimiz doğruysa devam. Ölçülerimiz esastan belliyse, yola revan olacağız.

Kimseyi itham etmiyoruz. Ancak kimse de öğreticimiz değildir. Başöğretmenimiz hiç değil. Risâlenin yüz yıllık ruhu, dinî hayatı günlük siyasetin ve menfaatin dışında tutacak yüksek bir ruhu veriyorsa, her mütedeyyinin kitlesel hareketlerine ve metot yanlışlığına aynı şekilde onaylamamayı, farklı durmayı ve tezimizin temel yaklaşımı ile risâle perspektifinin kuşatıcı idrakiyle bakmamızı öneriyor.

Biz hürriyetçiyiz. Bunu, en son kendimiz için istiyoruz. Bugüne kadarki mağduriyetlerimiz, dünyaca imkânsızlığımız bunun delili değil mi? Peki neden, birileri yemlerken, gemlerken, demlerken ve işleri tıkırında bizi küçümserken, siyasî tercih farkımız ve iradeli duruşumuz, düz mantığın güncel pratikleri ile polemik yapılıyor?

Bence, evli evine köylü köyüne. Herkes dününü bilmeli. Rotasını ve siyasî akidesini, geçmişin köklü ölçüleri ile tartmalı.

Biz kazanacak olana göre değil, inandığımıza göre düşünürüz. Sonuç almak, ilkeli insanın son sıralamada doğruları ile örtüşüyorsa dikkate alacağı bir aşamadır.

Siyasetçi sonuç düşünür, dâvâ adamı inanmışlık. Dostlarımızla, her zaman kendi şartları içinde beraberliği korumanın vefası ve hatadan dönmenin sefası olarak, bu günden yarına nisbî bir cefaya da razı olmaya ne dersiniz?

Her dost, her zaman doğru yapmayabilir. Her doğru da her zaman bizimle örtüşmeyebilir. Ancak genel prensipler, kalıcı beraberlikler, fikrî akımların ve düşünen insanların ve kitlelerin değişmez hayat çizgileridir.

Bir inadın içine düşmeden, başkasının inadına da kurban gitmeden demokratız, demokrat olmaya devam edeceğiz.

Türkiye’nin hâlâ bir merkez boşluğu, bir sağduyu ihtiyacı var. Mevcut iktidar çırpınıyor, ancak müktesebât ve birikimleri ve kavrayış farkı yetmiyor. Bunu son derece dostane bir psikoloji ile söylemekteyim.

Eleştiri hakkımız bâkî. Ancak biz, tercihimizin kalıcılığı ve fikrimizin derinliği ile siyasî görüşümüzü pozitif bir ilkelilik ve güvenle söylemeyi tercih ediyoruz.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Girdap



Geride bıraktığımız günlerin önemli gündem maddelerinden biri, Danıştay saldırısı ve Hrant Dink cinayetinde uç veren “ulusalcı çeteler”le ilgili yeni operasyonların başlatılması oldu.

İlk kez Danıştay saldırısı sonrasında adı geçen, hattâ gözaltına alınan, ama bilâhare serbest bırakılan bazı isimlerin, Ümraniye’de tesbit edilen cephanelik ve bombalarla irtibatlı olarak tekrar gündeme gelmeleri ve bu defa evvelce adı duyulmamış kişilerle birlikte tutuklanıp cezaevine konulmaları çok önemli bir gelişmeydi.

Operasyonun, eşzamanlı olarak, Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi gibi kuvacı oluşumların önde gelen kadrolarına yönelmesi de.

Kayıtlı ve zimmetli olarak ordunun depolarında bulunması gereken bombaların dışarıda ele geçirilmesi ve bunların Cumhuriyet gazetesine atılanlarla aynı cinsten olması, gayet tabiî, kesinlikle izahı gereken çok tuhaf bir durum.

Aynı şekilde, gözaltına alınıp tutuklanan “vatansever kuvacılar” hakkında çek-senet tahsilâtından tehdit ve şantaja, hattâ şehit ailelerini dahi dolandırmaya kadar varan inanılmaz yolsuzluk suçlamalarının söz konusu olması da.

Girdap adı verilen operasyonun ortaya çıkardığı ilk bulgular Danıştay saldırısı dâvâsına bakan ve şimdiye kadarki “Soruşturma derinleştirilsin” taleplerini reddetmiş olan Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesini de tavır değiştirmek ve bu kez olur vermek zorunda bırakmış.

Yayın yasağı konulmadan önce ve hattâ sonra operasyonla ilgili olarak basında çıkan haberler, Danıştay saldırısı, Cumhuriyet’e bomba ve Hrant Dink cinayeti arasında ciddî bağlantılar bulunduğu kanaati uyandırırken, bazı düşündürücü ilişkileri de açığa çıkarıyor.

Meselâ, Dink cinayetini “zıbartma” gibi kelimeler kullanarak birbirlerine haber veren sanıkların “1 numara” diye bahsettikleri kişinin kimliği günlerdir meraklı suallere konu oluyor.

Bu kişinin, kamuoyunun ilk kez Susurluk olayı sonrasında adını öğrendiği ve akabinde hep bir şekilde gündeme gelen emekli general mi olduğu sorulurken, halen muvazzaf konumda olan bir generalin kast edildiği yolunda Can Ataklı’nın ortaya attığı iddia da kafaları karıştırdı.

Bu arada, Danıştay saldırısı sonrasında bir başka emekli generalin daha isminin şifreli şekilde telâffuz edilmiş olduğu da unutulmamalı.

Öte yandan, tutuklanan “vatansever şef”lerden birinin, unutulmaz DGM savcılarından Nusret Demiral tarafından her işinde ve her aşamada korunup kollandığı, himaye edildiği ve hakkındaki dâvâların lehinde sonuçlanması için yoğun gayret gösterildiği iddiaları da ilginç.

Tabiî, bu tarz iddialar ancak sağlam delili ve mesnedi varsa ciddîye alınabilir. Aksi takdirde, bizatihî operasyonun kendisini sıkıntıya sokar.

Nitekim Danıştay saldırısında ulusalcı çetelerin silüeti gayet belirgin şekilde ortaya çıkmışken işin arkasının getirilememesi, bu noktada gösterilen gevşekliklerin de sonucu olsa gerek.

Bakalım, aradan bir yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, Ümraniye cephaneliği ile başlatılıp başka yerlerde zincirleme devam ettirilen girdap operasyonu, bu durumu telâfi edecek mi?

Umarız, öyle olur ve dileriz, yayın yasağı olayın yine karartılıp örtbas edilmesi için değil, artık bu düğümün çözülmesi için konulmuştur...

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dinle dünyayı tamir etmek



Tahkiki iman ezberi kaldırmaz, bozar. Tarik-i mustakim üzerine gitmek tahkiki gerektirir. Tahkiki iman da ezberi kaldırmaz. Birçok yanlışımızın kaynağı tembellik ve bunun getirdiği tahkiksizliktir. Gerçek mânâda maddi ve manevi futuhata nail olamayışımızın temelinde de bu yatmaktadır. Davasında tefani olmuş ve nefsinden ve nefsinin payından arınmış, feragat etmiş kâmil ve kümmel insanlar az.

İnsanlar parlayan ve sönen ışıkların peşinde seyir halindeler. Basiret derin imanın bir meyvasıdır. Derin imanı ve dolayısıyla firaseti olmayanlar aldatılmaktan kurtulamazlar. Safderun bir şekilde temenniler peşinde giderler. Şah-ı Geylani’nin dediği gibi temenni ise cehennemin vadilerindendir. Netice itibarıyla, dünya bizi aldatıyor. Ama en vahimi de dinle dünyayı takas etmektir. Din üzerinden dünyalık devşirmektir. Dünyalığın en deni kısmı budur. Çünkü kutsalı kutsal olmayana kurban etmişinizdir.

Bunları düşünürken Ezher dergisinde bir yazı dikkatimi çekti. İbrahim Ethem’le alakalı bir yazı. Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in hakkında piyes yazdığı kendi deyimiye ulu veli. Ama şimdi ehli inkâr demeye seza olan guya günümüzün ehl-i tahkiki düm düz gidiyor. İbrahim Ethem’i, Sidarte ve Budha’nın şapsiyetine benzediği için Budizm kültüründen devşirilmiş bir figür olarak görüyor ve inkâr ediyorlar. Böylece sadece gerçeği değil hayalimizi de karartıyorlar. Aynen Süleyman Ateş’in bir müddet evvel gazetesi Vatan’da yaptığı gibi.

***

Hasan el Basri gibi tabiinin ulularından olan Veysel Karani’nin tarihi şahsiyetini neredeyse hayali bir şahsiyet olarak takdim ve tasvir ediyor. Tarihte müspet ve menfi anlamda gamiz/esrarengiz şahsiyetler çoktur. Abdullah İbni Sebe gibi. Etraflarında bir efsane halesi örüldüğünden dolayı kimileri bunların tarihi bir şahsiyet olduğunu reddetmektedir. Her mübalağa edileni mübalağadan içtinap etmek için reddedecek olsaydık elimizde tarihi şahsiyet kalmazdı. Ona bakarsanız Selman-ı Farisi de benzeri bir şahsiyettir. Bu tarihi şahsiyetler güçlerini de esrarengizliklerinden almakta ve tarihe tad ve renk vermektedirler. Bizde ilahiyatçıların geneli halktan kopuk hale gelmişler ve bunun sonucu davet adamı olacak yerde meslek erbabı olmuşlar ve profesyonelleşmişlerdir. Bunu da ilmilik olarak sunarlar. Ameliliklerinin gittiğini hiç nazara almazlar. Bundan dolayı mevkutelerinde ve yayınlarında kuru bir bilgi yığını veya kırıntısı var, ama tabir caizse hoşafın yağı alınmıştır. Diplerini aydınlatmazlar. Halbuki Ezher dergisi geçmişteki bütün hata ve kusurlarına rağmen mesleki veya ilmi olmasının yanında aynı zamanda davet boyutunu da sergilemektedir. Kendisinden asıl beklenen de bu olmalı. Ezher dergisini halktan birisi dahi okuyup anlayabilecek durumda iken bizdeki dergiler bu havadan uzak ve yoksundur.

***

İbrahim Ethem din ila dünyayı tamir dâvâsında olanların hüsran içinde olduklarını söyler ve bu bağlamda Adiy ibni Zeyd’in bir kıtasını tanık olarak getirir: Dinimizi parçalayarak dünyamızı tamir davasındayız,/ Halbuki geride ne din kalır ne de tamir ettiğimiz....

***

Profesyonelleşmek profesyonel körlüğü de beraberinde getirir ve siz bir müddet sonra gerçeklerden afaktan ve enfüsten koparsınız. İlmiyye sınıfı tehlike altında olduğu gibi siyasetçi sınıfa daha ziyade tehlike altındadır. Bunlar da dünyayı tamir davasında dini parçalıyorlar. “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği ahirzamanın dehşetli şahıslarının alem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ tavsiyesine müracaatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye umumi vaizliği” tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.” (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 131-132.)

***

Emin Çölaşan geçmişteki bir yazısında bunlara siyaset canibiyle değil iman canibiyle mukabele ve galebe çalınabileceğini tasdik eden bir yazı yazmıştı. Buna göre onlara siyaseten galebe çalmak nasıl mümkün değilse onların da imana galebe çalmaları aynı şekilde mümkün değildir. Bunu bir zamanlar Emin Çölaşan gayet veciz bir şekilde dile getirmişti. Kendilerinin müzeyyef ve sahte dindarlardan korkmadıklarını ifade etmiştir.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

İktidar, Sezer’i aratacak bir ismi mi seçecek?



Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra cumhurbaşkanlığı seçimi karmakarışık bir hale geldi. 11. Cumhurbaşkanının Meclis mi yoksa halk tarafından mı seçileceği muallakta. Meclis seçer diyen de var, halk seçer diyen de. Her iki taraf da iddiasını kanun ve yasalara dayandırıyor.

***

Seçim süreci gibi AKP’nin stratejisi de karışık. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önce Abdullah Gül’ün tekrar aday gösterilmeyeceğini ima etmişti. Şimdi ise uzlaşma mesajı veriyor. Uzlaşma listesindeki birden fazla adayla, Mecliste bulunan parti liderlerine gideceğini söylüyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi, 22 Temmuz sonrasına kalacağı için AKP uzlaşma çerçevesinde kendi partisinden bile olmayan biri üzerinde uzlaşmaya varabilir. Çünkü 27 Nisan bildirisi ve Anayasa Mahkemesinin kararı iktidarı fena halde ürküttü.

Daha önce yeni seçilecek cumhurbaşkanı ile ilgili keskin görüşleri olan TBMM Başkanı Bülent Arınç bile “İnşallah memleketini, milletini seven, halkın ortak değerlerine inanan birini cumhurbaşkanı seçeceğiz” diye açıklama yaptı.

***

Erdoğan’ın uzlaşma mesajına CHP Lideri Deniz Baykal anında cevap verdi. Bir günde bir çok gazeteye konuşan Baykal, bu sefer işi daha ileri götürerek Meclis dışından biri üzerinde uzlaşmaya varılması gerektiğini söyledi.

Baykal’ın mesajlarından 11. Cumhurbaşkanını “Sezer tipi bir cumhurbaşkanı” istediğini gösteriyor. Baykal bununla da kalmıyor cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören referandumun da bir şekilde “kadük” olması gerektiğinin işaretini veriyor.

***

Uzlaşma adına, iktidarın yumuşama, ana muhalefetin daha da iştahlanma mesajlarına göre şunu söyleyebiliriz:

11. Cumhurbaşkanı iktidar partisine mensup olmayacak. Meclis dışından olacak. Ahmet Necdet Sezer tipi veya daha radikal biri bulunacak. En önemlisi ya da en tehlikelisi de uzlaşma adına halkın seçme ihtimali bile ortadan kaldırılacak.

Süreç bu sonuçlara doğru ilerliyor.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eğitim sistemi sınıfta kaldı



Türkiye genelinde 824 bin 551 öğrencinin katıldığı Ortaöğretim Kurumları Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı (OKS) sonuçları Pazartesi günü açıklandı. Her imtihan sonrasında olduğu gibi bu imtihan sonrasında da ‘birinci’ler de, ‘sonuncu’lar da oldu. Ancak ortaya çıkan netice değerlendirildiğinde, eğitim sisteminin çok büyük problemleri olduğu görülüyor.

OKS imtihanına katılan 27 bin 277 kişi ‘ham puan barajı’nı aşamamış. Bunun yanında; İstanbul gibi büyük şehirlerin eğitim konusunda ‘büyük’ olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Elbette her konuda büyük olmak İstanbul için ‘şart’ değil, ancak küçük illerin başarı sıralamasında ön sıraları paylaşması eğitim sisteminin sıkıntısını gösteriyor.

Sonuçların açıklanmasıyla birlikte durum değerlendirmesi yapan eğitim sendikaları başkanları, haklı olarak sistemin ‘imdat çığlığı attığını’ söylüyorlar. Tabiî ki eğitim sistemi sadece bugün imdat çığlığı atmıyor. Kökü yıllara dayanan ihmaller neticesinde bu noktaya gelindi. Önemli olan, problemin varlığını kabul etmek ve çare aramak...

Eğitim sistemiyle ilgili tartışmalar yıllardan beri devam ediyor. Bilhassa, üniversite giriş imtihanları sonrasında ortaya çıkan tablo eğitimcileri endişelendiriyor. Hiçbir soruya doğru cevap veremeyen lise mezunlarının olduğu bir eğitim sisteminde, endişelenmek gerekmez mi?

Genç bir nüfusa sahip olmakla haklı olarak övünüyoruz. Ancak bu nüfusu gerektiği şekilde eğitebildiğimiz söylenemez. Bu problem bir kişinin değil, hepimizin problemidir. Öğrenci, veli ve okul işbirliğinden söz ederiz; ancak ne hikmetse bunu gerçekleştirmek için gerekli adımları atmayız.

Eğitimde zaman zaman ‘sistem’ değişikliği oluyor, ancak bugüne kadar bu değişiklikler de çare olmadı. Acaba yanlış tercihler mi yapılıyor? Zaman zaman ‘eğitim şûrâları’ da düzenleniyor, ama ya alınan kararlar uygulanmıyor ya da yanlış kararlar alınıyor. “Yok, bunların hiçbiri yapılmıyor, biz doğru olanları yapıyoruz” diyenler varsa; ortaya çıkan bu neticeye bir açıklama getirmek durumundadırlar.

Mevcut durumdan memnun olan bir var mı? Öğretmen şikâyetçi, veli şikâyetçi, öğrenci şikâyeçi. O zaman bu yanlış ‘sistem’ niçin hâlâ devam eder?

Tıkanan eğitim sistemi bir an önce masaya yatırılmalı ve uzman eller bu gidişe bir çâre bulmalı. Aksi halde, eğitimdeki bu gidiş hayra alâmet değil.

Üniversite imtihanlarında ya da diğer imtihanlarda ‘sıfır’ alan aslında öğrenciler değil; öğretmenler, veliler ve eğitim sistemidir. Başarı da, başarısızlık da eğitim sisteminin sonucudur.

Ne edip etmeli, eğitim sisteminin çocuklarımızı ‘öğütmesine’ müsaade etmemeliyiz.

11.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004