Elbette Ehl-i Beyt kavramı gibi kavramların bir aslı var. Ama ifrat ve tefrit basamakları da var. Öyleyse orta ve ortak noktasını bulmak gerekiyor. Katip Çelebi’nin Mizanu’l Hak fi İhtiyari’l Hak kitabında yapmaya çalıştığı gibi bizim de bu meselelerde elbetteki orta bir yolu aramamız ve bulmamız lazımır. Bu orta yol, istismarcılarla inkârcılar arasında bir mertebededir. Menziletü beynelmenzileteyn. Ehl-i Beyt tanımının bazı siyasi bağlamları da vardır.
Kureyş kabilesi esasında Haşimiler ile Emeviler arasında iki kola ayrılır. Bu iki kol arasında Cahiliye döneminde bir rekabet vardır. Bilahare bu rekabet İslâmdan sonra dini bir suret ve kisve de kazanmıştır. Sünnilere göre hilafet Kureyş’in hakkıdır. Bu bağlayıcı ifade sosyolojik bir gerçeğin ifadesi midir yoksa dini bir ifade midir tartışılmıştır. Onun ötesinde ‘El eimmetü min Kureyş/İmamlar Kureyştendir’ hadisi kimilerince illetli görülmüş ve S. Hatiboğlu gibi ilahiyatçılar buna dair reddiyeler yazmışlardır. Hilafetin Kureyşiliği teorisi geçmişten geleceğe eleştirilere konu olmuştur. Zaman zaman sözkonusu tez siyasi çekişmelerin de mevzuu olagelmiştir.
Osmanlıların meşruiyetini sorgulayanlar bu tezi gündeme getirmişlerdir. Bu tezin genel bir bağlayıcılığı olmadığı görüşünü serdedenler İbni Haldun gibi Müslümanların siyasi işlerinin aralarında şura ile tedvir edileceğini söylemişlerdir. Kureyşilik meselesi sünni hanedanlar arasında bir çekişme meselesi olurken imamet de daha özelde Haşimiler ailesine hasredilmesi neticesi aile içi kavgalara neden olmuştur. Öncelikli olarak Haşimilerle Emeviler arasındaki ta cahiliyet dönemine dayanan çekişmelerin İslâm sonrasında ve özellikle de Hazret-i Osman döneminde yeniden hortlaması ve patlak vermesi Müslümanlar adına büyük bir talihsizlik olmuştur. Hilafet, saltanat veya imamet üzerinde aile kavgası ve çekişmesi sureti almıştır. İslâmın evrensel davası neredeyse aynı kökenden gelen iki aile kavgasına dönüştürülmüştür. Mesela bu bağlamda Şiilerin Mehdi-Süfyani anlayışı ve yorumu da iki aile kavgasının bir türevinden ibarettir. Buna göre Mehdi (Sünnilerce de kabul edilir) Ehli Beyt’ten olmasına mukabil Süfyani Emevilerden ve Ebu Süfyan ailesinden olacaktır. Maalesef dini metinlerin bile aile eksenli iktidar mücadelesi etrafında yorumlandığını görüyoruz.
***
Bu bize, cahiliyet döneminde kırk yıl savaşlarını ve bu savaşın iki kahramanı ve iki kardeş kabile Bekri ve Tağlebilerin kavgalarını hatırlatıyor. Bu iktidar mücadelesi başta en büyük zararı da lugavi manada Ehli Beyt’e vermiştir. Haşimoğıulları da, bilahare iktidar mücadelesi nedeniyle Talibi ve Abbasi olmak üzere iki kola ayrılmıştır. İbni Abbas baştan beri bazı çekincelerle birlikte -Ebu Musa Eş’ari’nin hakem tayini gibi- Hazreti Ali’nin yanında olmasına rağmen bilahare evlatları önce ‘Er Rıza min Al-i Muhammed’ adına çıkmışlar sonra da iktidarı ele geçirdikten sonra bırakmamış ve kendilerine maletmişlerdir.
Emeviler döneminde Talibiler ve Abbasiler ortak muhalefet yürütürken Abbasiler iktidarı tekellerine alınca Talibiler muhalefet safına düşmüşlerdir. İslâmla birlikte sönmüş olan soy sop kabile veya hane ve hanedanlık asabiyeti Hazreti Osman’ın halife seçilmesinden sonra Mervanilerin tefrit ve diğerlerinin de ifratıyla yeni bir zemin ve boyut kazanmıştır. Kimileri Hazreti Osman’ın hilafete seçilmesini Emevilerin bir aile zaferi olarak değerlendirmiştir. Bu etki tepkiye yol açmıştır. Ve sonrasında da İslâm tarihini iki kan davası ve iki fitne şekillendirmiştir. Hazreti Osman’ın kanı ve Hazreti Hüseyin’in şehadeti.
‘Kamisi Osman’ yani Osman’ın (r.a.) kanlı gömleği tarihe bir darb-ı mesele ve deyim olarak geçmiştir. Dolayısıyla aile kavgaları tarihi trajedilere neden olmuştur. Bunun sonucu Amr İbni’l Cahiz gibi tarihte kimi Osmaniler türediği gibi bunun karşısında da Ali muhableri sevenleri yer almıştır. Et kemikten nasıl ayrılsın ki bir tarafa Fatıma Betül ve damadı Hazreti Ali diğer tarafta da Zinnureyn Hazreti Osman yer almaktadır. İki sevginin birbirine karşı kullanılması şizofrenik bir durumdur. Bununla birlikte, İbni Abbas’a göre Hazreti Ali yönetimi sırasında taktik hatalar yaptığı gibi Hazreti Osman da hilmi ve yumuşaklığının bir takım olumsuz etkilerini yaşamıştır. Mevdudi Hilafet adlı kitabında da benzeri yorumlar yapar. Seyyid Kutup’un yaklaşımı da bu doğrultudadır.
***
Ehl-i Beyt hususunda en güzel değerlendirmelerden birisini Misak dergisinde (Ağustos 2005, sayı 177) A. Hikmet Bircanlı yapmıştır. ‘Alevi Kimliği ve Cahiliye Dönemi Arap Kültüründe Ehl-i Beyt Kavramı’ başlıklı yazısı birçok tılsımı ve işkali ortadan kaldırmaktadır. Bu hususta yazar şunları söylemektedir: “Gerek Şia ve gerek diğer fırkalar; Ehl-i Beyt kavramını siyasi ihtiraslarına ve dünya menfaatleri için, İslâmın temel hedefleriyle izahı mümkün olmayan (Cahiliye dönemine dönüşü çağrıştıran) anlamlar yüklemişlerdir. Oysa ki Kur’ân-ı Kerim’de ‘Peygamberler’e al veya ehl olmanın’ öncelikli şartı nesep değil, onun tebliğ ettiği hakikatlara yani dine inanmaktır...”
Bundan dolayı bazı sufiler ‘bizim için nesep babalığı değil yol babalığı evladır’ demişlerdir. Yani tearuz ettiklerinde mecazen Ehli Beyt’ten olmak neseben Ehl-i Beyt’ten olmak daha evladır. Nesep ile haseb birlikte gittiğinde ise elbette Ehli Beyt mensubu olmak büyük şereftir. Kur’ân-ı Kerim Ehl-i Beyti konusunda hem Lut hem de Hazreti İbrahim’in isteğini geriye ceviriyor. ‘La yenalu ahdi’z zalimin’ diyerek senin sülbünden dahi olsa zalimler ahdime erişemezler ve gerçekte de senin nesebinden değildirler buyurmaktadır.
Bundan dolayı meşhur sözdür Hazreti Peygamber Hazreti Fatıma’ya “Ruz-i cezada herkes hasebi ve ameliyle geldiğinde sen karşıma nesebinle çıkma’ der. Peygamberimiz bunu Hazreti Fatıma’nın üzerinden kulağımıza küpe olması için hepimize söylemiştir.
16.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|