Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

YÖK yapılanması



Dünyanın en zeki insanı kabul edilen ve 25 yaşında en genç profesör ünvanı alan Moskova Beyin Araştırmaları Enstitüsü’nden bilim insanı Prof. Dr. Nadia Camukova’nın Türkiye’deki eğitim sistemi ile ilgili tespitleri ilgimi çekti.

Einstein’in zeka testinden 200 üzerinden 199.37 puan alan ve yedi dil bilen Camukova, “Bugün Türkiye’de üniversiteye gitmeye kalksam belki ÖSS’yi kazanamam. Bir insanın hayatını üç saate sığdırmak kadar yanlış bir şey yok. İnsan hayatını milli piyangodan çekmiyor ki...” diyor. (Zaman, 8.1.2007)

Dünyanın zekâ küpü, aynı zamanda Türkçe de bilen bayan Camukova, Türkiye’nin sınav sistemine akıl erdiremiyor. Bizde, zekâyı körelten bir sistemde, böyle zekâları anlamakta zorlanan bir açmaz var.

Camukova’nın “Tekrar tekrar okuduğum tek kitap Kur’ân’dır” cümlesi, zekâ ile Kur’ân’ın buluştuğu bir örnek olarak herkes için öğretici olduğu kanaatindeyim.

Şu anda 30 yaşında olan Camukova, Picasso testinde 360 üzerinden 357 alabilen ve bugüne kadar günde bir kitap okuyarak 3 bin kitaba ulaşan başarısını sürdürüyor. Lakin Türkiye’de sınava girme söz konusu olunca, kendine güvenemeyecek kadar vahim durumumuza işaret ediyor.

Allah, sınava giren gençlerimize yardım etsin. Nasıl bir stres altında ve kaygı verici bir şekilde sınava hazırlandıklarını bir düşünün.

Bu tespitten hareketle YÖK’e neşter atma geciktikçe, problemlerin devasa bir şekilde büyüdüğünü söyleyebiliriz.

Yüksek öğretim stratejisini incelerken birkaç noktayı dikkate değer buldum:

•Yüksek öğretim sisteminin ciddi bir daralma yaşadığı ve açılım aşamasına geldiği,

•Özellikle ÖSS yığılmaları noktasında önceden caydırıcı ve eleyici bir yaklaşımın öne çıktığı,

•Teknisyen üstü tekniker statüsünde ara eleman ihtiyacının daha nitelikli hale getirilmek istendiği,

•Modüler bir eğitim ve sertifikasyon sürecinin aşamalı olarak ilk öğretim ikinci kademeden lise ve yüksek öğrenimle meslek hayatı boyunca yapılandırılması ihtiyacının fark edildiği,

•Düzenlemelerin parça parça ve kurumların hükümranlık alanları gibi bölündüğü, ancak eğitimin bütün paydaşların ortak görüşü ile belirlenmesinin gerekliliği,

•YÖK yapısının, yine YÖK tarafından açıklanan Yüksek Öğretim Stratejisi raporundaki önemli tespit ve değerlendirmelerle kendi eksiklerini fark ettiği,

•Hükümetin kararlı önceliği ile Milli Eğitim Bakanlığının koordinasyonunda yeni bir YÖK kanununun hazırlanması aciliyeti,

•Demokratik çerçeve içinde bireye göre muhteva ve ona bağlı olarak kurumsallaşmanın önceliği,

•Öğrenci bazlı akademik sorgulamanın yanı sıra, araştırmacı ve öğretici kadroların fonksiyonel olarak birbirinden ayrılması,

•Bilim, araştırma ve yayın desteğinin cesaretlendirici ve hür olması, konu tahdidi olmaksızın ifade özgürlüğünün teşvik edilmesi sağlanmalıdır.

Yüksek öğretimin yeniden yapılanması, herkesin ortak görüşü.

Bütün mesele bu konuda bir ortaklık kurmakta.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İçimizdeki israf canavarı



İçimizdeki trafik canavarından çok daha etkilidir israf canavarı. Günümüzün teknik gelişmelerinin bir sonucu olan motorlu vasıtaların insan hayatı üzerindeki olumsuz etkileri haklı olarak “canavar” olarak nitelendirilmiştir. Çünkü trafik kazalarından dolayı meydana gelen insan kayıpları bir savaş kayıbını bile geride bırakabilecek kadar fazladır.

Trafik canavarının sadece dünya hayatımızı sonlandırdığını, israf canavarının ise ebedî hayatın huzur ve saadetle geçmesine engel olabileceğini düşünürsek, asıl büyük canavarlardan birinin israf olduğunu anlarız. Aslında yol kenarlarına konulan “İçinizdeki Trafik Canavarına Dikkat!..” levhaları gibi, bilhassa büyük marketlerin girişlerine konulacak “İçinizdeki İsraf Canavarına Dikkat!..” şeklindeki uyarıcı levhalara da oldukça fazla ihtiyacımız bulunmaktadır.

Her köşe başında oldukça büyük alış-veriş merkezlerinin açılması ve hepsinin hemen hemen günün her saatinde tıklım tıklım dolu olması, karşı karşıya olduğumuz ciddî bir canavarı aklımıza getirmektedir. Gerçekten israf, günümüzün medenî toplumlarında almış başını gidiyor. İsraf ile birlikte bir çok insanî değerin de kaybolduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?

Bir kısım insanların dünyanın değişik bölgelerinde yoksulluk içinde kıvranması, giyecek elbise, yiyecek ekmek bulamaması, gelişmiş ülkelerdeki insanların harcamalarıyla ne kadar büyük bir israf içinde olduğunu göstermektedir. Vicdanı ve acıma duygusu olan, kendisinden başka insanları da düşünen insanlar, aç ve bîilâç olan insanların bulunduğu bir dünyada ellerindeki imkânları israf derecesinde savurabilir mi?

Eminim çoğumuzun, bir gün içinde tükettiği yiyecekten en az üç kişi karnını doyurabilme imkânına kavuşabilir. Yine eminim ki, çoğumuzun elbise dolabında, bir çok insanın istifade edebileceği ihtiyaç fazlası elbiseler dizilmiş durumdadır.

Ne yazık ki, bizler hem yiyeceklerimizi ihtiyacımızdan fazla tüketmekteyiz, hem de giyeceklerimizi ihtiyaçtan oldukça fazla bir şekilde dolaplarımıza tıka basa doldurmaktayız. İnsanlarımızın doymak bilmeyen alış veriş ihtiraslarını gören para babaları da, habire süpermarketler, hipermarketler açmakta ve içimizdeki israf canavarının iştihasını kabartmaktadırlar.

Geçtiğimiz günlerde evimizin yakınında açılan oldukça büyük bir market yetkilileri, ancak market alış veriş kartına sahip olacak olanların içeri girebilecekleri uygulamasını getirmişlerdi. Bu durumu duyunca bir tüketici olarak kendimin af buyurun “aptal” yerine konulduğunu düşündüm. Müşterinin velînimet olduğu gerçeği ortadayken, o büyük markette alış veriş şansına sahip olmanın bir lütuf olarak takdim edilmesi ve maalesef bir çok insanımızın da bunu yutması, tüketim toplumunun bir ferdi olarak beni epeyce düşündürdü.

Allah aşkına, ihtiyacımızı karşılayacak yüzlerce, belki binlerce alış veriş merkezleri varken, bizler oralardan alış veriş yapmaya çok mu muhtacız? Paramızla bile bize köle muâmelesi gösteren yerlere gitmeme basiretini niye göstermeyelim?

Acizane, zamanımız insanlarının, hesabını ind-i İlâhîde vermekte oldukça zorlanacağı korkunç bir israf vakıasıyla karşı karşıya olduğunu üzülerek ifade ediyorum. Dünya cihetiyle baktığımız zaman bile, israfla kuşatılmış bir hayatta insanların huzur bulamayacağını görebiliriz.

Hem dünyamızı, hem de ahiret hayatımızı kendi elimizle karartıyoruz. Üstelik servetler harcayarak bunu yapıyoruz. Zira birinci derecede ihtiyaç olmayan ve israf sınıfına giren alış verişlere harcadığımız sadece paraların değil, zamanlarımızın bile hesabı bizlerden mutlaka sorulacaktır.

Paranın bir efendi değil, bir köle olduğunu ve onu yerli yerinde kullanmamız gerektiğini düşünerek hareket etmek zorundayız. Eğer büyük alış veriş merkezlerinde gereksiz bir şekilde harcadığımız paralarımızın ve zamanlarımızın bir kısmını manevî tekâmülümüz için harcamış olsaydık, eminim huzura kavuşmak için önemli mesafeler kat etmiş olurduk. İsraf canavarına yem olmamamız temennisiyle...

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Darbeye çanak tutmak



Hatırla Sevgili (atv) bir dönem dizisi…. Böyle bir diziyi yayınlamak ve o konuyu işlemek cesaret ister.

Saddam’ın idam görüntüleriyle birlikte, Eski Başbakanlardan Adnan Menderes’in idam tartışmaları da beraberinde geldi.

Hatırla Sevgili’nin ekranlarda olması bir “eksiği” tamamlamıyor, tam tersi eksik parçalarla dolu...

Madem Menderes’i anlatacaksın, o zaman Demokrat Parti’yi anlatacaksın.

Madem, Cumhuriyet Halk Partisi’ni anlatacaksın, o zaman millete tahammülsüzlüğünü anlatacaksın.

Madem “darbe”den bahsediyorsun, o halde 27 Mayıs’ı anlatacaksın.

Hiçbiri yok.

Menderes’in hal-i pürmelalini gerçek görüntüleriyle kıyaslamak lâzımdı.

Başvekil olduğu dönem ve idama götürüldüğü dönemki Menderes arasında dağlar kadar fark var...

Kaldı ki onu canlandıran karakter gerçeği ile tamamen zıt bir görüntü çiziyor.

Kaldı ki, Aydın Menderes’i bile isyan ettirdi.

Diyor ki:

“O dizi Adnan Menderes’in yakışıklılığını, nezaketini, zerafetini ve güleryüzünü gasp etmiştir. Diziyi yapanlar birilerinden duymuşlar, Menderes çizgili elbise giyerdi diye.. Herhalde bunu vurgulamak için rola çıkardıkları kişiye çizgileri adeta tebeşirle çizilmiş, acaip bir elbise giydirmişler. Menderes’e benzemeyen bir kişiyi ne diye seyredeyim? Menderes’e fizik olarak benzetilemeyen o kişi ve o dizinin objektif olmayacağı başından bellidir. Onun için o diziyi seyretmiyor, öyle bir diziden kendimi haberdar bile addetmiyorum.”

Zaten dizideki karakterlerin kullandığı ifadeler bile “darbeye çanak tutan” türden.

Mesela, Yassıada’ya atanan bir hakim (Avni Yalçın) eşine, “Yassıadaya adaleti getirmek için gidiyoruz. Bizim elimizde koskoca Anayasa var” diyor.

Halbuki darbeler “Anayasaya karşı yapılır.”

Darbenin yasası olmaz ki.

Darbenin “yasa”sıyla neyin “adaleti”ini sağlayacaksın?

Nitekim bu “yasa”yla üç vatan evlâdını gözünün yaşına bakmadan ipe götürdüler.

Bir sahnesinde de sınıfta çocuklara Yassıada filmi izlettiriyorlar. Sonra sınıfta çocuklara:

“Olur mu böyle olur mu?

Kardeş kardeşi vurur mu” marşı söylettiriliyor.

Sonra yine, güya hakimin karısı (Ayda Aksel) bir sahnesinde “ihtilâlin olmasına sevindim” derken bir sahnesinde de şöyle diyor:

“Menderes ya demokrat değildi ya da demokrasinin kurallarını bilmiyordu. O yüzden bütün bunları hak etti.”

Yuh!

İşte bunun için 27 Mayıs darbesi anlatılmalıydı.

Yapımcılığını atv’nin, senaryosunu ise Nilgün Öneş, Şebnem Çıtak, Aylin Alıberen’in yaptığı bu dizide ya bazı gerçekler saklanıyor, yahut bilerek “darbe” özlemi içine giriliyor.

Bir kere Menderes demokrasinin sembolüydü. Millî Şef Dönemi İnönü milleti inim inim inlettikten sonra, ilk fırsatta millet mazbatayı Menderes’in eline verdi.

Demokrasiyi bilmeyenlere 1945 ve 50 dönemlerini iyi okutmalı.

Ne garip, en çok demokrasiyi bilmeyenler “demokrasi”den bahsediyor.

Evet bu dizi bir “aşk hikâyesi.” Ama eğer gerçek bir kurgu ile veriliyorsa, gerçeklerden yola çıkılabilirdi. Aşk hikâyesine gösterdikleri özeni, Menderes’i anlatırken göstermemiş resmen çuvallamışlar!

Neden hiç darbenin öncülerinden “İnönü” konuşulmuyor?

Neden hiç “darbe”nin korkunç yüzü gösterilmiyor?

Neden hiç korkunç kararı veren cellâtlar öne çıkarılmıyor?

27 Mayıs’ı gerçekleştiren “cunta”dan tek bir söz yok!

Milletin içine düştüğü açlık ve perişanlık yok. Sadece kaymak tabakasının mendil ıslatan salon aşkını konu etmişler.

Bu yüzden inandırıcılık oranı sıfır.

Dizide şapla şeker birbirine karıştırılmış.

Milletin gerçeklerine bu kadar uzak kalınır. İşte bu dizi onun bir göstergesi.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Terakkî için



Günümüzde Müslümanın terakkîsi her zamankinden daha büyük bir önem arz ediyor. Şartlarına uyulduğunda ise bunun hiç de imkânsız olmadığı görülecektir.

Mânen olduğu kadar maddeten de İslâmın hâkimiyet kurabilmesi için altyapıyı teşkil edecek unsurlar aslında yok değil. Bütün mesele bunları faaliyete geçirebilmektir.

Bediüzzaman bundan doksan küsür sene kadar önce Şam Emevî Camii’nde İslâm âleminin hastalıklarına teşhis koyarken tedavîlerini de sunmuştu. Orada istikbalin kıt’alarında hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet olduğunu söylüyor ve şu müjdeleri veriyordu:

“Maddeten İslâmiyetin terakkîsinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek.”1

Buna delil olarak da İslâm âleminin şahs-ı mânevîsinin kalbinde yerleşen beş güçlü ve kırılmaz kuvvetten söz ediyordu. Özetle bunlar, 1) Hakikat-i İslâmiye, 2) Şiddetli ihtiyaç ve tam bir fakirlik, 3) Hürriyet-i şer’iyye, 4) Şehamet-i îmaniye, 5) İzzet-i İslâmiyedir.

Bu hakikatlerin herbiri, üzerinde ayrı ayrı durulacak önemde. Kısaca belirtmek gerekirse bunlardan birincisi hakikat-i İslâmiyenin hiç bir kuvvetle kırılamayacak güçte olduğunu görürüz. O İslâm hakikati ki her türlü mükemmelliğin üstadı, bütün Müslümanları aynı çizgide birleştirip tek bir kişi haline getiren, gerçek medeniyet bağrından fışkıran, müsbet ve doğru her türlü fenle mücehhez bir hakikattir. Bu hakikate tam sahip çıkana yükseliş kapıları ardına kadar açık demektir.

İhtiyaç ve fakirliğin insanı tembellikten çok gayrete, çıkış yolları aramaya ittiği bir gerçek. Hele insanın ihtiyaç duyduğu meseleler mübrem hale gelmişse onu karşılamak güç olmaz. İlim ve teknolojide medenî dünyaya ayak uydurmaya, medeniyet ve sanatlarını almaya çalışmak, hele fakr u zaruret içinde bulunmak o kadar itici bir güçtür ki geçen zaman bunları elde etme yolunda önemli mesafe aldırmıştır.

Üçüncü kuvvet olan hürriyet-i şer’iyye de terakkîye sevk eden önemli potansiyel bir güçtür. Öyle ki bu duygu insanlığa yüksek ufuklar göstermekte ve bu yolda musabakaya sevk etmektedir. Bu hürriyet istibdadın en büyük düşmanıdır. Ulvî duygular o hürriyetle kanatlanmaktadır. Niçin dünya başkalarına Cennet olurken, bizim için Cehenneme dönsün? Bulundukları maddî kalkınma noktasında aslında biz bulunmalı değil miydik?

İşte bu gıpta, kıskançlık ve rekabet duygusudur ki Müslümanları yeniliklere, medeniyetin güzelliklerine kapıları açmada yarışa yöneltmektedir.

Konuya bir sonraki yazımızda inşaallah kaldığımız yerden devam edelim.

Dipnotlar:

1. Hutbe-i Şâmiye, s. 39.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlâhiyatçılar ispata nasıl karşı gelebilir?



İslâmiyet, her meselesini ilmî, aklî-mantıkî ispat, kalbî tasdik ve vicdânî süzgeçten geçirmesine rağmen; İlahiyatçılardan bir kesim hâlen, “İnanç-imân ‘gayba’ aittir; ispat edilemez. İnanmak isteyen inanır, inanmayan inadından inkâr eder; ispat faydasız ve gereksizdir” anlayışında. Aslında ispatı gereksiz bulanların bazıları samimi olmakla birlikte, meseleye dar açıdan bakarak böyle düşünüyor. Bir kısmı ise, ispat ve izahta zorlandığından, “lüzûmsuz” kılıfı geçirerek, yetersizliğini perdeliyor. Oysa iman esaslarını ispat; varlıklar adedince belgeler bulunduğundan ve var olanı ortaya koymak olduğundan gayet kolaydır. Meselenin bu boyutunu ileriki safhalarda genişçe ele alacağız. Burada önce şu hususu vurgulayalım:

Müslümanlığın şartlarından birincisi, “akıl ve baliğ” olmak, yâni, aklın tercihiyle imân dâiresine girmektir.1 “Aklı olmayanın dini de yoktur” vecizesi bunu ifâde eder. Mükellefiyet akıl ile başladığına göre; İslâmiyet körü körüne, mutaassıbane bir inancı, bağlılığı önermez.

Müslümanlar, bürhâna, delile tâbi olarak akıl, fikir ve kalble imân hakikatlerine girer. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyor.2 İcmâlî/özet ve taklidî bir tasdikten ibâret3 olmayan, vicdânî ve aklî4 olan imânî hükümleri ispat, son derece lüzûmlu. Çünkü, imânın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır.5 Kalbimizi, kâmil imân derecesine çıkaracak, aklı ikna edecek ve susturacak da ancak bürhandır, belgedir.6

Diğer taraftan, atomdan galaksilere varlıkların, unsurların fizikî, kimyevî özellik, güzellikleri, muazzam yapıları, nizam ve intizamları, hârika fonksiyonlarından hareketle İlâhî irâdenin eserleri olduklarını kesin delillerle ispat edip kabul etmeliyiz. Serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz sebeplerin ve âciz, (katı, ruhsuz) cahil maddelerin (yapmasının) hiçbir şekilde ihtimal ve imkânı bulunmadığını “gözle görür” derecesinde7 anlamalı ve anlatabilmeliyiz.

En önemlisi de, herkes için dehşetli olan ve aslında, “Sonsuz hayata perde olan ölümü ve dünya hayatının perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, ebedî hayata birer perde ve inananların sonsuz saâdetlerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kesin ispat”8 ederek ahirete olan imanımızı güçlendirmeliyiz. Evet, Kur’ân’ın, “ebedî yokluk” gibi telâkkî edilen ölümü, inananlar için “terhis tezkeresine” çevirdiğini görmeli; hiçbir filozof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamayacak şekilde özümseyip anlatabilmeliyiz. Böylece, içe bakış metodunu kullanıp, “Önce kendimizi iknâa çalışıp, sonra başkalarına bakabiliriz.9

Cenâb-ı Hak, Rablığının kabûlü hususunda bile asla baskı yapmaz; aklı, vicdânı serbest bırakır. Bu husus bir âyette şöyle vurgulanır: “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da, ‘Evet şahit olduk’ dediler.”10 Görüldüğü gibi, “Ben sizin Rabbinizim” diye dayatmıyor. Bilâkis, inanç tercihe bırakılıyor ve şâhâne inanç ve düşünce hürriyeti tanınıyor. Buna benzer birçok âyetten birkaçı daha şöyledir:

“Dinde zorlama yoktur...”11 “Sizin dininiz size, benim dinim bana”12 “Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min”13 “De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”14

Bunun yanında düşünce ve imân; hiçbir sûrette, hiçbir otorite tarafından sınırlandırılmasına müsaade edilmemiş; hattâ, peygamberlere bile zorlama imtiyazı, baskı yetkisi tanınmamış: “Vazifemiz size gerçeği bildirmekten ibârettir.”15 “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”16

Bu ve benzeri âyetler Kur’ân’ın, “dogmatik” değil, “taassuptan” uzak; “salâbetli” ve “müdakkik” bir kafa yapısı istediğini gösteriyor. Yâni, gerçeği delillerle bulduktan sonra ona sımsıkı yapışan; düşünme melekesine sahip, aklı keskin, vicdanı hür, kalbi mutmain bir Müslüman tipi istiyor.

Dipnotlar: 1-Emirdağ Lâhikası, s. 222.; 2- Mektûbât, s. 205.; 3- Tarihçe-i Hayat, s. 80.; 4- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 175.; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.; 6- Age, s. 46.; 7- Sözler, s. 479.; 8-Emirdağ Lâhikası, s. 41.; 9-Kastamonu Lâhikası, s.13.; 10- Kur’ân, A’raf, 172.; 11- Agk, Bakara, 256.; 12- Agk, Kafirûn, 6.; 13- Agk, Teğabun, 2.; 14- Agk, Kehf, 29.; 15- Agk, Yâsin, 17.; 16- Agk, Yûnus, 26.

16.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Barış ümidi ve savaş beklentisi



İ şgalden bu yana her gün biraz daha iç karışıklığa sürüklenen Irak'taki gelişmelerle ilgili olarak, Türkiye'de ve dünyada iki türlü bir beklenti hasıl oldu.

Birincisi: Barış ümidinin korunması.

İkincisi: Savaş umudunun körüklenmesi.

Her iki türlü beklentinin sahipleri de, bütün dikkatiyle Irak ve komşu ülkelere odaklanmış durumdalar.

Birinci kesim, bölgede barışın sağlanması için duâ ve temennide bulunurken, ikinci kesim ise, bütün hesaplarını silâhların daha da konuşturulması üzerine bina etmiş görünüyorlar.

Şimdiye kadar kazançlı çıkanlar, ne yazık ki savaş ve silâh seslerinden yana olanlar oldu.

* * *

İşgalcibaşı W. Bush, Irak'ta şu anki durumun müdahale ettikleri dönemden bile daha berbat olduğunu itiraf etti. Bir bakıma hatasını itiraf etmiş oldu.

Ne var ki, hatadan dönme fazileti göstereceği yerde, Bush'un bundan sonraki hesabında da, daha fazla asker, daha fazla silâh ve daha fazla kanlı çarpışma görünüyor.

Bu vaziyet açıkça gösteriyor ki, Bush, darbecilerin, harp sanayicileri ile silâh tüccarlarının kontrolüne girmiş, yahut da onlara müşterek bir hareketin içine girmiş bulunuyor.

* * *

Gariptir ki, Türkiye'de de Irak'taki kaotik gerilimin devamından yana olanlar var.

Bu katı yürekli kesimin hesabı da şu olmalı: Oradaki kritik savaş durumu devam etsin ki, gücünü silâhtan ve darbeden alan kesime duyulan ihtiyaç da berdevam olsun.

Evet, bizdeki darbe şakşakçıları ile ihtilâl goygoycuları da, ne yazık ki Irak'ın Türkiye'ye bakan yüzüde, daima bir "yakın tehlike"nin göz önünde bulundurulmasını istiyor.

Bunda ise, ne milletin, ne de ülkenin hayrına herhangi bir işaret görüyoruz. Şer içinde şerdir bu.

GÜNÜN TARİHİ (16 Ocak 1958)

Darbe provası: "Dokuz subay" olayı

İ stanbul'da dokuz subay tutuklandı. Bu subayların tutuklanma sebebi, ordu içinde gizliden gizliye bir askerî darbe hazırlığı yaptıkları iddiası, daha doğrusu ihbarıydı.

Haklarında ihbar yapılan subaylar, Savunma Bakanlığının başlattığı soruşturma neticesi tutuklanarak askeri mahkemede yargılandılar.

Yargılama sonucunda, sadece bir kişiye 2 yıl hapis ile ''ordudan tart'' cezası verildi. Diğerleri ise, hiç bir suçları bulunmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı.

Cezalandırılan kişi, Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu 'dan başkası değildi. Kuşçu'nun cezalandırılma sebebi ise, mâsum arkadaşlarını "Darbe hazırlığı içindeler" diye ihbar ve itham etmesiydi.

Oysa, bir askerî komployu hedef alan ihbar cidden doğruydu. Zira, iki sene sonra bir başka yöntemle gizlice yürütülen "darbe hazırlığı", en vahşi şekilde yüzünü göstererek bir acı gerçeğe dönüştü.

Darbecilik böyledir işte... Demokrasinin canına da okusa, hak, hukuk ve adâleti de katletse, başarıya ulaşınca, eli kanlı failleri kahraman diye lanse edilir.

Perde altında darbe hazırlığı

1950 ve 1954 seçimlerinin ardından yapılan 1957 seçimlerinde de başarısız olup iktidar ümidini kaybeden muhalefetteki CHP, bu kez tutumunu alabildiğine sertleştirirek, kelimenin tam anlamıyla yıkıcı bir muhalefete başladı.

Aynı cümleden olarak, hem üniversite kadroları, hem de askeriyedeki bazı cuntacı subaylarla gizliden temas kurarak, DP iktidarını yıpratma kampanyasını başlattı.

CHP lideri İsmet Paşa, gittiği hemen heryerde, iktidar yanlısı vatandaşları tahrik edici söz ve hareketlerde bulunmaktan geri durmadı. Öyle ki, birçok yerde yaralanmalarla neticelenen çatışmalar oldu.

Bu arada, CHP yanlısı medyanın iktidar partisine gözdağı veren yayınları da had safhaya çıktı. Meselâ, muhalefetin ağzından çıkan “Zalimleri yıkmak için gereken cesaret bizim ordumuzda ve gençliğimizde vardır” şeklindeki sloganları açıktan açığa kullanmaya yöneldi. İsmet Paşa, böylelikle ordu ve üniversite ile birlikte medyayı da yedeğine almada büyük ölçüde başarılı oldu.

İşte bütün bu gelişmeler, adım adım yaklaşmakta olan kanlı darbenin aslında ayak sesleriydi.

Öğrenci gösterileri

Darbeden bir ay kadar evvel, öğrencileri tahrik etmeye yönelik hazırlanan yeni bir plan devreye sokuldu. Bu plana göre 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan üniversite talebeleri “Kahrolsun hükûmet, Menderes istifa” sloganlarını atmaya başladı.

Önce, devreye polisler girdi. Ancak, gerginlik yatışmadı, çatışma daha da hızlandı. Ardından, bir askerî birlik getirtildi. Askerler ile öğrenciler tam karşı karşıya gelmişti ki, aniden hiç umulmadık bir gelişme yaşandı. İki taraf bir birine sarmaş–dolaş oldular.

4000 civarındaki üniversite öğrencisi, var güçleriyle “Yaşasın ordu! Yaşasın Türk askeri” diye sloganlar atmaya başladı. İki taraf arasında hiçbir sürtüşme dahi yaşanmadan ayrıldılar.

Biraz sonra ise, tekrar Bayezid Meydanında toplanan göstericilerle polisler arasında gerilim yaşandı. Patlatılan silâh sesleri arasında gürültü had safhaya ulaştı.

Bu esnada, Turan Emeksiz ismindeki bir Orman Fakültesi öğrencisinin polis kurşunu ile öldüğü tesbit edildi. Ondan sonra da iş kontrolden çıktı. Eylemler ve protesto gösterileri daha da artmaya başladı. Nihayet, bir ay sonra, şartları iyice olgunlaştırılan o kanlı darbe gerçekleştirilmiş oldu.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Misvak ve Allah'ın konuşması üzerine



Selver Ülker: “Misvakın önemi ve fazileti nedir? Tam mânâsıyla nasıl kullanılır, yani elimize ilk misvakı aldığımızda nasıl kullanmalıyız? Sıcak suyla mı yıkanır, yoksa soğuk suyla mı, yani nasıl kullanacağımızı başından sonuna kadar anlatır mısınız? Misvak yerine diş fırçası kullanılırsa sünnet ifa edilmiş olur mu?”

Ağız ve diş sağlığına ayrı bir önem veren Peygamber Efendimiz (asm), bunun misvak kullanmak sûretiyle yapılması hususunda da ısrarlı teşvik ve tavsiyelerde bulunmuştur. Bir hadislerinde, “Ümmetime meşakkat vereceğinden endişe duymasaydım, misvak kullanmalarını farz kılardım”1 buyurmuşlar, kendileri de hiçbir zaman misvakı terk etmemişlerdir. Bir diğer hadiste Sevgili Peygamberimiz (asm) “Üç şey peygamberlerin ahlâkındandır: 1- İftarda acele etmek, 2- Sahuru geciktirmek ve 3- Misvak kullanmak” buyurmuştur. Bu açıdan misvak kullanan, inşallah Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine bir adım daha yaklaşmış olur.

Dr. Rodat ve Dr. Kneth Kiodell’in tespitlerine göre, misvakta mikropları imha eden sinnigrin ve penisilin maddesi bulunmakla beraber, bu gün diş macunlarında kullanılan “sodyum bikarbonat” da mevcuttur. Bu maddeler, diş üzerindeki tortu ve artıkları eriterek, dişin delinmesini ve çürümesini önlemektedirler.2

Misvak kullanmak sünnettir. Efdal olan, ağız ve diş sağlığı açısından konunun uzmanlarınca da tasvip gördüğü üzere, misvak kullanmaktır. Ancak misvak elde etme imkânı olmadığında, diş macun ve fırçası da sünnet niyetiyle kullanılabilir.

Misvak serçe parmak kalınlığında ve bir karış uzunluğunda olmalıdır. İlk kullanışta uç kısmından bir santimetre kadar kabuğu soyulur ve bir miktar suya bırakılır. Suda yumuşayınca kullanılmaya başlanır. Kullandıkça lifleri kendiliğinden açılıyor. Başparmakla bir yandan, diğer dört parmakla da diğer yandan kavranarak ya da başparmak ve serçe parmakla bir yandan, diğer üç parmakla da diğer yandan kavranarak kullanılır. Kullandıktan sonra yıkamak için varsa suyun altına tutmak yeterlidir. Yıkamak için soğuk veya sıcak su fark etmez. Allah kabul etsin. Âmin.

***

İzmir’den okuyucumuz: “Kur’ân’da Allah’ın peygamberleriyle bire bir konuştuğu ile ilgili âyet var mıdır?”

Cenâb-ı Hak, Mütekellimdir. Yani konuşandır, kelâm, söz ve beyan Sahibidir. Peygamber görevlendirmek ve vahiy göndermek sûretiyle kelâmıyla ve konuşmasıyla insanlara istikamet veren Cenâb-ı Hak’tır.

Cenâb-ı Hak, şu âyetlerde Kendi Zat’ının kelâm ve söz Sahibi olduğunu beyan buyurmuştur:

* “Size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir kısmı Allah’ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif ediyorlardı.”3

* “Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler.”4

* “Puta tapanlardan birisi sana gelirse, onu kabul et. Tâ ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.”5

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa’nın (as) Tur dağında vahye mazhar kılınışını ve Allah’ın kelâmına muhatap oluşunu şöyle beyan buyurur:

* “Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince, Rabb’i onunla konuştu.”6

* “Ey Musa! Seni gönderdiklerimle ve konuşmamla insanlar arasından seçtim.”7

* “Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise sana anlatmadık. Allah Musa ile gerçekten konuştu.”8

Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bir kısmı ile konuştuğunu şu âyette de beyan eder:

* “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan bir kısmı ile Allah konuştu ve derecelerini yükseltti.”9

Şu âyet de Cenâb-ı Hakk’ın konuşmasının keyfiyeti hakkında bilgi vermektedir:

* “Allah bir insanla ancak vahiy sûretiyle veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahy eder.”10

Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, Tahâret, 7; 2- A. Abdurrezzâk, Sivâk, s. 119, 181; 3- Bakara Sûresi, 2/75; 4- Fetih Sûresi, 48/15; 5- Tevbe Sûresi, 9/6; 6- A’râf Sûresi, 7/143; 7- A’râf Sûresi, 7/144; 8- Nisâ Sûresi, 4/164; 9- Bakara Sûresi, 2/253; 10- Şûrâ Sûresi, 42/51

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Nil’den Türkiye'ye bakış



Bin yıllık sevgili gibi baktım Nil’e... Kahire’nin tam ortasından salınarak akarken, gözlerimle okşadım dalgalarını. Muhabbet damlalarını attım, o koskoca sinesinin üstüne. Bir sevdalı gibi kucakladım Nil’i...

İslâm dünyasının sıkıntılı bir süreçten geçtiği bir dönemde birkaç günlüğüne de olsa Mısır’da olmak, kederle ümit arasında gidip gelen dünyama yeni pencereler açtı. Artık geleceğe daha büyük bir umutla bakabiliyorum bu pencerelerden.

Mısırlıların işlerinden evlerine döndüğü, Kahire’nin günün hay huyundan sıyrılıp kafayı dinlemeye çekildiği bir saatte, akşam vaktinin tam ortasında, Nil’in üzerinde yavaş yavaş hareket eden bir gemide, İslâm dünyasını düşündüm.

Mısır Ticaret Bakanı Muhammed Raşit’in, “Mısır kamuoyu Türkiye’nin AB’ye üyeliğini yakından takip ediyor. Türkiye’nin AB üyesi olması Akdeniz Havzasında pozitif bir alan meydana getirecek. Ama eğer Türkiye, AB’ye kabul edilmezse, Mısır kamuoyu bunun dininden ve kültüründen dolayı olduğu kanaatine varacak” sözleri zihnimde Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda yeni ufuklar açtı.

İslâm dünyası Türkiye’nin AB’ye üyeliği ile yakından ilgili. Bir başka deyişle AB, içine sadece Türkiye’yi değil, İslâm dünyasında AB’ye pozitif bakabilen bir kültürü alacak. Mısır Başbakanı Muhammed Nazif’in, “Türkiye ve Mısır İslâm’ın iki modern yüzü” sözünü de buna eklemek gerekiyor. İslâm dünyasında Türkiye’ye bakış açısından çok önemli değişimler var.

İngilizlerin işlediği Osmanlı ve Türk düşmanlığının izlerini hâlâ bazı ülke yöneticilerinden görebiliyorduk. Bu çok önemli bir ölçüde kırılmış. Bu çok önemli bir nokta… Özellikle de İslâm dünyasının kütüphanesi, hafızası, bilgi merkezi olarak kabul edilen Mısır’da bu konuda çok büyük mesafeler alınması çok önemli. Kahire demek Ortadoğu ve Afrika siyasetinin kalbinin attığı yer demek.

İskenderiye’de Cuma namazına giderken bize gönüllü mihmandarlık yapan Mısırlı bir işadamının, “Osmanlı bizim gerçek tarihimiz. 600 yıl buraları adaletle yönetti” sözlerinde olduğu gibi zaten halk tabakasında Osmanlıya, Türk milletine karşı olumsuz bir tavır yok. Hatta bir muhabbet sarmalı ile karşılanıyorsunuz. Mısır Ticaret Bakanı Muhammed Raşid’e, “Anneannenizin Türk olması Türkiye olan ilişkilere yansıyor mu?” diye sorduğumuzda, “Mısır’da her aileden Türk milleti ile bir kan bağı vardır. Kan bağı olmayanlar da zaten gönül bağı ile bağlıdır” demişti.

Muhammed Raşid, Mısır Başbakanının Kürşat Tüzmen’e söylediği gibi, Türk işadamlarının Mısır’a yatırım yapmaları konusunda “Bir kabinenin iki bakanı gibi çalışan” bir isim. Türk milletvekilleri de Mısır parlamentosunu ziyaretlerinde Türkiye ile ilişkilerde eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde sıcak sözler işittiler.

“Biz de Türk demek güzellik demektir. Güzel bir kız ya da yakışıklı bir oğlan oldu mu, bunun annesi mi yoksa babası mı Türk diye sorarız” sözleri Mısır parlamentosunun Turizm Komisyonu Başkanına ait. Hamaset deyip geçmemek lâzım bunları.

Burada reel politik açısından birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. Arap Birliği Merkezi Kahire’de. Ve Mısır Arap dünyasının liderliğine oynayan bir ülke. Türkiye’nin Suudi Arabistan, Lübnan, Suriye ve İran’la yakın alakası, Körfez ülkeleriyle temaslar, İKÖ Genel Sekreterliğini üstlenmemiz Mısır entelijansiyası arasında, “Arap dünyasının liderliğini Türklere mi” kaptırıyoruz kaygılarının oluşmasına neden olmuş.

Ancak bu durum yönetici kadronun üzerinde bir kapris meydana getirmemiş. Tam tersine ticarî açıdan yararlı açılımlar var. Türkiye ile Mısır arasındaki Serbest Ticaret anlaşması yürürlüğe girdi. Türkiye’ye Kahire’nin en önemli yerinde hiç bir ülkeye tahsis edilmeyen bir alan ayrıldı. İki milyon metre karelik Türk Sanayi Bölgesi. Kendisi Hıristiyan olan Mısır Maliye Bakanı Yusuf Butros Gali dahi, “Türk işadamlarının hangi sorunu varsa bana gelsinler. Parayı ben verdiğim için diğer bakanlar üzerinde de etkim olur. Her türlü desteği veririm” dedi.

Türkiye Mısır’la ticaretinde ne kazanacak? Mısır’ın Afrika ülkelerinin tümüyle sıfır gümrükle gerçekleştirdiği ticareti var. Mısır’da üretim yapan firmalarımız bundan aynen yararlanacaklar. ABD ile Mısır arasındaki Serbest Ticaret Anlaşması da bu kolaylığa dahil. Ayrıca girdi fiyatları Türkiye ile kıyaslanmayacak ölçüde düşük.

“Maşallah, inşallah’ diye söz verilir ama bu gerçekleşmez” diye düşünülebilir. Mısır’la girilen yeni işbirliği ortamı sayesinde bir yılda ticaretimiz yüzde 33 artıp, bir milyar doları aşmış. 3 yılda 5 milyar dolar hedefleniyor. Zaten büyük tekstil firmaları Türkiye’de atıl olan makinalarını söküp Kahire’ye, İskenderiye’ye taşımaya başlamışlar bile.

Mısır Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye temaslarda bulunduğu sırada biz de Kahire’deydik. Mısır’da Türkiye’ye bakış açısından sevindirici ölçüde bir sıcaklık gördüm. Tabi bir de Mısır’ın öteki yüzü var. Nil’den sonraki ikinci sevdam olan El Ezher.

Piramitler de dahi o denli heyecanlanmadım. Belki ayrı bir yazıda...

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

F tipi çözüm bekliyor



TBMM Başkanı Arınç, Kurban Bayramı öncesinde ailesiyle görüştüğü Avukat Behiç Aşçı’dan, aylardır sürdürdüğü açlık grevi eylemini sona erdirmesini isterken, F tipi cezaevi sorununa çözüm bulma çalışmalarının Ocak ayında başlatılacağı sözü vermişti.

Ancak bu sözü, Aşçı’nın eylemi bitirmesi şartına bağlaması ve ardından Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “Keşke Arınç bu açıklamayı yapmadan önce bizimle görüşüp bilgi alsaydı” eleştirisinde bulunması, bu girişimi neticesiz ve akim bıraktı.

Çiçek’e göre, Behiç Aşçı bir terör örgütünün avukatıydı. Örgütün talimatıyla başlattığı ve yine örgüt baskısı altında devam ettirdiği eylemi sona erdirmesine izin vermeyen de aynı örgüttü.

Dahası, Çiçek F tipi cezaevleri için önerilen “üç kapı üç kilit” formülünün koğuş sistemine dönmekten başka bir anlamı bulunmadığını, bunun da eskiden olduğu gibi cezaevlerini tekrar terör yuvası haline getireceğini savunuyordu.

Aynı görüş, F tipinin mimarı olarak bilinen eski Adalet Bakanlığı bürokratınca da dile getirildi.

(Anasol-M döneminde cezaevlerinden sorumlu olan ve görevdeyden Yeni Asya’ya hem dâvâlar açtıran, hem de resmî ilân cezaları kestiren bu kişi, AKP iktidarında da el üstünde tutuldu; Devlet Üstün Hizmet Madalyası ve Yargıtay üyeliğiyle ödüllendirildi...)

F tipinde atılacak geri adımların yeniden terörü patlacağı tezine dayalı bu itirazlar ve Aşçı’nın eylemini örgüt talimatıyla sürdürdüğü iddiaları sonrasında Arınç’ın o girişiminden pişman olduğuna dair haberler de çıktı.

Arınç’ı harekete geçiren mektubun muhataplarından Başbakan Erdoğan ise bu konuya hiç girmedi bile. Ya işinin yoğunluğundan veya bu meselenin “netameli” bir konu olduğunu bildiği için, gündemine dahi almadı.

Ve sonuçta bu meselede de yeniden başa dönülmüş oldu

Halbuki, resmî iddialarda haklılık payı vardıysa bile, en azından “istismar”ları önlemek için hükümetin ve devletin bu konuya tekrar eğilip, “minare düzeltme” kabilinden de olsa birşey yapması gerekirdi.

Ama yine duyarsız kalındı ve korkarız, bu katı ve kayıtsız tavrın faturasını önümüzdeki süreçte iyice kabarmış olarak ödeyeceğiz.

Ve bunun vebaline, “devlet”in iktidar alanına giren konularda hiçbir adım atamamasıyla mâruf AKP iktidarı da ortak olacak.

Bu bakımdan, iktidar cenahından sadece Arınç’ın duyarlılık gösterip sonra geri adım attığı ve onun dışında hiç kimsenin ilgilenme gereği duymadığı F tipi tecrit sorununda DYP lideri Ağar’ın yaptığı çıkış son derece önemli.

Ağar’ın konuya ilişkin söyledikleri, bu meselede oluşan genel kanaate tercüman olacak nitelikte.

F tipine prensip olarak bir itiraz olmayabilir. Ancak uygulamada insanî talepler ortaya çıkmışsa bunlar da görmezlikten gelinemez.

Uygulamaya yönelik eleştiri ve tepkilere verilen resmî cevaplarda, F tipi mahkûmlara kütüphane ve spor tesislerinin kullanımı gibi imkânların tanındığı ve birlikte vakit geçirme fırsatı verildiği ifade ediliyor, ama bunların yeterli ve tatminkâr olmadığı şikâyetleri var.

Bu tür sorunların kestirip atmakla, inatlaşmayla ya da görmezlikten gelip yok sayarak çözülemeyeceği ise sayısız tecrübelerle sabit.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ehl-i Beyt meselesinde orta yol



Elbette Ehl-i Beyt kavramı gibi kavramların bir aslı var. Ama ifrat ve tefrit basamakları da var. Öyleyse orta ve ortak noktasını bulmak gerekiyor. Katip Çelebi’nin Mizanu’l Hak fi İhtiyari’l Hak kitabında yapmaya çalıştığı gibi bizim de bu meselelerde elbetteki orta bir yolu aramamız ve bulmamız lazımır. Bu orta yol, istismarcılarla inkârcılar arasında bir mertebededir. Menziletü beynelmenzileteyn. Ehl-i Beyt tanımının bazı siyasi bağlamları da vardır.

Kureyş kabilesi esasında Haşimiler ile Emeviler arasında iki kola ayrılır. Bu iki kol arasında Cahiliye döneminde bir rekabet vardır. Bilahare bu rekabet İslâmdan sonra dini bir suret ve kisve de kazanmıştır. Sünnilere göre hilafet Kureyş’in hakkıdır. Bu bağlayıcı ifade sosyolojik bir gerçeğin ifadesi midir yoksa dini bir ifade midir tartışılmıştır. Onun ötesinde ‘El eimmetü min Kureyş/İmamlar Kureyştendir’ hadisi kimilerince illetli görülmüş ve S. Hatiboğlu gibi ilahiyatçılar buna dair reddiyeler yazmışlardır. Hilafetin Kureyşiliği teorisi geçmişten geleceğe eleştirilere konu olmuştur. Zaman zaman sözkonusu tez siyasi çekişmelerin de mevzuu olagelmiştir.

Osmanlıların meşruiyetini sorgulayanlar bu tezi gündeme getirmişlerdir. Bu tezin genel bir bağlayıcılığı olmadığı görüşünü serdedenler İbni Haldun gibi Müslümanların siyasi işlerinin aralarında şura ile tedvir edileceğini söylemişlerdir. Kureyşilik meselesi sünni hanedanlar arasında bir çekişme meselesi olurken imamet de daha özelde Haşimiler ailesine hasredilmesi neticesi aile içi kavgalara neden olmuştur. Öncelikli olarak Haşimilerle Emeviler arasındaki ta cahiliyet dönemine dayanan çekişmelerin İslâm sonrasında ve özellikle de Hazret-i Osman döneminde yeniden hortlaması ve patlak vermesi Müslümanlar adına büyük bir talihsizlik olmuştur. Hilafet, saltanat veya imamet üzerinde aile kavgası ve çekişmesi sureti almıştır. İslâmın evrensel davası neredeyse aynı kökenden gelen iki aile kavgasına dönüştürülmüştür. Mesela bu bağlamda Şiilerin Mehdi-Süfyani anlayışı ve yorumu da iki aile kavgasının bir türevinden ibarettir. Buna göre Mehdi (Sünnilerce de kabul edilir) Ehli Beyt’ten olmasına mukabil Süfyani Emevilerden ve Ebu Süfyan ailesinden olacaktır. Maalesef dini metinlerin bile aile eksenli iktidar mücadelesi etrafında yorumlandığını görüyoruz.

***

Bu bize, cahiliyet döneminde kırk yıl savaşlarını ve bu savaşın iki kahramanı ve iki kardeş kabile Bekri ve Tağlebilerin kavgalarını hatırlatıyor. Bu iktidar mücadelesi başta en büyük zararı da lugavi manada Ehli Beyt’e vermiştir. Haşimoğıulları da, bilahare iktidar mücadelesi nedeniyle Talibi ve Abbasi olmak üzere iki kola ayrılmıştır. İbni Abbas baştan beri bazı çekincelerle birlikte -Ebu Musa Eş’ari’nin hakem tayini gibi- Hazreti Ali’nin yanında olmasına rağmen bilahare evlatları önce ‘Er Rıza min Al-i Muhammed’ adına çıkmışlar sonra da iktidarı ele geçirdikten sonra bırakmamış ve kendilerine maletmişlerdir.

Emeviler döneminde Talibiler ve Abbasiler ortak muhalefet yürütürken Abbasiler iktidarı tekellerine alınca Talibiler muhalefet safına düşmüşlerdir. İslâmla birlikte sönmüş olan soy sop kabile veya hane ve hanedanlık asabiyeti Hazreti Osman’ın halife seçilmesinden sonra Mervanilerin tefrit ve diğerlerinin de ifratıyla yeni bir zemin ve boyut kazanmıştır. Kimileri Hazreti Osman’ın hilafete seçilmesini Emevilerin bir aile zaferi olarak değerlendirmiştir. Bu etki tepkiye yol açmıştır. Ve sonrasında da İslâm tarihini iki kan davası ve iki fitne şekillendirmiştir. Hazreti Osman’ın kanı ve Hazreti Hüseyin’in şehadeti.

‘Kamisi Osman’ yani Osman’ın (r.a.) kanlı gömleği tarihe bir darb-ı mesele ve deyim olarak geçmiştir. Dolayısıyla aile kavgaları tarihi trajedilere neden olmuştur. Bunun sonucu Amr İbni’l Cahiz gibi tarihte kimi Osmaniler türediği gibi bunun karşısında da Ali muhableri sevenleri yer almıştır. Et kemikten nasıl ayrılsın ki bir tarafa Fatıma Betül ve damadı Hazreti Ali diğer tarafta da Zinnureyn Hazreti Osman yer almaktadır. İki sevginin birbirine karşı kullanılması şizofrenik bir durumdur. Bununla birlikte, İbni Abbas’a göre Hazreti Ali yönetimi sırasında taktik hatalar yaptığı gibi Hazreti Osman da hilmi ve yumuşaklığının bir takım olumsuz etkilerini yaşamıştır. Mevdudi Hilafet adlı kitabında da benzeri yorumlar yapar. Seyyid Kutup’un yaklaşımı da bu doğrultudadır.

***

Ehl-i Beyt hususunda en güzel değerlendirmelerden birisini Misak dergisinde (Ağustos 2005, sayı 177) A. Hikmet Bircanlı yapmıştır. ‘Alevi Kimliği ve Cahiliye Dönemi Arap Kültüründe Ehl-i Beyt Kavramı’ başlıklı yazısı birçok tılsımı ve işkali ortadan kaldırmaktadır. Bu hususta yazar şunları söylemektedir: “Gerek Şia ve gerek diğer fırkalar; Ehl-i Beyt kavramını siyasi ihtiraslarına ve dünya menfaatleri için, İslâmın temel hedefleriyle izahı mümkün olmayan (Cahiliye dönemine dönüşü çağrıştıran) anlamlar yüklemişlerdir. Oysa ki Kur’ân-ı Kerim’de ‘Peygamberler’e al veya ehl olmanın’ öncelikli şartı nesep değil, onun tebliğ ettiği hakikatlara yani dine inanmaktır...”

Bundan dolayı bazı sufiler ‘bizim için nesep babalığı değil yol babalığı evladır’ demişlerdir. Yani tearuz ettiklerinde mecazen Ehli Beyt’ten olmak neseben Ehl-i Beyt’ten olmak daha evladır. Nesep ile haseb birlikte gittiğinde ise elbette Ehli Beyt mensubu olmak büyük şereftir. Kur’ân-ı Kerim Ehl-i Beyti konusunda hem Lut hem de Hazreti İbrahim’in isteğini geriye ceviriyor. ‘La yenalu ahdi’z zalimin’ diyerek senin sülbünden dahi olsa zalimler ahdime erişemezler ve gerçekte de senin nesebinden değildirler buyurmaktadır.

Bundan dolayı meşhur sözdür Hazreti Peygamber Hazreti Fatıma’ya “Ruz-i cezada herkes hasebi ve ameliyle geldiğinde sen karşıma nesebinle çıkma’ der. Peygamberimiz bunu Hazreti Fatıma’nın üzerinden kulağımıza küpe olması için hepimize söylemiştir.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başka bir çare bulalım



“Büyük başın ağrısı/derdi de büyük olur”muş. İstanbul da Türkiye’nin en kalabalık şehri, dolayısıyla, ‘dertleri’ de çok büyük. Trafik ve güvenlik, bu dertlerin en başında geliyor.

İnsanı çıldırtan İstanbul trafiğine çözüm arama cümlesinden olarak Başbakan R. Tayyip Erdoğan yeni bir teklif sunuyor: Buna göre, İstanbul’daki plaka sayısı/araç sayısı sınırlandırılırsa trafik ‘sorun’u sona erer.

Kusura bakılmasın, ama bu teklifi ‘uygulanabilir’ bulmuyoruz. Bu teklif bir yönüyle, “Okullar olmasa şu maarifi/millî eğitimi nasıl da güzel idare ederdim” kolaycılığına benziyor. Türkiye ve dünya şartları böyle bir teklifin hayat bulmasına imkân vermez.

Trafik problemi elbette ki sadece İstanbul’un, Türkiye’nin derdi değil. Başka ülke ve şehirler de benzer şekilde trafikten yana dertli. Ancak şimdiye kadar hiç kimse böyle bir karar alıp uygulamamış. Tamam, başkasının böyle bir ‘çare’yi düşünmemiş olması, tek başına böyle bir teklifin bizim için ‘çare’ olmayacağı anlamına gelmez. İşin doğrusu şu: ‘Dünya’ bu işi nasıl yapıyorsa biz de öyle yapabiliriz.

Tabiî ki, dile getirilen bu teklif ‘çare’ olmaz diye oturup duramayız. Kesin olan şey, çok da gecikmeden İstanbul’un trafiğine kalıcı çarelerin sunulmasıdır. ‘Nasıl?’ olacağı konuşularak, tartışılarak kararlaştırılabilir. Uygulanır olmasa da bu teklifin yapılması hayra alâmettir; hiç değilse konu gündeme gelmiştir ve bundan sonra da tartışma devam edecektir, etmelidir.

“Amerika’yı yeniden keşfe” gerek var mı? Dünya bu işi nasıl yapıyorsa biz de öyle yapalım...

*

Türkiye neden ibaret?

Yakın zamanda dergi çıkarmaya niyetlendiğini açıklayan ‘aktrist/manken’ Tuğba Özay, şöyle demiş: “‘Işık doğudan yükselir’ diye bir kampanya yapmak istiyorum. Özellikle Doğu’daki insanları yazmak istiyorum. Çünkü Türkiye’de, özellikle de yazın televizyonları açtığınızda hep güney sahillerinin magazin haberlerini görüyorsunuz. Ama Türkiye o kadar muazzam bir ülke ki, görülmesi gereken çok şey var. Hele de Doğu, Güneydoğu... Harran’da çok etkilendim. Gece oldu, Suriye’deki köylülerin ışıklarını seyrediyorsunuz. Büyülendim resmen. O çocukların yüzündeki masumiyeti görmeniz lâzım.” (Tempo, 4 Ocak 2006)

Evet, görmek gerek...

*

Dünya kimlik kaybediyor

Prada, Issey Miyake ve Kenzo gibi ‘dev markalar’a tasarım yapan Karim Rashid’den bir değerlendirme: “Bir kültüre odaklı global tasarımlar yapmayı hedefliyorum ancak ne yazık ki bütün yerel kültürler bir kimlik kaybı yaşıyor. Uzun yıllar değişmekten korkan dünya hiç olmadığı kadar değişiyor. Dünya adeta çekiyor, küçülüyor.” (Hürriyet, 15 Ocak 2007)

*

Oğul Menderes’in duâsı

Aydın Menderes, kendisiyle röportaj yapan bir gazeteciye son söz olarak şöyle demiş: “Allah, Türkiye’yi bir daha 1950’lerin CHP’siyle karşı karşıya bırakmasın.” (Akşam, 15 Ocak 2007)

Bu önemli duaya biz de ‘amin’ diyelim.

16.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004