Dün yaşayıp bugün hatırlamadığımız o kadar çok olay var ki... Hafızamızın gizli odalarında unutulmuşlar. Belki bir gün hatırlanır, belki de hatırlatılır. Ya bu dünyada ya da öbür âlemde...
Hatırlayamadıklarımız şu an için ölüdürler. Unuttuğumuz veya takdirin tecellisi ile unutturulan her şey, şu an için ölümünü yaşıyor. Unutmadığımız, hatırladığımız, zihnimizde canlı tuttuğumuz ve geçmişte kalan bir çok konu ise şu an için yoktur, geride kalmıştır.
Yarın neyi ifade ediyor? Yaşanmamış, düşünülen ve tasavvur edilen bir hayalden ve sezişten ibaret değil mi? Hali hazırda yaşanılan bir vakıa olmadığına göre, bugün için geçerliliği nedir? Şu anı temsil etmediğine göre, yaşama hakkı ertelenmiş veya kısmetse yaşanacak bir olgudur.
Eğer unutmasaydık, beşer olarak nisyan ile malûl olmasaydık, acaba hayatın düne ait sıkıntıları ve üzücü halleri altında şimdiyi nasıl yaşayabilirdik? Ne kadar sağlıklı bir şekilde mevcut anımızı yaşayabilirdik?
Aslında her anın ölümlü olduğu bir hayatta, ölümün bizim dışımızdaymış gibi algılanması ve ölen birini gördüğümüzde veya ölüm konuşulduğunda fazla üstümüze alınmamamız bile, gaflet perdesinin yanı sıra hakikatte ölmek istemediğimizin, öldükten sonra tekrar dirileceğimizin ve kendimizi ölümsüz görmeye dayalı bir isteğin var olan ruhunu yansıtmaktadır.
İçimize gömdüğümüz geçmişe ait acı/tatlı hatıralar, bir gün aklın ve kalbin kabrinden çıkacaklar, hesap sonucunda defter temizlenecek ve borçlarından kurtulan mükâfatını alacaktır.
Kaybettiklerimiz, kaçırdıklarımız, tükettiklerimiz, harcadıklarımız ve yediklerimiz; bir değişim yaşıyor. Mevcut hallerinden çıkıyorlar, bir anlamda yok olmaya gidiyorlar, yeni suret ve sonuçlarla dönüyorlar.
Kur’ân’da “ölüm ve hayat” sıralamasında ölümden hayata geçiş mesajı verilirken, bizler yokluk âleminden geldiğimize göre hayatın akışı ve yaratılış silsilesi içinde doğup ölmek, ölüp dirilmek ve ebedî var olmak, ölümsüz bir gerçeğe giydirilmiş maddî hallerin dönüşümünü nazara vermektedir.
Ruhun asliyetinde mekân tutmuş bedenin, misafirlik müddetince kaldığı yuvadan çıkıp ruha giydirdiği harici vücudunu götürmesi, çıplak hakikatin ve bedensiz ruhun ebede namzet esasını koruduğunu göstermektedir.
“Ölmeden ölmek” tasavvuf ehlince ve hakikat yolcularınca makbul bir meziyettir. Ruhun safiyetini koruyacak ve ona lâyık olacak şekilde hırslarımızı, menfiliklerimizi, nefsimizi ve benliğimizi manen öldürüp safileştirmek, ölümü en güzel karşılama metodudur. Önce ölümler yaşanmalı ki, hakikî ölüm kendi tadında lezzet versin. Ruha yeni bir kapı açsın.
Ölüm kol gezdiğinde aranılan kişi olmaktan çekinmemenin çaresi, lezzetleri acılaştıran ve terbiye edici bir nasihat olan ölümü her an düşünmemize ve anlamını korumamıza bağlı.
Her anı, ölümsüz âleme sevkiyat yapan bir marifetle yaşarsak, eksilen faniliğin arttırdığı bir bakilik memleketine hazırlık olur ki, bunun farkında olan zatlar; burası için yaşamamışlar. Buranın bir harman yeri olduğunu idrak etmişler. Öbür dünyaya mahsulat yetiştirmişler.
Lezzetler ülkesine, huzur adasına ve cennet havzasına doğru yol alıyorsak, ümitlerimiz korkularımızın koruyucu silâhı ile bizi günahtan men etmeye adaydır. Bu durum, muhabbete ve “en sevgiliye” yakınlaştırıyorsa, baş bedenden ayrılmadan ve kalp aklı unutmadan heyecanla ve coşkuyla o menzilleri büyük bir istek ve iştiyakla arzulamalı.
İman ehli için, ölüm yokluk olmadığına göre, dirilme var. Sadece sûret değiştiren bir geçiş var. Öyleyse diriltilen her anımıza tekabül eden ve mazileşen anların devredildikleri yeni anlara geçen bir kayyumiyet halkası var.
Ölüm sadece bir değişikliktir. Yeni mekâna kavuşmak, eski mekândan çıkmaktır. Varoluşun, ikinci dirilişin başlangıcıdır.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|