|
|
İslam YAŞAR |
Bu zamanda çocuk olmak |
|
........amam, ........emem.
Zamane çocuklarının en çok kullandıkları ekler bunlar. Kendilerine tekabül eden bir iş olduğunda, genellikle fiillerin sonuna bu gibi ekler getirerek kuruyorlar cümlelerini.
Yapamam, edemem, gidemem, gelemem, başaramam, kazanamam gibi kelimelerle biten sözler söyledikçe, konuşmalarına hakim olan menfî mânâlar hâl ve hareketlerine de aksediyor.
O zaman yüz hatları gerginleşiyor, tavırları bedbinleşiyor, gözlerinin ışığı sönüyor, zihinleri karışıyor, his ve hayal dünyaları altüst oluyor. Basit sebeplerle ya ağlayıp sızlıyorlar, ya bağırıp çağırıyorlar ve hem kendilerinin yaşama sevinçleri kayboluyor, hem de çevrelerinin huzuru kaçıyor.
Bilhassa talebeler arasında sıkça yaşanan ve imtihan zamanları yaklaştıkça artarak infial hâlini alan bu gibi hâl ve hareketler, biraz da onların kendilerine su-i zan etmeleri şeklinde tezahür ediyor.
Kendine bile su-i zan ederek özgüvenini kaybeden insan, hele bir de çocuk ise, çevresindeki her şeye, herkese, her hâle, harekete, hadiseye o nazarla bakarak insanlara güvenini de kaybediyor.
Ortada bariz bir sebep yokken yapılan ve genellikle vehmî korkularla, hissî kuruntularla beslenen bu zanlar, “Hüsn-ü zan mümkün oldukça su-i zan edilmez” hükmünün ihlâli mânâsına geliyor.
Halbuki aileler çocuklarının kendilerine güven kazanmaları ve o olumsuz eklerin yerine ‘.......arım, .......erim’ gibi olumlu türlerini kullanarak müsbet mânâlı sözler söylemelerini sağlamak için maddî, mânevî her fedakârlığa katlanıyorlar.
Ne var ki, anneler, babalar gayret ettikçe, gençlerin çalışma azimleri azalıyor, malayanî meşguliyetlere temayülleri artıyor. Ebeveynlerinin çırpınışlarını gördükçe suçluluk duygusuna kapılıp içlerine kapanıyorlar ve vicdanlarının sesini susturmak için yanlış yollara sapıyorlar.
Dış unsurların tazyiki ve iç heveslerin tahriki ile hareketlenen bu hisler, yalnız gençlerin dünyasını karartıp ailelerinin huzurunu bozmakla kalmıyor; menhus bir sis hâlinde cemiyetin, milletin, devletin ve beşeriyetin geleceğini de sarıyor.
Neticede kaybeden yine insan ve insanlık oluyor.
Tıpkı şu temsilî hikâyede olduğu gibi:
***
.......... orta hâlli bir ailenin ilk çocuğuydu. Ona ailenin geleceği nazarı ile bakan annesi ve babası, onunla hayata yepyeni bir başlangıç yapma hevesine kapıldılar.
Sülâlede asırlardır itibar edilen bir an’ane olduğu, kendileri de dedelerinin, ninelerinin adlarını severek taşıdıkları hâlde, her şeyinin yeni olmasını istediklerinden çocuklarına daha önce pek duyulmamış değişik bir isim verdiler.
Çocuk büyüdükçe ilgileri ve itinaları arttı. Yemeyip yedirdiler, giymeyip giydirdiler, çeşit çeşit oyuncaklar, türlü türlü eşyalar aldılar ve onun mutlu olması için bir dediğini ikiletmediler.
O da bu ilgi ve itinaya ziyadesiyle mukabele etti, her vesile ile etrafa gülücükler dağıttı, oynadı oynattı, neşelendi neşelendirdi ve ailenin mutluluk kaynağı oldu.
Bu sevgi sıcaklığının da tesiriyle çabucak büyüyen .........., ailesini sevme safhasını tamamlayıp tanıma faslına başladığı günlerde annesi ve babası farklı bir telâşın içine girdiler.
Aileyi saran telâşın yine kendisi ile ilgili olduğunu hissedip sebebini sorduğunda onların kendisi için çevrede güzel bir anaokulu aradıklarını öğrenince şaşırdı.
Annesini, babasını çok sevmişti ama henüz tam olarak tanımamıştı. Bütün zamanını onların yanında geçirerek hayata âşina olmaya hazırlandığı sırada, günün belli saatlerinde de olsa onlardan uzak kalma ihtimali duygularını dağlamaya yetti.
Onların karşısına geçip ‘Ana, baba okulu olmaz; ananın, babanın bulunduğu yer okul olur’ diye haykıramadı ama ağlayıp sızlayarak ana okuluna gitmek istemediğini anlatmaya çalıştı.
Aslında onlar da biliyorlardı ailenin bir hayat okulu olduğunu ve hayatın ancak orada öğrenilebileceğini. Kendileri de hayatın ana kaidelerini ve temel bilgilerini aile ocağında öğrenmişler, ilk tecrübelerini orada kazanmışlardı.
Bunun yanı sıra Said Nursî’nin “Bir insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi onun validesidir” dediğini, “Ben şefkat dersimi annemden, nizam ve intizam dersini de babamdan aldım” diyerek annenin, babanın çocuğun eğitimi üzerindeki tesirini nazara verdiğini biliyorlardı.
Annesinin ve babasının, Fatih semtini Mehmed Akif için âdeta bir mektep yaptığını; Necip Fazıl’ın, annesinin bir tek sözü üzerine şair olmaya karar verip yıllarca çalışarak büyük bir şair olduğunu; Yahya Kemal, Ahmed Haşim gibi şairlerin de san’atlarının bütün malzemesini anneleri ile gezdikleri yerlerden aldıklarını duymuşlardı.
Buna rağmen onlardan ziyade çocuklarını yuvaya veya ana okuluna gönderen bazı ailelere özenerek bütçelerini zorlamak pahasına kendilerine göre çok iyi bir anaokulu buldular.
O günden sonra çocuğa sık sık anaokulunun faydalarından söz ettilerse de anlattıklarını dinlemediğini görünce onlar da onun ağlamalarına, sızlanmalarına, huysuzlaşıp hırçınlaşmasına pek aldırmadılar.
İlk gün annesi ve babası kendisi ile birlikte geldiklerinden ne olduğunu anlamadı. İkinci, üçüncü ve dördüncü günlerde de annesi yanında geldiği için fazla zorlanmadı ama ondan sonraki günlerde hayatın gerçekleriyle yüz yüze gelmeye başladı.
...........’nin, anaokulunda ilk tattığı duygu yabancılık oldu. Çünkü okuldan sınıftaki eşyalara, öğretmenlerinden arkadaşlarına, eğitim malzemelerinden üzerindeki formaya varıncaya kadar her şey yabancıydı.
Ardından yalnızlığı yaşadı. Gerçi başında öğretmenleri, yanında arkadaşları, etrafta hademeler ve başka insanlar vardı ama herkes kendi işiyle uğraşıp hâliyle hallendiğinden kendini onların arasında yapayalnız hissetti.
Bu arada öğretmenleri onlara yeni oyunlar öğrettiler, renkli resimler yaptırdılar, değişik çizgiler çizdirdiler, daha önce hiç duymadıkları isimlerden, tanımadıkları insanlardan söz ettiler, geçmişte yaşanan bazı hadiseleri anlattılar.
Ders dışı çalışmalarda plastik oyuncaklarla sevimsiz oyunlar oynadılar, yan yana dizilip el ele tutuşarak yürüyüşler yaptılar, marşlar söylediler, şiirler ezberlediler, roller canlandırdılar.
Teneffüslerde arkadaşları ile oynaşırken birbirlerinden etkilenerek sulu şakalar yapmak, kötü sözler söylemek, el kol hareketleriyle farklı şeyler ihsas etmek, galiz küfürler savurmak gibi kötü huylar edindiler.
Mümkün olduğu kadar kötü huylardan uzak durmaya çalışan ........... anlatılanları dinledi, söylenenleri öğrendi, istenenleri yaptı, oyunlara iştirak etti, korolara katıldı, takımlardaki yerini aldı ve verilen vazifeleri başarı ile yaptı ise de hiçbirinden zevk almadı.
İsteyerek yaptığı tek şey, akşamları eve geldiğinde annesiyle, babasıyla değişik şeyler konuşup farklı hâller yaşayarak hemhâl olup hasret gidermekti. Fakat onlar okulda gününün nasıl geçtiğini sormanın dışında pek bir şey yapmayınca ev de cazibesini kaybetti.
Hâl böyle olunca evde yemek vakitlerinin ve bazı televizyon programlarının dışında aile fertlerini bir araya getirecek başka vesile kalmadı ve fiilen değilse bile hissen birbirlerinden uzaklaşmaya başladılar.
Bu irtibat eksikliğini kuşak farkının neticesi sayan ve iyi bir eğitim aldığı takdirde zamanla düzeleceğini düşünen ailesi ilkokula gitme vakti gelince hatırlı dostlarının tavassutunu kullanıp bir miktar bağış yaparak onu çevredeki gözde okullardan birine kaydettirdi.
O da ailesinin gösterdiği bu fedakârlığa yüksek notlar alarak mukabele etmeye karar vererek kendince plânlar yapıp programlar hazırladı ve düzenli bir şekilde çalışmaya başladı.
O sene okumayı çabuk söküp yazmaya başlayan ilk talebeler arasına girmeyi başardı. Eve sık sık yakasında kurdeleyle geldiği için ailesi de mükâfat olarak ona güzel bir bisiklet aldı.
Bisiklete binmeyi çok sevdiğinden, yaz boyunca âdeta hiç ayağı yere değmedi. Annesinin ikazlarına rağmen arkadaşları ile birlikte parklarda, caddelerde, sokaklarda geç vakitlere kadar bisiklet sürdü, oyunlar oynadı.
İkinci sınıfta öğretmenin, bazı spor dallarına istidatlı olduğunu söylemesi üzerine ailesi onu hafta sonları okulda açılan spor kurslarına yazdırınca haftanın her günü okula gitmek zorunda kaldı.
Üçüncü sınıfta gösterdiği başarının mükâfâtı olarak alınan bilgisayar onu akşamları geç saatlere kadar televizyon seyretmekten kurtardı ama bilgisayar oyunlarına müptela hâle getirdi.
Biraz zorlanmasına rağmen diğer sınıfta da aynı başarıyı gösterince, annesi karşı çıktı ise de babasının teşvikiyle bir izci grubuna yazıldı ve yaz tatillerinin çoğunu gençlik kamplarında geçirdi.
Böylece okulda kazandığı başarılar annesinin, babasının, akrabalarının ve yakınlarının gözündeki değerini arttırdı ama aldığı her mükâfat onun ailesinden biraz daha uzaklaşmasına sebep oldu.
Arada sırada yapılan akraba ziyaretlerinde başarılarından söz edildikten sonra büyüyünce ne olacağı sorulduğunda hiç tereddüt etmeden zamanın en muteber mesleklerinden birini söyledi.
Çocuklarının bu kararlı tavrı karşısında gururlanan annesi ve babası ona, söylediği mesleğin müstakbel mensubu nazarıyla baktıkları için daha sonra sorulan benzer sorulara çoğu zaman ondan önce cevap verdiler.
Onların bu hareketi ...........’ye gururu ve korkuyu birlikte yaşattı. Bir yandan ailesinin kendisine çok güvendiğini hissederek gururlanırken diğer yandan başaramadığı takdirde ailesinin büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağını düşünerek korkmaya başladı.
Zaman içinde gelişen mesuliyet duygusunun da tesiriyle iyice artan korkuyu biraz olsun azaltmak ve onları da kendisini de muhtemel başarısızlıklara hazırlamak için sık sık hedef değiştirdi, sebebi sorulduğunda da başaramayacağını söyledi.
Onun mütereddit ve tedirgin tavırları annesini, babasını da endişelendirdi. Ona bir şey hissettirmemeye çalışarak meseleyi kendi aralarında konuştular ve sene içinde Matematik, Türkçe gibi temel derslerden takviye kursları aldırmaya, yaz tatilinden itibaren de dershaneye göndermeye karar verdiler.
Ailesinin, kendisine duyduğu güveni kaybettiği için böyle bir karar aldığını düşünen çocuk pek itiraz etmedi. Gönderildiği bütün kurslara gitti, eve gelen özel öğretmenlerden dersler aldı, test dergilerine abone oldu ve hepsinin hakkını vermeye çalıştı.
Bu arada, ‘.......amam, ........emem’ diyerek girdiği pek çok imtihanı kazandı, gittiği okulunu bitirdi ve ilk beş tercihi içinde bulunan okullardan birine girerek annesini, babasını hayal kırıklığına uğratmadı.
Lâkin çocukluğunu yaşayamamak, hep içinde bir ukde olarak kaldı.
Annesi ve babası, biricik çocuklarının içinde kalan bu ukdenin pek farkına varmasalar da o ancak gençlik çağının arefesinde anlayabildi bu zamanda çocuk olmanın çok zor olduğunu.
Artık ailede çocuğa, dışarıda da çocukluğa pek yer verilmediğinden zamane çocuklarının, çocukluklarını yaşayamayacaklarını bildiği halde, o anda zorlu geçecek gençlik yıllarına kendisini hazırlamak zorunda olduğu için buna hayıflanmaya bile fırsat bulamadı.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
İhsan Işık’ın hakkını teslim etmek gerek |
|
Sizlere bu sütunlardan 24 Aralık 2006 günü bir duyumdan ve temennimden bahsetmiştim. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün, bakanın telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a verileceğini duyduğumuzu söylemiştim o yazıda… Ve eklemiştim; “Ben de buradan diyorum ki… Orhan Pamuk’a ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü de “yılın kültür olayı” ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi helâldir: İhsan Işık’ın!” Gerekçem ise son derece somuttu: “Ömrünün çeyrek yüzyılını harcayarak, son yüz yılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’ni” yayınlamış olması…
Temennimiz olmadı ama hiç yoksa duyumumuz da gerçekleşmedi ve bildiğiniz gibi söz konusu ödül Sayın Sezai Karakoç’a verildi.
Ben de hiç yoksa İhsan Işık’ın hakkı olan her türlü taltifin önümüzdeki yılda gerçekleşmesi umudumu diri tutarım. Umarım ki çeşitli kurum ve kuruluşlarca verilen ödüllerde İhsan Işık adı siyasete, farklı görünme hezeyanlarına kurban gitmez.
Ne yazık ki bu son derece önemli çalışmayla ilgili olarak medyamızda da işin ve sevgili İhsan Işık’ın hak ettiği kadar tanıtım yayınlanmadı. Bu açığı ciddî oranda kapatan yine vefalı az sayıdaki dosttan biri olan Mehmet Nuri Yardım oldu. Yardım, İhsan Işık’la uzunca bir söyleşi yaptı. www.sanatalemi.net sitesinde yayınlanan bu söyleşinin giriş bölümüne birlikte göz atalım istiyorum… Sorulara hiç yer vermeden işte İhsan Işık dostumun anlattıklarıyla, 10 ciltlik ansiklopedisinin serencamı:
“Bürokrasiye geçene dek uzun yıllar severek sürdürdüğüm edebiyat öğretmenliğim boyunca, öğrencilerimin birçok önemli yazarımızın adını bile duymadığı, haklarında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle yüz yüze geldim. Öğrencilerim, oldukça önemli eserler veren bu yazarlardan örnekler sunduğumda; her defasında; ‘Hocam, okuduklarınız çok güzel ama ne yazık ki bu yazarın adını şimdiye kadar hiç duymadık.’ demek zorunda kalıyorlardı. Bilgilenmek için başvurdukları sözlük ve ansiklopedilerde de yazarların pek çoğunu bulamıyorlardı. Buldukları bilgiler ise çok kısıtlı idi.
Ayrıca, bu kaynaklarda sadece edebiyatçı yazarları kapsayan bilgiler vardı. Tarih, felsefe, sosyoloji, din, folklor, siyaset, iktisat gibi önemli sosyal bilimler alanlarında değerli eserler veren bilim ve düşünce insanlarımız ise hiçbir kaynakta bir araya getirilmemişti. Toplum hayatımızın bugünü ile yarınını yakından ilgilendiren konularda önemli düşünsel ve bilimsel ürünler verenler yoktu. Anılarıyla geçmişimize ışık tutanlara, kitaplaştırdıkları röportajlarıyla insanımızı tanıtan ve toplumsal yapımızı gözümüzün önüne serenlere, bir başka deyişle edebiyatımızın birikimlerine işaret edilmemişti. Kaynaklarda küçük bir bölümü olanların hakkında ise güncellenmemiş, karmaşık, çelişkili ve yetersiz bilgiler vardı.
İşte ben bu kaygı verici durumu önemseyerek sosyal bilimler alanında Türkçe eser veren yazarlarımızı -aralarında ayırım yapmadan- şimdiki ve gelecekteki kuşaklara tanıtacak bir kaynak eser hazırlamaya başladım. 1980’lerde başladığım bu çalışmanın ilk verimi 1990’da Yazarlar Sözlüğü’dür. Bu kitabın ilk basımında 1700 yazarımızın biyografisini bir araya topladım. Bu çalışmada ayrıca, 1990 yılına kadar hiçbir kaynakta biyografik bilgisi bulunmayan 500’den fazla yazar hakkında ilk kez bilgi verilmiş oluyordu.
Yazarlar Sözlüğü’nün ilgi gören ilk basımı, bir yandan önemli bir boşluğu doldururken aynı zamanda eksiklerin farkına varmamı da sağladı. Bu ilk çalışmadan sonra hemen her şehirden yazarlar, akademisyenler, böyle bir ansiklopedide olması gereken çok sayıda adı bildirmeye başladı. Yine de bu basımda sosyal bilimler alanında çalışma yapanların, bazı imkânsızlıklar sebebiyle ansiklopedide yer alamadığını belirtmek gerekir. Sonuçta ikinci basıma, 900 yeni biyografi ekleyerek, 2600 civarında biyografi hazırlamış oldum.
2001 yılında, toplamış olduğum bilgiler sözlük boyutunu aşıp ansiklopedi tanımına uygun hale geldi. Böylece, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’ndeki yazar sayısı 3218’e ulaştı. Ardından yapılan ikinci basımda 70 yeni biyografi ile 3288 yazar hakkında bilgiyi yayımlamış olduk. 2002 ve 2003 yılları boyunca yeni kaynaklara ulaşma çabasını sürdürdüm. Bunlar üzerinde yaptığım araştırma ve incelemeler sonunda, ansiklopedideki madde sayısı bir önceki basımın iki katına çıkarak 5786’ya ulaştı.
Üç ciltlik ansiklopediyi tamamladığım 2004 yılında, bu ansiklopedinin yabancı dillere çevrilmesi ile yazarlarımızın dış dünyaya tanıtımı gündeme geldi. Bunun üzerine binlerce yazar arasından bir kurul eşliğinde titizlikle seçtiğim 2023 yazar hakkındaki bilgilerin İngilizceye çevrilip üç ciltlik ‘Encylopedia of Turkish Authors’ adıyla yayımlanmasını sağladım. Türkiye tarihi boyunca binlerce yazarımızı dış dünyaya tanıtan ilk çalışma olan bu ansiklopedi, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile Müsteşar Prof. Dr. Mustafa İsen tarafından, Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda dünyaya tanıtıldı. Yurda dönüşümüzde bu ansiklopediler Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliği tarafından dünya kütüphanelerine gönderildi. ‘Encyclopedia of Turkish Authors’, ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın İngilizce web sitesinde yayımlanarak dış dünyanın bu bilgilere ulaşması sağlandı.
Uzun yıllardır, biyografi çalışmalarımı 10.000 yazar biyografisini toplayarak sonlandırmayı amaçlıyordum. Üstelik yaklaşık son bin yıllık Türk kültür birikimi bu çalışmanın malzemesini sağlamaya yeterliydi. Ayrıca bu ansiklopedi metin örnekli olursa, özellikle Tanzimat’tan sonraki yazarlarımızın dil ve üslûpları hakkında da fikir verilecek, yazarlarımızın önde gelenleri hakkında yine tanınmış yazarlarımızın yaptığı değerlendirmeler eklenirse edebiyat ve kültür tarihimizin büyük temsilcileri üzerine kapsamlı bilgiler sunulmuş olacaktı. Bu bağlamda, eserleri okul kitaplarına da girmiş olan 500’e yakın şair ve yazarımızın eserleri üzerinde ayrı ayrı durularak san’atçı kişilikleri hakkında doyurucu bilgiler verildi. Böylece, yazarlar hakkındaki kuru bilgilerin dışında, onların edebî kişiliklerini öğrenmek isteyenlerin ihtiyaçlarını da karşılamaya çalıştım. Özellikle edebî eser veren yazar biyografilerine haklarındaki eleştiri ve özgün yorumlardan örnekler aldım. Ayrıca, bu çalışmaların geniş birer kaynakçasını ekleyerek araştırmacılara kolaylık sağlamayı amaçladım.
Elbette çok özet olarak anlattığım çalışma süreci, burada söylendiği kadar kolay olmadı. Büyük emekler ve oldukça sınırlı imkânlarla gün yüzüne çıkarılan ‘Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’nin bir boşluğu doldurduğunu, bundan sonra bu doğrultuda çalışma yapacak olanlara da yol açıcı olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak, Eylül 2006’da projemi tamamlayıp, 10.300’ü aşkın yazarımız hakkındaki yeni ve kapsamlı bilgileri toplamış oluyorum. Ayrıca ek bölümde yer alan iki indeks ile araştırmacılara büyük bir kaynakça sunulduğunu sanıyorum.”
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Rahmet havuzu |
|
İki ay öncesine kadar, hastalığına rağmen ayakta ve dinamikti Hakkı Yavuztürk. Çıkıp dolaşabiliyor, camiye gidebiliyor, çok sevdiği sohbetlerini sürdürebiliyordu.
Ama eskisinden farklı olarak, bu hakikatli sohbetlere, duygulandığı anlarda gözyaşlarıyla ara vermek zorunda kalıyordu. Bu durum, herhalde veda vaktinin yaklaştığını hissetmenin getirdiği duyarlılığın bir neticesi olmalıydı.
İyice tâkatten düştüğü son günlerinde konuşmakta da iyice zorlanır hale geldi ve mesajlarını gözlerindeki neme yükleyerek verdi.
Onun gözlerindeki bu yaşlara, cenaze namazına katılan ve teşyî için kabristana gelen feyizli ve nuranî cemaatin gözyaşlarının karışması bir rahmet havuzu oluşturdu.
Rahmete kavuştuğu gün semadan süzülen rahmet damlaları ile, yıkanırken kefenine ve ardından kabrine dökülen zemzem, bu havuza kendi bereketlerini kattılar.
Ve onu ahirete dualarla uğurlayan cemaatte Nur camiasının bütün ekollerini temsil eden güzide simaların döktükleri gözyaşları, ittihad ve ittifaktaki manevî rahmet mânâsının çok daha kuvvetli bir şekilde tecellî etmesine vesile oldu.
Oradaki manevî ve lâhutî hava, iştirak eden herkese, “Mâlûm sebeplerle senelerdir yaptırılmayan Bediüzzaman mevlidindeki buluşma ve kaynaşma adeta bu cenaze vesilesiyle gerçekleşti” dedirtti.
Ebedî âlemde tekrar buluşacaklarına inanan insanların bu geçici ayrılık için hissettikleri ulvî hüznün tercümanı olan gözyaşları, Hakkı Yavuztürk için yazılan taziye yazılarına ve başsağlığı mesajlarına da refakat etti.
Bu duygu yüklü mesajlar içerisinde bizi en fazla etkileyenlerden biri, vefat haberini aldıktan sonra çok ağladığını ifade eden ve taziye telefonunda da gözyaşlarını tutamayan muhterem Necmeddin Şahiner’inki idi.
Yavuztürk’ün Risale-i Nur’la tanışma hikâyesini ve Üstadla görüşmelerine dair hatıralarını Son Şahitler serisinde kayda geçirerek ölümsüzleştiren ismin Şahiner olduğunu hatırlarsak, bu özel bağın anlamını daha iyi anlayabiliriz.
Arkadaşlarıyla beraber ziyaretine gelen muhterem Mehmet Fırıncı, ayrılırken Yavuztürk’ün kızlarına, “Babanızın kıymetini çok iyi bilin, o, Üstadın ‘Kapım sana her zaman açık’ dediği nadir insanlardan biriydi” demişti.
Erdoğan Esenkal’ın aktardığına göre, İstanbul’daki ilk hizmet ekibinden muhterem Mehmet Emin Birinci ise şunları söylemiş:
“Sizler, hele hele bu Hakkı Ağabeyi tanıdığınızı zannediyorsunuz, ama tanımıyorsunuz. Onun bir senede yaptığı hizmeti, belki ömrünüz boyunca ancak yaparsınız.”
6 Ocak 2007 Cumartesi günü Fatih Camiinde kıldığımız namazın ardından Eyüp Sultan kabristanında annesinin yanına defnettiğimiz Yavuztürk böyle bir insandı.
Onu tanıyanlar ve hatıralarını dinleyenler, hakkında daha pek çok şey yazacaklar. Bu meyanda Lâtif Salihoğlu’nun kaydettiği ve köşesinde peyder pey yayınlamaya başladığı hatıralar, hizmet tarihine de ışık tutacak mahiyette.
Cenab-ı Hak hepimize bu mânâlar çerçevesinde, ihlâs, istikamet, sebat, metanet çizgisinde son nefesimizi vermeyi nasip eylesin.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Büyük büyük nimetler |
|
“Korkusuz bir halde uyuyabiliyorsan, en güzel bir döşekte yatıyorsun demektir.”
Bu güzel söz Hz. Ali’ye ait. Anarşinin, terörün, kavganın, gürültünün, korkunun hükmettiği, can güvenliğinin tehlikelerle dolu olduğu bir atmosferde hayatın, özellikle emniyet ve güven içinde yaşamanın önemi daha iyi anlaşılıyor.
Meselâ Irak’ta, Filistin’de yaşayanlara sorsanız “En büyük nimet nedir?” diye, herhalde can güvenliği diyeceklerdir. Merkepten düşen Nasreddin Hocanın hâlini soranlara, “Benim hâlimi ancak merkepten düşen anlar” dediği gibi o güvenlik endişesini yaşamayanlar bunu hakkıyla bilemezler. “Tatmayan bilmez” dememişler mi?
Vecize hemen bana, “Kim Müslüman, sağlık ve âfiyeti yerinde, güven içinde ve bir günlük yiyeceği bulunduğu halde sabahlarsa ona sanki dünya verilmiş gibidir” hadis-i şerifini hatırlattı.
Gaflette olduğumuz çok büyük nimetlerdendir bunlar. Müslüman olmak kadar büyük bir nimet var mıdır dünyada? Herşeyi güzel, sevimli, cana yakın gösteren iman nimeti kadar büyük hangi nimet vardır?
Sağlık ve âfiyet, emniyet içinde yaşamak da dünya kadar büyük bir nimet, bir devlet.
Ya bir günlük yiyeceğimizin bulunması? Yarına çıkacağımız belli değil. Dün ömrümüzden çıktı. Gelecek hakkında teminatımız yok. Ömrümüz bulunduğumuz gün. Her yeni günkü rızkımızı hakkımız olmadığı halde ihsan eden Rabbimiz eğer yaşarsak şüphesiz o günkü rızkımızı da ihsan edecektir. Yeter ki insan elini, kolunu oynatsın.
Eğer bir günlük rızka sahip olmak dünyaya sahip olmaktan daha değerliyse, kaç günlük, aylık, hatta yıllık yiyecek imkânlarına sahip olan bizler acaba dünyalara sahip olmaktan daha büyük nimetlere konduğumuzun farkında mıyız?
Şöyle bir düşünelim, İslâm nimetinden mahrum kalsaydık, sağlığımız yerinde olmasaydı da bütün dünyaya sahip olsaydık kaç para ederdi? Sürekli canı kaybetme tehlikesiyle başbaşa kalsaydık da dünya saltanatına sahip olsaydık ne işe yarardı? Bir lokma kadar olsun yiyeceğimiz olmasaydı da tuttuğumuz her şey altın kesilseydi ne anlam ifade ederdi?
Sahip olduklarımızın önemi, değeri ve büyüklüğü yanında elde edemediklerimiz için üzülmenin bir anlamı ve mazereti olabilir mi?
Sahip olduğumuz nimetler şükür istiyor. Acaba hakkıyla şükrünü yapabiliyor muyuz? Elimizde olmayanlar için ise sorgu suâl yok.
Ne kadar şükretsek az değil mi?
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman şartlarını ispat gerekli mi, edilebilir mi? |
|
Onlarca olumlu ve olumsuz duyguyla yoğrulmuş komplike bir ruh/duygu yoğunluğunda yaratılmışız. Kimi zaman küçük bir güzellik bizi mutlu ederken, basit bir terslik canımızı sıkar. Pekçok sıkıntı, rahatsızlık, endişe ve korku içinde kıvranmamızın birçok sebepleri vardır. Bunları teferruatıyla ortaya koymamız imkânsız. Ancak, bunların başında akıl ve kalbimizi tatmin edememe; vesvas şeytanla ortaklık kuran nefsimizi susturamayıp hegemonyası altına girmeyi zikredebiliriz. Şöyle de özetleyebiliriz:
İnançlarımızla duygularımızın örtüşmemesi, üzüntü, endişe ve sıkıntı sebebidir. Bu durum, öncelikle inandığımız prensipleri, esasları aklen-mantîken ve ilmen ispat edip, kesin delil ve bürhanlara dayanmak zorunda olduğumuzu gösterir. Çünkü, aklını, kalbini ve vicdanını tatmin edemeyen kâmil imana ulaşamaz. Mükemmel imanı elde edemeyen asla huzurlu olamaz, mutluluğu yakalayamaz. Aklî, kalbî ve vicdânî tatmin, ancak kesin delillere/belgelere dayanmakla mümkün.
Şeytanın dürtülerini, nefsin desiselerini, dessas ifsat komitelerini, İslâm ve iman muarızlarının hücumlarını, taarruzlarını da ancak ispat ile bertaraf edebiliriz. Zira, “ispat”, dogmatizmi (nassiyeyi) yok edip imânımızı güçlendirir, moralimizi yükseltir, enerjimizi artırır. “İman, akıl, kalp, vicdan, tasdik, âyet, delil, hüccet, bürhan, yakîn, müsbet-ispat”; İslâmın inanç boyutunun anahtar mefhumlarındandır. Dolayısıyla iman konularında yalnız parlak tasvirlerle yetinemeyiz. İlgi ve etki alanına giren bütün meseleleri akla-mantığa, vicdana tasdik ettirip mutlaka kesin delillere dayandırarak ispat ve izah edebilmeliyiz.
Duygularımızı bir takım tasavvurlar ötesinde doğrudan doğruya aklın tasdik ettiği gerçeklerle yoğurmalıyız. Çünkü, îmân, mârifet, yani yalnızca kuru bilgi değil; gözleme dayanan ilimdir. Taklit değil, tahkîk, incelemedir. İltizam (taraf olma) değil, iz’andır, anlayıştır, kavrayıştır. Tasavvuf değil, hakîkattir. Yani herkese göre değişen ve çoğunluğun anlayamayacağı subjektif değil, objektiftir.1
Bundandır ki, Kur’ân’ın hakikatlerini ve imânın esaslarını te’yit ile ispat ve yaymakla2 sağlam bilgi ve belgelerle; inceleme sonucunda elde edilen kesin inancı, yâni, “iman-ı tahkikiyi”3 elde etmek durumundayız. Aynı zamanda, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın tılsımlarını hâl ve keşfetmek; en (inatçı) dinsizleri delil göstererek susturmak; Mi'rac ve (bedenen dirilme) gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en kibirli ısrarcılara, en muannid (inatçı) filozof ve zındıklara karşı güneş gibi ispat etmek;4 Kur’ân ile çatışan felsefeyi mağlup edip susturmak da.
Eski kelâm (İslâm felsefesi) ilminin bu zamanın yaralarına tam merhem olamayacağı açıktır. Tıpkı, eski çağın vasıtaları hedefe çok çok geç ulaştırdığı; ilmî doneleri zihnimizi doyuramadığı gibi. Mantıkî delillerle, ilmî belgelerle hakikatlere götüren kesin, doğru bir yol; kelâmî bir metot bulmak mecburiyetindeyiz. Ki, bu asrın dehşetli felsefik akımlarına ve saptırıcı dalâletlere galip gelinebilsin.5
Bir önemli noktayı daha dikkate almak zorundayız: Bin seneden beri intikam alırcasına Kur’ân’ın aleyhinde hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve inkârcı filozofların; biriktirilip şimdi yol bularak yayılan şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen inatçı Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücûmlarını def edip mukabele etmek;6 kesin Kur’ânî ve Sünnetî ispat metotuyla olabilir. (İleride Kur’ân’ın ispatı emreden ve gerektiren âyetlerini nakledeceğiz.)
Ayrıca, çok deliller ve parlak bürhanlarla imânın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şüphelerden kurtulmasına çalışarak7 madde-mânâ, cesed-rûh, his/duygu ve bütün lâtifelerimizle birlikte; gıda, yemek hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem nefis, hem duygular payını alabilir. Yoksa yalnız akıl, küçük bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilir.8
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 251.; 2- Emirdağ Lâhikası, s. 62.; 3- Age, s. 81.; 4-Age, s. 44.; 5- Emirdağ Lâhikası, s. 80.; 6-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 105.; 7-Kastamonu Lâhikası, s. 12.; 8-Emirdağ Lâhikası, s. 59.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Medyamızın cesur kalemleri |
|
Bizimle aynı inanç, aynı itikatta olan sağduyulu, muhafazakâr bazı fikir ve kalem erbabından, zaman zaman bize göre hiç de doğru olmayan söz ve yazılar nasıl ki sudur edebiliyorsa; inançları yönünden bize aykırı olabilen bazı liberal veya sosyal demokrat görüşlü yazar ve çizerlerin bazen o kadar doğru, o derece isabetli duruş ve tavırları oluyor ki takdir etmemek mümkün değil.
Bilhassa demokrasi, insan hakları, fikir ve düşünce hürriyeti gibi konularda, bazı sözde sağ görüşlü ve muhafazakâr görünümlü yazar ve çizerlerin nasıl ki suya sabuna dokunmayan, hatta zaman zaman korku ve takiyye kokan yazılarına şahit oluyorsak; aynı konularda zaman zaman bazı sol ve liberal görüşlü aydın yazar ve çizerlerin cesaretli ve pervasız yazılarına şahit oluyor ve takdir ediyoruz.
Muhafazakâr veya dindar görünümlü bazı yazarların, bilinen bazı kesimlere yaranmak uğruna, bazı güç odakları nezdinde kabul görmek için resmî ideolojiye sahip çıkarak Kemalizmden dem vurması, iki de bir devletin kutsallığını savunması ne kadar inandırıcı ve aykırı bir duruş ise; bazı sosyal demokrat görüşlü aydın yazarların demokrasiye sahip çıkmaları, insan haklarını ve fikir hürriyetini cesurane savunmaları, bunları savunurken de hiç çekinmeden Kemalizmi ve resmi ideolojiyi en sert biçimde tenkit etmeleri takdire şâyân ve calib-i dikkat bir hal olsa gerek.
Bu meyanda bize düşen de hakperestliğin bir gereği olarak, hak ve hakikate taraftar olmak ve her kimden veya kesimden doğru olan fikirler ve düşünceler sadır olursa ona taraftar olmaktır.
İnancı ve ideolojisi ne olursa olsun, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun, her türlü haksızlığa ve istibdada, her çeşit zulüm ve adaletsizliğe karşı çıkan; doğru olanı söylemekten çekinmeyen, zalime karşı mazlûmu savunan, demokrasi, insan hakları ve fikir hürriyetinden yana tavır sergileyen, cesur ve gözü pek gerçek aydın yazarları alkışlamak da bizim vazifemiz.
İşte bazı fikir ve hallerini beğenmesek dahi, zaman zaman da olsa doğru ve cesurca yazılarını okuduğumuz bu yazarlardan ilk aklıma gelenler şunlar: Gülay Göktürk, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Engin Ardıç, Nazlı Ilıcak... Hatta Mehmet Barlas’ı, Cüneyt Ülsever’i, Emre Aköz’ü, Nuray Mert’i ve Attila Yayla’yı da zaman zaman yazdıkları doğru ve isabetli yazılarından dolayı medyanın cesur kalemlerinden sayabiliriz.
Eğriye eğri, doğruya doğru diyebilmeyi şiâr edinen her insan gibi biz de adını andığımız bu yazarların, şahsî kusur ve hatalarına bakmadan, hakperestçe olan tavır ve düşüncelerini benimsiyor ve onlara aynen katılıyoruz.
Keşke medyamızın diğer kalem erbabı olan yazar ve çizerleri de ülkemizin geleceği adına, milletimizin huzur ve refahı, bazı tabuların yıkılması için aynı cesareti, aynı basireti gösterebilseler.
Ama şurası sevindirici bir gerçek ki şu sınırlı sayıda bulunan cesur yazarların, şu doğru ve merdane duruşları dahi, inandırıcı ve tesirli oluyor, yavaş ve tedricî de olsa bazı yanlış anlayışların ve kronikleşmiş bazı tabuların yıkılmasına yardımcı oluyor.
Ülkemiz ve medyamız adına bu durum sevindirici ve umut verici bir gelişmedir. Çünkü düne kadar bilhassa bize göre aykırı cenahta yer alan aydın kesimin yazar ve çizerlerinde bu durum söz konusu değildi. Hemen hepsi de Kemalizm adına kuvvetliden yanaydı, güç odaklarından taraftı. Büyük çoğunluğu demokrasiyi, fikir ve düşünce hürriyetini dert edinmiyorlardı. Her halükârda askerden yana olmak, ihtilâllari övmek bu gibi yazar ve çizerlerin en önemli özelliğiydi.
İşte o malûm kesimin sahasında nâm yapmış önemli bir kısmı, bugün darbelere karşı dik duruyorlar, AB’yi savunuyorlar, başörtüsü yasağına karşı çıkıyorlar, İmam Hatiplilere yapılan haksızlıkları protesto ediyorlar, Kemalizm’den ziyade demokrasiye sahip çıkıyorlar.
Medyamızın bu cesur kalemlerini tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Latif Karaer: “Sabah, öğle ve akşam sünnetlerini zaruri de olsa terk etmek doğru mudur?”
Sünnetleri terk etmemek lâzımdır. Fakat zarûret olunca durum değişir.
Zarûretin derecesi önemlidir. Çoğu zaman zarûret zannettiğimiz şey boş bir evhamdan, zandan veya korkudan öteye geçmiyor. Bu durumda sünnetleri mümkün mertebe terk etmemek şüphesiz daha doğru olacaktır. Fakat ölüm veya hastalık gibi ağır zarûretler olunca farzı kılmak yeterli olur.
Diğer yandan sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri sünnet-i müekkededirler. Yani kuvvetli sünnettirler. Her meşgalemizde zarûret var diye terk edecek olursak, çok sevap zayiâtımız olur.
***
Hatice Hanım: “Kur’ân-ı Kerimdeki secde âyetlerini okuduğumuzda yapmamız gereken secde ile ilgili bilgi verir misiniz? Aynı âyeti üst üste birkaç defa okuduğumuzda her defasında secde yapmamız gerekir mi? Meselâ üst üste 21 defa, 40 defa vs. okuma sayısınca mı yapmak gerekiyor? Toplu okumalarda bir defa yapmak yeterli olur mu?”
Aynı mecliste olmak şartıyla, aynı secde âyetini üst üste birden fazla okuyunca bir secde yeterli olur. Üst üste 21 veya 40 defa okuyunca bir defa secde edilir.
Tilâvet Secdesi şöyle yapılır: Secde için niyet edilerek “Allahü Ekber” denilir ve secdeye varılır. Secdede namaz secdesinde olduğu gibi üç defa “Sübhane Rabbiye’l-A’lâ” denilir. Ardından “Allahü Ekber” denilerek ayağa kalkılır. Ayağa kalkılırken “Semi’nâ ve ata’nâ ğufraneke Rabbena ve ileyke’l-masîr” denilir ve secde böylece tamamlanmış olur.
Tilavet secdesi namazın içinde, namazın dışında, yalnız başımıza veya cemaat halinde bir imama uyarak yapılabilir. Secde âyeti namaz dışında okunduğunda imkânı varken secdeyi geciktirmek tenzîhen mekruhtur. İmkân bulunamaz ise, secde ilk fırsata kadar geciktirilebilir. Unutulursa, hatırlandığında yapılmalıdır.
Namazda iken secde âyeti okunduğunda, üç âyet okuma süresinden fazla secdeyi geciktirmemelidir. En faziletli olanı secdeyi hemen yapmaktır. Eğer secde âyeti, sûrenin sonunda okunmuşsa veya en fazla üç âyet daha okunarak rükûa varılacaksa, rükû esnasında tilâvet secdesine de niyet edildiği takdirde, yapılan rükû ile tilâvet secdesi de yapılmış olur. Rükû ile beraber tilâvet secdesine niyet edilmediğinde, namaz secdesi ile bu secde yapılmış sayılır.
Namazda eğer secde âyetinden sonra üç âyetten fazla âyet okunacak ise, tilâvet secdesi geciktirilmez, hemen yapılır (bu durumda hemen yapmak vacip olur); secdeden sonra kıraate kalındığı yerden devam edilir.
Secde âyetini işitenin, dinleme kastı ve niyeti olmasa bile tilâvet secdesi yapması gerekir.
Peygamber Efendimiz (asm) secde ettiği zaman şöyle duâ ederdi: “Allahümme leke secettü ve leke eslemtü ve bike amentü ve ente Rabbi secede vechî lillezî halakahû ve şakka sem’ahü ve basarahû fetebârekallahü ehsenü’l-Hâlıkîn.”1
Meâli: (Allahım! Sana secde ettim. Ve Sana teslim oldum. Ve sana iman ettim. Ve Sen benim Rabbimsin. Yüzüm kendini yaratanına, kulağını ve gözünü açana secde etti. Halk edenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir.”
Peygamber Efendimiz’in (asm) secde ettiği zaman yaptığı diğer bir duâ da şöyledir:
“Allahım! Hışmından rızana, cezandan affına, Senden Sana sığınırım. Seni hakkıyla sena edemem.”2
***
Serhat Tokar: “İçki içen bir kişi namaz kılabilir mi?”
Cenâb-ı Allah buyurur ki: “Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayınız.”3 Dikkat edilirse âyet, sarhoşluk geçtikten sonra tövbe etmiş birisinin namaz kılmasını yasaklamıyor. Tövbekâr birisi elbette namaz kılabilir.
***
Abdullah Ese: “Turistik bölgede bir dükkânım var. İçkili bir bara kiraya verebilir miyim?”
İçki içilmek üzere dükkân kiraya vermekte mesuliyet vardır. Allah size meşrû iş yapacak müşteri nasip etsin. Âmin.
Dipnotlar: 1- Tirmizî, 3/52 2- Tirmizî, 3/52 3- Nisa Sûresi: 43
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yoklukla varlık |
|
Dün yaşayıp bugün hatırlamadığımız o kadar çok olay var ki... Hafızamızın gizli odalarında unutulmuşlar. Belki bir gün hatırlanır, belki de hatırlatılır. Ya bu dünyada ya da öbür âlemde...
Hatırlayamadıklarımız şu an için ölüdürler. Unuttuğumuz veya takdirin tecellisi ile unutturulan her şey, şu an için ölümünü yaşıyor. Unutmadığımız, hatırladığımız, zihnimizde canlı tuttuğumuz ve geçmişte kalan bir çok konu ise şu an için yoktur, geride kalmıştır.
Yarın neyi ifade ediyor? Yaşanmamış, düşünülen ve tasavvur edilen bir hayalden ve sezişten ibaret değil mi? Hali hazırda yaşanılan bir vakıa olmadığına göre, bugün için geçerliliği nedir? Şu anı temsil etmediğine göre, yaşama hakkı ertelenmiş veya kısmetse yaşanacak bir olgudur.
Eğer unutmasaydık, beşer olarak nisyan ile malûl olmasaydık, acaba hayatın düne ait sıkıntıları ve üzücü halleri altında şimdiyi nasıl yaşayabilirdik? Ne kadar sağlıklı bir şekilde mevcut anımızı yaşayabilirdik?
Aslında her anın ölümlü olduğu bir hayatta, ölümün bizim dışımızdaymış gibi algılanması ve ölen birini gördüğümüzde veya ölüm konuşulduğunda fazla üstümüze alınmamamız bile, gaflet perdesinin yanı sıra hakikatte ölmek istemediğimizin, öldükten sonra tekrar dirileceğimizin ve kendimizi ölümsüz görmeye dayalı bir isteğin var olan ruhunu yansıtmaktadır.
İçimize gömdüğümüz geçmişe ait acı/tatlı hatıralar, bir gün aklın ve kalbin kabrinden çıkacaklar, hesap sonucunda defter temizlenecek ve borçlarından kurtulan mükâfatını alacaktır.
Kaybettiklerimiz, kaçırdıklarımız, tükettiklerimiz, harcadıklarımız ve yediklerimiz; bir değişim yaşıyor. Mevcut hallerinden çıkıyorlar, bir anlamda yok olmaya gidiyorlar, yeni suret ve sonuçlarla dönüyorlar.
Kur’ân’da “ölüm ve hayat” sıralamasında ölümden hayata geçiş mesajı verilirken, bizler yokluk âleminden geldiğimize göre hayatın akışı ve yaratılış silsilesi içinde doğup ölmek, ölüp dirilmek ve ebedî var olmak, ölümsüz bir gerçeğe giydirilmiş maddî hallerin dönüşümünü nazara vermektedir.
Ruhun asliyetinde mekân tutmuş bedenin, misafirlik müddetince kaldığı yuvadan çıkıp ruha giydirdiği harici vücudunu götürmesi, çıplak hakikatin ve bedensiz ruhun ebede namzet esasını koruduğunu göstermektedir.
“Ölmeden ölmek” tasavvuf ehlince ve hakikat yolcularınca makbul bir meziyettir. Ruhun safiyetini koruyacak ve ona lâyık olacak şekilde hırslarımızı, menfiliklerimizi, nefsimizi ve benliğimizi manen öldürüp safileştirmek, ölümü en güzel karşılama metodudur. Önce ölümler yaşanmalı ki, hakikî ölüm kendi tadında lezzet versin. Ruha yeni bir kapı açsın.
Ölüm kol gezdiğinde aranılan kişi olmaktan çekinmemenin çaresi, lezzetleri acılaştıran ve terbiye edici bir nasihat olan ölümü her an düşünmemize ve anlamını korumamıza bağlı.
Her anı, ölümsüz âleme sevkiyat yapan bir marifetle yaşarsak, eksilen faniliğin arttırdığı bir bakilik memleketine hazırlık olur ki, bunun farkında olan zatlar; burası için yaşamamışlar. Buranın bir harman yeri olduğunu idrak etmişler. Öbür dünyaya mahsulat yetiştirmişler.
Lezzetler ülkesine, huzur adasına ve cennet havzasına doğru yol alıyorsak, ümitlerimiz korkularımızın koruyucu silâhı ile bizi günahtan men etmeye adaydır. Bu durum, muhabbete ve “en sevgiliye” yakınlaştırıyorsa, baş bedenden ayrılmadan ve kalp aklı unutmadan heyecanla ve coşkuyla o menzilleri büyük bir istek ve iştiyakla arzulamalı.
İman ehli için, ölüm yokluk olmadığına göre, dirilme var. Sadece sûret değiştiren bir geçiş var. Öyleyse diriltilen her anımıza tekabül eden ve mazileşen anların devredildikleri yeni anlara geçen bir kayyumiyet halkası var.
Ölüm sadece bir değişikliktir. Yeni mekâna kavuşmak, eski mekândan çıkmaktır. Varoluşun, ikinci dirilişin başlangıcıdır.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Peyami Safa haklıdır... |
|
Hakikat, hakikattir. Zaman ve mekân değişse de hakikat değişmez. Hâl böyle olunca, hakkında yazılanların geçerliliği de devam eder. Bu açıdan, Peyami Safa’nın Ötüken Yayınları’ndan “San'at-Edebiyat-Tenkit” başlığıyla çıkan makaleleri günümüz edebiyatının, yahut edebiyat dünyasının önemli eksikliklerini tesbit etme açısından başucu kaynaklarımdan birisidir. Ne gariptir ki; meselâ bundan yetmiş bir yıl önce dile getirdiği eksiklik, bugün de geçerliliğini koruyor.
Peyami Safa, edebiyat meseleleriyle ilgili yazdığı makalelere bulduğu başlıklar açısından usta bir kalemdir. Bunlardan birisi de “İşkembe-i Kübra Edebiyatı” başlıklı makale. İlk anda insanı şaşırtan, biraz da mizahî bir özelliği andıran bu başlık aslında dün olduğu gibi, bugün de önemli konular hakkında nokta atışı yapar niteliktedir. Şöyle diyor Safa: “Son yıllarda orta mektep çocuklarına kadar her gencin kumbarasını boşaltarak üç dört formalık birer şiir kitabı neşretmesi, bu cesareti gün geçtikçe daha çok besliyor. Edebiyatın bir hayal oyununa inhisar etmesindeki basitlikten doğan bu teşrik (ortaklık), o çocukcağızları okumaktan ziyade yazmaya, tam bir zihin cehdi yerine, fantaziye doğru sürükledikçe, edebî felâketimiz devam edecektir.”
Sizce günümüzde de bu salgın yok mu? Peki bu salgının sebebi nedir? Okumamak değil mi? Zira okumadan yazmayı şiar edinip ve sadece gönül edebiyatı yapanlar o kadar çok ki… Eh, heybede kitaplardan süzülen tefekkür huzmesi olmayınca da işkembe-i kübra edebiyatı devreye girer. Orta malı olmuş hayaller, hemen herkesin âşina olduğu sevgiliye uzun tiratlar ve dahası, süregelen ajitasyon (zorlama) ifadeler…
Sözümüz meclisten dışarı. Günümüzde elbette rüşdünü ispat etmiş ciddî sayıda edebiyatçımız var. Ancak demek istediğim, kekeme türünden açık olmayan, iç kanama geçiren bir hasta gibi, sıktığımda âdeta katran karası bir yığın duygu sömürüsü ifadeler nesre de sıçradı. Oysa nesrin en önemli vasfı açıklık, eskilerin tabiriyle vuzuhtur. Bunun içindir ki, Yahya Kemal yeni hamleler tarzında vuzuhu yakalayan tefekkürümüzün olmayışını, nesrimizin tam anlamıyla olmamasına bağlar. Buna paralel olarak, Peyami Safa da bu dar kalıplılığın ve bir nev'î âşık-maşuk yahut gönül ilişkilerinin sıkışıklığı içinde kalışın, eskiden kalma bir hastalık olduğunu dile getirir: “Türk edebiyatının yalnız bir gönül edebiyatı hâlinde kalması ve gönül işlerinden ayrı bir mesele kabul etmemesi, marifet vasıtasında bütün zekâ değil; yalnız gönül, yani bir nev'î aşk muhayyilesi oluşundandır. Üstüne zihnin pek az emeği geçen bu gönülden dolma edebiyat, galip tarafıyla hep gönül mevzuu içinde kalarak dünya tefekkürünü ayaklandıran diğer birçok meseleleri düşünmeye hiç yanaşmadı.”
Eski edebiyatımız, elbette eğrisi ve doğrusuyla kayda değer bir başarı ve duruş sergilemiş; ancak kabul etmeliyiz ki, toplumun ve dahi çağın gereklerine ayak uyduramadığı için de bir nev'î tükenişe doğru sürüklenmiştir. Başka bir deyişle, kendi kendini bitirmiştir. Peki şimdilerde ne yapılıyor? Aynı şey. Fakat bu sefer şiir yetmiyormuş gibi, nesirde de sözünü ettiğim kalıp ifade ve düşüncelere müracaat ediliyor. Bir nev'î, “yarenlik edebiyatı” yapılıyor.
Evet, Peyami Safa haklıdır. Bu düşüncelerinde olduğu gibi: Edebiyatın kendine göre yüksek bir riyaziyesi (Matematik bilgisi) olduğunu ve esirleşmiş ulvî ihtiraslarla kaynaşarak incelmiş bir hendese ruhundan doğduğunu edebiyatçılar göstermeye muvaffak olmadıkça, fizik hocaları onu işkembe-i kübra ifrazatı hâlinde görmeye, büluğa ermiş çocuklar da (koca bebekler de denebilir) gönül şiirlerini (buna nesirleri de eklemek lâzım) toplayan kitapları çıkarmaya devam edeceklerdir.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Tüyler ürperten bir olay |
|
Bu olay Kayseri'nin Bünyan ilçesi'nde yaşandı. Ayniyle vaki!
Aynı zamanda olay tüyler ürpertici. Diyelim ki, gece bindiğiniz otomobilde direksiyonda kimse yok...
Ne yapardınız?
Adını vermeyelim...
Bir işadamı, 22 Şubat 2001 tarihinde Bünyan sınırında bir benzin istasyonuna girer.
Lokantaya oturur ve orada kalabalık toplulukla birlikte "azıcık alkol" alır.
Yürüyüş mesafesindeki Bünyan'a gitmek için, lokantadan çıkar.
Ancak dışarıda hem zifirî karanlık hava hem de korkunç kar fırtınası vardır...
Benzin istasyonuna yaklaşık 300 metre mesafedeki, Bünyan'a dönüş yolu kenarına varır.
Çünkü, oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan'a ulaşma derdindedir.
Fırtına daha da şiddetlenir.
Adam birkaç adım ötesini bile görememektedir.
Gelip geçen bir araba da yoktur. Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavaş yavaş yaklaşan bir arabanın iki farını fark eder.
Arabanın tam önünde, yavaşlamasıyla birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner. Kapıyı kapatır, araba yeniden hareket eder.
İçeridekilere "merhaba" demek ister. Ama o da ne? Araba da kimse olmadığı gibi, direksiyonda da kimse yoktur.
Birden paniğe kapılır.
Korkuyla, hemen arabadan atlayıp, oradan koşarak uzaklaşmak ister ama korku ile dizleri bağlanmış, hareket edemez hale gelmiştir. Araba keskin bir viraja doğru yaklaşır.
Adam dua etmeye başlar. Tüm günahlari için tövbe eder.
Arabanın durması için Allah'a yalvarır. Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu kıvırarak, sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağlar.
Her tehlikeli dönemece yaklaştıkça, Allah'a yalvarış ve yakarışı artar ve her seferinde de bir el dışarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir.
Sonunda kendisini biraz toparlar, ayaklarını kımıldatır.
"Ya Allah koru beni..." deyip, kapıyı açmasıyla birlikte, kendisini dışarı fırlatır. Bir kaç takla attıktan sonra, şarampolde kendisine gelir.
Defalarca sadece bildiği "İhlâs" sûresini okuyarak, sonunda Bünyan'a yürüyerek ulaşır.
Artık derin nefes alır, kurtulduğunu düşünür. Bir kahvehaneye girer, üstübaşı ıslak ve şok haldedir.
Kendisini tanıyanlar hemence sobanın başına alırlar. Eline bir çay verirler.
Bir müddet sonra kendisine gelip, sesi titreyerek, başına gelen tüyler ürperten olayı anlatır.
Olayı dinleyenler inanmak istemeseler de, anlatan kişinin aklı başında ve toplumda saygınlığı ile bilinen bir kişi olduğundan itiraz etmezler.
Yaklaşık yarım saat sonra, aynı kahvehaneye Koyunabdal Köyü'nden iki kişi girer.
Bir masaya oturur ve iki bardak çay söylerler. Bu arada, gelenlerden birisi, diğerine şunları söyler :
"Ahmet baksana, şu sobanın başında oturan aptal, bizim araba yolda kalınca, biz arabayı iterken, arabaya binip inen kişi değil mi?"
ŞİDDETİN TARİHİ
İlk şiddet ansiklopedisi internette
yayınlanacakmış.
Lüzum yok!
Her gün Türk
televizyonlarını
izlesinler yeter!
İÇ PİYASA
İTO Başkanı;
"İç piyasada hareketlenme beklemeyin" demiş.
Yanılmış.
Baksanıza, bir sürü
"karşılıksız çek" piyasayı dalgalandırıyor.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“İlk bağımsız mebus nasıl seçilmişti?” |
|
“Yakın tarihimizde yaşanan hadiseler yeterince bilinmiyor, öğretilmiyor” denildikçe belli çevrelerden itiraz sesleri yükselir. “Her şey biliniyor” diyenlerin kaçı, “İlk bağımsız mebus/milletvekili nasıl seçilmişti?” sorusunun doğru dürüst cevabını bilir? Belki kendileri bilir, peki bu ‘bilgi’yi kamuoyuyla, öğrencilerle, milletle paylaşırlar mı, paylaşmışlar mı?
“Konuyla ilgili ‘alternatif kitaplar’ piyasada satılıyor, isteyen okusun öğrensin” demek de yetmez. Çünkü ders kitaplarında anlatılan ve öğretilen bilgiler, öğrencilerin gerçekleri bilmesini engelliyor. ‘Alternatif tarih kitapları’nı yazanların çektiği sıkıntılar da ayrı bir konu.
“Tek parti” devrinde yapılan seçimlerin ‘hür ve demokrat seçimler olmadığı’ tartışma götürmez. “Çok eski” tarihleri bir yana bıraksak bile, dedelerimizin, babalarımızın şahit olduğu 1945 seçimlerinde yaşananlar çarpıklığı anlamaya ve anlatmaya yeter. Sadece ‘açık oy, gizli tasnif’ yani ‘açık oy, gizli oy sayımı’ yapıldığını bilmek yaşanan ihlâlleri anlamak için yeterli ‘delil’ olsa gerek.
Aksiyon’da yazan Ahmet Turan Alkan, “1923 seçimlerinden bir hatıra” anlatıyor ki bence bu ‘bilgi’yi çoluk çocuk herkes bilmeli. Türkiye’nin nereden geldiğini, milletin hangi sıkıntılarla karşı karşıya kaldığını hatırlamak için bu bilgiler gerekli.
“İlk bağımsız mebus nasıl seçilmişti?” sorusuna cevap veren Alkan’ın uzun yazısını özetlemeye çalışalım: “Zeki Kadirbeyoğlu, seçimleri 1919 sonbaharında ülke çapında yapılan son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Gümüşhane mebusu olarak görev yapmış, bu meclisin aldığı en anlamlı karar olan Misak-ı Milli belgesinin hazırlanmasına katkıda bulunmuş ve 16 Mart 1920 tarihinde Meclisin İngiliz baskınına uğrayarak kendini feshetmesi üzerine Ankara’daki BMM’ne katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar vermişti. (...)
“1923 yılında yeniden seçim kararı alınınca Zeki Bey, siyasetle uğraşmamak niyetinde olmasına rağmen ikinci seçmen durumundaki hemşehrilerinin ısrarı ile mebusluğa adaylığını ilân etmek zorunda kalmıştı. (...) Hemşehrileri ile yaptığı görüşmede Zeki Bey, Hükümet’in bağımsız aday seçilmesine izin vermeyeceğini, daha evvel mebusluk yaptığını, asabi tabiatı yüzünden başının dertten kurtulmadığını (...) söylüyor.
“(...) Zeki Bey, durumun çetrefilleştiğini görünce seçmenlerini, ilerde karşılaşacakları güçlükler hakkında uyarır ama kendisine verilen desteğin devam ettiğini de görmektedir. Gümüşhane haricinde yurdun her yanında seçimler sonuçlanmıştır. Bu arada garip bir gelişme yaşanır; Kelkit ve Torul kaymakamları merkez tarafından azledilerek yerlerine vekâleten jandarma zabitleri tayin edilir. Bir başka ilginç gelişme ise Mustafa Kemal Paşa’nın Gümüşhane’deki ikinci seçmenlere hitaben yazdığı telgraftır. Telgraf çoğaltılmış ve altına Gümüşhane Müdafaayı Hukuk Cemiyeti’nin mührü basılarak ilgililere dağıtılmıştır:
“Gümüşhane Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Riyasetine, Her yerde Müdafaayı Hukuk Cemiyeti namzetleri ihrazı ekseriyet ettikleri halde, maatteessüf livanızda Zeki ve Celal Beylerin kazanacakları anlaşılmıştır. Her neye mütevakkıf ise, Müdafaayı Hukuk Cemiyet namzetlerinin ihraz-ı ekseriyet etmeleri kat’iyetle matlub ve mültezemdir. G. M. Kemal”
“(...) O günlerde seçimler, her kazada ayrı günlerde yapılmaktadır. Kelkit’teki ilk seçimde seyyar jandarma taburu kaza merkezini çevirir, tabur kumandanı da seçimlerin yapılacağı belediye binasına girer. Seçmenler, seçimin selâmetle yapılması için jandarma kumandanlarının odadan çıkmasını rica ederler, zabitler ise ‘Biz buraya seçimleri gözlemek için geldik, her seçmenin yazdığı pusulayı göreceğiz. Hükümetin istediği adamlar dışında kimseye oy verilmeyecektir’ derler. Bunun üzerine oy kullanacak kişiler, ‘Öyleyse biz oy kullanmıyoruz, siz odada istediğiniz kadar oturunuz’ diyerek çekip giderler. Jandarmalar şaşırırlar ve durumu telâşla Ankara’ya bildirirler. Belediye reisi Hacı Alaaddin Bey telgrafhaneye çağrılır. Telin öteki ucunda M. Kemal Paşa bulunmaktadır. Paşa, Alaaddin Bey’e Fırkanın adayları seçilirse kendisinin çok memnun olacağını, Zeki Bey’e ise anlamlı görevler verileceğini bildirir. Alaaddin Bey ise Zeki Bey’i seçeceklerini, eğer istenmiyor iseler ‘Bizim birer kağnı ve bir massamız vardır, yer gösterin oraya göçelim’ cevabını verir. Mustafa Kemal Paşa, ‘massa’ tabirini anlayamaz, sorar, orada hazır bulunan zabitler, hayvanları gütmek için ucuna çivi takılı bir değnek olduğunu söylerler.
“Biraz zaman geçer, M. Kemal Paşa zabitleri makine başına çağırır, ‘Çekiliniz ve intihabı serbest bırakınız; bu nisbette azimkâr olan bir halka fazla tazyik yapılamaz’ diyerek gerginliği sona erdirir. Bunun üzerine ikinci seçmenler yeniden belediye binasına toplanarak oylarını kullanırlar.
“(...) Ayrıntıları hayli uzun bu hikâye neticesinde Zeki Bey ve arkadaşları her şeye rağmen seçilip Ankara’ya gelirler; ancak seçim mazbataları hâlâ ortada yoktur. (...) Yakın arkadaşları Zeki Bey’e istifa etmesini teklif ederse de şiddetle reddeder ve Meclis’in mazbatayı iptal etmesini taleb eder. Ne var ki ilgili komisyonlar, ‘yukardan’ işaret gelmedikçe hareket edemeyeceklerini açıkça belirtirler. O gergin günlerde ‘yukardan’ nihayet ‘olur’ çıkar: “Zeki’nin geri dönmesi daha fena tesir yapacaktır, keşke bir müstakil mebus yerine beş on tane olsaydı, seçimlerin serbestisine delâlet ederdi” sözlü emri üzerine mazbata genel kurulda kabul edilir. İşte Cumhuriyet’in ilk meclisinin ilk bağımsız mebusunun seçilme hikâyesi.” (http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=26145) (Ahmet Turan Alkan, Aksiyon, sayı: 627, 11 Aralık 2006)
***
İşte hak ve hukuk mücadelesi, işte cesaret ve sadakatin semeresi... Bunlar bilinmeden, ‘yakın tarih’ bilinmiş olur mu?
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Kafatasçı kim? |
|
Siyasetçilerimiz de bir garip doğrusu. Her zaman tartışacak bir konu buluyorlar.
Cumhurbaşkanlığı, erken seçim, sine-i millet, lider eşleri gibi tartışma konuları son günlerdeki gündemimizi dolduruyor. İşçinin, memurun, esnafın, köylünün içler acısı durumu gözden kaçırılarak yapılan bu tartışmalar, milleti artık bezdirdi. Bir de tartışmaların seviyesi iyice düşürüldü.
Son günlerdeki tartışmada AKP’nin Kurban Bayramı dolayısıyla bilboardlar astırdığı afişlerdi… Afişlerde fonda Türk bayrağı ve Başbakanın bir resmi ile şu yazıyordu: “Kurban olam ayına yıldızına…”
***
Partilerin Salı günü Meclis’te grup toplantıları vardı. Önce Erdoğan’ı, ardından Mumcu ve Baykal’ı dinledik. Mumcu ve Baykal “afiş” konusuna girerken, Erdoğan bir gün sonrasında bu konuşmalara cevap verdi.
Mumcu afişleri eleştirirken, “Eyvallah, hepimiz kurban olalım bayrağımızın yıldızına ayına, ama istismar etmeyelim. O hepimize ait, suistimal etmeyelim, siyasallaştırmayalım. O tarihimizin, birliğimizin, geleceğimizin simgesidir. O millî varlığımızın, benliğimizin simgesidir. Bunu, bu kadar ucuz siyaset için malzeme haline getirmeyelim…” dedi.
Peşinden Baykal aynı konuda, ilgili afişlerin nerede bulunup, nerede bulunmadığını gündeme getirirken, “Afişler Türkiye’nin bir coğrafyasında var, bir coğrafyasında yok. Bir coğrafyasında kurban oluyor, bir coğrafyasında ‘aman ha’ diyor. Böyle bir tablo olabilir mi? En büyük, en vahim bölücülük bu değil mi? Bizim ihtiyacımız olan şey, afiş milliyetçiliği değildir” şeklinde eleştirisini yöneltti.
***
Bu arada bu önemli (!) konuda yapılan şu tartışmayı da anlatmadan geçmeyelim. Parlamento dışındaki muhalefet tarafından da bu tartışma “kim kafatasçı” polemiğine dönüştürüldü. Erdoğan’ın, “Biz kafatası milliyetçisi değiliz ve kafatası milliyetçiliği yapanlarla hiçbir zaman bir ve beraber olmadık “ sözüne, yıllardır “kafatasçılıkla” eleştirilen MHP içerlemiş olacak ki, cevap vermekte gecikmedi. Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural, “Başbakan, kafatasçı arıyorsa, aynada kendine bakmalıdır” diyerek tartışmayı “kafatasçı” tartışmasına dönüştürmüş oldu.
***
Erdoğan, gündelik polemiklere cevap yetiştirmenin, her sataşana bir karşılık vermenin, Türkiye’ye yıllar kaybettirdiğini ifade ederken, “boş tartışmaların, ucuz polemiklerin, demokratik hazımsızlıkların parçası olmak gibi bir lükslümüz yok” dedi, ama oldukça ağır cevap vermeden de geri durmadı. Böylece, ucuz polemikleri sürdürmüş oldu…
“Bayram günlerini de şaşırmış. Tabiî Sayın Baykal, belki haberiniz olmayabilir, ama onlar bayram afişiydi. Bayram afişi Sayın Baykal, bayram afişi... Okuma-yazma bilenler zaten onun altında Kurban Bayramını kutladığımızı, yeni yılı kutladığımızı gördüler, görüyorlar. Biz orada bu kutlamayı yaptık, yoksa milletimizle bayramlaşmak için de kendilerine mi soracaktık? Oradan icazet mi alacaktık?” diye cevap verdi Başbakan…
Afişleri eleştirenleri “zavallı, şuursuz ve nasipsiz” diye nitelendirirken, konuyu mahkemeye taşıyacağını söyledi.
***
Bizde “böyle boş ve ucuz” bir tartışmaya sütunumuzu ayırdık, ama bizim niyetimiz bu tartışmaların ne kadar ucuz ve boş olduğunu göstermek adınaydı.
Muhtemel bu tartışmada diğer tartışmalarda olduğu gibi, bugünlerde bitecektir. Bakalım önümüzdeki hafta siyasetçilerimiz bütün yeteneklerini kullanıp ne gibi bir tartışma başlatacaklar. Yeni bir tartışma bekleyenlere tavsiyemiz, partilerin grup toplantılarının yapıldığı Salı gününü beklemeleridir. Aslında burada bir tartışma konusu bulmak isterdik, ama maalesef bu konuda yeteneğimiz yok. Yine iş polemikçilere düşüyor.
Haydi polemikçiler işbaşına…
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Aşıka Bağdat sorulmaz |
|
Bazı sufilere yönelik ve Ehl-i Beyt’e yönelik muhabbetler zaman zaman istismara yol açtığı gibi zaman zaman da hurafe boyutları kazanabilmektedir. Bu anlamda Şah-ı Geylani muhabbeti böyle hurafelere konu olabilmiştir. Sözgelimi halk inanışlarına göre, Hazreti Geylani Serendip Adalarına (Seylan ve Sri Lanka) kadar gitmiştir. Halbuki oralara kadar giden kendisi değil efsanesidir. Ebu’l Hasan en Nedevi gibilerinin soy sop şecerelerinden öğrendiğimize göre torunları her ne kadar Hindistan’a kadar ulaşmıssa da hal-i hayatta onun Serendip’e kadar gittiğini doğrulayacak hiçbir bilgi kırıntısı yoktur. Ama Şah-ı Geylani muhabbeti bu ve bunun gibi efsaneleri beslemiştir.
Bu bağlamda, Hazreti Ali hiç ayak basmadığı halde bugün Anadolu ve Mısır gibi iklim ve bölgelerde Hazreti Ali kayalarına rastlanmaktadır. Buralardaki kayalarda onun atının ayak izlerine rastlandığı ileri sürülmekte ve buralar bu amaçla ziyaretgah yapılmaktadır. Buralar takdis ve ziyaret edilmektedir. Amasya’nın Çoban Dede tarafında, Edremit’te Duradağı üzerinde, memleketim Mudurnu’da Akkaş Köyünde kayalarda işaret ve iz oldukları ileri sürülen çukurlar gösterilir. Benzeri çukurlara biz Arnavutluk’ta da rastladık. Ama Arnavutluk’takiler Hazreti Ali’nin değil Sarı Saltık’ın ayak çukurlarıydı ve Bektaşi dervişleri teberrüken burasını bekliyorlardı. Bektaşi babaları hem burasını bekliyor hem de yandaki kulübelerinde meyle sermest oluyorlardı. Büyüklerimden duyduğuma göre dedem beni şifa için çocukluğumda Akkuş köyündeki Ali kayasına götürmüş. Daha önce Orta Asya’da Budist veya Anadolu’da ve Mısır’da kadim Hıristiyanların takdis ettikleri kaya kültünü halk Müslümanlığı senkretizmle birlikte kendisine mal etmiştir. Ahmet Yaşar Ocak, Alevi-Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri adlı kitabında bu efsaneleştirmelere dikkat çeker (S. 106-107).
***
Bu veya benzeri tabloları Mısır gibi ülkelere de uygulayabiliriz. Mısır’da bugün Ehl-i Beyt imamlarının veya hanımlarının kabirleri vardır. Ama tarihi kayıtlar bu iddiaları doğrulamıyor ve dolayısıyla bu iddialar efsane boyutunda kalıyor. Bohre (Behere) denilen İsmaili gruplar bu yüzden Mısır’ı akın akın ziyaret ettikleri gibi Mısır turizm acentaları da yeni turist dalgaları kazanır ve milyonlarca İranlıyı çekeriz umuduyla Ehl-i Beyt mezarları üzerinden inanç turizmi hesapları yapıyorlar. Bütün bunlar tarihi hakikatlara terstir. Sözgelimi Hazreti Ali’nin mezarı Hariciler nedeniyle geceleyin kaldırılmış ve yeri meçhul kalmıştır. Bundan dolayı da Irak’ta olduğu gibi Mezar-ı Şerif’te de kendisine nisbet edilen birden fazla kabir vardır.
Keza Hazreti Hüseyin’in bilinen iki mezarından birisi Camii-i Emevi’de ikincisi de Kahire’deki Hüseyniye Camii’ndedir. Bu sevginin hurafeleştirilmesi veya ticarileştirilmesi çabalarının bir ürünüdür. Geçmişte bazı devletler meşruiyetlerini manevi olarak güçlendirmek için turizmciler gibi benzeri yollara başvurmuşlardır. Mısır’da senkretizmle birlikte sahradaki keşiş mezarları zamanla evliya mezarları haline gelmiştir. Ahmet Yaşar Ocak’ın Mısır’daki benzerleri de, Mısır’daki inançlar arasındaki geçişliliği ve özellikle de halk dindarlığı boyutunda olanları senkretizm boyutuyla izah etmişler ve bolca örneklendirmişlerdir. Bu boyutta en fazla ortaya çıkan Ehl-i Beyt menkibeleri veya efsaneleridir. Sevgi iksiri zamanla gerçekleri hurafeye çevirmiştir. Sufiler keşfiyatla, meddahlar, mevlithanlar veya ağıtçılar da mesleklerini revaç kazandırmak için bu yola başvurmuş ve bunun sonucunda Mısır’da Ehl-i Beyt mezarları ve kabirleri oluşmuştur. Bunların en meşhurlarından birisi Seyyideti Zeynep mezarıdır.
***
Hıtat-ı Tevfikiyye kitabında Ali Paşa Mübarek ne canlı ne de öldükten sonra hiçbir Ehl-i Beyt mensubunun Mısır’a ayak basmadığını yazmıştır. Bugün Seyyitetü Zeynep Camii ve kabrinin bulunduğu mekân yüzyıllarca Nil deltasında suların altında ve göllük bir arazide yeralmış. Zaten ötedenberi Mısırlılar kabirlerini Nil yatağına yapmazlarmış. Suyun ve sellerin ulaşmadığı göllük araziye yaparlarmış. Yani göl yerine çölü tercih ederlermiş. İlk defa Çerkez Memlüklüleri döneminde Seyyideti Zeynep’in Mısır’da gömülü olduğu şayiaları yayılmaya başlanmış. Ve rüya ve keşiflerle birlikte Seyyideti Zeynep’e ait iki kabir keşfedilmiş veya ortaya konulmuş. Bunlar arasındaki sahihini ayırt etmek de Abdulvehhab Şarani’nin hocaları arasında yer alan Ali Havvas’a düşmüş. Şarani de Seyyideti Zeynep’in vefatından tam 9 asır sonra El Münen el Kübra gibi kitaplarında Seyyideti Zeynep’in kabrinin Mısır’da olduğunu kayıtlara geçmiş. 1528 yılında Ali Havvas rüyasıyla kabrinin yerini kesinleştirmiş. 1929 yılında Hasan Kasım isimli bir yazar da ‘Seyyideti Zeynep ve Zeyneplerin Haberleri’ adı altında küçük bir risale kaleme almış. Seyyideti Zeynep’in Mısır’da medfun bulunduğuna dair iki yazma belge bulduğunu söylemiş. Bunlardan birisi Abidli veya Übeydli’nin Ahbaru Zeynebat diğeri de Kuhuni Seyehatnamesi imiş. Ve Hafız İbni Asakir’in Tarihi Dimeşk’ın da da bunlara atıflar olduğunu yazmış. Ama Fethi Hafız Hadidi’nin araştıramları bütün bu iddiaların asılsız olduğunu ortaya koyuyor (10 Ocak 2007, el Ahram). Hasan Kasım’ında bu tarz efsanelere tezvirat ikmali yaptığı anlaşılıyor. Hasan Kasım Seyyideti Zeynep’in kabrinin Mesleme İbni Muhalled Ensari’nin valilik evinde bulunduğu iddia edermiş. Bununla birlikte valinin tarihi evinin bulunduğu mahal ile bugünkü Zeynebiye Camii’nin bulunduğu mahal tam birbirine zıt istikametlerde yeralıyor. Bu bölge dolgularla yerleşim haline getirildikten sonra da uzun sürei Müslümanların oturduğu semtler arasında yeralmamış. Burası Kızıl Kiliseler semtinde yeralıyormuş. Ötedenberi bu tür konular çok su kaldırmıştır.
14.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|