İnsanlar, “Doğduğun yere değil, doyduğun yere bak” demişler ama, bu söz benim hiç içime sinmiyor doğrusu. Bunun bir atasözü olduğuna da inanmıyorum. Bizim atalarımız doğduğu yeri unutacak kadar vefasız değildir. Sılayı mukaddes bildikleri gibi, sıla-ı rahm etmeyi de ibadet saymışlardır.
İnsan doğduğu yerdeki aile efradı başta olmak üzere, akrabaları, komşuları, arkadaşları ve çevrede bulunan bütün canlı ve cansız varlıklarla alâkadardır. Hayatının en saf, en taze bölümlerini onlarla paylaşmıştır. Bir çoğumuzun yaşlanan bedeninde çocukluk yıllarımızın hatırası olan yara izleri hâlâ silinmemiştir. Ya ceviz ağacından düşüp kafamız yarılmış, ya bahçedeki çitlerin dikenli telleri ile yüzümüz çizilmiş, ya da huysuz bir atın sert çiftesi ile kolumuz kırılmıştır. Lastik toplarla yaptığımız mahalle maçları, hafıza dediğimiz hayat arşivimizin raflarında hâlâ yerini korumaktadır.
Bugün bir çoğumuz baba ocağından ayrı, diyar-ı gurbetlerde yaşasak da, hafızamızın derinliklerinde çocukluk hatıralarımızın derin izleri vardır. Tahta beşiklerde yatarken annemizin söylediği ninniler ve ilâhiler kulaklarımızda çınlamaya devam etmektedir. Ninelerimizin masalları, dedelerimizin anlattığı dînî menkıbeler, babamızın askerlik hatıraları, hep bizimle birlikte gittiğimiz yerlere taşınmıştır. Bayramlık elbiselerimize bulaşan çamurlar, çamurlara karışan gözyaşlarımız, annemizin azarı, komşuların bize şefaatçi olması, şımarık hareketlerimiz, taşkınlık ve muzırlıklarımız, hep doğduğumuz yerlerde kalmadı mı? Hafızamızın köşelerini bir yoklasak, en güzel hatıraların, en hırçın kavgaların, en masum sevdaların çocukluğumuzun geçtiği evlerde, sokaklarda ve köylerde kaldığını göreceğiz. Onun için memleket deyince yüreğimin bir yerlerinde yanık kokuları yükselir.
Hayatın akışı içinde sürüklenip giderken, suların durulduğu yerlerde durup geriye doğru şöyle bir bakıyorum. Hayalimin ayakları beni memleketime, hem de yıllar öncesinin toprak damları evlerine götürüyor. Toprağın kokusunu ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Çimenlerin arasında şırıl şırıl akan çayları, karşı tepelerden yayılan kekik kokularını, yamaçların sislerini, serçelerin seslerini, ne kadar çok özlediğimin farkına varıyorum. Beni memlekete bağlayan en kuvvetli bağın ise, köyümün mezarlığında olduğunu görüyorum. Memleket hatıralarının en canlı örneği, ölüler diyarı olan mezarlıklarda yaşıyor. Yıllar sonra da olsa, annemin mezarının başına vardığım zaman, biri baş ucunda, biri de ayak ucunda dimdik duran iki uzun taşla karşılaşırım. Annemden on beş yıl sonra vefat eden babamın mezarı ise, böyle yüksek taşlar dikili olmadığından, her gittiğimde otlar arasında uzun süre babamın mezarını aramak zorunda kalırım. Demek ki babamın anneme gösterdiği vefayı, bizler babamıza gösterememişiz diyerek kendime sitem ederim. Çünkü annemin mezarındaki o koca taşları babam kağnı arabası ile uzak yerlerden taşımış, ebedî hayat arkadaşının baş ucuna ve ayak ucuna kendi elleri ile dikmişti.
Memleket deyince daha bir çok hatıralar hatırıma hücum eder. Bazılarında gözüm dolarken, bazılarında yüreğim kabarır. Tatlı bir hüzün, sıcak bir sevinç, yoğun bir hasret dalgası ile gönül denizi dalgalanır. Ben de bu dalgaları ancak mısralara döktüğüm duygularla yatıştırmaya çalışırım.
Toprakta kalır
Ana kucağında başlar yolculuk,
Okunan ilk ezan kulakta kalır.
Gönül saksısında çiçektir çocuk,
Sevgiyle beslenir, ayakta kalır.
Yaşanası yıllar ne de tez geçer,
En güzel rüyalar kundakta kalır,
Çığlıklar kesilir, oyunlar biter,
Öksüz oyuncaklar sokakta kalır.
Gurûba inerken ömür güneşi,
Emelleri, arzular, uzakta kalır,
Söner gönüllerde sevda ateşi,
Eski nakaratlar dudakta kalır.
Son ışıklar son tepeyi aşınca,
Göz ufukta, gönül şafakta kalır,
Başaklar sararıp olgunlaşınca,
Toprağa düşer de toprakta kalır.
30.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|