Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Otomatik devreli manevî şartelimiz var mı?



Dünya, teknolojide baş döndürücü hızla ilerliyor, gelişiyor. Çoğu şeyler bilgisayar programları tarafından artık “otomatiğe bağlanmış” durumda. Alarmlar ve ikazlar hayatımızın bir parçası artık.

Her yenilik ve teknoloji, problem ve zorluğu da beraberinde getiriyor maalesef.

Akıllı insana düşen, her türlü aracı doğru amaca göre kullanabilmektir. Allah’ın kendisine verdiği bütün değer, kabiliyet ve maharetlerini yerinde ve meşrû zemininde kullanabilmektir. Onun esiri değil, efendisi olmaktır. Aksi takdirde teknoloji, başına büyük bir belâ ve musibet olacaktır.

Modern çağ diye tarif ettiğimiz mevcut konjonktür ve hayat şartları, maalesef insanoğlunu tamamen maddeye ve nefsine esir etmiş durumdadır. Tahkikî iman sahibi kimselere düşen, Allah’ın verdiği bunca nimeti en güzel ve uygun şekilde yerli yerinde kullanmaktır. Bu mânâda hepimiz kendimize şu soruları sormamız lâzım: “Zaman denen o çok değerli nimeti yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Daima hazır olan ve her an devreye sokabileceğimiz bir ‘alternatif eylem planımız’ var mı? Şehir şebekesindeki elektrik kesildiği zaman, acil yerlerde otomatik devreye giren jeneratör sistemi gibi bizim de ‘otomatik sistemimiz’ çalışmaya hazır mı?”

Bunun için de tabiî; insan olmanın şuur ve bilinciyle şöyle bir ön planımız olmalı: Benim en asıl ve öncelikli vazifem nedir?

İkincisi, insan olarak bana verilen bunca nimetin değerini bilip müsbet mânâda kullanabiliyor muyum?

Üçüncü olarak, bunları bir program ve önemine göre tanzim edip yerli yerine oturtabiliyor muyum?

Dördüncüsü de, sosyal bir varlık olarak bana terettüp eden, yani bana düşen çok önemli görev ve sorumlulukların bilinciyle hareket edebiliyor muyum?

Hayatın gerçeklerinin ana direkleri, aşağı yukarı bu dört karede özetlenebilir. Tabiî bunların kendi içlerinde bir çok alt başlıkları vardır. Onları şimdilik başka zaman ve zemine bırakalım.

Bu yazımızda da sadece “zaman” kavramına ve günlük hayatta bunu nasıl en faydalı şekilde kullanacağımıza kısaca bir bakmaya çalışalım. Buradaki “otomatik devremizi” hatırlamaya çalışalım.

Her şeyi bir anda yapamayız. Ama küçük zaman dilimlerinde bir şeyler yapabiliriz. Şahsen denediğim bazı küçük görünen olayları, siz değerli dostlarımla paylaşmak istiyorum. Evim, apartmanın onuncu katında. Asansörle aşağı inerken, zemin kata varıncaya kadar on tane salâvat getiriyorum. Evim dershaneye yedi kilometredir. Oraya ulaşmak normalde yedi-sekiz dakika çekiyor. Arabamı kullanırken, aynı zamanda direksiyondaki tesbihle bazen yüz elli, bazen iki yüz salâvat getirebiliyorum.

Hepimiz insan olarak günlük hayatımızda küçük gibi görünen ayrıntılarda çok şeyler deneyebilir ve güzel neticeler alabiliriz. Meselâ, dolmuş veya otobüsle evden işe giderkenki zaman diliminde yarım saatlik zamanda dolmuşun içerisinde kaç salât-i tefriciye okuyabiliriz? Kaç sayfa kitap veya gazete okuyabiliriz?

Her gün veya haftada bir, yüz yüze veya telefonla birkaç dakika kaç dostumuzla sırf Allah rızası için sohbet edip konuşabiliriz?

İnterneti kullananlar için, her gün bir dostumuza ne gibi bir iyi haber veya hakikat gönderebiliriz. Son zamanlarda Allah’a şükür bazı arkadaş ve kardeşlerimin “Her gün bir vecize” kampanyası şeklinde maille gruplara vecize göndermeleri takdire şayan bir hareket. Buna daha hangi yenilikleri ekleyebiliriz? Aile efradımızla her gün “farklı” bir şey yapabiliriz. Tatlı sürprizler de dahil olmak üzere.

İslâm, Kur’ân ve mukaddes dâvâmız adına şahsî olarak, akrabalar arasında, dostlar arasında birkaç dakikayı geçmeyen, sıkıcı olmayan, ufuk açacak, heyecan verecek, düşünceye sevk edecek, şeklen küçük, mânen ve neticeten büyük şeyler yapabiliriz. Bazı “birkaç saniyelik” veya “birkaç dakikalık” dersler, hatta sadece bir küçük vecizenin çok şeyleri değiştirdiğini hiçbir zaman nazardan uzak tutmayalım.

İhlâs Risâlesindeki “Birinci Düsturunuz” konusunun normal okuması, sadece yirmi yedi saniye çekiyor. Bu fakirin bizzat hatıralarındadır ki, işte bu yirmi yedi saniye üç önemli kişinin hidayetine vesile olmuştur.

Sözü uzatmaya gerek yok aslında. İşte örnek hayat: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin müstesna hayat serüveni. Her ânı dolu dolu ve devamlı aksiyon, eylem ve hareketle dolu bir hayat. İbret alana yeter de artar bile.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Bayramınız bayram ola



Bu kez, yeni yılla Kurban Bayramı tarihsel olarak birleşti. Böylece ömrümüzden bir yıla daha veda ederken, bayramın manevî atmosferiyle birlikte geçmişimizi daha iyi değerlendirme fırsatımız olacak.

Her yerde bayramdan çok yeni yıl vurgusu yapılsa dahi, bizim gönüllerimizde ve hayatımızda bayram çok daha derin bir anlam ifade ediyor elbette. Biz biliyoruz ki, zaman denilen ve dünya hayatına giydirilen bu gelip geçicilik, ancak derin bir hüzünle birlikte, muhasebe, duâ, umut ve şükürle karşılanabilir.

Yeni yıl coşkusunu ve kutlamalarını bir tarafa bırakarak, ben bayramlardan söz etmek istiyorum. Çünkü bayramların anlamı yeni yılın anlamından daha derin ve aşkın bir şey. Gerçek mânâda yüreği bayramla buluşan herkes zaten bu gerçeği bilir. Zamana hükmeden ve zamanların ötesine geçiren bir manevî beraberlik havası nerede, lay lay lom bir eğlence anlayışıyla yeni yılı sefahatine bahane etmek nerede?

Hepimizin hatırasında bir bayram fotoğrafı vardır mutlaka. Hele ki, çocukluğunda yaşadığı bayramlardan arta kalan ve ince bir buruklukla her bayramda gelip içimizi sızlatan cinsten hatıralar. Hani hep “Ah o eski bayramlar!” dedirten türden. Aslında bayramlar aynı bayramlar. Değişen şey sanıyorum, o fotoğrafı zenginleştiren dekorun şu an olmaması. O fotoğrafta yer alan manzaraların ve şahısların yer değiştirmiş olması kalbi hüzne boğan.

Bu gün sizleri çocukluk bayramıma dâvet etmek istiyorum. Kim bilir, belki de yaşadığımız o bayramlardan arta kalan ortak sevinçlerimiz vardır.

Çocuk olduğum için mi bana öyle gelirdi, yoksa gerçekten öyle miydi bilmiyorum? Ama bayramlar gerçekten büyük bir coşkuyla, duâ ve gözyaşıyla karşılanırdı. Kurban edilen hayvanın başında duâya, gözyaşı eşlik ederdi her zaman. Allah’a derin bir teşekkür ve teslim ile eller yukarı açılır, namaz kılınır ve kurbanın yanına gidilip önce başı okşanır, sevilir ve sonra da Rabbin izniyle, yine Ona kurban edilirdi.

Büyüklerimiz bayramları çocuklara gerçek anlamda yaşatırlardı. Bayramdan bir ay önce başlanırdı hazırlıklara. Bayramlık elbiseler alınır, evler her zamankinden daha çok temizlenir, yüzlere ve gönüllere farklı bir tebessüm yerleşirdi. Bir ay boyunca biz çocuklar dahi kendi aramızda bayramdan söz ederdik.

Bayram akşamları çocukların ellerine kınalar yakılır; kızların tüm eli, erkeklerin ise serçe parmakları kınalanırdı. Tüm ev ahalisi sabahın en erken saatinde uyanır, önce çocukların kınalı elleri yıkanır, bayramlık elbiseleri giydirilirdi. Sonra bütün çocuklar ellerine birer su kabı verilerek köy çeşmesine yollanırdı. Bayram günlerinde güneş doğmadan akan tüm suların zemzem olarak akacağı, bu sebeple de çeşmeden erkenden alınan tüm suların zemzem suyu olacağı söylenirdi. Bizler, hasretle giymeyi beklediğimiz bayramlıklarımızı giymiş, ellerimiz kınalanmış olarak köy çeşmesinin başında toplanırdık erkenden. Hepimiz önce birbirimizin ellerine bakar, kimin kınası daha iyi çıkmış diye karşılaştırır, kendimizinkinden daha iyi çıkan arkadaşlarımızı kıskanırdık.

Suları evlerimize taşıdıktan sonra, hep birlikte caminin avlusuna giderdik. Erkek kardeşlerimiz babalarımızla birlikte namaza durur, biz de dışarıda onları beklerdik. Namaz bitiminde cami avlusunda bayramlaşılır, sonra da, camiden çıkan herkes önce mezarlığa gider, duâ eder, onların da bayramını kutlarlardı. Tabiî biz çocuklar da onları takip ederdik.

Kadınlar evde kurban için hazırlık yaparlardı. Ocaklar yakılır, kurban kesildikten sonra pişirilecek etler için gerekli işlemler ne ise onlar hazır hale getirilirdi. Mezarlıktan dönen köyün tüm erkekleri önce bizim eve uğrarlardı. Kurbanlar kesilir, yemekler pişirilir ve sonra da çok geniş sofralar kurulurdu.

Biz çocuklar her bayram ayrı bir mahallede ağırlanırdık. Bayramdan önce yapılan hazırlıkların arasında çocukların toplanma yeri de belirlenirdi. Çocukların eğlenmesi için salıncaklar kurulur, kız çocukları için dümbelek ayarlanır ve küçük çaplı bir düğün ortamı oluşturulurdu. Erkek çocukların eğlencesi daha farklıydı. Onlara mantar tabancası veya kılıç alınır, onlar kendi aralarında oynarlardı.

Herkes birbirini ziyarete giderdi. Çok uzaklardan bayram ziyareti için yaya olarak gelinir, bir akşam kalınır ve sonra tekrar dönülürdü. Bayramlar tatil aracı değil, birbirini hatırlamak, kucaklaşmak, dertleşmek ve gönüllerde buluşmak vesilesi olarak kutlanırdı.

Ben de sizlerin bayramını bu vesileyle, gönüllerde buluşmak adına kutluyorum. Bayramınız Bayram ola!

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Koalisyon hükümeti kötü değildir



Bundan 15 yıl önce askerî lojmanlarda oturuyordum. Kantine ev ihtiyaçları için gitmiştim. Bir de ne göreyim. Kantin girişinde Kültür Bakanlığının afişleri boy boy asılmış. Gözlerime inanamadım, gidip gelip tekrar baktım. Evet, hayal görmüyordum, gördüğüm gerçekti.

Beni bu kadar etkileyen şey, Üstad Bediüzzaman’ın afişteki resmiydi. Gerçi Nazım Hikmet’ten Necip Fazıl’a kadar birçok meşhur kişinin de resmi vardı ama Üstadın bulunması bambaşka bir şeydi.

Daha sonra askerî binaların birçoğunda da aynı afişi gördüm. Bazen önünde dakikalarca durup hayran hayran resimlere bakıyordum. Ne günlere gelmiştik. Küfrün beli kırıldığı artık apaçık ortada duruyordu.

Bu olay nasıl olmuştu onu anlatmaya çalışayım. DYP ile SHP hükümeti koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Kültür Bakanlığı hükümetin sol kanadına bırakılmıştı. Bakan da görevi gereği Türkiye’de meşhur olmuş fakat resmî söylemin dışında kaldıkları için görmezden gelinmiş yazarları halkımızın dikkatine sunuyor, eserlerini okumaya dâvet ediyordu.

İlginç bir olay da Askeri Şûrâ Kararı ile ordudan atılma işine de son verilmişti. Hükümet askerlere rest çekmiş, yargısız infazı bir iki seneliğine de olsa durdurmuştu.

Peki, ne olmuştu da Türkiye’de olması mümkün görünmeyen demokrasi kültürü yerleşmeye başlamıştı. Dindarlara göz açtırmayan ve Bediüzzaman gibi büyük zatları unutturmaya çalışan devlet kadroları nasıl oluyor da bundan vazgeçebiliyordu.

İşte soruların cevabını koalisyon hükümeti ile birlikte ortaya çıkan “uzlaşma kültürü” ile cevaplayabiliriz.

Ne yazık ki ülkemizde uzlaşma kültürü yerine “ne olursa olsun rakibini alt etme” kültürü hâkimdir. Amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan düşünce sağ ve sol birçok görüşün birleştiği metot olmuştur.

Bu hususu yadırgamamak gerekir zira “Bu kanun çıkmazsa ihtimaldir ki bazı kelleler uçacaktır” sözleri ile eğitim almış kişiler olarak aksini bekleyemeyiz. İlkokulda maharet gibi böyle acımasız kurallar beynimize nakşedilmişti. Şimdi bizden başkalarının düşüncelerine saygı göstermemiz bekleniyordu. Tabiî ki bir ikilem içinde kalmıştık. Doğru ve güzel olan insanî değerler ortaya çıktıkça, afallamıştık.

Ağırbaşlılığı ve efendiliği ile politikada ön plana çıkan Sayın Abdullah Gül “Biz iktidara gelmesek bile tek başına iktidarın ülke yararına olduğunu” söylemişti. Ben kendisine katılmıyorum. Zira koalisyon hükümetleri de ülkeye yararlı olabilir. Burada önemli olan bölüşme değil uzlaşmadır. 28 Şubat sonrası hükümetlerde bölüşme sistemi hâkimdi. Her parti bir banka ve kamu kurumuna sahip çıkıyor, yandaşlarına çıkar sağlamaya çalışıyordu. Uzlaşma diye bir şey ortada yoktu. Nitekim bakanlar birbirleri ile kavga halinde idi. Sonunda ülkemiz çok acı ekonomik krizleri yaşamak zorunda kaldı.

Peki, tek parti iktidara geldi de ne oldu. Anayasayı bile değiştirmek mümkün olduğu halde halkın ıztırabı dinmek bir yana devamlı sûrette arttı. Beni insafsız bulabilecek olanlara şu soruyu sormakta yarar görüyorum.

Dindar insanlar kamudan çıkarılmaya devam etmiyor mu?

Başörtüsü zulmü sona erdi mi?

Ekonomide görülen iyileşmeler halka ne derece yansıyor?

Eğitim sistemimiz ahlâkî ve dinî değerleri geliştirebiliyor mu?

Medyadaki kokuşmuşluk azaldı mı?

Askerlerin demokrasi ilkelerine bağlılığı ne ölçüdedir?

Soruların ardı arkası gelmiyor. Demek ki tek parti başlı başına bir çözüm değildir. Bilâkis politikacıların seviyesiz konuşmalarına daha fazla şahit oluyoruz.

Peki, çözümü nerede aramalıyız? Cevap çok basit; uzlaşma kültürünü geliştirerek. Yüzyıllarca birbirini boğazlamış Avrupalılar AB çatısı altında birleşebildiklerine göre kardeşlik ve barış dinine mensup Müslümanların uzlaşması niçin mümkün olmasın?

Belki hükümet beceriksiz olduğu için tek başına iktidar olmanın faydalarını göremiyoruz. En azından bu şekilde düşünenler olabilir. Lâkin birçok kişi devletin nimetlerinden pekâla istifade edebiliyor. Ne yazık ki malına mal katıp keyfine diyecek olmayan birçok kişi türemiştir. Fakat toplumsal barış ve huzur artmıyor, bilâkis yeni gerginlik ve çatışma alanlarını ortaya çıkarıyor.

Cenâb-ı Allah’tan bu cefakâr milletimize merhamet etmesini ve mutlu yarınlara çıkarmasını diliyorum.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Niyet halis olmayınca



TBMM Genel Kurulu’nda gerçekleşen 2007 Yılı Malî Bütçe Yasa Tasarısı’nın görüşmeleri bir çok ilke imza atarken, hafızalarda da iz bırakan tartışmalara sahne oldu. 26 yıl aradan sonra ilk kez bir hükümet beşinci yıl bütçesini büyük tartışmalarla da olsa TBMM’den geçirdi.

Bütçe görüşmeleri hem komisyonda, hem de genel kurulda milletvekilleri ve bakanlar için her zaman çok yorucu ve çetin geçer. Bu sene daha “çetin” geçti. TBMM Genel Kurulu, 24 Aralık Pazar günü saat 11.00’de başladığı mesaisini yaklaşık 40 saatlik çalışmayla Salı günü saat 02.45’de tamamlamıştı. Kimi milletvekilleri genel kurul sıralarında, kimi kulislerde, kimi de odasına gidip uyumuştu. Milletvekilleri “bitse de evimize gitsek dinlensek” diye söyleniyordu.

Liderlerin konuşacağı görüşmeleri takip etmek için iktidar kulisinde beklerken, “Nöbetçi bütçe görüşmesi bakanları”ndan birisi ile karşılaştık. Bakan “çok nöbet tuttuğundan”, şikâyet ediyordu. O da milletvekilleri ile aynı düşüncedeydi: “Bitse de gitsek…”

***

İşte böyle bir ortamda başlamıştı son görüşmeler… Bütçe deyince akla para, pul, işsizlik, gelir dağılımdaki adaletsizlik, yolsuzluk, yoksulluk, asgarî ücret gelir. Ama birileri için öyle değil. Bütçe deyince birilerinin aklına “başörtüsü” geliyor.

Bütçe görüşmelerinin başladığı gün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, uzun uzun ülkenin ekonomik göstergelerinden, kötü gidişattan bahsetti. Kendi grubu bir saatlik konuşmasında sadece iki kez alkışlamıştı. Yıllardır Meclis’te yapılan bütçe görüşmelerini takip eden birisi olarak, bu durum tuhafımıza gitmişti. Çünkü alışageldiğimiz gibi genel kurulda atışma, tartışma, sataşma olmuyordu. Bu durum, bir gazeteci dostumuzun da dikkatini çekmiş olacak ki, “Sence de çok tuhaf değil mi? Baykal konuşuyor, laiklikten, irticadan, başörtüsünden bahsetmiyor. Böyle bütçe görüşmesi mi olur!” dedi. Bu ifadenin üzerinden çok az bir süre geçmişti ki, Baykal bu konulara daldı…

***

Ancak, bütçe görüşmelerinin bittiği gün, Baykal bu sefer başka bir taktiği güdüyordu. Bütçenin sunuluşunda yaptığı konuşmanın ses getirmediğini düşünmüş olacak ki, bu sefer tartışmalı bir konuya girmek istedi. Yani, televizyoncuların tabiri ile “reyting” yapmak istedi. Bu da nasıl olurdu, milletin en hassas olduğu konu başörtüsü ile ilgili bir söz ortaya atması ile olabilirdi. O da öyle yaptı… “Başörtüsü sadece saçları örten bir örtüdür, başörtüsü eşlerin ayıplarını örtmeye yetmez” sözünü sarf ediverdi.

Baykal’ın bu sözlerinden sonra Meclis bir anda karıştı. AKP’li vekiller, sıra kapaklarına vurarak Baykal’ı protesto ederken, gergin saatler yaşandı. Baykal’ın sözleri üzerine çıkan gerginlik, ara verilerek önlendi. Baykal, araya rağmen kürsüden ayrılmazken, sinirlenen Başbakan Tayyip Erdoğan salonu terk etti. Aradan sonra Baykal konuşmasına devam ederken, sözlerinin “yanlış anlaşıldığını” söyledi ancak tartışmalar hâlâ devam ediyor. Başbakanın Baykal’a cevap vermesi de tartışmaları hafifletmedi.

Baykal’ın gazetelere ve televizyonlara açıklama yapıp, “Aslında ben şunu söylemek istedim” türü açıklaması inandırıcı gelmedi.

***

Hükümet 4 yılı aşkın bir süre içinde bu meseleyi çözseydi, şimdi ne bu tartışmalar olurdu, ne Baykal başörtüsü üzerinden siyaset yapabilirdi ne de insanların mağduriyetleri devam ederdi.

Artık herkes şunu öğrenmeli. Başörtüsü ve bunun gibi dinî inançlar, değerler hiçbir zaman polemik konusu yapılarak, bunlar üzerinden rant sağlanmaya çalışılmamalı… İnsanların inançları ve bu inançların gereğini yerine getirmeleri, herhangi bir siyasî olayın simgesi, göstergesi değildir. Başlarını örtenler, bunu inançlarının gereği olarak yapmaktadır.

Aslında her şey Baykal’ın şu cümlesinde gizli: “Sözlerim, inancımı açıkça ortaya koymaktadır!” Ne dersiniz Baykal bu sefer doğruyu söylemiş mi? Demek ki, gerçek niyeti buymuş ve ortaya koymuş…

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hoca ‘büyük’, ya fetvalar?



“Kökten inat”çılar, kanunsuz başörtüsü yasağını savunmaya devam ettikçe; acınacak hallere düşüyorlar. Son sözü en başta söyleyelim: Allah’ım, bizi böyle durumlara düşürme. Âmin.

Başörtüsü yasağını öyle bir ‘bahane’ ile savunmaya çalışıyorlar ki, görenlerin, duyanların şaşmaması mümkün değil. Meselâ, başörtülü öğrencilerin üniversite kapılarından çevrildiği bir ortamda; “Üniversitelerde hiç başörtülü öğrenci var mı?” sorusu soruluyor. Bu sorunun cevabı elbette “hayır”dır, ama bunun sebebini bilmek lâzım. Yani, öğrenciler başörtüsü takmaktan kendi rızalarıyla vazgeçmiş değil ki! Aksine, başörtülüler okullara alınmadığı için üniversitelerde başı örtülü öğrenci yok. Hem yasakla, hem de neticeyi, devam eden kanunsuz yasak için ‘delil’ say. Böyle bir yaklaşım doğru olabilir mi?

Tamam, ortada bir ‘vakıa’ var: Kanunsuz da olsa başörtülü öğrenciler okullara alınmıyor. Ve bu ‘netice’nin en büyük sorumlusu da mevcut hükümettir. “Ne yapalım, yasağı kaldırmak istiyoruz ama elimiz kolumuz bağlı” diyenleri haklı göremeyiz. İktidar, muktedir olmayı gerektirir ve kanunsuz bir yasağın devam ediyor olmasıyla ilgili ‘bahane’leri kabul edemeyiz. Bununla birlikte bu mes’elenin hallinin kolay olmadığının da farkındayız; ancak ‘imkânsız’ olduğunu da düşünmüyoruz. Yasak, kanunsuzdur ve bu kanunsuzluğu sona erdirmek de en başta ve en sonra ‘tek başına, iş başına’ gelen hükümetindir.

Sorumluluk hükümetin olmakla birlikte, fiilî durumu ‘haklı’ ya da ‘normal’ kabul eden yaklaşımları da benimseyemeyiz. Dolayısıyla, fiilî durum karşısında ‘haklı’dan yana değil de; ‘güçlü’den yana fikir beyan etmeyi ‘hak namına’ alkışlayamaz ve haklı göremeyiz.

Yasağı savunanların dayandığı bir nokta da ‘büyük hoca’ların bu konuda verdikleri söylenen ‘fetva’lar. Buna göre, biri yeni, diğeri eski iki diyanet işleri başkanı kendi kız çocuklarına “Başınızı örtecekseniz sonra örtün, ama evvelâ bir okuyun” demişler. (Hürriyet, 29 Aralık 2006)

Haberin ne kadar ‘sahih’ olduğunu bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: Kişi(ler) mes’uliyetinin farkında olarak başlarını açıp okumayı tercih edebilirler. Ama bunu umumîleştirip, “Herkes başını açsın, okusun. Bunun günahı yok, varsa bizim boynumuza” diye ‘fetva’ veremez. Verirse ne olur? Yanlış olur ve bu sadece ‘fetva’yı vereni bağlar. Meselâ, bu örneğimizde diyanet işleri başkanları bu şekilde ‘fetva’ vermiş deniliyor. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığının ‘fetva’ vermekle yetkili kurulu olan ‘Din İşleri Yüksek Kurulu’, 1980/27 ve 1993/6 sayılı iki kararında da “İslâm dinine göre kadınların başlarını örtmeleri, Kitap, sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile mecburî” olduğunu kesin olarak açıklamıştır. (Em. Hakim Vehbi Sabuncuoğlu, Başörtüsü Yasağı, Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası yayını, Ankara-2001)

Netice olarak: Başörtüsü Kur’ân’ın emridir. Konunun uzmanı olan ilahiyatçıların da beyanıyla bu sabittir. Sadece bir iki ‘büyük hoca’nın, aksine ‘fetva’ vermesi neticeyi değiştirmez. (Verilen örnekteki ‘hoca’ların da başörtüsünün farz olmadığı yönünde bir beyanları yoktur. Onlar sadece kendileriyle ilgili konularda, hususî bir karar vermişlerdir. Bu karar sadece onları bağlar.)

Bir nokta daha: Başörtüsü takmak ‘farz’ olarak kabul edilmese bile, en tabiî insan ve vicdan hakkıdır. Meselâ, hür dünya ülkelerinde böyle bir yasak yoktur ve orada yasağın uygulanmama sebebi başörtüsünün ‘farz’ olmasıyla ilgili değildir. İnsanlık bu konuya ‘insan hakkı’ olarak bakıyor ve yasaklamıyor. Türkiye’deki bu uygulamalar, sadece suları tersine akıtma gayretleridir ve boştur.

Yasağı ‘çöp sepeti’ne atmak varken, sürekli bahaneler üretmek ve dünyayı kendimize güldürmek doğru mudur? Gülünç bahanelerden biri de, “başı örtülülerin, başı açıklara (velev ki, manevî olsun) baskı yaptığı’ şeklindeki ‘yalan’dır ki, bunu—en azından şimdilik—değerlendirmeye bile gerek görmüyor, kamu oyunun vicdanına bırakıyoruz.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kurban



Bugün Kurban Bayramı arefesi. Güne, sabah namazını takiben getirdiğimiz bu bayrama mahsus teşrik tekbirleriyle başladık. Bayramın son günü ikindi namazına kadar, beş vakitte her farz namazın ardından ve ayrıca yarınki bayram namazında bu tekbirleri getirmeye devam edeceğiz inşaallah.

Bizim münferiden veya cemaatle birlikte getireceğimiz bu tekbirler, âlem-i İslâmın her yerinde ve özellikle hac farizasını ifa için mukaddes topraklarda bulunan Müslümanların tekbirlerine karışacak ve hepsi tek bir ses halinde semâya yükselerek, her birimizin bir mi’rac basamağını kat edişimizi simgeleyecek.

Bu vesileyle, On Altıncı Söz’ün Dördüncü Şuâsı başta olmak üzere, Risale-i Nur’da bu tekbirlerin derin mânâ ve hikmetlerinin izah edildiği bahisleri bu gözle yeniden okumanın dünyamıza engin feyizler kazandıracağını ifade edelim.

Ardından, bu bayrama ismini veren kurban ibadetine geçecek olursak:

Hayvan haklarını sadece dünyevî ve maddî gerekçelerle, acıma duygusunu yanlış kullanarak, hattâ yer yer istismar ederek gündeme getirenlerin bu konudaki saptırma ve demagojilerini senelerdir takip ediyoruz.

Ama dinimizin kurban edilecek hayvana şefkatle davranma, incitmeme, bıçağı dahi göstermeme, kesim işlemini eziyet vermeyecek en kısa yoldan sonuçlandırma gibi tavsiyelerine riayet edilmemesinin yol açtığı vahşet görüntülerine de meydan verilmemeli.

Bu tür davranışların dinle hiçbir alâkası yok. Buna karşılık dinin emir ve tavsiyelerine kulak vermemekle çok yakından ilgisi var.

Umalım ki, bu bayramda, kesim öncesi hayvanlara eziyet ve hattâ işkence edilmesi, kesimden sonra da ortalığın kan gölüne ve pislik yuvasına çevrilmesi gibi, İslâmın da şiddetle men ettiği ilkelliklere şahit olmayız.

Kurban bahsinde, böyle bir ibadete vesile olmanın, kurbanlık hayvanlar için de ayrı bir mazhariyet olduğunu; kurban edilerek kesilen hayvanın, sahibine mahşer günü Sırat Köprüsünde binek olarak hizmet vereceğine dair müjdeyi de hatırlayalım. (Sözler, s. 186)

Zaten bu hayvanların “Cennetten indirilen nimetler” olduğu da Kur’ân’da ifade ediliyor.

“Sizin için erkekli dişili sekiz çift ehlî hayvan indirdik” mealindeki Zümer Sûresi 6. âyetinin tefsirinde Üstad bunu şöyle açıklıyor:

“O mübarek hayvanlar, bütün cihetleriyle bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevilere seyyar haneler, elbiseler; etinden güzel yemekler; sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden papuçlar v.s., hattâ gübreleri mezruatın (bitkilerin) erzakı ve insanların mahrukatı (yakacağı) hükmünde olup, güya o mübarek hayvanlar tecessüm etmiş (cisimleşmiş) ayn-ı nimet ve rahmettirler...

“Nasıl ki rahmet tecessüm etmiş, yağmuş olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. (...) Hàlik-ı Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve manevî, âlî Cennetinden yeryüzüne indirmiş.” (Lem’alar, s. 368)

Bu mânâların ışığında Kurban Bayramınızı şimdiden tebrik ediyoruz. Mübarek olsun.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kurban olmak



Bu sene yılbaşının kurban bayramının ilk gününe rast gelmesi bir tesadüf mü?

Koca bir yılın muhasebe günüyle Allah için kurban bayramının iç içe girmesi gerçekten Müslümanlığımızı sorgulamanın çok ender anlarından biri. Ya samîmî bir dilekle Allah için kurbanlarımızı keserek Onun yoluna kurban olabileceğimizi göstereceğiz. Ya da nefsin ve şeytanın arzularının kurbanı olacak, maddî ve manevî risklerini göğüsleyerek nefis ve şeytana teslimiyet bayrağı çekeceğiz.

Kur’ân’da dikkat çekildiği gibi, “De ki: Namazım da, ibâdetim de, hayatım da, ölümüm de, Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun hiçbir şeriki yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.

“De ki: O herşeyin Rabbi olduğu halde, ben Allah’tan başka bir rab mi arayacağım? Günah işleyen ancak kendi aleyhine işler. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizin huzurunadır; ihtilâfa düştüğünüz şeyin hakikatini O size bildirecektir” hakikatlerini Allah’a kul olduğumuzu göstererek ruh ve kalbimizin bütün zerreleriyle haykıracağız.

Hz. İbrahim’in güzel bir sünneti olarak başlayan kurban, adı üstünde Allah’a mânen yaklaşabilmek için kesilen hayvana verilen isimdir. Mü’min âdetâ içerisindeki kötülüğe yönelten duyguları kesip atarcasına Allah için kurbanın kanını akıtır. Kurbanlıkların ne akıtılan kanlarına ve ne de kesilen etlerine Allah’ın hiçbir ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Ama biz, emre uymakla Ona olan itaatimizi, bağlılığımızı göstermiş oluyoruz. Nitekim bir âyette, “Onların ne etleri, ne kanları Allah’a ulaşacak değildir; Allah’a ulaşacak olan, ancak sizin takvânızdır”1 buyurularak bizden Allah’a, emirlerine bağlılığımız ve Ona karşı gelmekten sakınmamızın gideceği bildirilir. Allah katında en değerli insan da Ona karşı gelmekten sakınan kimse değil midir?

Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre insanoğlu, Allah’a karşı kurban gününde kurban kesmekten daha sevimli bir iş yapmaz. Kurbanın kanı daha yere düşmeden Allah onu kabul eder.2

Kurban akıllı, ergenlik çağına ulaşmış, hür, yolcu olmayan ve dinen zengin sayılan her Müslümana vaciptir. Şafiîlere göre ise sünnettir. “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”3 emrine itaatten ibarettir.

Bu güzel, nefis ibadeti bir gün önceden günah ve haramlarla karartmanın akıl ve İslâmî anlayışla alâkası yok. Yeni yılımızı da, bayramımızı da Cenâb-ı Hak hayırlara vesile eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Hac Sûresi, 37.

2- Tirmizî, Edâhî: 1; İbni Mâce, Edahî: 3.

3- Kevser Sûresi, 2.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kurban kesmeyi tartışmayalım kurban!



Her sene kurban “Vacip mi, sünnet mi?” diye tartışmalar yapılır. Kimi şarlatanlar da, tavuk, horoz, hindi de kurban olur, diye bu tartışmalara katılır! Bu abesle iştigaldir. Psikolojik, sosyal, ekonomik boyutlu kurban konusunda milletimiz oldukça duyarlı. Hassas konularda kafaları karıştırmaktansa kurbanın psiko-sosyal ve ekonomik boyutları ve daha nezih ortamlarda kesmenin metotlarını tartışmak daha mantıklı değil mi?

Hemen hemen bütün dinlerde varolan kurban kesme, Hz. Âdem (as) ile başlamış bir ibadet olduğu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk.”1 Ayrıca kurban kesmek, tıpkı ezan, cemaat ile namaz, cuma ve bayram namazları ve hac gibi İslâmî bir şeâirdir. Şeâir ise; bir şeyi özellikleriyle tanıtan, bildiren semboldür. Ayrıca, hüküm, kanun, yol anlamları da vardır.

İslâm’da fıkhî hükümler ferdî ve sosyal olmak üzere iki çeşittir. Sosyal cephesi öne çıkan, ağır basan hükümler genelin hukukuna taalluk ettiği için en küçüğü bile sembolik değer taşıması açısından en büyük bir hüküm gibi önemlidir. Kurban Bayramında nisap miktarını aştığından zengin olup, imkânı olan Müslümanların kurban kesmeleri Hanefîlere vacip, Şafiî ve Malikîlere ise terk edilmesi istenmeyen müekked sünnettir.2

Şu hususa dikkat çekelim: Şafiîlerde, Hanefî anlayışındaki gibi, “zannî farz” hükmünde olan vacip kavramı yok. “Terki istenmeyen sünnet-i müekkede” vacibe yakın, diye düşünülebilir.

Hanefilerin delilleri: Kur’ân’da Peygamberimize (asm), “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes”3 diye emredildiğine göre, ona kurban kesmek farzdı. Ona farz olan, ümmetini de kapsar. Zira peygamber ümmeti için bir rehberdir. Fakat âyetteki emrin ümmete delâleti zannî olduğundan vaciptir.4

Kevser Sûresi’nde geçen “Venhar” emri, İslâm bilginlerinin çoğuna göre, Kurban Bayramı günlerinde kesilen kurban içindir ve dayandıkları hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:

“Kurban kesecek güçte olup da, kesmeyen namazgâhımıza yaklaşmasın!”5 Bu ifade, üslûp olarak belli bir tehdit ihtiva etmektedir. Bu tarz ifadeler vacip veya farzın terkinde söz konusudur.6 Bayram namazından önce kurbanını kesen birisine Allah Resûlü, yeniden kurban kesmesini emretmiştir.7 Peygamberimizin yeniden kesmesini emretmesi, kurban kesmenin vacip olduğunu gösterir.8 “Kurban kesin; çünkü o atanız İbrahim’in sünnetidir.”9 Buradaki emir mutlaktır ki bu da amelen vacip olduğunu gösterir. Hz. İbrahim’in sünneti demek onun yolu demektir. Bu da vacip olduğunu nefyetmez.10 Abdullah b. Ömer; “Peygamberimiz, Medine’de on yıl ikamet etti ve hep kurban (udhiyye) kesti”11 der.

Peygamberimizin (asm) muvazebeti, yani sürekli yapması vacip olduğuna delâlet eder, üstelik kurban kesmeyi terk edene ‘Namazgâhımıza yaklaşmasın’ tehdidi ile birliktedir.12

Kurban kesme, Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar uygulana gelen sosyal bir ibadet ve şeâir olduğuna göre meselenin bu boyutunu tartışmamalı. Kurban kesmek Hanefilerde vacip (zannî farz), Şafiî ve Malikilerde terk edilmesi istenmeyen sünnet-i müekkededir/kuvvetli sünnet.

İmkânı olanların kurban keserek bu şeairi yerine getirmesi; sosyal dayanışma içine girmesi, ekonomik canlılığa katkıda bulunması, dolayısıyla fakir üreticilere de yardımda bulunması güzel bir dinî hakikattir. Kesmemeyi değil, kesmeyi teşvik etmek gerekir.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Hac, 34.; 2- Tahavi, Muhtasaru İhtilâfi’l-Fukaha, 3/220; Nevevî, el-Mecmu, 8/275.; 3- Kevser, 108/2.; 4- Kasanî, Bedaiü’s-Sanai, 6/277; el-Mevsuatu’l-Fıkhiyye, 77.; 5- İbn Mace, Edahi, 2; Müsned, 2/321.; 6- Serahsi, el-Mebsut, 12/8; Kasanî, Bedaiü’s-Sanai, 6/279.; 7- Buhârî, Edâhî 1; Müslim, Edâhî 16.; 8- Kasanî, Bedaiü’s-Sanai, 6/280.; 9- Serahsi, Mebsut, 12/8; İbn-i Mace, Edahi, 3.; 10- Kesani, a.g.e 6/277; Serahsi, Mebsut, 12/8.; 11- Tirmizî Edahi, 11.; 12- Tehanevi, İ’laü’s-sünen, 17/223-224.

30.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

Doğduğun yere de bak



İnsanlar, “Doğduğun yere değil, doyduğun yere bak” demişler ama, bu söz benim hiç içime sinmiyor doğrusu. Bunun bir atasözü olduğuna da inanmıyorum. Bizim atalarımız doğduğu yeri unutacak kadar vefasız değildir. Sılayı mukaddes bildikleri gibi, sıla-ı rahm etmeyi de ibadet saymışlardır.

İnsan doğduğu yerdeki aile efradı başta olmak üzere, akrabaları, komşuları, arkadaşları ve çevrede bulunan bütün canlı ve cansız varlıklarla alâkadardır. Hayatının en saf, en taze bölümlerini onlarla paylaşmıştır. Bir çoğumuzun yaşlanan bedeninde çocukluk yıllarımızın hatırası olan yara izleri hâlâ silinmemiştir. Ya ceviz ağacından düşüp kafamız yarılmış, ya bahçedeki çitlerin dikenli telleri ile yüzümüz çizilmiş, ya da huysuz bir atın sert çiftesi ile kolumuz kırılmıştır. Lastik toplarla yaptığımız mahalle maçları, hafıza dediğimiz hayat arşivimizin raflarında hâlâ yerini korumaktadır.

Bugün bir çoğumuz baba ocağından ayrı, diyar-ı gurbetlerde yaşasak da, hafızamızın derinliklerinde çocukluk hatıralarımızın derin izleri vardır. Tahta beşiklerde yatarken annemizin söylediği ninniler ve ilâhiler kulaklarımızda çınlamaya devam etmektedir. Ninelerimizin masalları, dedelerimizin anlattığı dînî menkıbeler, babamızın askerlik hatıraları, hep bizimle birlikte gittiğimiz yerlere taşınmıştır. Bayramlık elbiselerimize bulaşan çamurlar, çamurlara karışan gözyaşlarımız, annemizin azarı, komşuların bize şefaatçi olması, şımarık hareketlerimiz, taşkınlık ve muzırlıklarımız, hep doğduğumuz yerlerde kalmadı mı? Hafızamızın köşelerini bir yoklasak, en güzel hatıraların, en hırçın kavgaların, en masum sevdaların çocukluğumuzun geçtiği evlerde, sokaklarda ve köylerde kaldığını göreceğiz. Onun için memleket deyince yüreğimin bir yerlerinde yanık kokuları yükselir.

Hayatın akışı içinde sürüklenip giderken, suların durulduğu yerlerde durup geriye doğru şöyle bir bakıyorum. Hayalimin ayakları beni memleketime, hem de yıllar öncesinin toprak damları evlerine götürüyor. Toprağın kokusunu ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Çimenlerin arasında şırıl şırıl akan çayları, karşı tepelerden yayılan kekik kokularını, yamaçların sislerini, serçelerin seslerini, ne kadar çok özlediğimin farkına varıyorum. Beni memlekete bağlayan en kuvvetli bağın ise, köyümün mezarlığında olduğunu görüyorum. Memleket hatıralarının en canlı örneği, ölüler diyarı olan mezarlıklarda yaşıyor. Yıllar sonra da olsa, annemin mezarının başına vardığım zaman, biri baş ucunda, biri de ayak ucunda dimdik duran iki uzun taşla karşılaşırım. Annemden on beş yıl sonra vefat eden babamın mezarı ise, böyle yüksek taşlar dikili olmadığından, her gittiğimde otlar arasında uzun süre babamın mezarını aramak zorunda kalırım. Demek ki babamın anneme gösterdiği vefayı, bizler babamıza gösterememişiz diyerek kendime sitem ederim. Çünkü annemin mezarındaki o koca taşları babam kağnı arabası ile uzak yerlerden taşımış, ebedî hayat arkadaşının baş ucuna ve ayak ucuna kendi elleri ile dikmişti.

Memleket deyince daha bir çok hatıralar hatırıma hücum eder. Bazılarında gözüm dolarken, bazılarında yüreğim kabarır. Tatlı bir hüzün, sıcak bir sevinç, yoğun bir hasret dalgası ile gönül denizi dalgalanır. Ben de bu dalgaları ancak mısralara döktüğüm duygularla yatıştırmaya çalışırım.

Toprakta kalır

Ana kucağında başlar yolculuk,

Okunan ilk ezan kulakta kalır.

Gönül saksısında çiçektir çocuk,

Sevgiyle beslenir, ayakta kalır.

Yaşanası yıllar ne de tez geçer,

En güzel rüyalar kundakta kalır,

Çığlıklar kesilir, oyunlar biter,

Öksüz oyuncaklar sokakta kalır.

Gurûba inerken ömür güneşi,

Emelleri, arzular, uzakta kalır,

Söner gönüllerde sevda ateşi,

Eski nakaratlar dudakta kalır.

Son ışıklar son tepeyi aşınca,

Göz ufukta, gönül şafakta kalır,

Başaklar sararıp olgunlaşınca,

Toprağa düşer de toprakta kalır.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Arafat'ta gözyaşları



“Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ven’ni’mete leke ve’l-mülke lâ şerike lek.”

“Buyur Allah’ım. Emrine boynum kıldan ince. Emrine ve fermanına sözümle, özümle, gönlümle, kalbimle kurban olayım. Emrine boyun eğdim. Senin şerikin ve ortağın yoktur. Emrine kurbanım. Sözüne hayranım. Buyur Allah’ım. Muhakkak hamd Sana mahsustur. Şüphesiz nimet senindir, mülk Senindir. Senin hiçbir şekilde benzerin ve ortağın yoktur.”

Yüz binlerce hacının ağzından bu günlerde tek bir kelime halinde dökülen teslimiyet sözleridir bunlar. Dün güneş doğduktan sonra hacılar Arafat bölgesine doğru harekete geçtiler. Öğle vaktinde öğle ve ikindi namazlarını “cem-i takdim” ile birlikte kıldılar. Hemen ardından Arafat’ta vakfeye başladılar. Vakfede gözyaşı döktüler ve inşaallah doğdukları gün gibi günahlarından arındılar. Kendileri için, anne ve babaları için, din kardeşleri için, dünyanın salâhı için, geçmişleri için duâ ettiler. Duâları inşaallah dergâh-ı İlâhîye yükseldi.

Gerek fert, gerek toplum, gerekse İslâm âlemi olarak, maddî ve manevî dertler yumağı içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. Gün geçmiyor ki, ağzımızın tadını bozan ve bizi tokatlayan bir imtihan külçesi ile karşılaşmayalım. Duâya çok ihtiyacımız var. Niyaza çok ihtiyacımız var. Allah’a sığınmaya çok ihtiyacımız var. Allah’ın kulu olduğumuzu ikrar edelim; fitnecilerden, fesatçılardan, hasetçilerden, şeytanlardan, türlü türlü yaratıkların zararlarından, dünyanın türlü belâlarından ve musibetlerinden Allah’a sığınalım ve Allah’a imdat diyelim. Allah’tan affımızı dileyelim. Allah’tan Cemalini, Rızasını, Rahmetini ve Cennetini isteyelim.

Bin İhlâs-ı Şerif

Bugün, imkânı olanlarımız bin İhlâs-ı Şerif okuyarak dergâh-ı İlâhiye kapısını çalalım. Unutmayalım ki, tüm dertlerimizin devası, tüm hastalıklarımızın şifası, tüm sıkıntılarımızın ilâcı o kapıdadır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılandır.”1 Bir diğer hadislerinde Allah Resulü (asm): “Allah hiçbir günde Arefe günündeki kadar kullarını ateşten kurtarmaz. O gün Allah, rahmetiyle kullarına tecelli eder. Onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ve ‘Onlar ne istiyor?’ diye sorar”2 buyurmuştur.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bugün bin İhlâs-ı Şerif okumayı önemle tavsiye ediyor ve diyor ki: “Aziz mübarek kardeşlerim. Bizim memlekette eskide Arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum. Fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim.”3

Hepsini birden bin defa okumaya fırsat bulamayanlar paylaşarak da okuyabilirler. Bu da rahmet-i İlâhiyenin kapısını bizlere inşaallah açar.4

Arefe gününe dayalı bir hatırlatmayı yine Resûl-i Kibriya Efendimiz’den (asm) dinleyelim: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim ki, Arefe günü dilini, kulağını ve gözünü haramdan korursa, iki arefe arasındaki günahları bağışlanır.”5

***

Teşrik Tekbirleri başladı

Teşrik Tekbirleri de bu gün sabah namazından itibaren başladı. Bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın hemen ardından Teşrik Tekbirleri getirmek her Müslüman için vaciptir. Bu hüküm umumîdir. Yani namazını cemaatle kılan da, yalnız kılan da, kurban kesen de, kesmeyen de, seferî olan da, olmayan da, kadın veya erkek tüm Müslümanlar Teşrik Tekbirleri getirmelidirler.

Teşrik Tekbirleri, farz namazdan selâm verdikten hemen sonra araya hiçbir söz karıştırmadan, “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve lillâhi’l-hamd” diyerek getirilir. Mânâsı: “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah içindir.”

Gölgesi üzerimize düşen Kurban Bayramının, Müslümanlar ve tüm insanlık için huzur ve barışa vesile olması niyazlarımızla...

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/2095.

2- İbn-i Mâce, Menâsik, 56.

3- Şualar, s. 266,

4- Mektûbât, s. 326, 328.

5- Câmiü’s-Sağîr, 3/3631.

30.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004