İki yıl önce gemi ile İspanya’da Bask’lıların yaşadığı Bilbao şehrine gitmiştim. Orada konuştuğumuz bir kaptan, “İspanyolları sevmediğini, hatta nefret ettiğini” söylemişti. O zaman bu bölgede kendi lisanları farklı olan ve bağımsız bir devlet kurmak isteyen bir halk olduğunu görmüştüm.
Dilleri biraz Fransızca’ya benzeyen bu halk, bana İspanyollardan farklı görünmemişti. Ama aşağıda anlatacağım filmi seyredince, bazı farklar bulunduğunu anladım.
Yıllardan beri İspanya’da huzur ve sükûnet dönemi yaşanıyor. Belki de bu sayede İspanya kalkınmasını hızlandırmış durumda. Ayrılıkçı Basklılar, hatta Valencia bölgesinde yaşayan Katalan halkı amaçlarına ulaşmak için terör yöntemini yıllar önce bırakmış durumda. Bu durum hem kendilerinin, hem de İspanyolların millî gelirini arttırmış. Kavga ederek değil, barış içerisinde yaşayarak daha mutlu olacaklarını fark eden bu bölge insanlarından alacağımız dersler var.
Her halde terör örgütü PKK ile ilişki kurulmasından dolayı gösterimi yasaklanmış olan El Lobo, Türkçesi ile Kurt isimli filmi seyrettim. Film, ayrılıkçı terör örgütü ETA’nın nasıl dize getirildiğini anlatıyor.
Kısaca filmde, polisin bir ajanını örgütün lider kadrolarına sokması ile birlikte, kısa bir süre içerisinde silâhlı elemanlar etkisiz hale getiriliyor ve birer birer tutuklanıyor. Bu arada emniyet teşkilâtındaki faşist yöntemlerin ve örgüt içerisindeki hainliklerin ne tür sonuçlara yol açtığı da anlatılmak isteniyor.
Sonuçta film, şiddet yöntemi kullanılarak amaca ulaşmanın çok zor olduğunu, bunun yerine siyasî yapılanma ile başarılı olunabileceğini anlatmaya çalışıyor.
Olayların gelişimine baktığımızda, İspanya’da General Franko’nun ölümünden sonra tekrar Krallığın geri gelmesi ile birlikte örgüt üyelerine af çıkarılmış ve ETA’nın şiddet yöntemini bırakmasının sağlanmış olduğunu görüyoruz. Bunun sonucunda ülkenin ekonomik gelişmesi hızla gerçekleşmiş ve AB’ye girerek zengin ülkeler sınıfına dahil olması başarılmıştı.
Bu filmden çıkarılması gereken birçok ders var. Bu sebeple ülkemizde gösterilmesinin yararlı olacağını düşünüyorum. Irkçılığa dayalı milliyetçiliğin zararlarını anlatmak için buna ihtiyaç var. İster örgüt mensubu, ister karşıtı olsun kan dökerek bir yere varmanın mümkün olmadığı artık iyice anlaşılmak zorundadır.
Ölen her insan ister asker olsun, ister terörist karşılıklı düşmanlığa yol açtığı aşikârdır. Dünya aya giderken biz kan dâvâsı peşinden koşuyor isek, bir yanlış yapılıyor demektir. Aklın yolu birdir. Ne yapıp edip akan kanı durdurmak, insanlarımızı Ortaçağ vahşetinden kurtarmamız gereklidir.
Güneydoğumuzda yaşanan sorunları çözmek için ırkçılığı değil, dindarlığı esas alan yöntemleri benimsemek zorundayız. Bediüzzaman Mecliste “Şark’ı ayağa kaldıracak faktörün din” olduğunu ifade etmiştir. Buna örnek olarak bazı aşiretlerin “kaymakamımız namaz kılmıyor, içki içiyor” diye isyan ettiklerini, hâlbuki bu isyancıların da namazsız, hatta eşkıya olduklarını söylemiştir.
Bu sebeple, ekonomik ve sosyal yönden gelişebilmemiz için dindarlığı benimsememiz ve dinimizin bize kazandırmış olduğu üstün hasletleri yaşamamız gereklidir.
Kürtler, Türklerin kardeşidir. Birlikte omuz omuza çarpışmış, vatanımızın gayrimüslimler eline geçmemesi için büyük fedakârlıklar göstermişlerdir. Birlikte olduğumuz vakit hem güçlü, hem de mutlu olmuşuz. Aramıza ayrılık düştüğü vakit ise, her iki taraf da kaybetmiştir.
Eğer insanca yaşamak istiyor isek, aynen İspanya’da olduğu gibi, şiddeti bırakmak ve kan dökmekten uzak durmak zorundayız. Batılı güçlerin satranç oyunlarında piyon durumuna düşmek istemiyor isek, bunu başarmak zorundayız.
18.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|